Otuzuncu lem'a

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İKİNCİ MESELE:
Eşyanın sırr-ı kayyûmiyetle münasebettar faydalarının ve hikmetlerinin bir kısmına işaret etmeyi bu makam iktiza ediyor.
Evet, her şeyin hikmet-i vücudu ve gaye-i fıtratı ve faide-i hilkati ve netice-i hayatı üçer nevidir.
Birinci nevi: Kendine ve insana ve insanın maslahatlarına bakar.
İkinci nevi: Daha mühimdir ki, herşey, umum zîşuur mütalâa edebilecek ve Fâtır-ı Zülcelâlin cilve-i esmâsını bildirecek birer âyet, birer mektup, birer kitap, birer kaside hükmünde olarak, mânâlarını hadsiz okuyucularına ifade etmesidir.
Üçüncü nevi ise, Sâni-i Zülcelâle aittir, Ona bakar. her şeyin faydası ve neticesi kendine bakan bir ise, Sâni-i Zülcelâle bakan yüzlerdir ki, Sâni-i Zülcelâl, kendi acaib-i san'atını kendisi temâşâ eder, kendi cilve-i esmâsına kendi masnuatında bakar. Bu âzamî üçüncü nevide hikmet-i hilkatini ifade için, bir saniye kadar yaşamak kâfidir.
Hem her şeyin vücudunu iktiza eden bir sırr-ı kayyûmiyet var ki, Üçüncü Şuada izah edilecek.
Bir zaman, tılsım-ı kâinat ve muammâ-yı hilkat cilvesiyle mevcudatın hikmetlerine ve faydalarına baktım, dedim: "Acaba bu eşya neden böyle kendini gösteriyorlar, çabuk kaybolup gidiyorlar? Onların şahsına bakıyorum: Muntazam, hikmetli giyinmiş, giydirilmiş, süslendirilmiş, sergiye, temâşâgâha gönderilmiş. Halbuki bir iki günde, belki bir kısmı birkaç dakikada kaybolup faydasız, boşu boşuna gidiyorlar. Bu kısa zamanda bize görünmelerinden maksat nedir?" diye çok merak ediyordum. O zaman, mevcudatın, hususan zîhayatın dünya dershanesine gelmelerinin mühim bir hikmetini lûtf-u İlâhî ile buldum. O da şudur:
Herşey, hususan zîhayat, gayet mânidar bir kelime, bir mektup, bir kaside-i Rabbânîdir, bir ilânnâme-i İlâhîdir. Umum zîşuurun mütalâasına mazhar olduktan ve hadsiz mütalâacılara mânâsını ifade ettikten sonra, lâfzı ve hurufu hükmündeki suret-i cismâniyesi kaybolur.
Bir sene kadar bu hikmet bana kâfi geldi. Bir sene sonra, masnuatta ve bilhassa zîhayatlarda bulunan çok harika ve pek ince san'atın mucizeleri inkişaf etti. Anladım ki, bu çok ince ve çok harika olan dekaik-i san'at, yalnız zîşuurların nazarlarına ifade-i mânâ için değildir. Gerçi herbir mevcudu hadsiz zîşuurlar mütalâa edebilir. Fakat hem onların mütalâası mahduttur, hem de herkes o zîhayatın bütün dekaik-i san'atına nüfuz edemezler. Demek, zîhayatların en mühim netice-i hilkati ve en büyük gaye-i fıtratı, Zât-ı Kayyûm-u Ezelînin kendi nazarına kendi acaib-i san'atını ve verdiği rahîmâne hediyelerini ve ihsanlarını arz etmektir.
Bu gaye ise, çok zaman bana kanaat verdi. Ve ondan anladım ki, her mevcutta, hususan zîhayatlarda hadsiz dekaik-i san'at bulunması, Zât-ı Kayyûm-u Ezelînin nazarına arz etmek, yani, Zât-ı Kayyûm-u Ezelî kendi san'atını kendisi temâşâ etmek olan hikmet-i hilkat, o büyük masarife kâfi geliyordu.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Bir zaman sonra gördüm ki, mevcudatın şahıslarında ve suretlerindeki dekaik-i san'at devam etmiyor; gayet sür'atle tazeleniyor, tebeddül ediyor, nihayetsiz bir faaliyet ve bir hallâkıyet içinde tahavvül ediyorlar. Bu hallâkıyet ve bu faaliyetin hikmeti, elbette o faaliyet derecesinde büyük olmak lâzım geliyor, diye tefekküre başladım. Bu defa mezkûr iki hikmet kâfi gelmemeye başladılar, noksan kaldılar. Gayet merakla ayrı bir hikmeti aramaya ve taharrîye başladım.
Bir zaman sonra, lillâhilhamd, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın feyziyle, sırr-ı kayyûmiyet noktasında azîm, hadsiz bir hikmet, bir gaye göründü. Ve onunla, "tılsım-ı kâinat" ve "muammâ-yı hilkat" tabir edilen bir sırr-ı İlâhî anlaşıldı. Yirmi Dördüncü Mektupta tafsilen beyan edildiğinden, burada yalnız icmâlen iki üç noktasını Üçüncü Şuada zikredeceğiz.
Evet, sırr-ı kayyûmiyetin cilvesine bu noktadan bakınız ki, bütün mevcudatı ademden çıkarıp, herbirisini bu nihayetsiz fezada,

b1009.gif
-1-

sırrıyla durdurup, kıyam ve beka verip, umumunu böyle sırr-ı kayyûmiyetin tecellîsine mazhar eyliyor. Eğer bu nokta-i istinat olmazsa, hiçbir şey kendi başıyla durmaz; hadsiz bir boşlukta yuvarlanıp ademe sukut edecek.


Hem nasıl ki bütün mevcudat, vücutları ve kıyamları ve bekaları cihetinde Kayyûm-u Zülcelâle dayanıyorlar, kıyamları Onunladır. Öyle de, mevcudatın keyfiyat ve ahvâlinde binler silsilelerin-temsilde hata olmasın-telefon, telgraf silsilelerinin merkezi ve santral direği hükmünde olan sırr-ı kayyûmiyette

b1010.gif
-2-

sırrıyla uçları bağlıdır. Eğer o nuranî nokta-i istinada dayanmazlarsa, ehl-i akılca muhal ve bâtıl olan binler devirler ve teselsüller lâzım gelecek. Belki mevcudat adedince bâtıl olan devirler ve teselsüller lâzım gelir. Meselâ bu şey (hıfz veya nur veya vücut veya rızık gibi) bir cihette buna dayanır, bu da ötekine, o da ona... Git gide, herhalde nihayetsiz olamaz, bir nihayeti bulunacak.


İşte, bütün böyle silsilelerin müntehâları, elbette sırr-ı kayyûmiyettir. Sırr-ı kayyûmiyet anlaşıldıktan sonra, o mevhum silsilelerde birbirine dayanmak rabıtası ve mânâsı kalmaz, kalkar; herşey doğrudan doğruya sırr-ı kayyûmiyete bakar.
ÜÇÜNCÜ ŞUA

b1011.gif
-3-

gibi âyetlerin işaret ettikleri hallâkıyet-i İlâhiye ve faaliyet-i Rabbâniye içindeki sırr-ı Kayyûmiyetin bir derece inkişafına bir iki mukaddime ile işaret edeceğiz.




1- Gökleri, gördüğünüz gibi hiçbir direk olmaksızın yükseltti. (Ra'd Sûresi: 13:2.)
2- Bütün işler Ona döndürülür. (Hûd Sûresi: 11:123.)

3- O her an bir tasarruftadır. (Rahman Sûresi: 55:29.)
· Dilediğini dilediği şekilde yapan Odur. (Bürûc Sûresi: 85:16.)
· Allah dilediğini dilediği şekilde yaratır. (Rum Sûresi: 30:54.)
· Herşeyin hüküm ve tasarrufu Onun elindedir. (Yâsin Sûresi: 36:83.)
· Şimdi bak Allah'ın rahmet eserlerine: Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor. (Rum Sûresi: 30:50.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
BİRİNCİSİ: Şu kâinata baktığımız vakit görüyoruz ki, zaman seylinde mütemadiyen çalkalanan ve kafile kafile arkasından gelip geçen mahlûkatın bir kısmı bir saniyede gelir, derakap kaybolur. Bir taifesi bir dakikada gelir, geçer. Bir nevi, bir saat âlem-i şehadete uğrar, âlem-i gayba girer. Bir kısmı bir günde, bir kısmı bir senede, bir kısmı bir asırda, bir kısmı da asırlarda bu âlem-i şehadete gelip, konup, vazife görüp gidiyorlar.
Bu hayret verici seyahat ve seyeran-ı mevcudat, o sefer ve seyelân-ı mahlûkat öyle bir intizam ve mizan ve hikmetle sevk ve idare edilir; ve onlara ve o kafilelere kumandanlık eden öyle basîrâne, hakîmâne, müdebbirâne kumandanlık ediyor ki, bütün akıllar farazâ ittihad edip birtek akıl olsa, o hakîmâne idarenin künhüne yetişemez ve kusur bulup tenkit edemez.
İşte bu hallâkıyet-i Rabbâniyenin içinde, o sevimli ve sevdiği masnuatın, hususan zîhayatların hiçbirine göz açtırmayarak âlem-i gayba gönderiyor. Hiçbirine nefes aldırmayarak dünyadaki hayattan terhis ediyor. Mütemadiyen bu misafirhane-i âlemi doldurup misafirlerin rızası olmayarak boşaltıyor. Kalem-i kazâ ve kader, küre-i arzı yazar bozar tahtası gibi yaparak,
b1012.gif

cilveleriyle mütemadiyen küre-i arzda yazılarını yazar ve o yazıları tazelendirir, tebdil eder.
İşte bu faaliyet-i Rabbâniyenin ve bu hallâkıyet-i İlâhiyenin üç sırrı, üç esası, üç dâîsi var. Bir sırr-ı hikmeti ve esaslı bir muktazîsi ve bir sebeb-i dâîsi, yine üç mühim şubeye ayrılan hadsiz, nihayetsiz bir hikmettir.
O hikmetin birinci şubesi şudur ki:
Faaliyetin her nevi, cüz'î olsun küllî olsun, bir lezzet verir. Belki her faaliyette bir lezzet var. Belki faaliyet ayn-ı lezzettir. Belki faaliyet, ayn-ı lezzet olan vücudun tezahürüdür ve ayn-ı elem olan ademden tebâud ile silkinmesidir.
Evet, her kabiliyet sahibi, bir faaliyetle kabiliyetinin inkişafını lezzetle takip eder. Herbir istidadın faaliyetle tezahür etmesi, bir lezzetten gelir ve bir lezzeti netice verir. Herbir kemal sahibi, faaliyetle kemâlâtının tezahürünü lezzetle takip eder.
Madem herbir faaliyette böyle sevilir, istenilir bir kemal, bir lezzet vardır. Ve faaliyet dahi bir kemaldir. Ve madem zîhayat âleminde daimî ve ezelî bir hayattan neş'et eden hadsiz bir muhabbetin, nihayetsiz bir merhametin cilveleri görünüyor. Ve o cilveler gösteriyor ki, kendini böyle sevdiren ve seven ve şefkat edip lütuflarda bulunan Zâtın kudsiyetine lâyık ve vücub-u vücuduna münasip o hayat-ı sermediyenin muktezası olarak, hadsiz derecede-tabirde hata olmasın-bir aşk-ı lâhûtî, bir muhabbet-i kudsiye, bir lezzet-i mukaddese gibi şuûnât-ı kudsiye o hayat-ı akdeste var ki, o şuûnât böyle hadsiz faaliyetle ve nihayetsiz bir hallâkıyetle kâinatı daima tazelendiriyor, çalkalandırıyor, değiştiriyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Sırr-ı kayyûmiyete bakan hadsiz faaliyet-i İlâhiyedeki hikmetin ikinci şubesi: Esmâ-i İlâhiyeye bakar. Malûmdur ki, herbir cemal sahibi, kendi cemâlini görmek ve göstermek ister. Herbir hüner sahibi, kendi hünerini teşhir ve ilân etmekle nazar-ı dikkati celb etmek ister ve sever. Ve hüneri gizli kalmış bir güzel hakikat ve güzel bir mânâ, meydana çıkmak ve müşterileri bulmak ister ve sever.
Madem bu esaslı kaideler, herşeyde derecesine göre cereyan ediyor; elbette Cemîl-i Mutlak olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin bin bir Esmâ-i Hüsnâsından herbir ismin, kâinatın şehadetiyle ve cilvelerinin delâletiyle ve nakışlarının işaretiyle, herbirisinin herbir mertebesinde hakikî bir hüsün, hakikî bir kemal, hakikî bir cemal ve gayet güzel bir hakikat, belki herbir ismin herbir mertebesinde hadsiz envâ-ı hüsünle hadsiz hakaik-i cemîle vardır.
Madem bu esmânın kudsî cemallerini irâe eden aynaları ve güzel nakışlarını gösteren levhaları ve güzel hakikatlerini ifade eden sayfaları bu mevcudattır ve bu kâinattır. Elbette o daimî ve bâki esmâ, hadsiz cilvelerini ve nihayetsiz mânidar nakışlarını ve kitaplarını, hem müsemmâları olan Zât-ı Kayyûm-u Zülcelâlin nazar-ı müşahedesine, hem had ve hesaba gelmeyen zîruh ve zîşuur mahlûkatın nazar-ı mütalâasına göstermek ve nihayetli, mahdut birşeyden nihayetsiz levhaları ve birtek şahıstan pek çok şahısları ve bir hakikatten pek kesretli hakikatleri göstermek için, o aşk-ı mukaddes-i İlâhîye istinaden ve o sırr-ı kayyûmiyete binaen, kâinatı umumen ve mütemadiyen cilveleriyle tazelendiriyorlar, değiştiriyorlar.
DÖRDÜNCÜ ŞUA
Kâinattaki hayretnümâ faaliyet-i daimenin hikmetinin üçüncü şubesi şudur ki:


Herbir merhamet sahibi, başkasını memnun etmekten mesrur olur. Herbir şefkat sahibi, başkasını mesrur etmekten memnun olur. Herbir muhabbet sahibi, sevindirmeye lâyık mahlûkları sevindirmekle sevinir. Herbir âlicenap zat, başkasını mes'ut etmekle lezzet alır. Herbir âdil zat, ihkak-ı hak etmek ve müstehaklara ceza vermekte hukuk sahiplerini minnettar etmekle keyiflenir. Hüner sahibi herbir san'atkâr, san'atını teşhir etmekle ve san'atının tasavvur ettiği tarzda işlemesiyle ve istediği neticeleri vermesiyle iftihar eder.
İşte bu mezkûr düsturların herbiri birer kaide-i esasiyedir ki, kâinatta ve âlem-i insaniyette cereyan ediyorlar. Bu kaidelerin esmâ-i İlâhiyede cereyan ettiklerini gösteren üç misal, Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfında izah edilmiştir. Bir hülâsası bu makamda yazılması münasip olduğundan, deriz:
Nasıl ki, mesela gayet merhametli, sehâvetli, gayet kerîm, âlicenap bir zat, fıtratındaki âli seciyelerin muktezasıyla, büyük bir seyahat gemisine, çok muhtaç ve fakir insanları bindirip, gayet mükemmel ziyafetlerle, ikramlarla o muhtaç fakirleri memnun ederek, denizlerde, arzın etrafında gezdirir. Ve kendisi de, onların üstünde, onları mesrurâne temâşâ ederek, o muhtaçların minnettarlıklarından lezzet alır ve onların telezzüzlerinden mesrur olur ve onların keyiflerinden sevinir, iftihar eder
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Madem böyle bir tevziat memuru hükmünde olan bir insan, böyle cüz'î bir ziyafet vermekten bu derece memnun ve mesrur olursa, elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmânî olan küre-i arz gemisine bindirerek, rû-yi zemini, envâ-ı mat'umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzâkıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbâniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnettar ve mesrur mahlûkatını aktâr-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada, Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ait olarak, o mahlûkatın teşekkürlerinden ve minnettarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve mezun olmadığımız şuûnât-ı İlâhiyeyi "memnuniyet-i mukaddese," "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemâdi hallâkıyeti iktiza eder.
Hem meselâ bir mahir san'atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese, san'atkârı ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur, kendi kendine "Maşaallah" der.
Madem icadsız ve sûrî bir küçük san'at, san'atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini ayrı bir san'atla ve ayrı san'at mucizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında bir fonoğraf, bir fotoğraf, birer telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi, yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız fonoğraf, birer aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese gibi mânâları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvî şuûnâtı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.
Hem meselâ, bir hükümdar-ı âdil, ihkak-ı hak için mazlumların hakkını zalimlerden almakla ve fakirleri kavîlerin şerrinden muhafaza etmekle ve herkese müstehak olduğu hakkı vermekle lezzet alması, iftihar etmesi, memnun olması, hükümdarlığın ve adaletin bir kaide-i esasiyesi olduğundan, elbette Hâkim-i Hakîm, Adl-i Âdil olan Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun bütün mahlûkatına, hususan zîhayatlara "hukuk-u hayat" tabir edilen şerâit-i hayatiyeyi vermekle; ve hayatlarını muhafaza için onlara cihazat ihsan etmekle; ve zayıfları kavîlerin şerrinden rahîmâne himaye etmekle; ve umum zîhayatlarda, bu dünyada ihkak-ı hak etmek nevi tamamen ve haksızlara ceza vermek nevi ise kısmen sırr-ı adaletin icrasından olmakla; ve bilhassa Mahkeme-i Kübrâ-yı Haşirde adalet-i ekberin tecellîsinden hâsıl olan ve tabirinde âciz olduğumuz şuûnât-ı Rabbâniye ve maânî-i kudsiyedir ki, kâinatta bu faaliyet-i daimeyi iktiza ediyor.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte bu üç misal gibi, Esmâ-i Hüsnânın umumunda, herbirisi bu faaliyet-i daimede böyle kudsî bazı şuûnât-ı İlâhiyeye medar olduklarından, hallâkıyet-i daimeyi iktiza ederler.
Hem madem her kabiliyet, herbir istidat, inbisat ve inkişaf edip semere vermekle bir ferahlık, bir genişlik, bir lezzet verir. Hem madem her vazifedar, vazifesini yapmak ve bitirmekle, vazifesinden terhisinde büyük bir rahatlık, bir memnuniyet hisseder. Ve madem birtek tohumdan birçok meyveleri almak ve bir dirhemden yüz dirhem kâr kazanmak, sahiplerine çok sevinçli bir hâlettir, bir ticarettir. Elbette, bütün mahlûkattaki hadsiz istidatları inkişaf ettiren ve bütün mahlûkatını kıymettar vazifelerde istihdam ettikten sonra terakkivâri terhis ettiren, yani, unsurları madenler mertebesine, madenleri nebatlar hayatına, nebatları rızık vasıtasıyla hayvanların derece-i hayatına ve hayvanları, insanların şuurkârâne olan yüksek hayatına çıkarıyor.
İşte, herbir zîhayatın zâhirî bir vücudunun zevâliyle (Yirmi Dördüncü Mektupta izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti ve misalî vücutları ve ilmî ve gaybî mevcudiyetleri ve cesed-i necmîsi ve gılaf-ı ruhu gibi kendinden alınmış pek çok vücutlarını arkasında bırakıp ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallâkıyet-i Rabbâniyeden neş'et eden maânî-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlâhiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır.
Mühim bir suale katî bir cevap:

Ehl-i dalâletten bir kısmı diyorlar ki: "Kâinatı bir faaliyet-i daime ile tağyir ve tebdil eden zâtın, elbette kendisinin de mütegayyir ve mütehavvil olması lâzım gelir."
Elcevap: Hâşâ, yüz bin defa hâşâ! Yerdeki aynaların tagayyürü, gökteki güneşin tagayyürünü değil, bilâkis, cilvelerinin tazelendiğini gösterir. Hem ezelî, ebedî, sermedî, her cihetçe kemâl-i mutlakta ve istiğnâ-yı mutlakta, maddeden mücerred, mekândan, kayıttan, imkândan münezzeh, müberrâ, muallâ olan bir Zât-ı Akdesin tagayyürü ve tebeddülü muhaldir. Kâinatın tagayyürü Onun tagayyürüne değil, belki adem-i tagayyürüne ve gayr-ı mütehavvil olduğuna delildir. Çünkü müteaddit şeyleri intizamla daimî tağyir ve tahrik eden bir zat, mütegayyir olmamak ve hareket etmemek lâzım gelir. Meselâ, sen çok iplerle bağlı çok gülleleri topları çevirdiğin ve daimî intizamla tahrik edip vaziyetler verdiğin vakit, senin, yerinde durup tagayyür ve hareket etmemekliğin gerektir. Yoksa o intizamı bozacaksın. Meşhurdur ki, intizamla tahrik eden hareket etmemek ve devamla tağyir eden mütegayyir olmamak gerektir-tâ ki o iş intizamla devam etsin.
Saniyen: Tagayyür ve tebeddül, hudûsten ve tekemmül etmek için tazelenmekten ve ihtiyaçtan ve maddîlikten ve imkândan ileri geliyor. Zât-ı Akdesise, hem kadîm, hem her cihetçe kemâl-i mutlakta, hem istiğnâ-yı mutlakta, hem maddeden mücerred, hem Vâcibü'l-Vücud olduğundan, elbette tagayyür ve tebeddülü muhaldir, mümkün değildir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
BEŞİNCİ ŞUA
İki Meseledir.
BİRİNCİ MESELESİ: İsm-i Kayyûmun cilve-i âzamını görmek istersek, hayalimizi bütün kâinatı temâşâ edecek, biri en uzak şeyleri, diğeri en küçük zerreleri gösterecek iki dürbün yapıp, birinci dürbünle bakıyoruz, görüyoruz ki: İsm-i Kayyûmun cilvesiyle, küre-i arzdan bin defa büyük milyonlar küreler, yıldızlar, direksiz olarak, havadan daha lâtif olan madde-i esiriye içinde kısmen durdurulmuş, kısmen vazife için seyahat ettiriliyor.
Sonra, o hayalin, hurdebinî olan ikinci dürbünüyle, küçük zerrâtı görecek bir suretle bakıyoruz. O sırr-ı kayyûmiyetle, zîhayat mahlûkat-ı arziyenin herbirinin zerrât-ı vücudiyeleri, yıldızlar gibi muntazam bir vaziyet alıp hareket ediyorlar ve vazifeler görüyorlar. Hususan zîhayatın kanındaki "küreyvât-ı hamrâ ve beyzâ" tabir ettikleri, zerrelerden teşekkül eden küçücük kütleleri, seyyar yıldızlar gibi, Mevlevîvâri iki hareket-i muntazama ile hareket ediyorlar görüyoruz.
Bir hülâsatü'l-hülâsa: Haşiye İsm-i Âzamın altı ismi, ziyadaki yedi renk gibi imtizaç ederek teşkil ettikleri ziya-yı kudsiyeye bakmak için, bir hülâsanın zikri münasiptir. Şöyle ki:
Bütün kâinatın mevcudatını böyle durduran, beka ve kıyam veren ism-i Kayyûmun bu cilve-i âzamının arkasından bak: İsm-i Hayyın cilve-i âzamı, o bütün mevcudat-ı zîhayatı cilvesiyle şulelendirmiş, kâinatı nurlandırmış, bütün zîhayat mevcudatı cilvesiyle yaldızlıyor.
Şimdi bak, ism-i Hayyın arkasında ism-i Ferdin cilve-i âzamı, bütün kâinatı envâıyla, eczasıyla bir vahdet içine alıyor, her şeyin alnına bir sikke-i vahdet koyuyor, her şeyin yüzüne bir hâtem-i ehadiyet basıyor, nihayetsiz ve hadsiz dillerle cilvesini ilân ettiriyor.
Şimdi ism-i Ferdin arkasından ism-i Hakemin cilve-i âzamına bak ki, yıldızlardan zerrelere kadar, hayalin iki dürbünüyle temâşâ ettiğimiz mevcudatın herbirisini, cüz'î olsun, küllî olsun, en büyük daireden en küçük daireye kadar, herbirine lâyık ve münasip olarak, meyvedar bir nizam ve hikmetli bir intizam ve semeredar bir insicam içine almış, bütün mevcudatı süslendirmiş, yaldızlandırmış.
Sonra ism-i Hakemin cilve-i âzamı arkasından bak ki, ism-i Adlin cilve-i âzamıyla, İkinci Nüktede izah edildiği vecihle, bütün kâinatı, mevcudatıyla, faaliyet-i daime içinde öyle hayretengiz mizanlarla, ölçülerle, tartılarla idare eder ki, ecrâm-ı semâviyeden biri, bir saniyede muvazenesini kaybetse, yani ism-i Adlin cilvesi altından çıksa, yıldızlar içinde bir hercümerce, bir kıyamet kopmasına sebebiyet verecek.




Haşiye: Otuzuncu Lem'anın altı risâleciğinin esâsı ve mevzuu ve İsm-i Âzamın sırrını taşıyan altı mukaddes isimlerin gâyet kısa bir hulâsasıdır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, bütün mevcudatın daire-i âzamı, Kehkeşandan, yani Samanyolu tabir edilen mıntıka-i kübrâdan tut, tâ kan içindeki küreyvât-ı hamrâ ve beyzânın daire-i hareketlerine kadar herbir dairesini, herbir mevcudunu hassas bir mizan, bir ölçüyle biçilmiş bir şekil ve bir vaziyetle, baştan başa, yıldızlar ordusundan tâ zerreler ordusuna kadar bütün mevcudatın emr-i
b1014.gif
'dan gelen emirlere kemâl-i musahhariyetle itaat ettiklerini gösteriyor.
Şimdi, ism-i Adlin cilve-i âzamı arkasından, Birinci Nüktede izah edildiği gibi, ism-i Kuddûsün cilve-i âzamına bak ki, kâinatın bütün mevcudatını öyle temiz, pak, sâfi, güzel, süslü, berrak yapar gösterir ki, bütün kâinata ve bütün mevcudata Cemîl-i Mutlakın hadsiz derecede cemâl-i zâtîsine lâyık ve nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnâsına münasip olacak güzel aynalar şeklini vermiştir.
Elhasıl, İsm-i Âzamın bu altı ismi ve altı nuru, kâinatı ve mevcudatı ayrı ayrı güzel renklerde, çeşit çeşit nakışlarda, başka başka ziynetlerde bulunan yaldızlı perdeler içinde mevcudatı sarmıştır.
İKİNCİ MESELESİ: Kâinata tecellî eden kayyûmiyetin cilvesi, vâhidiyet ve celâl noktasında olduğu gibi, kâinatın merkezi ve medarı ve zîşuur meyvesi olan insanda dahi, kayyûmiyetin cilvesi, vâhidiyet ve cemal noktasında tezahürü var. Yani, nasıl ki kâinat sırr-ı kayyûmiyetle kaimdir; öyle de, ism-i Kayyûmun mazhar-ı ekmeli olan insan ile, bir cihette kâinat kıyam bulur. Yani, kâinatın ekser hikmetleri, maslahatları, gayeleri insana baktığı için, güya insandaki cilve-i kayyûmiyet, kâinata bir direktir.
Evet, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm bu kâinatta insanı irade etmiş ve kâinatı onun için yaratmış denilebilir. Çünkü insan, câmiiyet-i tâmme ile bütün esmâ-i İlâhiyeyi anlar, zevk eder. Hususan rızıktaki zevk cihetiyle pek çok Esmâ-i Hüsnâyı anlar. Halbuki melâikeler onları o zevkle bilemezler.
İşte, insanın bu ehemmiyetli câmiiyetidir ki, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm, insana, bütün esmâsını ihsas etmek ve bütün envâ-ı ihsânâtını tattırmak için öyle iştahlı bir mide vermiş ki, o midenin geniş sofrasını hadsiz envâ-ı mat'umatıyla kerîmâne doldurmuş.
Hem bu maddî mide gibi hayatı da bir mide yapmış. O hayat midesine duygular, eller hükmünde gayet geniş bir sofra-i nimet açmış. O hayat ise, duyguları vasıtasıyla, o sofra-i nimetten her çeşit istifadelerle, teşekkürâtın her nevini yapar.
Ve bu hayat midesinden sonra, bir insaniyet midesini vermiş ki, o mide, hayattan daha geniş bir dairede rızık ve nimet ister. Akıl ve fikir ve hayal, o midenin elleri hükmünde, semâvat ve zemin genişliğinde o sofra-i rahmetten istifade edip şükreder.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ve insaniyet midesinden sonra, hadsiz geniş diğer bir sofra-i nimet açmak için, İslâmiyet ve İmân akidelerini, çok rızık ister bir mânevî mide hükmüne getirip, onun rızık sofrasının dairesini mümkinat dairesinin haricinde genişletip, esmâ-i İlâhiyeyi de içine alır kılmıştır ki, o mide ile ism-i Rahmânı ve ism-i Hakîmi en büyük bir zevk-i rızkî ile hisseder,

b1015.gif
-1-

der. Ve hâkezâ, bu mânevî mide-i kübrâ ile hadsiz nimet-i İlâhiyeden istifade edebilir. Ve bilhassa o midedeki muhabbet-i İlâhiye zevkinin daha başka bir dairesi var.


İşte, Zât-ı Hayy-ı Kayyûm insanı bütün kâinata bir merkez, bir medar yaparak, kâinat kadar geniş bir sofra-i nimet insana açtığının ve kâinatı insana musahhar ettiğinden ve kâinatın insan ile mazhar olduğu sırr-ı kayyûmiyetle bir cihette kaim olduğunun hikmeti ise, insanın mühim üç vazifesidir:
BİRİNCİSİ: Kâinatta münteşir bütün envâ-ı nimeti insanla tanzim etmek. Ve insanın menfaati ipiyle tesbih taneleri gibi tanzim eder, nimetlerinin iplerinin uçlarını insanın başına bağlar, rahmet hazinelerinin umum çeşitlerine insanı bir liste hükmüne getirir.
İKİNCİ VAZİFESİ: Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hitâbâtına, insan, câmiiyeti haysiyetiyle en mükemmel muhatap olmak ve hayretkârâne san'atlarını takdir ve tahsin etmekle en yüksek sesli bir dellâl olmak ve şuurdârâne teşekkürâtın bütün envâıyla, bütün envâ-ı nimetine ve çeşit çeşit hadsiz ihsânâtına şükür ve hamd ü senâ etmektir.
ÜÇÜNCÜ VAZİFESİ: Hayatı ile, üç cihetle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma ve şuûnâtına ve sıfât-ı muhitasına aynadarlık etmektir.
Birinci vecih: İnsan, kendi acz-i mutlakıyla Hâlıkının kudret-i mutlakasını ve derecâtını ve aczin dereceleriyle kudretin mertebelerini hissetmektir. Ve fakr-ı mutlakıyla rahmetini ve rahmetinin derecelerini idrak etmek ve zaafıyla Onun kuvvetini anlamaktır. Ve hâkezâ, noksan sıfatlarıyla Hâlıkının evsâf-ı kemâline mikyasvâri ayna olmak... Gecede nurun daha ziyade parlamasına nazaran, gece zulmetinin elektrik lâmbalarını göstermeye mükemmel bir ayna olduğu gibi, insan dahi böyle nâkıs sıfatlarıyla kemâlât-ı İlâhiyeye aynadarlık eder.
İkinci vecih: İnsan, cüz'î iradesiyle ve azıcık ilmiyle ve küçücük kudretiyle ve zâhirî mâlikiyetiyle ve hanesini bina etmesiyle, bu kâinat ustasının mâlikiyetini ve san'atını ve iradesini ve kudretini ve ilmini, kâinatın büyüklüğü nispetinde anlar, aynadarlık eder.




1- Rahmâniyetinden ve hakimiyetinden dolayı Allah'a hamd olsun.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncü vecihteki aynadarlığın iki yüzü var:
• Birisi: Esmâ-i İlâhiyenin ayrı ayrı nakışlarını kendinde göstermektir. Adeta insan, câmiiyetiyle kâinatın küçük bir fihristesi ve bir misal-i musaggarası hükmünde olup, umum esmânın nakışlarını gösteriyor.
• İkinci yüzü: Şuûnât-ı İlâhiyeye aynadarlık eder. Yani, kendi hayatıyla Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun hayatına işaret ettiği gibi, kendi hayatında inkişaf eden sem' ve basar gibi duyguların vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun sem' ve basar gibi sıfatlarına aynadarlık eder, bildirir.
Hem insan, hayatında bulunan ve inkişaf etmeyen ve his ve hassasiyet suretinde galeyan eden ve kesretli bir surette olan çok ince hayatî duygular, mânâlar ve hisler vasıtasıyla, Zât-ı Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı kudsiyesine aynadarlık eder. Meselâ, o hassasiyet içinde, sevmek, iftihar etmek, memnun olmak, mesrur olmak, müferrah olmak gibi mânâlarla-Zât-ı Akdesin kudsiyetine ve gınâ-yı mutlakına münasip ve lâyık olmak şartıyla-o neviden olan şuûnâtına aynadarlık eder.
Hem insan, nasıl ki hayat-ı câmiasıyla Zât-ı Zülcelâlin sıfât ve şuûnâtına bir mikyas-ı marifettir ve cilve-i esmâsına bir fihristedir ve şuurlu bir aynadır ve hâkezâ çok cihetlerle Zât-ı Hayy-ı Kayyûma aynadarlık eder. Öyle de, insan şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ, kâinatta Levh-i Mahfuzun gayet katî bir delil-i vücudu ve bir numunesi, insandaki kuvve-i hafızadır. Ve âlem-i misalin vücuduna katî delil ve numune, kuvve-i hayaliyedir. Haşiye
Ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve numunesi, insandaki kuvvelerdir ve lâtifelerdir. Ve hâkezâ, insan, küçük bir mikyasta, kâinattaki hakaik-i imaniyeyi şuhud derecesinde gösterebilir.
İşte, insanın mezkûr vazifeler gibi çok mühim hizmetleri var. Cemâl-i bâkîye aynadır. Kemâl-i sermediyeye dellâl-ı muzhirdir. Ve rahmet-i ebediyeye muhtac-ı müteşekkirdir. Madem cemal, kemal, rahmet bâkidirler ve sermedîdirler; elbette o cemâl-i bâkînin âyine-i müştâkı ve o kemâl-i sermedînin dellâl-ı âşıkı ve o rahmet-i ebediyenin muhtac-ı müteşekkiri olan insan, bâki kalmak için bir dâr-ı bekaya girecek ve o bâkilere refakat için ebede gidecek ve o ebedî cemal ve o sermedî kemal ve daimî rahmete, ebedü'l-âbâdda refakat etmek gerektir, lâzımdır. Çünkü ebedî bir cemal, fâni bir müştâka ve zâil bir dosta razı olmaz. Çünkü cemal, kendini sevdiği için, sevmesine mukabil muhabbet ister. Zeval ve fenâ ise, o muhabbeti adâvete kalb eder, çevirir. Eğer insan ebede gidip bâki kalmazsa, fıtratındaki cemâl-i sermediyeye karşı olan esaslı muhabbet yerine adâvet bulunacaktır. Onuncu Sözün haşiyesinde beyan edildiği gibi, bir zaman bir dünya güzeli, bir âşıkını huzurundan çıkarıyor. O adamdaki aşk, birden adâvete dönüyor ve diyor ki: "Tuh, ne kadar çirkindir!" diyerek, kendine teselli vermek için cemâlinden küsüyor, cemâlini inkâr ediyor.




Haşiye: Evet, nasıl ki insanın anâsırları kâinatın unsurlarından; ve kemikleri taş ve kayalarından; ve saçları nebat ve eşcârından; ve bedeninde cereyan eden kan ve gözünden, kulağından, burnundan ve ağzından akan ayrı ayrı suları arzın çeşmelerinden ve mâdenî sularından haber veriyorlar, delâlet edip onlara işaret ediyorlar. Aynen öyle de, insanın rûhu âlem-i ervahtan; ve hâfızaları Levh-i Mahfûzdan; ve kuvve-i hayaliyeleti âlem-i misâlden; ve hâkezâ herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına katî Şehâdet ederler.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt