MURATS44
Özel Üye
Salât-ü Selâm Nedir - Salât-ü Selâm Hakkında
Allahümme salli ala seyyidina Muhammed
Bir müminin, yüzünün her daim Rasulüllah'a (s.a.s.) dönük olması gerektiğini söylemek esasında zaid kabul edilmelidir. Çünkü hem itikadi hem de ameli açıdan bakıldığında, “mümin” ile “Rasulüllah” arasında zorunlu bir ilişkinin varlığı söz konusudur. Mümin, Rasulüllah'a da iman eden kimsedir. İman etmek ise geçmişte bir yerde/dönemde başlamış ve bitmiş bir olgu ve yalnızca bir gönül işi olmayıp, her daim yaşanması, gözden geçirilmesi, tazelenmesi ve diri tutulması, hatta güçlendirilmesi gereken bir yapıya işaret eder. Bu önermeler kabul edilince ilk cümledeki yargının doğruluğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Fakat dile getirilmesi zaid kabul edilebilecek birçok şey vardır ki, onları tekrarlamak ve gündemde tutmak, kişinin kendini yenileme bilincine atıf yapma niteliği taşır. Rasulüllah'a salât etmek meselesi de işte bu, “kendimizi yenileme bilinci”ne dahil edilebildiği ölçüde hakiki anlamını kazanacak hususlardandır.
Âlimlerin ittifakla Medine döneminde nazil olduğunu bildirdikleri Ahzâb Sûresi'nin 56. ayetinde Allah Teala şöyle buyurur: “Şüphesiz Allah ve melekleri Nebi’ye salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin ve ona gönülden teslim olun.”
Rasulüllah zikredildiği zaman ona salât ve selam okumanın gerekliliğine işaret eden en önemli delil bu ayet-i kerimedir. Müfessirler bu ayetin açıklamasını yaparken buradaki salât kelimesinin Allah Teala hakkında kullanıldığında rahmet ve şefkat; melekler hakkında kullanıldığında ise istiğfar ve dua anlamlarında olduğunu söylüyorlar. Çünkü Allah Teala’nın bir başka kimseye dua etmesi söz konusu olamaz. Dua etmek, bir kimsenin menfaati ve hayrı için yardım ve iyilik isteme anlamına gelir. Dolayısıyla salât kelimesi Allah Teala dışındaki varlıklar söz konusu olduğunda dua ve istiğfar anlamlarına gelir. Ayetin ikinci bölümünde müminlerden istenen de Rasulüllah için dua ve istiğfarda bulunmalarıdır. Diğer yandan müminlerin sadece salât ile yetinmemeleri, bir de Rasulüllah’a selam etmeleri de emredilir. Selâm ise, lafzi olarak selâm vermek anlamına geleceği gibi, burada olduğu gibi mastarla desteklenmiş hâliyle “boyun eğmek, tam bir teslimiyetle teslim olmak” anlamlarına da gelir. (Açıklamalar için bkz. Taberî, Câmi’u’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’ân, XX, 320; Ebussuûd Efendi, İrşâdü'l-Akli's-Selîm, VII, 114 vd.)
Müfessirler bu ayetteki salât kelimesini incelerken aynı sûrenin 43. ayetiyle de bağlantı kurarlar. O ayette de şöyle buyurulmaktadır: “Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için O, size salât ediyor (rahmetiyle lutuflarda bulunuyor), melekleri de salât ediyor (dua ediyor). O, müminlere karşı çok merhametlidir.”
Salât kelimesinin her iki ayette de olduğu gibi, aynı yerde farklı manalara gelecek şekilde kullanılması dil açısından bir sorun teşkil etmez. Müşterek bir lafız aynı anda iki manasında da kullanılabilir. Çünkü, aynı kelimeye aynı yerde farklı anlamlar verilse de bu farklı anlamları birleştiren ortak bir mecazi mana vardır. Müfessirlere göre buradaki ortak mecazi mana, kendisine rahmet edilenin ve kendisi için istiğfarda bulunulanın hayrının ve iyiliğinin gözetilmesi (inayet) anlamıdır. Râzî’nin İmam Şafiî’den destek alarak yaptığı bu açıklama, sonra gelen bazı müfessirlerce de benimsenmiştir. Bu da demek oluyor ki, Allah'ın ve meleklerin salât etmesi, salât edilen kimsenin hayrının ve iyiliğinin gözetilmesi; şerefinin ortaya konması ve şanının yüceltilmesi anlamlarına gelir. (Bkz. Râzî, Beydâvî, Ebussuûd Efendi'nin ayetle ilgili yorumları) Ayrıca özellikle 43. ayete dikkat edildiğinde, buradaki salâtın, insanı karanlıklardan aydınlığa çıkaracak nitelikler taşıdığı görülür. Dolayısıyla Allah Teala'nın salât etmesini, insanı karanlıklardan aydınlığa çıkaran, bozulmuşluk hâlinden fıtrata döndüren ve bir Mümin kimliğine sokan rahmet, hidayet, lütuf ve inayet gibi hususları kapsayacak şekilde düşünmek mümkündür. Salât kelimesinin Arap dilindeki asıl anlamı olan “bir başkasının hayrını istemek, hayır sevgisi” (İbn Âşûr, et-Tahrîr ve't-Tenvîr, I, 458) manaları göz önünde bulundurulduğunda, bu yargının daha da açıklığa kavuşacağında şüphe yoktur. Allah Teala kullarının hayrını ister, ayette buyurulduğu gibi, onların küfür hâli üzere olmalarına razı değildir. (Zümer, 7) Meleklerin salât etmesi, yukarıda söylediğimiz gibi genel olarak istiğfar ve dua anlamlarına gelir. Nitekim başka bir ayette meleklerin müminler için dua ve istiğfarda bulundukları bildirilmektedir: “Arş’ı taşıyanlar ve onun çevresinde bulunanlar (melekler) Rablerini hamd ederek tesbih ederler. Ona inanırlar ve inananlar için (şöyle diyerek) bağışlanma dilerler…” (Mümin, 7) Fakat bir çok müfessirin tercih ettiği “ortak mâna”dan hareketle, meleklerin salâtının da, sadece dua ve istiğfarla sınırlandırılmayıp, kendisine salât edilen kimsenin şerefinin ızharı ve şanının yüceltilmesi anlamına geldiğini söylemek mümkündür. Osmanlı döneminin kudretli âlimlerden Ebussuûd Efendi de bu görüşü tercih etmekte ve 56. ayetin devamında müminlere yöneltilen salât emrini aynı şekilde ele almaktadır. Ona göre Allah ve melekleri, Rasulüllah'ın şerefini ve şanını yüceltiyor ve onu el üstünde tutuyorlarsa, bunu müminlerin de yapması kaçınılamayacak bir görev olmaktadır. Ayrıca Rasulüllah'ın şerefini yüceltmenin mütemmim cüz'ü olarak ona tam bir teslimiyetle teslim olmak da gerekir ki, ayetin sonunda yer alan “ve sellimû teslîmen” ifadesinden çıkarılacak bir anlam da -belki ilk anlam- budur. (Ebussuûd Efendi, İrşâdü'l-Akli's-Selîm, VII, 114)
Ahzab Sûresi'nin 56. ayeti nazil olduğu zaman ashabın, özellikle “Nebi'ye salât etmek” hususunda Rasulüllah'a sorular sorduklarını görüyoruz. Onlar, “Ey Allah'ın Rasulü, sana nasıl selâm vereceğimizi biliyoruz, fakat salâtı nasıl yapacağız?” diye sorduklarında, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) onlara “Allahümme salli 'alâ Muhammedin...” diye başlayan ve namazlardaki oturuşta okunan duaları öğretmiş ve kendisine böylece salât edebileceklerini göstermiştir. (Taberî, Câmi’u’l-Beyân fî Te’vîli’l-Kur’ân, XX, 320)
Hadislerde Rasulüllah'ın, kendisine salât ve selâm getirilmesi konusu üzerinde çokça durduğunu görüyoruz. Konuyla ilgili hadislerden bazılarını şöylece sıralamak mümkündür:
İbn Mes’ûd'dan (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasulüllah şöyle buyurdu: “Kıyâmet gününde insanların bana en yakın olanları, bana en çok salât-ü selâm getirenleridir.” (Tirmizî, Vitir, 21)
Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Yanında adım anıldığı halde bana salât-ü selâm getirmeyen kimse perişan olsun.” (Tirmizî, Daavât, 101)
Yine Ebû Hüreyre’den (r.a.) rivayet edildiğine göre Rasulüllah şöyle buyurdu: “Kabrimi bayram yeri hâline çevirmeyiniz. Bana salât-ü selâm getiriniz. Zira nerede olursanız olun sizin salât-ü selâmınız bana ulaşır.” (Ebû Dâvûd, Menâsik, 97)
Hz. Ali (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Rasulüllah (s.a.s.) şöyle buyurdu: “Cimri, yanında adım anıldığı halde bana salât-ü selâm getirmeyen kimsedir.” (Tirmizî, Daavât, 101; Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 201)
Hem Ahzab Sûresi'nin yukarıda zikrettiğimiz 56. ayeti hem de zikredilen hadisler muvacehesinde düşünüldüğünde Rasulüllah'a salât-ü selâm getirmenin gerekliliği (vücub) ortaya çıkar. Nitekim konuyla ilgili fikir beyan eden âlimler de aynı şeyi dile getirmişlerdir. Fakat hem ayette hem de hadislerde herhangi bir sayı veya yer bildirilmediği için, Rasulüllah'ın isminin yahut sıfatlarının geçtiği her yerde ve her defasında salât-ü selâmın tekrar edilip edilmeyeceği hususunda farklı görüşler ortaya çıkmıştır. Bu konudaki ittifak en az bir kere demek üzerinedir. Öyle ki bazı âlimler bu durumu ömürde bir kere hac yapmaya ve defalarca aksıran ve her defasında "elhamdülillah" diyen kimseye sadece bir kere “yerhamükellah” demenin yeteceğine dair hükme benzetmişler ve bir mecliste Rasulüllah çokça anılsa da bir kere salât-ü selâm getirmenin yeteceğini; ya da farz olanın, insanın ömründe bir kere salât-ü selâm getirmesi olduğunu söylemişlerdir. Rasulüllah'ın adı anıldıkça uygun aralıklarda aynı şeyi yapmanın müstehab (dince tavsiye edilmiş bir davranış) olduğu da ifade edilmiştir. (Bkz. Kurtûbî, el-Câmi' li-Ahkâmi'l-Kur'ân, XIV, 205-207) İbn Âşûr'un araştırmalarına göre sahâbînin, Hz. Peygamber’in ismi her anıldığında veya yazıldığında salavâtı da okuyup yazdıklarına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Ayrıca sahâbî, Rasulüllah'ın her ismi geçtiğinde değil, onun bazı fiil ve niteliklerini konuştuklarında bunu yapmışlardır. Kitapların başlangıcında salavâta yer verme (salvele) âdeti Abbasi Halifesi Hârûn Reşid zamanında başlamıştır. İsminin her geçtiği yerde salavâtı okumak ve yazmak ise daha sonra, muhtemelen hicrî IV. asırda hadisçiler tarafından âdet hâline getirilmiştir. İbn Âşûr bu konudaki araştırmasını çeşitli rivayetler ve delillerle desteklemekte ve detaylandırmaktadır. (Bkz. et-Tahrîr ve't-Tenvîr, I, 3392-94; Kur'ân Yolu, IV, 398)
Bütün bu anlatılanlar ışığında, ilk paragrafta söylediğimiz “kendini yenileme bilinci”ni de merkeze alarak Rasulüllah'a salât-ü selâm getirmenin anlamına dair netice-i kelam olarak şunları söylememiz mümkündür: Müminler olarak Rasulüllah'a dua etmemiz, bir hüküm olarak farz, sünnet ya da müstehab oluşunun ötesinde bir mümin ile onun mümin oluşunu, dahası varlığını anlamlandıran Peygamber'i arasında var olan tarife gelmez ehemmiyetteki bağın sağlam tutulmasına matuf bir ameliyedir. O sebepledir ki, müminler olarak hem namaza çağrıldığımızda ezan duasında, hem namazlarımızın oturuşlarında hem de bütün dualarımızın ve hatta hitaplarımızın baş tarafında Rasulüllah'a salât ve selâm okuruz. Bunların yanında Rasulüllah'ın ismi yahut sıfatları zikredildiğinde de meleklere katılarak bir emr-i ilahiyi yerine getiririz. Fakat şunu asla unutmamamız gerekir: Salât ve selâm okumak, sadece dilde gerçekleşen, dilde olup biten bir faaliyet olarak görüldüğü vakit, İslam'ın önemsemediği o şekilcilik hatasına düşmüş oluruz. Yukarıda zikredilen Ahzab Sûresi'nin 56. ayeti ve Rasulüllah'ın salât-ü selâm okumayanlara yönelik kınamaları bize bu konuda ipuçları vermektedir. Özellikle ikinci sırada naklettiğimiz hadis-i şerif bir Ramazan ayını boş geçiren ve anne ya da babası kendisi yanında yaşlandığı halde, onlara iyi muamele etmediği için cennete giremeyen kimselerin kınandığı bir bağlamda geçmektedir. Yine son sırada naklettiğimiz hadis-i şerifte salât-ü selâm okumayanın cimri olarak nitelendirilmesi de anlamlıdır. Zira cimri kişi, bilerek ve isteyerek elindeki fazlalığı kısan, başkalarının faydasına açmayan, bencil ve kibirli davranan kişidir. Dolayısıyla bu iki hadisin bize bilerek ve isteyerek -ya da gafil davranarak- Rasulüllah ile olan bağlarını güçlü tutmayan, bu konuya ehemmiyet vermeyen ve onun şanını yüceltip şerefini el üstünde tutmayan kimselerin kınandığını haber verdiğini söyleyebiliriz. Zira bütün bir hayata yayılmayan, işlevsiz bir Peygamber sevgisini, yalnızca dilin alışkanlığı hâline gelmiş ve belki de anlamı bile yeterince kavranmadan söylenen bir duaya hapsetmek, Müslümandan istenen bir davranış olmasa gerektir.
glüglüglüglüglüglüglü