TÛR SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Konusu
Kur’ân-ı Kerîm, Allah Teâlâ tarafından Cebrâil (a.s.) vasıtasıyla Resûlullah (s.a.s.)’e inzal buyrulmuştur. Dolayısıyla Peygamberimiz (s.a.s.)’in tebliğ ettiği İslâm, onun kendi arzu ve istekleriyle ortaya attığı bir iddia değil, bütünüyle vahye ve kesin bilgiye dayanan en doğru dindir. O, hakîkatin ta kendisidir. Çünkü Peygamber (s.a.s.), bizzat kendi müşâhedelerine dayanan hakikatleri tebliğ etmiştir. O, kendisine vahiy getiren meleği kendi gözleriyle görmüş ve Âlemlerin Rabbi olan Allah’ın büyük işaretlerini bizzat müşahede etmiştir. Müşriklerin tutundukları yol ise zanna dayanmaktadır. Taptıkları Lât, Menât, Uzza putlarının hiçbir gerçekliği yoktur. Meleklere Allah’ın kızları demeleri de, onların şefaatleriyle kurtulacaklarına inanmaları da bütünüyle zanna dayanan bir iddiadır. Sahip oldukları inançlarının ne naklî ne de aklî hiçbir delili yoktur. Onların kesin bilgiye dayanan İslâm’ı bırakıp sadece zanlarına tabi olmalarının altında yatan gerçek ise âhirete inanmayıp sırf dünyanın peşinden koşmalarıdır. Netice itibariyle Peygamber (s.a.s.)’in davetini kabul edenlerle etmeyenlerin karşılaşacakları sonuçlar farklı olacak; iman edip sâlih amel işleyenler mükafatlandırılırken, kötülük yapanlar da cezalandırılacaklardır. Bu sadece Hz. Muhammed (s.a.s.)’in verdiği bir haber değil, Hz. İbrâhim ve Hz. Mûsâ gibi önceki tüm peygamberlerin tebliğ ettiği kadim ve değişmez bir hakîkattir. Bu gerçeklere inanmayan Nûh, Âd, Semûd ve Lût kavimleri nasıl helak edildilerse, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e inanmayanlar da öyle helak edileceklerdir. O halde ölüm ve kıyâmet gelmeden önce intibâha gelip Allah’a kulluğa dönmek gerekir.
Hakkında
Necm sûresi Mekke’de nâzil olmuştur. 62 âyettir. İsmini 1. âyette geçen ve “yıldız” mânasına gelen اَلنَّجْمُ (necm) kelimesinden alır. Mushaf tertîbine göre 53, iniş sırasına göre ise 23. sırada yer alır. İçinde secde ayeti bulunan sûrelerden biridir.
Nuzül
Mushaftaki sıralamada elli üçüncü, iniş sırasına göre yirmi üçüncü sûredir. İhlâs sûresinden sonra, Abese sûresinden önce Mekke’de nâzil olmuştur. Sadece 32. âyetinin Medine’de indiği rivayet edilmiştir, fakat bu âyetin öncesi ve sonrasıyla olan sıkı anlam bağı ve üslûp birliği bu rivayeti tereddüde açık bırakmaktadır (Derveze, I, 212, 228).
NECM SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1: İnmekte olan yıldıza yemin olsun ki,
اَلنَّجْمُ (necm) kelimesi yıldız, tüm yıldızlar, Süreyyâ yıldızı ve Kur’an’ın nâzil olan her bir parçası gibi mânalara gelir. Fiil olarak kullanılan هَوٰى (hevâ) kelimesi ise batmak, inmek, kaymak, düşmek ve çıkmak mânalarında kullanılır. Bu mânaların her biri dikkate alınarak âyeti tefsir etmek mümkündür. Biz bunlar içinden iki önemli mâna üzerinde durmak istiyoruz:
Birincisi; yıldızların battığı ve güneşin doğup etrafı tamâmen aydınlattığı sabah vaktine yemin edilerek uzun zaman Mekke’li Araplarla birlikte yaşamış olan, doğruluğu, güvenilirliği, üstün ahlâkı, dostluk ve iyilik severliği herkes tarafından bilinen Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğru yoldan sapmadığı, yanlış bir yola düşmediği, bâtıl bir inanca saplanmadığı beyân edilmektedir. Güneş aydınlığında her şey ne kadar açık ve net görülüyorsa, bu hakikat de o kadar açık ve nettir. Burada müşriklere hitap edilerek “sahibiniz” tabirinin kullanılmasının hususi bir anlamı vardır. Zira اَلصَّاحِبُ (sâhib), daima sohbette bulunan, arkadaşlık edip koruyan, hâmî mânalarına gelmektedir. Böylece şimdiye kadar sohbetinde bulunup çok iyi tanıdıkları, aklına ve doğruluğuna güvendikleri, onlara nasihat edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşları Hz. Muhammed’in yolunu şaşırmadığını, aklını kaybetmediğini, aldanmadığını ve aldatılmadığını; sihirbaz, kâhin ve mecnun olmadığını bildirmektedir.
İkincisi; Kur’ân-ı Kerîm’in o zamana kadar nâzil olan her bir bölümüne yemin edilmekte; inen bu âyetlerin mûcizevî nazmı, üslûbu ve mânasının, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğru yol üzere yürüyen gerçek bir peygamber olduğunu gösterdiği beyân edilmektedir.
Öyle bir Peygamber ki:
2: Arkadaşınız Muhammed, doğru yoldan sapmadı, bâtıla da inanmadı.
اَلنَّجْمُ (necm) kelimesi yıldız, tüm yıldızlar, Süreyyâ yıldızı ve Kur’an’ın nâzil olan her bir parçası gibi mânalara gelir. Fiil olarak kullanılan هَوٰى (hevâ) kelimesi ise batmak, inmek, kaymak, düşmek ve çıkmak mânalarında kullanılır. Bu mânaların her biri dikkate alınarak âyeti tefsir etmek mümkündür. Biz bunlar içinden iki önemli mâna üzerinde durmak istiyoruz:
Birincisi; yıldızların battığı ve güneşin doğup etrafı tamâmen aydınlattığı sabah vaktine yemin edilerek uzun zaman Mekke’li Araplarla birlikte yaşamış olan, doğruluğu, güvenilirliği, üstün ahlâkı, dostluk ve iyilik severliği herkes tarafından bilinen Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğru yoldan sapmadığı, yanlış bir yola düşmediği, bâtıl bir inanca saplanmadığı beyân edilmektedir. Güneş aydınlığında her şey ne kadar açık ve net görülüyorsa, bu hakikat de o kadar açık ve nettir. Burada müşriklere hitap edilerek “sahibiniz” tabirinin kullanılmasının hususi bir anlamı vardır. Zira اَلصَّاحِبُ (sâhib), daima sohbette bulunan, arkadaşlık edip koruyan, hâmî mânalarına gelmektedir. Böylece şimdiye kadar sohbetinde bulunup çok iyi tanıdıkları, aklına ve doğruluğuna güvendikleri, onlara nasihat edip hak yolunu göstermek isteyen arkadaşları Hz. Muhammed’in yolunu şaşırmadığını, aklını kaybetmediğini, aldanmadığını ve aldatılmadığını; sihirbaz, kâhin ve mecnun olmadığını bildirmektedir.
İkincisi; Kur’ân-ı Kerîm’in o zamana kadar nâzil olan her bir bölümüne yemin edilmekte; inen bu âyetlerin mûcizevî nazmı, üslûbu ve mânasının, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in doğru yol üzere yürüyen gerçek bir peygamber olduğunu gösterdiği beyân edilmektedir.
Öyle bir Peygamber ki:
3: O asla kendi arzu ve hevesine göre konuşmaz.
4: Onun bildirdikleri, kendisine Allah tarafından gelen vahiyden başka bir şey değildir.
Resûlullah (s.a.s.)’in dilinden sadır olan Kur’an âyetlerinin hepsi Allah tarafından kendisine vahyedilen sözlerdir. Onlarda vahiy mahsulü olmayan hiçbir şey yoktur. Hepsi Allah’a aittir. Çünkü dinî hususlarda Efendimiz (s.a.s.) kendi arzu ve isteklerine dayanarak hiçbir beyânda bulunmaz. Şahsının böyle bir talebi olmadığı gibi, zaten böyle bir salahiyete sahip de değildir. Peygamberimiz (s.a.s.)’in hadislerine gelince bunlar hakkında şu değerlendirme yapılabilir:
› İslâm’ın hükümlerini beyân, Kur’an’ı tefsir ve izah özelliği taşıyan sözlerinin tümü vahiy kaynaklıdır.
Fakat Kur’an ile hadisler arasında fark vardır. Kur’an âyetleri lafız ve mânalarıyla birlikte Allah tarafından geldiği halde, hadis-i şeriflerde mânalar Allah’a ait iken lafızlar Efendimiz (s.a.s.)’e aittir. Bu sebeple Kur’an’a (el-vahyü’l-celiyyu) “açık vahiy”, hadislere ise (el-vahyu’l-hafiyyu: gizli vahiy” denilmiştir.
› Resûlullah (s.a.s.)’in Allah’ın dinini tebliğ ve yayma yolunda mücadele ederken çeşitli zamanlarda verdiği emirleri ve yaptığı konuşmaları ihtivâ eden sözleri vahiy mahsulü değildir.
Bilindiği üzere Efendimiz (s.a.s.) zaman zaman sahâbeyle istişarede bulunmuştur. Bu istişareler sonunda o, bazan kendi reyinden vazgeçip, sahâbelerin reyini kabul etmiştir. Bazen de sahâbeler “Bu sizin kendi sözünüz mü yoksa Allah’ın vahyi midir?” diye sormuşlar, O da “Benim sözümdür” karşılığını vermiştir. (bk. İbn Sa‘d, et-Tabakât, II, 15) Bazen Peygamberimiz (s.a.s.) içtihat edip, bu doğrultuda emir verdikten hemen sonra, Allah Teâlâ, onun içtihadının aksini bildiren ayetler indirmiş ve bunun üzerine Nebiyy-i Ekrem (s.a.s.) yanlış olan içtihadını düzeltmiştir. (bk. Enfâl 8/67-69; Tevbe 9/43) Dolayısıyla onun bir insan olması hasebiyle söylediği sözlerin, sahâbeleriyle istişare ederek aldığı kararların veya Allah’ın sonradan aksini emrettiği konulardaki içtihatlarının vahiy mahsülü olmadığı anlaşılmaktadır.
› Yine Peygamberimiz (s.a.s.)’in bir insan olması hasebiyle, peygamberlikten önce ya da sonra, dinin hükümleri, emir ve yasakları, ahlâk ve adabı ile alakalı olmayan sözleri de vahiy mahsülü değildir. Zâten kâfirlerin, Efendimiz (s.a.s.)’in bu tür sözleriyle ilgili herhangi bir itirazları yoktur. Onların esas itirazları, İslâm’ın iki ana kaynağı olan Kur’an ve sünnet ile alakalıdır.
Halbuki:
Son düzenleme: