RA'D SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
Ra'd Sûresi Hakkında
Ra‘d sûresi Mekke’de inmiştir. Medine’de indiğini söyleyenler de olmuştur. 43 âyettir. İsmini, 13. âyetindeki ve “gök gürültüsü” mânasına gelen اَلرَّعْدُ (ra‘d) kelimesinden almıştır. Mushaf tertîbine göre 13, nüzûl sırasına göre 87. sûredir.
Ra'd Sûresi Konusu
Sûre, Peygamberimiz (s.a.s.)’e inzâl buyrulan Kur’ân-ı Kerîm’in Allah tarafından gönderilmiş kesin, gerçek, doğru bir kitap olduğu esası etrafında döner durur. Kur’an’ın getirdiği temel esaslar olan tevhid, âhiret ve nübüvvet konularına tekrar tekrar temas eder. Bu esasları ispat sadedinde aklî ve mantıkî deliller serdeder. Bunlara samimiyetle iman edenlerin elde edecekleri mükâfatları, bunlara sırtını dönenlerin ise uğrayacakları hazin ve feci neticeleri haber verir. İslâm düşmanlarının ileri sürdükleri bir kısım itirazları üstü kapalı olarak ele alıp, iknâ edici bir şekilde cevaplandırır. Böylece oluşabilecek şüpheleri izale etmiş olur. Hususiyle İslâm’ı yaşama ve tebliğ etme yolunda gayret gösteren, bu
Ra'd Sûresi Nuzül
Mushaftaki sıralamada on üçüncü, iniş sırasına göre doksan altıncı sûredir. Muhammed sûresinden sonra, Rahmân sûresinden önce nâzil olmuştur; Mekke’de mi Medine’de mi indiği hakkında farklı rivayet ve tesbitler vardır. Mushaftaki tertibe göre sûrenin Mekke’de inmiş olan ve hurûf-i mukattaa ile başlayan sûrelerin arasına yerleştirilmiş olması, üslûbunun Mekkî sûrelere benzemesi, muhtevasında tevhid ilkeleri, müşriklerin kınanması ve yerilmesi gibi konuların yer alması sebebiyle Mekke’de inmiş olduğu rivayeti tercih edilmiştir; 31-32. âyetlerinin Mekke’de, diğerlerinin ise Medine’de indiğini, ayrıca tamamının Medine döneminde geldiğini söyleyenler de vardır.
RA'D SURESİ TEFSİRİ
1. Elif. Lâm. Mîm. Râ. İşte bunlar, kitabın âyetleridir. Rabbinden sana indirilen bu kitap gerçeğin ta kendisidir; fakat insanların çoğu ona iman etmez.
Allah Teâlâ, atomları birleştirerek muazzam kâinatı, hücreleri bir araya getirerek en güzel kıvam, şekil ve renklerde insanları, hayvanları ve bitkileri yarattığı gibi; الۤمۤرٰ (Elif, Lâm, Mîm, Râ) gibi harflerle de kelime ve âyetlerini telif ederek mûcize kelâm Kur’an’ı indirmiştir. Teker teker ele alındıkları zaman hiçbir mânası yok zannedilen o harfler, o sesler, Allah tarafından kendilerine verilen terkip, tertip ve düzenle mâna yüklü kelimeler meydana getirerek, ilâhî kelâmın mâna ve muhtevasına delalet eden, gizliyi açığa çıkaran açık deliller, âşikâr alâmetler ve kesin belgeler hâline gelmektedir. İşte Kur’ân-ı Kerîm, Allah tarafından gönderilmiş bu âyetleri ihtivâ eden doğru ve gerçek bir sözdür. Fakat insanların çoğu ona imandan mahrum kalmaktadırlar.
Bu âyette, Allah’ın Kur’an’daki sözlü âyetlerine dikkat çekildikten sonra, devam eden âyetlerde gözler, O’nun kâinatta tecellî eden fiilî âyetlerine çevrilmekte; akıllar, Allah’ın birliğini, kudret ve azametini haykıran bu nevi kevnî hâdiseler üzerinde düşünmeye davet edilmektedir:
2. Allah O’dur ki gökleri sizin görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükseltti, sonra da arş üzerine kuruldu ve güneşle ayı emrine boyun eğdirdi. Bunların her biri belirli bir vakte kadar yörüngesinde dönüp duracaktır. O, tam bir nizama koyduğu kâinatta her işi çekip çeviriyor, her şeyi idâre ediyor ve gerçeğin bütün işaret ve delillerini detaylarıyla açıklıyor ki, bir gün gelip Rabbinize kavuşacağınıza kesin olarak inanasınız.
Cenâb-ı Hakk’ın varlığını ve birliğini gösteren delillerden biri, O’nun, uzayıp giden uçsuz bucaksız gökleri insanların görebileceği direkler olmaksızın yükseltmesidir. Âyetin “görebileceğiniz bir direk olmaksızın” (Ra‘d 13/2) ifadesinden, “gökleri ayakta tutan hiçbir direğin olmadığı” anlaşılacağı gibi, “bizim görmeye güç yetiremediğimiz direklerin olduğu ve göklerin bunlarla ayakta durduğu” mânası da anlaşılabilir. Bu ikinci mânaya göre âyet-i kerîme, gökleri ve gök cisimlerini birbirinden uzakta tutan, birbiri üstüne düşmekten koruyan görünmez bir kuvvete ve ilâhî bir kanuna işaret eder. Bu kanun, gök cisimleri arasında bulunan, aralarındaki mesafeyi sabit tutup aynı yörüngelerinde sapmadan hareket etmelerini sağlayan “itme-çekme” kuvvetidir. Nitekim: “Kendi izni olmadan yerin üzerine düşmesin diye göğü de O tutmaktadır. Şüphesiz Allah insanlara çok şefkatlidir, çok merhametlidir” (Hac 22/65) âyeti de gök cisimleri arasındaki bu itme-çekme gücüne işaret buyurmaktadır.
İkinci delil, Allah’ın güneş ve ayı emrine ve iradesine boyun eğdirerek onları kullarının hizmetine âmâde kılmış olmasıdır. Bunlar, belli bir süreye kadar yörüngeleri etrafında dönmektedirler. Ebedi değil, sonludurlar. Bir gün gelecek bu dönüşleri sona erecek ve kâinatın kıyâmeti kopacaktır. Böyle muazzam varlıkları emrine âmâde kılıp istediği gibi döndüren ve istediği zaman da durduracak olan Allah, ne yüce bir kudret sahibidir.
Üçüncü delil şudur: Allah Teâlâ gökleri, yeri, güneş ve ayı ile tüm kâinatı yarattıktan sonra bir kenara çekilmemiş; âdetâ ülkesini yönetmek için tahta oturan bir hükümdar gibi O da kâinat sarayını yönetmek üzere arşa kurulmuş, her an onun bütün işlerini tanzim edip yönetmekte, hepsinin bir bütün olarak nizam ve âhenk içinde hareket etmesini sağlamakta; varlığını, birliğini ve kudretini gösteren sayısız âyetleri kâinatın her bir yerinde bütün tafsilatıyla gözler önüne sermektedir. Tıpkı “Elif, Lâm, Mîm, Râ” gibi tek tek harflerden mânalı kelimeler, onlardan hikmetli cümleler, ibretli âyetler ve muhkem kitaplar meydana getirdiği gibi, ilk yaratılışta hece harfleri mevkiinde olan atomlardan moleküller, onlardan da çeşitli özellikte değişik maddeler ve zengin bir kâinat yaratmaktadır. Allah Kur’ân-ı Kerîm’i âyet âyet indirdiği gibi, çeşitli hâdiseleri, muhtelif tabiat olaylarını ve sosyal gelişmeleri de bir nizam içinde safha safha meydana getirmekte; onları çeşitlendirip çoğaltmaktadır. Bütün bu olaylar ve apaçık deliller göstermektedir ki, Allah’ın âhiretle alakalı verdiği bilgiler kesinlikle doğrudur. Her biri haber verildiği şekilde vuku bulacaktır. İnsan mutlaka öldükten sonra dirilecek, Rabbinin huzuruna duracak, hayatının hesabını verecek ve iyi veya kötü yaptıklarının karşılığını elbette görecektir. Buna böylece her türlü şüpheden uzak olarak inanmak gerekir.
Gökyüzündeki delillerden sonra şimdi söz, Allah’ın yeryüzündeki belli başlı delillerine intikal ettirilmektedir:
Allah’ın arşa istiva etmesi konusunda, bu ifadenin ilk geçtiği yer olan A‘raf sûresi 54. ayette bilgi verilmiştir.
3. O Allah ki, yeryüzünü enine boyuna yayıp genişletti, oraya yerinden oynatılamaz dağlar yerleştirdi, nehirler akıttı ve orada her bir ürünü çifter çifter yetiştirdi. O, sürekli olarak geceyi de gündüze bürüyüp duruyor. Doğrusu bütün bunlarda, sistemli düşünebilen kimseler için nice deliller, alınacak nice dersler vardır.
Bunlar:
› Cenâb-ı Hak, içinde yaşadığımız yeryüzünü göklerden ayırmış, gök cisimleri arasından çekip almış, onu çeşitli jeolojik devirler neticesinde enine ve boyuna uzatarak insanın yaşamasına elverişli hale getirmiştir. Sarsılmaması için oraya yerinden kıpırdatılamayacak, sağlam ve oturaklı dağlar yerleştirmiş ve aralarından ırmaklar akıtmıştır.
› Orada her türlü meyve, sebze ve diğer ürünleri var etmiş; bunları da aynen insan ve hayvanlarda olduğu gibi çift, yani erkekli dişili yaratmıştır. Her ağaç, her bitki ancak erkek ve dişi tohumlarının çiftleşmesinden ve döllenmesinden meydana gelir. Bir kısım bitkilerde erkek ayrı ağaçta dişi ayrı ağaçta olur. İncir buna örnektir. Bir kısmında ise hem erkeği, hem dişisi aynı çiçekte bulunur. Çiçek, erkekli ve dişili bir hünsa şeklinde açar ve döllenmeyi kendi bünyesi içinde gerçekleştirir. Çoğunlukla çiçekler böyledir. Esen rüzgarlar da bu çiftleşmeyi sağlamada vasıta olur. (bk. Hicr 15/22)
› Rabbimiz her an devamlı olarak geceyi de gündüzün üzerine sarmaktadır. Saat yelkovanı istikâmetinde dönen dünya yuvarlağında bir yandan güneş ışığı, karşısına gelen gece kısmını gündüze çevirirken, güneşin karşısından ayrılan gündüz kısmını da gece karanlığı sarmalayıp geceye çevirmektedir. İşte, “Allah, sürekli olarak geceyi gündüzün üzerine sarıyor, gündüzü de gecenin üzerine sarıyor” (Zümer 39/5) âyeti bu karşılıklı sarıp sarmalamayı beyân etmektedir.
Yeryüzünde cereyan eden bu büyük hâdiselerde, sistemli bir şekilde düşünüp eserden eserin sahibine, sanattan sanatkâra ulaşabilen kimseler için Allah’ın birliğini, azamet ve kudretini gösteren nice deliller, alınacak nice ibretler ve çıkarılacak nice dersler bulunmaktadır.
İlâhî kudreti hakıran bir diğer azamet tecellisi de şudur:
4. Yeryüzünde birbirine komşu kara parçaları, üzüm bağları, ekinler, bir kökten birkaç gövde hâlinde çatallı çıkan hurma ağaçları ve bir kökten tek sürgü halinde çatalsız çıkan hurma ağaçları vardır. Bunların hepsi aynı suyla sulanmaktadır. Buna rağmen canlılara sağladıkları ürünler bakımından, ayrıca tat, gıda ve kalite açısından biz onları farklı farklı yapıyor ve bazısını bazısına tercih edilir kılıyoruz. Elbette bunlarda aklını kullanan kimseler için dersler ve ibretler vardır.
Yeryüzünde birbirine komşu olan kıtalar, kara parçaları, toprak ve araziler bulunmaktadır. Bunlar birbirine yakın ve bitişik olduğu halde özellikleri birbirine benzemez. Hepsi birbirinden farklı biçimde, renkte ve hususiyettedir. Yeraltı ve yerüstü zenginlikleri bakımından farklıdırlar. Bunların bir kısmı tuzlu bir kısmı gevşek, bir kısmı sert ve kayalık bir kısmı bitek, bir kısmı taşlı veya kumlu bir kısmı da çamurlu ve bataklıktır. Bu çeşitlilik sayısız hikmet ve faydaya mebnidir. İnsanoğluna ve diğer yaratıklara sağladıkları faydaları açısından düşünüldüğünde, bu farklılığın, her şeyi ilim, irade, hüküm ve kudreti altında bulunduran bir Yaratıcı’nın nihâyetsiz hikmeti üzere tanzim edildiği anlaşılacaktır. Çünkü bu çeşitlilik insan medeniyetinin gelişmesine öylesine katkıda bulunmaktadır ki, bunu tesadüfle izah etmek mümkün değildir. Bu toprak parçaları üzerinde üzüm bağlarını, ekin tarlalarını, çatallı çatalsız hurma ağaçlarını var eden şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Bu bağların, bahçelerin, meyve ve ağaçların hepsi aynı su ile sulanmaktadır. Fakat işin dikkat çeken tarafı, elde edilen ürünler, yetişen meyve ve sebzeler, renk, tat, şekil ve koku itibariyle birbirinden farklı olmaktadır. Bazısı bazısından daha leziz, daha kaliteli yetişmektedir. Hatta aynı dalda yetişen, aynı güneş ışığını alan ve aynı havayı soluyan iki meyveden biri daha iri, daha sulu, daha leziz olurken diğeri daha küçük, daha kuru ve hatta ekşi olabilmektedir. Hasılı ilâhî sanatta:
› Çokluğa rağmen sonsuz değerde sanat ve mükemmellik,
› Mutlak kolaylığa rağmen kusursuz düzen, sistem ve âhenk,
› İnanılmaz sürate rağmen tam bir denge, tenasüp ve sağlamlık,
› Sonsuzca çokluğa, karşıklığa ve dağılıma rağmen mükemmel ferdîlik ve ayrışma,
› Akıl almaz ucuzluğa rağmen en yüksek değer ve fiyat gönülleri hayranlığa sürüklemekte ve akılları dehşetlere düşürmektedir.
Bütün bunlar, elbette aklını kullanabilen kimseler için sonsuz ilim, kudret ve hikmet sahibi bir Allah’ın varlığını gösteren apaçık delillerdir.
Bu muhteşem ilâhî kudret akışları ne kadar insanı hayranlığa sevk ediyorsa, bu gerçekler karşısında taş gibi donuk duran kâfirlerin şu inkârcı tavırları da o kadar şaşkınlık vericidir:
5. Rasûlüm! Eğer kâfirlerin sana inanmamalarına şaşıyorsan, şunu bil ki asıl şaşılması gereken şey onların: “Sahi, biz çürüyüp toprak olduktan sonra yeniden mi yaratılacağız? Hiç öyle şey olur mu?” demeleridir. İşte onlardır, Rablerini inkâr edenler. İşte onlardır, boyunlarında bukağılar bulunanlar. İşte onlardır, cehennemin yâranı ve yoldaşı olanlar ve orada sonsuzca kalacaklardır.
Allah Teâlâ’nın göklerde ve yerdeki bunca delillerine, kudret akışları ve azamet tecellilerine; her bahar ölü yeryüzünü bin bir renk ve çeşitte bitkilerle yeniden diriltmesine rağmen hâlâ öldükten sonra dirilmeyi inkâr etmek gerçekten şaşılacak bir durumdur. Halbuki aklı olan herkes, gökleri ve yeri yaratmanın insanı yaratmaktan daha zor olduğunu; bir şeyi birinci kez yaratanın, onu çevirip yeniden yaratmasının daha kolay olduğunu bilir.
Âyet-i kerîmede âhiretin varlığını kabul etmeyenlerin şu özelliklerine ve onları bekleyen feci âkıbete dikkat çekilir:
Birincisi; onlar Rablerini inkâr etmektedirler. Çünkü âhireti inkâr, Allah’ın ilmini, kudretini, rabliğini ve gönderdiği Kur’an’ın doğruluğunu inkâr etmenin bir neticesidir.
İkincisi; onların boyunlarında demirden bukağılar, halkalar vardır. Bununla hem hakiki hem de mecazi mânanın kastedilmiş olması mümkündür. Hakiki mânaya göre, onlar, kıyamet günü boyunlarına demirden halkalar takılarak cehenneme sürüleceklerdir. Nitekim bir âyet-i kerîmede şöyle buyrulur: “O zaman boyunlarında demir halkalar ve zincirler olduğu halde sürüklenecekler kaynar suyun içine! Sonra da ateşte cayır cayır yakılacaklar.” (Mü’min 40/71-72) Mecazi mânaya göre ise, küfür ve bâtıl inançları boyunlarına halka olmuş; kibir ve inatları boyunlarına demir halka gibi geçmiş, etraflarındaki ilâhî işaret ve alâmetlere bakıp hakikati görmelerine imkân bırakmamıştır. Bununla alakalı olarak da: “Biz onların boyunlarına demir halkalar geçirdik” (Yâsin 36/8) buyrulur.
Üçüncüsü; onlar bu inkârlarının cezası olarak ebediyen cehennemde kalacaklardır.
Buna rağmen:
6. Kâfirler senden, iyilikten önce kötülüğün bir an önce gelmesini istiyorlar. Halbuki kendilerinden öncekilerin başına da nice ibret verici olaylar gelip geçti. Elbette senin Rabbin, zulüm ve haksızlıklarına rağmen insanlara karşı çok bağışlayıcıdır. Bununla birlikte senin Rabbinin cezalandırması da çok şiddetlidir.
Kâfirler, Peygamber (s.a.s.)’in müjdelediği iyi şeyleri; iman ve amel, hidâyet, afiyet, ilâhî yardım, sevap, rahmet ve ihsan gibi güzellikleri bir kenara bırakırlar. Bunu talep etmez ve bu güzelliklere erişmek için gayret göstermezler. Aksine Peygamber (s.a.s.)’in kendilerini uyardığı azabın, musibet ve felaketlerin bir an önce başlarına gelmesini isteyip dururlar. Halbuki geçmişte kendileri gibi nankör ve münkirlerin başlarına âleme ibret olacak ne çetin azaplar inmiştir. Onlardan ibret almazlar da bir an önce kötülüğün gelmesini isterler. Zulümlerine devam ederler. Buna rağmen sonsuz sabır ve hilim sahibi Rabbimiz, hemen onları cezalandırmaz; tevbe etmeleri için onlara mühlet verir. Halbuki, “Eğer Allah insanları zulümleri sebebiyle hemen cezalandırsaydı, yerin üzerinde kıpırdayan hiçbir canlı varlık bırakmaz hepsini yok ederdi; fakat onları belli bir süreye kadar ertelemektedir. Süreleri dolduğu zaman artık onu ne bir an geciktirebilirler, ne de bir an öne alabilirler” (Nahl 16/61) Şunu da unutmamak lazım ki, Rabbimizin azabı da çok şiddetlidir. Sabreder, hilim gösterir, mühlet verir; fakat bütün bunlara rağmen fırsatları değerlendirmeyip zulümden vazgeçmeyenleri çok şiddetli bir şekilde cezalandırır. Yine de:
7. Kâfirler: “Ona Rabbinden bir mûcize indirilmeli değil mi” diyorlar. Rasûlüm! Sen ancak bir uyarıcısın. Her kavmin de bir yol göstereni vardır.
Kâfirler, Resûlullah (s.a.s.)’in tebliğ ettiği o yüce hakikatleri aklî delillerle bir türlü anlayamıyorlardı. Onun yüksek karakterinden, eşsiz ahlâk-ı hamîdesinden ve cahiliye toplumu içerisinde kısa zamanda gerçekleştirdiği muazzam inkılaptan bir ders çıkaramıyorlardı. Yine Kur’an’da, câhiliye hurafelerinin ve bir türlü vazgeçemedikleri şirk dininin ne nispette bâtıl olduğunu göstermek üzere ortaya konan aklî delilleri de anlamak istemiyorlardı. Kendilerine düşeni yapmaktan imtina ediyor, iki de bir Efendimiz’den muşahhas mûcizeler göstermesini istiyorlardı. Halbuki Peygamberimizin asıl vazifesi, her istendiği zaman mûcize göstermek değil, insanları Allah’ın azabına karşı uyarmak; onları her türlü haksızlık, sapıklık ve eğrilikten sakındırmaktır. Aynı şekilde Allah Teâlâ her kavme, onları doğru yola davet edecek bir rehber göndermiştir. (bk. Fâtır 35/24)
Mûcize isteyenler ise şu ilâhî gerçeklere bakabilirler:
8. Allah, her dişinin neye gebe olduğunu, rahimlerin neyi eksiltip neyi artıracağını bilir. O’nun katında her şey bir ölçü iledir.
9. O, duyular ötesini de, duyuların algı sahasına gireni de hakkiyle bilendir. O, ululardan ulu, yücelerden yücedir.
10. Allah’ın ilmine göre sizden birinin niyet ve sözlerini gizlemesiyle onu açığa vurması, yine içinizden birinin gecenin karanlıkları içinde saklanmasıyla güpegündüz ortalıkta gezip dolaşması arasında hiçbir fark yoktur.
Gerek insan, gerek hayvan, gerekse bitkilerden olsun, Allah Teâlâ, hangi dişinin neye hâmile kaldığını, hangi tohumdan döllendiğini, helâlden mi yoksa haramdan mı olduğunu bilir. Onun erkek mi dişi mi, yaşayacak mı yaşamayacak mı, saîd mi şakî mi olacağını da bilir. O, hâmile kaldıktan sonra rahimlerin tüm faaliyetlerinden haberdardır. Rahimlerin nasıl çalıştığını, hangi maddeleri üretip hangi toksinleri attığını, hangilerini salgılayıp ceninin gelişmesine yardımcı olduğunu bilir. Yine O, doğacak çocuğun erken mi, geç mi, yoksa tam vaktinde mi doğacağını; bir tane mi, ikiz mi veya daha fazla mı olacağını bilir. Çünkü Allah Teâlâ görüneni ve görünmeyeni, duyular alanına gireni ve girmeyeni aynı şekilde bilmektedir. O’nun ilmine göre bir şeyi gizlemek veya açıklamak, yine bir işi geceleyin gizlice yahut gündüzün açıktan yapmak arasında hiçbir fark yoktur. Cenâb-ı Hak hepsini aynı seviyede ve en iyi şekilde bilir.
9. âyette Rabbimizin iki güzel isminden bahsedilir. اَلْكَب۪يرُ (Kebîr); her şey kendisinden daha küçük olan, hiçbir çerçeveye sığdırılamayan, en büyük olan, azamet ve kibriyâ sahibi Allah demektir. اَلْمُتَعَالِ (Müte‘âl) ise her şeyden üstün, kendi rütbesinin üstünde hiçbir rütbe bulunmayan, yaratılmışlara mahsus olan miktar, sınırlılık gibi eksik sıfatlardan münezzeh, eşsiz ve yüce Allah demektir. Bu bakımdan O’nun ilim ve kudreti dışında kalacak ve huzuruna çıkıp hesap vermeyecek hiçbir şey yoktur.
Üstelik:
Son düzenleme: