RESUL: ÖRNEK ŞAHSİYET
Eğer yeryüzünde yerleşmiş, gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette ki onlara gökten, peygamber olarak melek gönderirdik. [115] Vahiyden size söylediklerimi alın. Eğer kendi görüşümü bildirirsem bilin ki ben ancak bir insanım; isabet de ederim, hata da. (Hz. Muhammed (s)
Kur’an’ın bildirdiği üzere, Peygamberlerin reddedilme nedenlerinden en önemlisini ‘melek’ olmamaları oluşturmuştur. Kâfirler/müşrikler, kendilerine gönderilen peygamberin insan oluşunu, inkârlarının gerekçesi kılmışlardır. Fakat onların bu tavırlarına rağmen o kutlu elçiler ‘Biz de sizin gibi bir insanız [116] diyerek kendilerine vahyolunan hakikati ilan etmeyi ihmal etmemişlerdir. Hakikati inkar eden inkarcıların anlamsız beklentilerini “Eğer yeryüzünde yerleşmiş, gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik [117] ayetiyle cevaplayan yüce Allah, kendisi bir melek olmadığı için eleştirilen ve reddedilen son elçisinin kalbini yatıştırmak için ‘(Resulüm) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı [118] evrensel gerçeği bildirmiştir. Ayrıca, insanların peygamberin insan olduğunu unutmamaları, unutarak yanlışa sapmamaları için, Müslümanlığın anahtarı olan kelime-i tevhidde peygamberin insan oluşu özellikle vurgulanmıştır.
Bir hakikat elçisi olmasının yanısıra dosdoğru hayat tarzının ve mükemmel bir kişiliğin insanlar için en güzel modeli de olan Hz. Peygamber, kendisinin bir insan olduğunu risâlet süresince her fırsatta vurguladı. Müslümanları, Hz. İsa’ya bağlandıklarını söyleyenlerin hatalarına düşmemeleri konusunda sıklıkla uyardı: Hıristiyanların İsa’yı övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben Allah’ın kuluyum. Benim Allah’ın kulu ve resulü deyin [119] dedi. Düğünlerin birisinde şarkı söyleyen bir kadmm ‘Muhammed yarın ne olacağını bilir’ dediğini duyunca ‘Yarın ne olacağını Allah’tan başka hiç kimse bilmez [120] diyerek müdahale etti. Yüceltme zihniyetinin kolaylıkla kutsamaya dönüşeceğini bildiği için, kendisine yönelik övgülere hep müdahil oldu. Kendisine ‘Ey yeryüzünün en hayırlısı’ diye hitap eden kişiye ‘O dediğin İbrahim’dir [121] karşılığını vererek, o övgüyü bir başka salih şahsiyete yönlendirdi. Çünkü, çok iyi biliyordu ki, bu tür övgülere ses çıkarmasa, övgülerin dozajı gittikçe artacak ve sınır aşılacaktı. Yine aynı maksatla kendisini Hz. Musa ile karşılaştıran ve ‘Allah’ın insanlar arasından seçip en üstün kıldığı kişi Muhammed’dir’ diyene karşı, ‘Beni Musa’ya karşı üstün tutmayın. İnsanlar’kıyamet günü bayılacaklar, ben de onlarla birlikte bayılacağım. Ayüdığımda Musa’yı arşa sıkı sıkıya tutunmuş bir vaziyette göreceğim. Bilmiyorum; o da bayılıp benden önce mi ayılacak, yoksa Allah onu bundan istisna mı tutacak [122] cevabını verdi. Bir başka seferinde ise, kendisine insanların en üstününün kim olduğunu soranlara ‘En müttakilef dedi. Soruyu soranlar asıl istedikleri cevabı duyamadıkları için ‘Biz bunu sormuyoruz’ diyerek sorularını tekrarladıklarında ‘Yusuf dedi ve devam etti: ‘O, Allah’ın dostunun oğludur. Allah’ın peygamberinin oğludur. Allah’ın peygamberidir’. İstedikleri cevabı alamayanlar ‘Biz bunu da sormamıştık’ diyerek sorularını tekrarladıklarında ‘Bana Arap kavminden mi soruyorsunuz? Onların cahiliye döneminde hayırlı olanları, eğer gidişatlarını sağlam kılmışlarsa, Allah’a teslimiyet döneminde de en hayırlılardır [123] dedi ve tüm bu sorulara rağmen kendisini hiç zikretmedi. Böylelikle, kendisiyle ilgili gelişecek olan potansiyel kutsama zihniyetinin önünü kesmeye çalıştı.
O, bir insan olduğunu her fırsatta ifade etti. Dualarında dahi insan oluşunu dile getirdi. Bir seferinde ‘Allahım! Ben bir insanım. Herhangi bir kimseye lanet etmiş, kötü söz söylemiş, ya da el kaldırmışsam, onu o kişi için bir dua, bir bağış, Kıyamet günü kendisiyle sana yaklaşacağı bir araç kıl [124] diye dua etti. Yine çoğu zaman, değişik vesilelerle, insan olmanın getirdiği eksikliklerin kendisinde de bulunduğunu veya bulunacağını belirtti. Sıklıkla ‘Vahiyden size söylediklerimi alın. Eğer kendi görüşümü bildirirsem bilin ki ben ancak bir insanım; isabet de ederim, hata da. [125] Veya ‘Ben bir insanım. Bazen aralarındaki problemi çözmem için bana davacılar geliyor. Ben onları dinliyor ve kararımı dinlediklerime göre veriyorum. Ama birisi derdini iyi anlatırken diğeri anlatamıyor olabilir. Bu nedenle ben yanlış karar vermiş olabilirim. Böyle bir hata yapar da her kime bir Müslüman kardeşinin hakkını verirsem, o ancak ateştir: onu isterse alsın isterse geri versin [126] gibi söz ve açıklamalarla insan oluşuna ve insan oluşun doğal zaaflarına dikkat çekti. Sahabeler ise O’nun bir insan oluşunun getirdiği bazı yanlışlık veya eksikliklere şahit oldular ve hakikati bilen kimseler olarak bunlara hiç şaşırmadılar. Dalgınlıkla namazı yanlış kılması ise bunun Örneklerinden birisini oluşturdu. Buna şahit olanlardan birisi anlatıyor: ‘Resulüllah’la birlikte namaz kılıyorduk. Namazda bir değişiklik yaptı. Herhalde vahiyle kendisine bu değişiklik bildirildi diye düşündük. Namaz sonrasında kendisine durumu sorunca: ‘Eğer namazla ilgili herhangi bir yeni hüküm olursa onu size bildiririm. Ben sadece bir insamm. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unutur ve yanılırım. Eğer unutursam bana hatırlatın’ dedi. Anladık ki değişiklik unutmasının sonucuymuş. [127]
O seçilmiş bir elçiydi, alemlere rahmetti, insanlar için en güzel Örnekti; ama hepsinden önce bir insandı. İnsan olduğu için diğer tüm insanların hallerinden ve dillerinden anladı; O’nun hali ve dili de diğer tüm insanlar tarafından anlaşılır oldu. Bir insan olduğu, bazı kimseler ilâhî hakikati kabul etmiyor, hakikati reddederek azaba gidiyorlar diye ‘ütüldü’, üzüntüsünden ‘neredeyse kendisini mahvedecek oldu.[128] O hiçbir zaman kendi isteğiyle gerçekleştirdiği ve yönlendirdiği olağanüstülüklere sahip olmadı. Bu nedenle kâfirlerin Müslümanlara yönelik oyun ve tuzaklarından dolayı ‘endişe’ etti.[129] Müslümanların sıkıntıları, uğradıkları zahmetler kendisine ağır geldi; ‘incindi’ ve ‘üzüldü.[130] ‘Kitap nedir, iman nedir bilmezken [131] elçi olarak seçilip Kur’an ile eğitildiği ve bu eğitiminin bir parçası olarak da insanları gidecekleri yolları konusunda uyarmaya başladığında zorlandı. Risâletin ilk günlerinde kendisine vahyolunan ayetleri insanlara bildirme konusunda sıkıntı çekti; ‘Naşı! Yaparım? Bunu kavmime nasıl söylerim [132] diyerek korku ve endişesini dile getirdi. Bu nedenle de ‘Ey korku, endişe Örtüsüne bürünen kalk ve uyar [133] ayetine muhatap oldu. Risâletin sıkıntılı o ilk günlerinde ‘Ya Rabbi! Kalbime güven verecek ve benden bu kederi giderecek yolu göster [134] diye dua ederek, kalbinin yatıştırılmasmı, iradesinin güçlendirilmesini, adımlarının sağlamlaştırılmasını istedi.
O bir insandı ve pek tabiî olarak bir insan olarak yaşadı. İnsan olmanın getirdiği biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlara sahipti. Bu nedenle herkes gibi o da evlendi; çocukları oldu; çocuklarını büyüttü, evlendirdi. Torunları oldu, torunlarıyla ilgilendi. Bir,baba ve bir dede olarak çocukları ve torunlarıyla oynaştı; onları sevdi, öptü. Onların başlarına gelen kötü şeylerde, iyi ve müşfik her babanın özelliği olduğu üzere, üzüldü, hatta ağladı.
Resulüllah bir babaydı, ama herhangi bir baba değil, çok iyi ve çok müşfik bir babaydı. Çocuklarını çok severdi. Sevgisi kesinlikle yüzeysel değildi. Sevgisinde samimi ve içtendi. Onların iyi bir insan, iyi birer Müslüman, muttaki birer şahsiyet olmalarını arzular ve böyle olmaları için de çabalardı. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da rehberi Kur’an’dı. Kur’an’ın önceki zamanlarda yaşamış salih şahsiyetlerin çocuklarına yaklaşımlarıyla ilgili anlattıkları, tüm Müslümanlar için olduğu kadar, Resulüllah için de ilahî bir hatırlatma ve ihtardı. Bu açıdan nz. Lokman’ın sımsıcak bir tarzda ‘yavrucuğum’ diye hitap edip, sevgi ve şefkat dolu bir tarzda evladına yaptığı tavsiyeler, hem üslubuyla ve hem de niteliğiyle °nemli bir örnekti: ‘Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti… Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince İşleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez, yürümüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.[135]
Resulüllah, Bedir savaşı için Medine’den ayrıldığı zaman kızı Rukayye ağır hastaydı. Medine’ye döndüğü zaman kızının vefat ettiğini duydu. Çok üzüldü. Doğruca kızının mezarına gitti. Sessizce gözyaşı döküp, dua etti. Mekke’deki diğer kızı Zeyneb’in Medine’ye hicretiyle çok sevindi. Rukayye’yi kaybetmesinin üzüntüsünü Zeyneb’e kavuşmasının sevinciyle bastırmaya çalıştı. Ona sarılıp kalbindeki acıyı dindirmeye çalıştı. Sevgisini ve hasretini dile getirdi. Ancak bu sevinci uzun sürmedi. Yolculuk sırasında Mekkeli bazı serserilerinin saldırısına uğradığı için deveden düşüp yaralanan ve düşük yapıp çocuğunu kaybeden Zeyneb’in sağlığı bozulmuştu. Buna çok üzüldü ve faillerine kızdı. Kızma bu kötülüğü yapan serserileri ağır şekilde cezalandıracağını söyledi. Ancak O, bir baba olarak ifade ettiği kızgınlığın gereğini, insanlığın en mükemmel örneği olarak yerine getirmedi. Zeyneb’in yaralanmasına ve düşük yapmasına neden olan Habbâr b. Esved Müslüman olduğu zaman ona olumsuz bir şey demedi; affettiğini bildirdi.
O, her baba gibi, çocuklarının mutlu olmasını, mutluluklarına vesile olacak sevgi dolu, hayırlı bir evlilik yapmalarım isterdi. Bu nedenle kızları için uygun damat adayı çıkınca evlenmelerine mani olmadı. Hz. Ali, O’nun için iyi bir damat adayıydı. Zaten ona karşı özel bir sevgisi vardı. O kendi terbiyesinde büyümüştü. Onun kişiliğini, ahlâkını çok yakından biliyordu. Bu nedenle Ali, kızı Fâtıma ile evlenmek istediği zaman, kızı için iyi bir koca olacak Ali’ye itiraz etmedi. Memnun oldu. Çekinip düşüncesini açıkça söyleyememesi nedeniyle, Fâtıma ile evlenme isteğini dile getirmesinde ona yardımcı oldu. Mehir olarak verecek herhangi bir parası veya eşyası olmadığı için sıkıldığım fark ettiğinde de yardımcı olmaktan geri durmadı. Ali anlatıyor: ‘Azat ettiğim bir kölem vardı. Bir gün bana ‘Fâtıma’yı Resulüllah’tan isteyenler var. Biliyor musun?’ dedi. ‘Biliyorum’ dedim. Bunun üzerine ‘Seni, Resulüllah’a gidip Fâtıma’yı istemekten engelleyen nedir, Fâtıma’yı başkasıyla evlendirmeden git iste’ dedi. Fâtıma ile evlenmeyi istiyordum. Ancak evlenmemi sağlayacak mal ve mülke sahip değildim. Bu nedenle ‘Hiçbir şeye sahip değilim. Onunla nasıl evlenirim!’ dedim. Kölem, ‘Git Resulüllah ile konuş. O muhakkak bir kolaylık sağlayacaktır’ dedi. Resulüllah’ın yanına gittim. Yanına oturdum ama hiçbir şey diyemedim. Bütün vakar ve heybeliyle karşımda duruyordu. O durumumdan, kendisiyle konuşmayı istediğim konunun ne olduğunu anladı ‘Ali.’ Neden geldin? Bir isteğin mi var? Sanırım benden Fâtıma’yı istemeye geldin’ dedi. Çok utandım ve sıkıldım. Zorlukla ‘evet’ diyebildim7. Resulüllah, kızı ile konuyu konuşacağını söyledi. Kızıyla konuştu ve onun da Ali ile evlenmeye istekli olduğunu anlayınca, sevindirici haberi Ali’ye iletti. Ancak başından beri en önemli çekincelerinden birisi olduğu üzere Ali’nin evlilik için yeterli parası yoktu. Bu nedenle sıkıntılıydı. Onun bu durumunu bilen Resulüllah ‘Mehir olarak ne vereceksin?’ dedi. Amacı hesap sormak değil, konuyu açmaktı. Ali sıkıntı içerisinde, hiçbir şeye sahip olmadığını, Mehir olarak verecek bir şeyi olmadığını söylediğinde, ‘Sana verdiğim zırhın nerede’ diye sordu. Ali, zırhın evde olduğunu, ayrıca bir de ata sahip olduğunu söyleyince ‘Atın sana lazım, onu satma. Fakat zırhı sat’ dedi.[136] Böylelikle gerçekleşecek evliliğin maddî yönünü de çözüme kavuşturdu. Ali ile Fâtıma evlendiler. Onların bu,evlilikleri her dönemin insanları için örnek bir ailenin kurulmasına; tüm evlilerin ve evleneceklerin örnek alacağı bir ideal evlilik hayatının doğmasına vesile oldu.
Resulüllah, her iyi ve hassas baba gibi, çocuklarının mutluluğunu, iyi bir evlilik yapmalarını isterdi. Bu nedenle ahlâkını ve kişiliğini beğendiği Osman’ın da damadı olmasını istedi. Önce kızı Rukayye’yi onunla evlendirdi. Ancak Rukayye ölünce bu sevgili damadıyla olan akrabalık ilişkisinin devam etmesi için, diğer kızı Ümm-ü Gülsüm’le evlenmesini memnuniyetle onayladı. Nikahlarını Bedir’den bir süre sonra, hicretin üçüncü yılında kıyarak, bir başka güzel ve hayırlı yuvanın inşasına vesile oldu.
Kızlarına olan ilgisini, evlenmelerinden sonra da hiç kesmedi. Genç evlilerin beraberliklerini iyi bir şekilde yürütmeleri için iyi ve müşfik bir baba ne yaparsa, O da onu yaptı. Bu konuda Fâtıma ile Ali’nin birbirlerine kırgınlıklarını gidermek için gösterdiği çabanın özel bir yeri ve ayrıcalıklı bir değeri vardır. Fâtıma ve Ali birbirlerini çok seviyorlardı. Ancak hemen her evlilikte olduğu gibi onların da aralarında bazen birbirlerine kırılmalarına neden olacak ufak-tefek tartışmalar çıkıyordu. Resulüllah, kendisine yansıması durumunda, kızı ile damadının kırgınlıklarını gidermek için ikisiyle de görüşür ve problemi çözerdi. Bir defasında, Fâtıma ile Ali’nin yanına üzüntülü gidip, sevinçli dönünce, bunun sebebini soranlara ‘Çok sevdiğim iki kişiyi birbirleriyle barıştırdım da [137] cevabını verdi. Yine bir gün Ali, Fâtıma’ya sert davranmış, o da kocasını şikayet etmek için babasına gelmişti. Resulüllah, kızını dikkatle dinledi. Ortada önemli bir problem yoktu. Böyle olduğu için Ali de hatasını fark etmiş ve yaptığına pişman olmuş bir hâlde gelmiş, bir kenarda sessizce duruyordu. Resulüllah bu durumda kızının gerçeği görüp, kapris yapmasını önlemeyi tercih etti. Kızma, kocasına karşı iyi bir eş olmasını tavsiye etti. Kızı, O’nun bu tavsiyeleri üzerine şaşırmca ‘Kızım! Hangi koca, karısının arkasından böyle uysalca gelir. Bunu düşünmelisin [138] dedi. Ali, kayınpederi ve peygamberi kutlu insanın bu sözlerinden etkilendi ve eşine o günden sonra daha iyi davrandı. Hiçbir şekilde ne eşini ve ne de kayınpederini üzdü.
Resulüllah, kendisini yakından tanıyanların tanıklığıyla biliyoruz ki, çocuklara karşı en merhametli olandı. [139] Oğlu ibrahim’in bakımını, demircilik işleriyle uğraşan bir aile üstlenmişti. O bir baba olarak sık sık duman dolu avludan ve odadan geçerek İbrahim’in bulunduğu yere gider ve sevgili çocuğunu şefkatle kucağına alarak severdi. [140] İbrahim öldüğü zaman gözyaşlarını tutamayıp, ağladı. Onun ağladığını görenler hayret ederek ‘Ey Allah’ın resulü sen de mi ağlıyorsun?’ dedikleri zaman ‘Göz yaşarır, kalp üzülür. Rabbimizi hoşnut etmeyecek şey söylemeyiniz. Biz sana gerçekten üzülüyoruz ey İbrahim! [141] dedi. Ümm-ü Gülsüm’ün ölümcül hastalığı, ölümü ve kabre konulusu sırasında da ağladı. O, Fâtınıa hariç, diğer tüm çocuklarının ölümüne tanık olan bir babaydı. Biri hariç çocuklarının tamamının ölüm acılarını yaşamış bir baba olarak gönlü hep acı ve ıstırapla doluydu. İlk zamanlar kaybettiği çocuklarının hasretini uzun bir süre kızları Ümm-ü Gülsüm, Rukayye ve Fâtıma ile gidermeye çalıştı. Ancak kendi vefatına yakın tarihlerde Ümm-ü Gülsüm ve Rukayye’yi de kaybedince bütün sevgisini Fâtıma’ya ve torunlarına yöneltti.
Sevgili kızı Fâtıma’ya karşı ömrünün sonlarına doğru daha da müşfik bir baba oldu. Öyle ki, o yanma gelince, eğer oturuyorsa ayağa kalkar, kızınm elinden tutar, yanağından veya alnından öperdi. Medine’den ayrılacağında kızma muhakkak uğrar, gönlünü alır, torunlarını severdi. Dışarıdan Medine’ye döndüğünde önce mescide gidip namaz kılar, sonra kızma uğrayıp halini sorar, hatırım alır ve ondan sonra kendi evine giderdi. Fâtıma’nın evine gidişlerinin birisinde kızını deve kılından yapılmış kaim bir elbise ile gördü. O giyilebilecek en kaba, en rahatsız edici ve en ucuz elbiseydi. Bu duruma üzüldü ve gözleri yaşardı. Ama bir devlet başkanı, bir toplum lideri olarak kızma servetler bağışlamayı düşünmedi. Bunun yerine Fatma! Kızım! Bugün zorluklara ve yoksulluğa sabırla göğüs ger ki, yarın kıyamet gününde Cennetin nimetlerine kavuşabilesin [142] dedi. Bir defasında da kızının üzerinde ziynet eşyaları görünce bundan hoşlanmadığını hissettirdi ve babasının bu konulardaki tercihini çok iyi bilen Fâtıma, sahip olduğu ziynet eşyalarını vakit geçirmeden yoksullara verdi.
Resulüllah ailesine düşkündü. Bir gün bir örtünün altında oturup Fâtıma’yı, Ali’yi, Hasan’ı ve Hüseyin’i yanına aldı ve ‘îşte bunlar benim ev halkım. Allahım onlardan kötülüğü gider ve kendilerini tertemiz et [143] dedi. Sözünün ikinci kısmı ile Ahzab sûresinin 33. ayetini dile getiriyordu. Sadece kendisinin değil, ailesinin de her türlü inanç ve ahlâk yanlışlığından uzak kalıp, tertemiz olmalarını, insanlar için örnek olmalarını arzuluyordu. Ailesine düşkün olduğu için kızı, damadı ve torunlarıyla birlikte oturmayı, onlarla birlikte aynı kaptan yemek yemeyi severdi. Böylesi anlardan birisini Ümm-ü Seleme şöyle anlatmıştır: ‘Fâtıma, bir gün Hasan ve Hüseyin’i sırtına almış bir hâlde Resulüllah’ın yanına geldi. Elinde de, içerisinde sıcak kavut çorbası bulunan bir tencere vardı. Tencereyi getirip Resulüllah’ın önüne koydu. Resulüllah ‘Ali nerede?’ dedi. Fâtıma: ‘Evde’ deyince Resulüllah onu çağırttı. Böylece Fâtıma, Ali, Hasan ve Hüseyin’le birlikte oturup yemek yedi. [144]
Fâtıma ile Ali’nin ilk çocukları doğduğunda (2 Mart 625), yiğit bir savaşçı olan Ali, bu özelliğinin etkisiyle oğluna ‘Harb’ ismini vermek istedi. Resulüllah isimler konusunda hassastı. Kan, kin, şiddet, kötülük, felaket çağrıştıran isimlerden hoşlanmazdı. Bu nedenle Ali’nin seçtiği ismi beğenmedi. Anne ve babanın iznini alarak doğumuna çok sevindiği torununa kendisi isim verdi. Ünce torununun kulağına ezan okudu ve o güne kadar Araplar arasında hiç rastlanmayan bir ismi torunu için seçti. Torunu için seçtiği isim Hasan idi. Fâtıma’dan olan ikinci torunu doğduğunda (10 Ocak 626) onun ismini de kendisi vermek istedi ve bu torununa da yine Araplar arasında daha önce hiç kullanılmamış bir ismi seçti. Bu torunu için seçtiği isim ise Hüseyin idi. Bu iki torununu çok severdi. Onları ‘iki reyhan çiçeği [145] olarak nitelerdi. Bazı zamanlar, ‘reyhan çiçeklerinden’ birisini önüne, diğerini arkasına alarak, bindiği hayvanın sırtında Medine’de gezer ve onların eğlenmelerini sağlardı. [146]
Resulüllah, Fâtıma’dan olan torunlarının doğumuna çok sevinmişti. Diğer kızı Rukayye’den torunu olan Abdullah vefat ettiği zaman ise çok üzüldü (Ekim 625). İki yaşındaki Abdullah, bir horozun gagalaması nedeniyle gözünden ve yüzünden yaralanmıştı. Bir süre sonra hastalandı ve vefat etti. Resulüllah, sevgili torununun cenaze namazını kıldırdı. Onun mezara konulması sırasında kendisini tutamayıp ağladı. Göz yaşları kefenin üzerine döküldü.
Resulüllah bir insandı, dedeydi; torunlarını çok severdi. Bu sevgisini de her zaman, herkesin yanında açığa vururdu. Üstelik bu durum, Arap toplumunun o zamanki geleneği için yadırganır bir şey olmasına rağmen. Böyle olduğu içindir ki, Resulüllah’ın torununu sevip, öptüğünü gören bir bedevi Siz çocuklarınızı böyle sevip, öper misiniz? Halbuki biz çocuklarımızı hiç sevip, öpmeyiz’ diyerek şaşkınlığını belirtmişti. O bedevi böyle diyerek, Resulüllah’ı utandıracağım ve yaptığı şeyden vazgeçireceğini sanıyordu. Ama Resulüllah’ın cevabı düşündüğü gibi olmadı. O, şunu dedi: Allah senin kalbinden merhamet ve sevgiyi çekip aldıysa, ben sana ne yapabilirimi [147] Yine aynı şekilde olmak üzere, torunu Hasan’ı öptüğünü gören bir kişinin ‘Benim on çocuğum var. Ama şimdiye kadar bir tanesini bile öpmedim’ diyerek şaşkınlığını ifade etmesi üzerine, ‘Merhamet etmeyene merhamet edilmez’ karşılığını verdi. [148]
Müşrik Araplar arasında kız çocuklarının herhangi bir değeri yoktu. Hatta daha da önemlisi, kız çocuğuna sahip olmak, babalar, dedeler, ağabeyler için utanılacak bir şeydi. Kız çocuğu olduğu bildirilen kimse üzülür, utanırdı. Kızı nedeniyle namusunun tehlikeye gireceğini düşünürdü. Bu nedenledir ki, bazıları, ileride namusuna zarar getirmesin diye kızını küçük bir çocukken öldürmeyi tercih ederdi. İslâm ise bunu risâletin daha ilk günlerinde yadırgayıp, yasakladı. Kız çocuğunu öldürme işinin çok ağır bir suç olduğunu ve bunun hesabının sorulacağını bildirdi. Kız çocuğu nedeniyle sahip olunan utancı ve üzüntüyü yok etmeye çalıştı. Elbette ki, Allah ve Resulüne mutlak teslimiyet içerisinde olan Müslümanlar, Kur’an’ın veya Resulüllah’ın konuya ilişkin her türlü hatırlatma, uyarı ve tavsiyelerini anında dikkate aldılar. Ancak buna rağmen, özellikle Medine yıllarında, henüz İslâm’a yeni girmiş ve İslâm’ı çok iyi bilmeyenler birçok yanlışlık yapabiliyorlardı. Zira, kalplerinde ve yaşantılarında hâlâ yanlış geleneklerinin izlerini taşıyorlardı.
Resulüllah ise uyarılarıyla yanlışı gösteriyor ve çocuklara karşı yanlış tutumları değiştirmeye çalışıyordu. Bu konuda Ebû Hüreyre’den nakledilen şu rivayet önemlidir: ‘Peygamber’in yanına bir adam gelmişti. Yanında da bir çocuk vardı. Adam çocuğu öpmeye başlayınca Peygamber, “Ona acıyor musun?’ dedi. Adam ‘Evet’ deyince Rasülullah şöyle buyurdu: ‘Çocuğa olan şejkatinle sen de Allah’ın merhametine lâyıksın. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidif. Enes’in aynı bu konudaki rivayetinde şu ek bilgi vardır: ‘Adam çocuğunu öpüp dizine oturttu. Derken bir de kızı geldi. Onu da önüne oturtunca Rasülullah ‘Aralarında eşit muamele yapacak mısıh?’diye ikazda bulundu. [149] Bir başka seferinde ise ‘Çocuklarınızın arasında adaletli olun. Çocuklarınızın arasında adaletli olun. Çocuklarınızın arasında adaletli olun [150] buyurdu. Uyarısını üç kez tekrar etmesi, konunun önemine dikkat çekme isteğinden kaynaklanıyordu. Kız çocuklarının itilip-kakıldığı bir toplumda, tüm geleneksel anlayış ve uygulamalara rağmen şunu söylüyordu: ‘Kim üç kızı olur da bunlara sabrederse ve varlığından onlara giydirirse, ona ateşten koruyucu bir perde olurlar [151] Ayrıca, bizzat davranışlarıyla da, yanlış anlayış ve uygulamalara yönelik uyarılarını bir başka tarzda da olsa devam ettiriyordu. Kızı Zeyneb’ten olma Ümâme isimli torunuyla olan ilişkileri bunun önemli örneklerinden birisini teşkil etmiştir. O sadece bir dede olarak değil, aynı zamanda bir peygamber, bir komutan, bir devlet başkanı olarak bu kız torununu sıklıkla omzunda taşır, beraberinde mescide getirir ve namaz sırasında omzuna, sırtına çıkmasına engel olmazdı. Üstelik, bir defasında Ümâme’yi kucağına alarak namazını kılmış, secdeye giderken yanma bırakmış, secdeden kalkarken de tekrar kucağına almıştı. [152] Halbuki o toplum cahiliye döneminde çok değer verdikleri erkek çocuklarıyla bile bu şekilde bir ilişki içinde değillerdi.
Resulüllah’ın, torunu Ümâmı ile ilgili hatıralardan bir diğeri de, bir dede olarak kalbindeki torun sevgisini göstermesi açısından önemlidir. Bir gün elinde akik taşından bir kolye olduğu hâlde eşlerinin yanma gitti ve onu en çok sevdiği bir kimseye vereceğini söyledi. Eşlerinin her biri kolyeyi kime vereceğinin, hangi eşini daha çok sevdiğinin merakı ile birbirlerine bakmaya başladılar. Her biri, kolyenin kendisine verilmesini istiyordu. Ancak, Resulüllah elindeki kolyeyi torunu Ümâme’nin boynuna taktı. Çünkü onu çok seviyordu. [153]
O bir insandı; bir dedeydi. Torunlarını çok severdi. Bir gün minberde Müslümanlara hitap ediyor, onlara bir şeyler anlatıyordu. O sırada torunları Hasan ve Hüseyin’in düşekalka mescide girdiklerini gördü. Hemen konuşmasını kesip minberden indi ve gidip torunlarını kucağına alarak yanma oturttu. Olup-biteni şaşkınlıkla izleyen cemaate ise ‘Onları görünce dayanamadım’ dedi ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti. [154] Torununu mescide getirdiği bir gün secdeyi fazlasıyla uzatmıştı. Cemaati oluşturan müminler vahiy geldiğini sandılar ve secde halinde beklediler. Uzun bir secdenin arkasından namazı bitirince merakla sordular: ‘Ey Allah’ın Resulü.’ vahiy mi geldi?’. ‘Hayır’ dedi: ‘Secde sırasında torunum omzuma bindi. Onun inmesini beklediğim için secdeyi uzattım. [155] Aynı olayı bir sahabe ise şöyle anlatıyor: ‘Allah’ın Resulü gündüz namazlarından birisinde torunlarından birisi kucağında olduğu halde mescide geldi. Öne geçip çocuğu yere indirdi. Sonra namaza durdu. Biz de kendisine uyduk. Namaz sırasında secdelerden birisim o kadar uzattı ki, merak ederek başımı kaldırıp bahtım; ne göreyim çocuk secde eden Resulüllah’ın sırtında değil mi? Secdeme geri döndüm. [156] Bizzat şahit olduğu benzer bir durumu ise Ebû Hureyre şöyle anlatmıştır: ‘Resulüllah ile birlikte yatsı namazı kılıyorduk. Resulüllah secdeye vardığı zaman Hasan ve Hüseyin sırtına çıkıyorlardı, Resulüllah secdeden kalkarken onları gayet nazikçe sırtından indiriyor, tekrar secdeye vardığında onlar tekrar aynı şeyi yapıyorlardı. Namazı bitince birini bir yanına diğerini öbür yanma oturttu. Ben yanına varıp ‘Ey Allah’ın Resulü, onları annelerine götüreyim mi?’ diye sordum. ‘Hayır’ dedi. O esnada bir şimşek çaktı. Resulüllah, çocuklara ‘Haydi annenize gidin’ dedi. Çocuklar da kalkıp gittiler. [157]
O bir insandı; bir dedeydi. Torunlarıyla şakalaşmayı, oynamayı severdi. Torunlarını omzunda taşımaktan hoşlanırdı. Bir defasında torunlarından birisi sırtına binince ‘bineğini buldun [158] diyerek sevgisini dile getirdi. Sâ’d b. Ebî Vakkas anlatıyor: ‘Bir gün Resulüllah’ın odasına girdim, iki torunu üzerinde oturur bir vaziyette yerde yatıyordu. ‘Onlan çok mu seviyorsun?’ diye sordum. ‘Evet. Onlar benim iki güdelim’ cevabını verdi. [159] Sık sık torunlarını sevmeye gider, torunlarını göremeyince ‘ufaklık nerede? [160] diye sorardı. Torunlarına ‘kucak kucak [161] yaptığı zaman kendisine gelmelerinden ve sarılmalarından büyük keyif alırdı. Ya’la b. Murre’nin bir şahitliği dede ile torun arasındaki ilişkinin yakınlığını ve sıcaklığını göstermesi açısmdan önemlidir: ‘Resulüllah ile birlikte davet edildiğimiz bir yemeğe gidiyorduk. Hüseyin önünde oynamaya başladı. Resulüllah oradakilerin önüne geçerek kollarını açıp çocuğun kendisine gelmesini istedi. Çocuk oraya buraya kaçmaya başladı. Resulüllah ise onun bu haline gülüyor ve onunla oynaşıyordu. Sonunda çocuğu tuttu. Bir elini çenesinin altına, bir elini de ensesine koyarak onu öptü. [162]
Resulüllah sadece kendi çocuklarına değil, diğer çocuklara karşı da sevgi ve Şefkat doluydu. Küçük bir çocukken Resulüllah’ın yanında kalmaya başlayan ve on yıl Resulûllah’la birlikte olan Enes b. Malik’in, Resulüllah’ın çocuklara karşı sevgi ve şefkatiyle ilgili tanıklığı şöyledir: ‘Çoluk çocuğa karşı Resulüllah’tan daha şefkatli birini görmedim [163] ‘Kendisine on yıl hizmet ettim, bana bir kez olsun ‘öf bile demedi. [164] Çocuklarla oynamaktan, oyunlarında onlara eşlik etmekten hoşlanırdı. Bu özelliğiyle ilgili olarak, Resulüllah’m zamanında çocuk yaşta olan Abdullah b. Haris’in bir hatırası şöyledir:
‘Resulûllah bir defasında beni, Ubeydullah’ı ve Âbbas oğullarından bir çocuğu sıraya soktu ve ‘Kim diğerlerini geçer ve bana herkesten önce ulaşırsa ona bir ödül vereceğim’ dedi. Sonra karşımıza geçip kendisine doğru koşmamızı bekledi. Koşmaya başladık. Herbirimiz, diğerlerini geçebilmek için olanca gücüyle koşuyordu. Resulüllah’ın yanına vardığımız zaman hızımızı kesemedik, göğsüne ve sırtına çarptık. O ise bizi karşıladı ve her birimize sarılıp, bağrına bastı. [165] Çocuklara karşı özel ve derin bir sevgiye sahip olduğu için, bir gün sabah namazını kıldırırken birinci rekatta uzunca bir sûre okumasına rağmen, ağlayan bir çocuğun sesini duyunca ikinci rekatı çok kısa tutarak namazı bitirdi. Çocuğun ağlamasına dayanamadı. Bir defasında da Ümm-ü Kays ağlayan çocuğuyla yanına geldiğinde, çocuğu alıp kucağına oturttu ve hem onu sevdi, hem de ağlamasını kesmeye çalıştı. Çocuk, Resulüllah’m üzerine çişini yaptı. Resulüllah bu duruma ne kızdı ve ne de tiksindi. Bir miktar su istedi ve elbisesinin çişli yerini elleriyle yıkadı. [166]
[115] Isra, 17:95
[116] ibrahim, 14:11
[117] Isra, 17:95
[118] Furkan, 25:20
[119] Buharı, Enbiya 48; Darimi, Rekâİk 68; Ahnıed, Müsned 1/23, 56.
[120] Ibn Hacer el-Askalanî, Fethü’l Bârî,XIX/243, 244; Kettânî, Et-Teratîbu’l îdâriyye, 11/348, 349.
[121] Müslim, Fedai! 150
[122] Buharı, Enbiya 35, Husûmat 1, Tefsir-Mümin 4, Rikâk 43, Tevhid 22, 31; Müslim, Fedail 160
[123] Buharı, Enbiya 150; Müslim, Eedail 168
[124] Müslim, Birr 90; Darimi, Sünen 2/406; Ahmed, Müsned 6/107
[125] Müslim, Fedail 38
[126] Buharı, Ahkam 20, Müslim, Akdıye 4
[127] Buharı, Salât 31
[128] Kehj, 18:6
[129] Nahl, 16:127
[130] Tevbe, 9:28
[131] Şura, 42:52
[132] Ibn Kesir, El-Bidaye s.III/20
[133] Müddesir, 74:1,2
[134] Ibn İshak, Siyer, 336
[135] Lokman, 31:13,16-19
[136] Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, ÎX/209; İbnü’l Esir, Üsdû’l Gabe, V/520; Ibn Sâ’d, et-Taba-katü’l-Kübra, VIII/20.
[137] Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi,lV236.
[138] Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, 11/236.
[139] Müslim, Fedail 15
[140] Buharî, Buyu 28; Ibn Abdilber, el-îstiâbfî Esmai’l-Ashâb, 1/42.
[141] Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedail 62; Ibn Mace, Cenaiz 53; Ibn Hanbel, Müsned 111/194
[142] Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, 11/236. Medine Dönemi 241
[143] Tirmizî, Menakıb 61, Tefsir 4; Müslim, Fedaili’s Sahabe 9; Ahmed, Müsned VI/3Û4;
[144] Haysemi, Mecmau’z Zevaid, IX/166
[145] Buharî, Edeb 18, Fedailu Ashabi’n Nebi 22
[146] Müslim, Fedaifi’s Sahabe 8
[147] Buharî, Edeb 18; Müslim, Eezail 64.
[148] Buharî, Edeb 18, Müslim, Fedail 65; Tirmizî, Birr 12; Ebû Davud, Edeb 156
[149] Buharî, Edeb, 12-13
[150] Buhârî, Hibe, 12-13; Müslim, Hibat, 13; Ebû Dâvud, Büyü 83; Ahmed, Müsned, IV, 275, 278).
[151] İbn-i Mâce, Edeb, 3
[152] Müslim, Mesacid 42, 43, 44
[153] Ahmed, Müsned VI/101
[154] Tirmizî, Menakıb 31; Ebû Davud, Kitabu’s Salât 1/290; Neseî, Kitabu’l Cumu’a 3/108
[155] Ahmed, Müsned 3/493; Neseî, Tatbik 82
[156] Ahmed, Müsned 3/493; Nesei, îftitdh 2/229; Hakim, Müstedrek 3/166
[157] Hakim, Müstedrek, 111/167
[158] Haysemi, Mecma’u’z Zevaid, 9/182
[159] Haysemi, Mecma’u’z Zevaid, 9/181; Bezzar, Keş/u’l Estar III/225.
[160] Buharî, Libas 60, Büyü 49; Müslim, Fezaüi’s Sahabe 57
[161] Buharî, Büyü 49; Müslim, Fedaili’s Sahabe 8
[162] Ibn Mace, Mukaddime 11
[163] Müslim, Fedail 15
[164] Buharî, Diyad 27, Vesaya 25; Müslim, Fezail 13.
[165] Ahned, Müsned, 1/214; Heysemî, Mecmau’î: Zevaid IX/17
[166] Buharî, Vudû 59.
Eğer yeryüzünde yerleşmiş, gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette ki onlara gökten, peygamber olarak melek gönderirdik. [115] Vahiyden size söylediklerimi alın. Eğer kendi görüşümü bildirirsem bilin ki ben ancak bir insanım; isabet de ederim, hata da. (Hz. Muhammed (s)
Kur’an’ın bildirdiği üzere, Peygamberlerin reddedilme nedenlerinden en önemlisini ‘melek’ olmamaları oluşturmuştur. Kâfirler/müşrikler, kendilerine gönderilen peygamberin insan oluşunu, inkârlarının gerekçesi kılmışlardır. Fakat onların bu tavırlarına rağmen o kutlu elçiler ‘Biz de sizin gibi bir insanız [116] diyerek kendilerine vahyolunan hakikati ilan etmeyi ihmal etmemişlerdir. Hakikati inkar eden inkarcıların anlamsız beklentilerini “Eğer yeryüzünde yerleşmiş, gezip dolaşan melekler olsaydı, elbette onlara gökten, peygamber olarak bir melek gönderirdik [117] ayetiyle cevaplayan yüce Allah, kendisi bir melek olmadığı için eleştirilen ve reddedilen son elçisinin kalbini yatıştırmak için ‘(Resulüm) Senden önce gönderdiğimiz bütün peygamberler de hiç şüphesiz yemek yerler, çarşılarda dolaşırlardı [118] evrensel gerçeği bildirmiştir. Ayrıca, insanların peygamberin insan olduğunu unutmamaları, unutarak yanlışa sapmamaları için, Müslümanlığın anahtarı olan kelime-i tevhidde peygamberin insan oluşu özellikle vurgulanmıştır.
Bir hakikat elçisi olmasının yanısıra dosdoğru hayat tarzının ve mükemmel bir kişiliğin insanlar için en güzel modeli de olan Hz. Peygamber, kendisinin bir insan olduğunu risâlet süresince her fırsatta vurguladı. Müslümanları, Hz. İsa’ya bağlandıklarını söyleyenlerin hatalarına düşmemeleri konusunda sıklıkla uyardı: Hıristiyanların İsa’yı övdüğü gibi siz de beni övmeyin. Ben Allah’ın kuluyum. Benim Allah’ın kulu ve resulü deyin [119] dedi. Düğünlerin birisinde şarkı söyleyen bir kadmm ‘Muhammed yarın ne olacağını bilir’ dediğini duyunca ‘Yarın ne olacağını Allah’tan başka hiç kimse bilmez [120] diyerek müdahale etti. Yüceltme zihniyetinin kolaylıkla kutsamaya dönüşeceğini bildiği için, kendisine yönelik övgülere hep müdahil oldu. Kendisine ‘Ey yeryüzünün en hayırlısı’ diye hitap eden kişiye ‘O dediğin İbrahim’dir [121] karşılığını vererek, o övgüyü bir başka salih şahsiyete yönlendirdi. Çünkü, çok iyi biliyordu ki, bu tür övgülere ses çıkarmasa, övgülerin dozajı gittikçe artacak ve sınır aşılacaktı. Yine aynı maksatla kendisini Hz. Musa ile karşılaştıran ve ‘Allah’ın insanlar arasından seçip en üstün kıldığı kişi Muhammed’dir’ diyene karşı, ‘Beni Musa’ya karşı üstün tutmayın. İnsanlar’kıyamet günü bayılacaklar, ben de onlarla birlikte bayılacağım. Ayüdığımda Musa’yı arşa sıkı sıkıya tutunmuş bir vaziyette göreceğim. Bilmiyorum; o da bayılıp benden önce mi ayılacak, yoksa Allah onu bundan istisna mı tutacak [122] cevabını verdi. Bir başka seferinde ise, kendisine insanların en üstününün kim olduğunu soranlara ‘En müttakilef dedi. Soruyu soranlar asıl istedikleri cevabı duyamadıkları için ‘Biz bunu sormuyoruz’ diyerek sorularını tekrarladıklarında ‘Yusuf dedi ve devam etti: ‘O, Allah’ın dostunun oğludur. Allah’ın peygamberinin oğludur. Allah’ın peygamberidir’. İstedikleri cevabı alamayanlar ‘Biz bunu da sormamıştık’ diyerek sorularını tekrarladıklarında ‘Bana Arap kavminden mi soruyorsunuz? Onların cahiliye döneminde hayırlı olanları, eğer gidişatlarını sağlam kılmışlarsa, Allah’a teslimiyet döneminde de en hayırlılardır [123] dedi ve tüm bu sorulara rağmen kendisini hiç zikretmedi. Böylelikle, kendisiyle ilgili gelişecek olan potansiyel kutsama zihniyetinin önünü kesmeye çalıştı.
O, bir insan olduğunu her fırsatta ifade etti. Dualarında dahi insan oluşunu dile getirdi. Bir seferinde ‘Allahım! Ben bir insanım. Herhangi bir kimseye lanet etmiş, kötü söz söylemiş, ya da el kaldırmışsam, onu o kişi için bir dua, bir bağış, Kıyamet günü kendisiyle sana yaklaşacağı bir araç kıl [124] diye dua etti. Yine çoğu zaman, değişik vesilelerle, insan olmanın getirdiği eksikliklerin kendisinde de bulunduğunu veya bulunacağını belirtti. Sıklıkla ‘Vahiyden size söylediklerimi alın. Eğer kendi görüşümü bildirirsem bilin ki ben ancak bir insanım; isabet de ederim, hata da. [125] Veya ‘Ben bir insanım. Bazen aralarındaki problemi çözmem için bana davacılar geliyor. Ben onları dinliyor ve kararımı dinlediklerime göre veriyorum. Ama birisi derdini iyi anlatırken diğeri anlatamıyor olabilir. Bu nedenle ben yanlış karar vermiş olabilirim. Böyle bir hata yapar da her kime bir Müslüman kardeşinin hakkını verirsem, o ancak ateştir: onu isterse alsın isterse geri versin [126] gibi söz ve açıklamalarla insan oluşuna ve insan oluşun doğal zaaflarına dikkat çekti. Sahabeler ise O’nun bir insan oluşunun getirdiği bazı yanlışlık veya eksikliklere şahit oldular ve hakikati bilen kimseler olarak bunlara hiç şaşırmadılar. Dalgınlıkla namazı yanlış kılması ise bunun Örneklerinden birisini oluşturdu. Buna şahit olanlardan birisi anlatıyor: ‘Resulüllah’la birlikte namaz kılıyorduk. Namazda bir değişiklik yaptı. Herhalde vahiyle kendisine bu değişiklik bildirildi diye düşündük. Namaz sonrasında kendisine durumu sorunca: ‘Eğer namazla ilgili herhangi bir yeni hüküm olursa onu size bildiririm. Ben sadece bir insamm. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unutur ve yanılırım. Eğer unutursam bana hatırlatın’ dedi. Anladık ki değişiklik unutmasının sonucuymuş. [127]
O seçilmiş bir elçiydi, alemlere rahmetti, insanlar için en güzel Örnekti; ama hepsinden önce bir insandı. İnsan olduğu için diğer tüm insanların hallerinden ve dillerinden anladı; O’nun hali ve dili de diğer tüm insanlar tarafından anlaşılır oldu. Bir insan olduğu, bazı kimseler ilâhî hakikati kabul etmiyor, hakikati reddederek azaba gidiyorlar diye ‘ütüldü’, üzüntüsünden ‘neredeyse kendisini mahvedecek oldu.[128] O hiçbir zaman kendi isteğiyle gerçekleştirdiği ve yönlendirdiği olağanüstülüklere sahip olmadı. Bu nedenle kâfirlerin Müslümanlara yönelik oyun ve tuzaklarından dolayı ‘endişe’ etti.[129] Müslümanların sıkıntıları, uğradıkları zahmetler kendisine ağır geldi; ‘incindi’ ve ‘üzüldü.[130] ‘Kitap nedir, iman nedir bilmezken [131] elçi olarak seçilip Kur’an ile eğitildiği ve bu eğitiminin bir parçası olarak da insanları gidecekleri yolları konusunda uyarmaya başladığında zorlandı. Risâletin ilk günlerinde kendisine vahyolunan ayetleri insanlara bildirme konusunda sıkıntı çekti; ‘Naşı! Yaparım? Bunu kavmime nasıl söylerim [132] diyerek korku ve endişesini dile getirdi. Bu nedenle de ‘Ey korku, endişe Örtüsüne bürünen kalk ve uyar [133] ayetine muhatap oldu. Risâletin sıkıntılı o ilk günlerinde ‘Ya Rabbi! Kalbime güven verecek ve benden bu kederi giderecek yolu göster [134] diye dua ederek, kalbinin yatıştırılmasmı, iradesinin güçlendirilmesini, adımlarının sağlamlaştırılmasını istedi.
O bir insandı ve pek tabiî olarak bir insan olarak yaşadı. İnsan olmanın getirdiği biyolojik ve psikolojik ihtiyaçlara sahipti. Bu nedenle herkes gibi o da evlendi; çocukları oldu; çocuklarını büyüttü, evlendirdi. Torunları oldu, torunlarıyla ilgilendi. Bir,baba ve bir dede olarak çocukları ve torunlarıyla oynaştı; onları sevdi, öptü. Onların başlarına gelen kötü şeylerde, iyi ve müşfik her babanın özelliği olduğu üzere, üzüldü, hatta ağladı.
Resulüllah bir babaydı, ama herhangi bir baba değil, çok iyi ve çok müşfik bir babaydı. Çocuklarını çok severdi. Sevgisi kesinlikle yüzeysel değildi. Sevgisinde samimi ve içtendi. Onların iyi bir insan, iyi birer Müslüman, muttaki birer şahsiyet olmalarını arzular ve böyle olmaları için de çabalardı. Hemen her konuda olduğu gibi bu konuda da rehberi Kur’an’dı. Kur’an’ın önceki zamanlarda yaşamış salih şahsiyetlerin çocuklarına yaklaşımlarıyla ilgili anlattıkları, tüm Müslümanlar için olduğu kadar, Resulüllah için de ilahî bir hatırlatma ve ihtardı. Bu açıdan nz. Lokman’ın sımsıcak bir tarzda ‘yavrucuğum’ diye hitap edip, sevgi ve şefkat dolu bir tarzda evladına yaptığı tavsiyeler, hem üslubuyla ve hem de niteliğiyle °nemli bir örnekti: ‘Lokman, oğluna öğüt vererek: ‘Yavrucuğum! Allah’a ortak koşma! Doğrusu şirk, büyük bir zulümdür, demişti… Yavrucuğum! Yaptığın iş (iyilik veya kötülük), bir hardal tanesi ağırlığında bile olsa ve bu, bir kayanın içinde veya göklerde yahut yerin derinliklerinde bulunsa, yine de Allah onu (senin karşına) getirir. Doğrusu Allah, en ince İşleri görüp bilmektedir ve her şeyden haberdardır. Yavrucuğum! Namazı kıl, iyiliği emret, kötülükten vazgeçirmeye çalış, başına gelenlere sabret. Doğrusu bunlar, azmedilmeye değer işlerdir. Küçümseyerek insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Zira Allah, kendini beğenmiş övünüp duran kimseleri asla sevmez, yürümüşünde tabiî ol, sesini alçalt. Unutma ki, seslerin en çirkini merkeplerin sesidir.[135]
Resulüllah, Bedir savaşı için Medine’den ayrıldığı zaman kızı Rukayye ağır hastaydı. Medine’ye döndüğü zaman kızının vefat ettiğini duydu. Çok üzüldü. Doğruca kızının mezarına gitti. Sessizce gözyaşı döküp, dua etti. Mekke’deki diğer kızı Zeyneb’in Medine’ye hicretiyle çok sevindi. Rukayye’yi kaybetmesinin üzüntüsünü Zeyneb’e kavuşmasının sevinciyle bastırmaya çalıştı. Ona sarılıp kalbindeki acıyı dindirmeye çalıştı. Sevgisini ve hasretini dile getirdi. Ancak bu sevinci uzun sürmedi. Yolculuk sırasında Mekkeli bazı serserilerinin saldırısına uğradığı için deveden düşüp yaralanan ve düşük yapıp çocuğunu kaybeden Zeyneb’in sağlığı bozulmuştu. Buna çok üzüldü ve faillerine kızdı. Kızma bu kötülüğü yapan serserileri ağır şekilde cezalandıracağını söyledi. Ancak O, bir baba olarak ifade ettiği kızgınlığın gereğini, insanlığın en mükemmel örneği olarak yerine getirmedi. Zeyneb’in yaralanmasına ve düşük yapmasına neden olan Habbâr b. Esved Müslüman olduğu zaman ona olumsuz bir şey demedi; affettiğini bildirdi.
O, her baba gibi, çocuklarının mutlu olmasını, mutluluklarına vesile olacak sevgi dolu, hayırlı bir evlilik yapmalarım isterdi. Bu nedenle kızları için uygun damat adayı çıkınca evlenmelerine mani olmadı. Hz. Ali, O’nun için iyi bir damat adayıydı. Zaten ona karşı özel bir sevgisi vardı. O kendi terbiyesinde büyümüştü. Onun kişiliğini, ahlâkını çok yakından biliyordu. Bu nedenle Ali, kızı Fâtıma ile evlenmek istediği zaman, kızı için iyi bir koca olacak Ali’ye itiraz etmedi. Memnun oldu. Çekinip düşüncesini açıkça söyleyememesi nedeniyle, Fâtıma ile evlenme isteğini dile getirmesinde ona yardımcı oldu. Mehir olarak verecek herhangi bir parası veya eşyası olmadığı için sıkıldığım fark ettiğinde de yardımcı olmaktan geri durmadı. Ali anlatıyor: ‘Azat ettiğim bir kölem vardı. Bir gün bana ‘Fâtıma’yı Resulüllah’tan isteyenler var. Biliyor musun?’ dedi. ‘Biliyorum’ dedim. Bunun üzerine ‘Seni, Resulüllah’a gidip Fâtıma’yı istemekten engelleyen nedir, Fâtıma’yı başkasıyla evlendirmeden git iste’ dedi. Fâtıma ile evlenmeyi istiyordum. Ancak evlenmemi sağlayacak mal ve mülke sahip değildim. Bu nedenle ‘Hiçbir şeye sahip değilim. Onunla nasıl evlenirim!’ dedim. Kölem, ‘Git Resulüllah ile konuş. O muhakkak bir kolaylık sağlayacaktır’ dedi. Resulüllah’ın yanına gittim. Yanına oturdum ama hiçbir şey diyemedim. Bütün vakar ve heybeliyle karşımda duruyordu. O durumumdan, kendisiyle konuşmayı istediğim konunun ne olduğunu anladı ‘Ali.’ Neden geldin? Bir isteğin mi var? Sanırım benden Fâtıma’yı istemeye geldin’ dedi. Çok utandım ve sıkıldım. Zorlukla ‘evet’ diyebildim7. Resulüllah, kızı ile konuyu konuşacağını söyledi. Kızıyla konuştu ve onun da Ali ile evlenmeye istekli olduğunu anlayınca, sevindirici haberi Ali’ye iletti. Ancak başından beri en önemli çekincelerinden birisi olduğu üzere Ali’nin evlilik için yeterli parası yoktu. Bu nedenle sıkıntılıydı. Onun bu durumunu bilen Resulüllah ‘Mehir olarak ne vereceksin?’ dedi. Amacı hesap sormak değil, konuyu açmaktı. Ali sıkıntı içerisinde, hiçbir şeye sahip olmadığını, Mehir olarak verecek bir şeyi olmadığını söylediğinde, ‘Sana verdiğim zırhın nerede’ diye sordu. Ali, zırhın evde olduğunu, ayrıca bir de ata sahip olduğunu söyleyince ‘Atın sana lazım, onu satma. Fakat zırhı sat’ dedi.[136] Böylelikle gerçekleşecek evliliğin maddî yönünü de çözüme kavuşturdu. Ali ile Fâtıma evlendiler. Onların bu,evlilikleri her dönemin insanları için örnek bir ailenin kurulmasına; tüm evlilerin ve evleneceklerin örnek alacağı bir ideal evlilik hayatının doğmasına vesile oldu.
Resulüllah, her iyi ve hassas baba gibi, çocuklarının mutluluğunu, iyi bir evlilik yapmalarını isterdi. Bu nedenle ahlâkını ve kişiliğini beğendiği Osman’ın da damadı olmasını istedi. Önce kızı Rukayye’yi onunla evlendirdi. Ancak Rukayye ölünce bu sevgili damadıyla olan akrabalık ilişkisinin devam etmesi için, diğer kızı Ümm-ü Gülsüm’le evlenmesini memnuniyetle onayladı. Nikahlarını Bedir’den bir süre sonra, hicretin üçüncü yılında kıyarak, bir başka güzel ve hayırlı yuvanın inşasına vesile oldu.
Kızlarına olan ilgisini, evlenmelerinden sonra da hiç kesmedi. Genç evlilerin beraberliklerini iyi bir şekilde yürütmeleri için iyi ve müşfik bir baba ne yaparsa, O da onu yaptı. Bu konuda Fâtıma ile Ali’nin birbirlerine kırgınlıklarını gidermek için gösterdiği çabanın özel bir yeri ve ayrıcalıklı bir değeri vardır. Fâtıma ve Ali birbirlerini çok seviyorlardı. Ancak hemen her evlilikte olduğu gibi onların da aralarında bazen birbirlerine kırılmalarına neden olacak ufak-tefek tartışmalar çıkıyordu. Resulüllah, kendisine yansıması durumunda, kızı ile damadının kırgınlıklarını gidermek için ikisiyle de görüşür ve problemi çözerdi. Bir defasında, Fâtıma ile Ali’nin yanına üzüntülü gidip, sevinçli dönünce, bunun sebebini soranlara ‘Çok sevdiğim iki kişiyi birbirleriyle barıştırdım da [137] cevabını verdi. Yine bir gün Ali, Fâtıma’ya sert davranmış, o da kocasını şikayet etmek için babasına gelmişti. Resulüllah, kızını dikkatle dinledi. Ortada önemli bir problem yoktu. Böyle olduğu için Ali de hatasını fark etmiş ve yaptığına pişman olmuş bir hâlde gelmiş, bir kenarda sessizce duruyordu. Resulüllah bu durumda kızının gerçeği görüp, kapris yapmasını önlemeyi tercih etti. Kızma, kocasına karşı iyi bir eş olmasını tavsiye etti. Kızı, O’nun bu tavsiyeleri üzerine şaşırmca ‘Kızım! Hangi koca, karısının arkasından böyle uysalca gelir. Bunu düşünmelisin [138] dedi. Ali, kayınpederi ve peygamberi kutlu insanın bu sözlerinden etkilendi ve eşine o günden sonra daha iyi davrandı. Hiçbir şekilde ne eşini ve ne de kayınpederini üzdü.
Resulüllah, kendisini yakından tanıyanların tanıklığıyla biliyoruz ki, çocuklara karşı en merhametli olandı. [139] Oğlu ibrahim’in bakımını, demircilik işleriyle uğraşan bir aile üstlenmişti. O bir baba olarak sık sık duman dolu avludan ve odadan geçerek İbrahim’in bulunduğu yere gider ve sevgili çocuğunu şefkatle kucağına alarak severdi. [140] İbrahim öldüğü zaman gözyaşlarını tutamayıp, ağladı. Onun ağladığını görenler hayret ederek ‘Ey Allah’ın resulü sen de mi ağlıyorsun?’ dedikleri zaman ‘Göz yaşarır, kalp üzülür. Rabbimizi hoşnut etmeyecek şey söylemeyiniz. Biz sana gerçekten üzülüyoruz ey İbrahim! [141] dedi. Ümm-ü Gülsüm’ün ölümcül hastalığı, ölümü ve kabre konulusu sırasında da ağladı. O, Fâtınıa hariç, diğer tüm çocuklarının ölümüne tanık olan bir babaydı. Biri hariç çocuklarının tamamının ölüm acılarını yaşamış bir baba olarak gönlü hep acı ve ıstırapla doluydu. İlk zamanlar kaybettiği çocuklarının hasretini uzun bir süre kızları Ümm-ü Gülsüm, Rukayye ve Fâtıma ile gidermeye çalıştı. Ancak kendi vefatına yakın tarihlerde Ümm-ü Gülsüm ve Rukayye’yi de kaybedince bütün sevgisini Fâtıma’ya ve torunlarına yöneltti.
Sevgili kızı Fâtıma’ya karşı ömrünün sonlarına doğru daha da müşfik bir baba oldu. Öyle ki, o yanma gelince, eğer oturuyorsa ayağa kalkar, kızınm elinden tutar, yanağından veya alnından öperdi. Medine’den ayrılacağında kızma muhakkak uğrar, gönlünü alır, torunlarını severdi. Dışarıdan Medine’ye döndüğünde önce mescide gidip namaz kılar, sonra kızma uğrayıp halini sorar, hatırım alır ve ondan sonra kendi evine giderdi. Fâtıma’nın evine gidişlerinin birisinde kızını deve kılından yapılmış kaim bir elbise ile gördü. O giyilebilecek en kaba, en rahatsız edici ve en ucuz elbiseydi. Bu duruma üzüldü ve gözleri yaşardı. Ama bir devlet başkanı, bir toplum lideri olarak kızma servetler bağışlamayı düşünmedi. Bunun yerine Fatma! Kızım! Bugün zorluklara ve yoksulluğa sabırla göğüs ger ki, yarın kıyamet gününde Cennetin nimetlerine kavuşabilesin [142] dedi. Bir defasında da kızının üzerinde ziynet eşyaları görünce bundan hoşlanmadığını hissettirdi ve babasının bu konulardaki tercihini çok iyi bilen Fâtıma, sahip olduğu ziynet eşyalarını vakit geçirmeden yoksullara verdi.
Resulüllah ailesine düşkündü. Bir gün bir örtünün altında oturup Fâtıma’yı, Ali’yi, Hasan’ı ve Hüseyin’i yanına aldı ve ‘îşte bunlar benim ev halkım. Allahım onlardan kötülüğü gider ve kendilerini tertemiz et [143] dedi. Sözünün ikinci kısmı ile Ahzab sûresinin 33. ayetini dile getiriyordu. Sadece kendisinin değil, ailesinin de her türlü inanç ve ahlâk yanlışlığından uzak kalıp, tertemiz olmalarını, insanlar için örnek olmalarını arzuluyordu. Ailesine düşkün olduğu için kızı, damadı ve torunlarıyla birlikte oturmayı, onlarla birlikte aynı kaptan yemek yemeyi severdi. Böylesi anlardan birisini Ümm-ü Seleme şöyle anlatmıştır: ‘Fâtıma, bir gün Hasan ve Hüseyin’i sırtına almış bir hâlde Resulüllah’ın yanına geldi. Elinde de, içerisinde sıcak kavut çorbası bulunan bir tencere vardı. Tencereyi getirip Resulüllah’ın önüne koydu. Resulüllah ‘Ali nerede?’ dedi. Fâtıma: ‘Evde’ deyince Resulüllah onu çağırttı. Böylece Fâtıma, Ali, Hasan ve Hüseyin’le birlikte oturup yemek yedi. [144]
Fâtıma ile Ali’nin ilk çocukları doğduğunda (2 Mart 625), yiğit bir savaşçı olan Ali, bu özelliğinin etkisiyle oğluna ‘Harb’ ismini vermek istedi. Resulüllah isimler konusunda hassastı. Kan, kin, şiddet, kötülük, felaket çağrıştıran isimlerden hoşlanmazdı. Bu nedenle Ali’nin seçtiği ismi beğenmedi. Anne ve babanın iznini alarak doğumuna çok sevindiği torununa kendisi isim verdi. Ünce torununun kulağına ezan okudu ve o güne kadar Araplar arasında hiç rastlanmayan bir ismi torunu için seçti. Torunu için seçtiği isim Hasan idi. Fâtıma’dan olan ikinci torunu doğduğunda (10 Ocak 626) onun ismini de kendisi vermek istedi ve bu torununa da yine Araplar arasında daha önce hiç kullanılmamış bir ismi seçti. Bu torunu için seçtiği isim ise Hüseyin idi. Bu iki torununu çok severdi. Onları ‘iki reyhan çiçeği [145] olarak nitelerdi. Bazı zamanlar, ‘reyhan çiçeklerinden’ birisini önüne, diğerini arkasına alarak, bindiği hayvanın sırtında Medine’de gezer ve onların eğlenmelerini sağlardı. [146]
Resulüllah, Fâtıma’dan olan torunlarının doğumuna çok sevinmişti. Diğer kızı Rukayye’den torunu olan Abdullah vefat ettiği zaman ise çok üzüldü (Ekim 625). İki yaşındaki Abdullah, bir horozun gagalaması nedeniyle gözünden ve yüzünden yaralanmıştı. Bir süre sonra hastalandı ve vefat etti. Resulüllah, sevgili torununun cenaze namazını kıldırdı. Onun mezara konulması sırasında kendisini tutamayıp ağladı. Göz yaşları kefenin üzerine döküldü.
Resulüllah bir insandı, dedeydi; torunlarını çok severdi. Bu sevgisini de her zaman, herkesin yanında açığa vururdu. Üstelik bu durum, Arap toplumunun o zamanki geleneği için yadırganır bir şey olmasına rağmen. Böyle olduğu içindir ki, Resulüllah’ın torununu sevip, öptüğünü gören bir bedevi Siz çocuklarınızı böyle sevip, öper misiniz? Halbuki biz çocuklarımızı hiç sevip, öpmeyiz’ diyerek şaşkınlığını belirtmişti. O bedevi böyle diyerek, Resulüllah’ı utandıracağım ve yaptığı şeyden vazgeçireceğini sanıyordu. Ama Resulüllah’ın cevabı düşündüğü gibi olmadı. O, şunu dedi: Allah senin kalbinden merhamet ve sevgiyi çekip aldıysa, ben sana ne yapabilirimi [147] Yine aynı şekilde olmak üzere, torunu Hasan’ı öptüğünü gören bir kişinin ‘Benim on çocuğum var. Ama şimdiye kadar bir tanesini bile öpmedim’ diyerek şaşkınlığını ifade etmesi üzerine, ‘Merhamet etmeyene merhamet edilmez’ karşılığını verdi. [148]
Müşrik Araplar arasında kız çocuklarının herhangi bir değeri yoktu. Hatta daha da önemlisi, kız çocuğuna sahip olmak, babalar, dedeler, ağabeyler için utanılacak bir şeydi. Kız çocuğu olduğu bildirilen kimse üzülür, utanırdı. Kızı nedeniyle namusunun tehlikeye gireceğini düşünürdü. Bu nedenledir ki, bazıları, ileride namusuna zarar getirmesin diye kızını küçük bir çocukken öldürmeyi tercih ederdi. İslâm ise bunu risâletin daha ilk günlerinde yadırgayıp, yasakladı. Kız çocuğunu öldürme işinin çok ağır bir suç olduğunu ve bunun hesabının sorulacağını bildirdi. Kız çocuğu nedeniyle sahip olunan utancı ve üzüntüyü yok etmeye çalıştı. Elbette ki, Allah ve Resulüne mutlak teslimiyet içerisinde olan Müslümanlar, Kur’an’ın veya Resulüllah’ın konuya ilişkin her türlü hatırlatma, uyarı ve tavsiyelerini anında dikkate aldılar. Ancak buna rağmen, özellikle Medine yıllarında, henüz İslâm’a yeni girmiş ve İslâm’ı çok iyi bilmeyenler birçok yanlışlık yapabiliyorlardı. Zira, kalplerinde ve yaşantılarında hâlâ yanlış geleneklerinin izlerini taşıyorlardı.
Resulüllah ise uyarılarıyla yanlışı gösteriyor ve çocuklara karşı yanlış tutumları değiştirmeye çalışıyordu. Bu konuda Ebû Hüreyre’den nakledilen şu rivayet önemlidir: ‘Peygamber’in yanına bir adam gelmişti. Yanında da bir çocuk vardı. Adam çocuğu öpmeye başlayınca Peygamber, “Ona acıyor musun?’ dedi. Adam ‘Evet’ deyince Rasülullah şöyle buyurdu: ‘Çocuğa olan şejkatinle sen de Allah’ın merhametine lâyıksın. Çünkü Allah, merhametlilerin en merhametlisidif. Enes’in aynı bu konudaki rivayetinde şu ek bilgi vardır: ‘Adam çocuğunu öpüp dizine oturttu. Derken bir de kızı geldi. Onu da önüne oturtunca Rasülullah ‘Aralarında eşit muamele yapacak mısıh?’diye ikazda bulundu. [149] Bir başka seferinde ise ‘Çocuklarınızın arasında adaletli olun. Çocuklarınızın arasında adaletli olun. Çocuklarınızın arasında adaletli olun [150] buyurdu. Uyarısını üç kez tekrar etmesi, konunun önemine dikkat çekme isteğinden kaynaklanıyordu. Kız çocuklarının itilip-kakıldığı bir toplumda, tüm geleneksel anlayış ve uygulamalara rağmen şunu söylüyordu: ‘Kim üç kızı olur da bunlara sabrederse ve varlığından onlara giydirirse, ona ateşten koruyucu bir perde olurlar [151] Ayrıca, bizzat davranışlarıyla da, yanlış anlayış ve uygulamalara yönelik uyarılarını bir başka tarzda da olsa devam ettiriyordu. Kızı Zeyneb’ten olma Ümâme isimli torunuyla olan ilişkileri bunun önemli örneklerinden birisini teşkil etmiştir. O sadece bir dede olarak değil, aynı zamanda bir peygamber, bir komutan, bir devlet başkanı olarak bu kız torununu sıklıkla omzunda taşır, beraberinde mescide getirir ve namaz sırasında omzuna, sırtına çıkmasına engel olmazdı. Üstelik, bir defasında Ümâme’yi kucağına alarak namazını kılmış, secdeye giderken yanma bırakmış, secdeden kalkarken de tekrar kucağına almıştı. [152] Halbuki o toplum cahiliye döneminde çok değer verdikleri erkek çocuklarıyla bile bu şekilde bir ilişki içinde değillerdi.
Resulüllah’ın, torunu Ümâmı ile ilgili hatıralardan bir diğeri de, bir dede olarak kalbindeki torun sevgisini göstermesi açısından önemlidir. Bir gün elinde akik taşından bir kolye olduğu hâlde eşlerinin yanma gitti ve onu en çok sevdiği bir kimseye vereceğini söyledi. Eşlerinin her biri kolyeyi kime vereceğinin, hangi eşini daha çok sevdiğinin merakı ile birbirlerine bakmaya başladılar. Her biri, kolyenin kendisine verilmesini istiyordu. Ancak, Resulüllah elindeki kolyeyi torunu Ümâme’nin boynuna taktı. Çünkü onu çok seviyordu. [153]
O bir insandı; bir dedeydi. Torunlarını çok severdi. Bir gün minberde Müslümanlara hitap ediyor, onlara bir şeyler anlatıyordu. O sırada torunları Hasan ve Hüseyin’in düşekalka mescide girdiklerini gördü. Hemen konuşmasını kesip minberden indi ve gidip torunlarını kucağına alarak yanma oturttu. Olup-biteni şaşkınlıkla izleyen cemaate ise ‘Onları görünce dayanamadım’ dedi ve konuşmasına kaldığı yerden devam etti. [154] Torununu mescide getirdiği bir gün secdeyi fazlasıyla uzatmıştı. Cemaati oluşturan müminler vahiy geldiğini sandılar ve secde halinde beklediler. Uzun bir secdenin arkasından namazı bitirince merakla sordular: ‘Ey Allah’ın Resulü.’ vahiy mi geldi?’. ‘Hayır’ dedi: ‘Secde sırasında torunum omzuma bindi. Onun inmesini beklediğim için secdeyi uzattım. [155] Aynı olayı bir sahabe ise şöyle anlatıyor: ‘Allah’ın Resulü gündüz namazlarından birisinde torunlarından birisi kucağında olduğu halde mescide geldi. Öne geçip çocuğu yere indirdi. Sonra namaza durdu. Biz de kendisine uyduk. Namaz sırasında secdelerden birisim o kadar uzattı ki, merak ederek başımı kaldırıp bahtım; ne göreyim çocuk secde eden Resulüllah’ın sırtında değil mi? Secdeme geri döndüm. [156] Bizzat şahit olduğu benzer bir durumu ise Ebû Hureyre şöyle anlatmıştır: ‘Resulüllah ile birlikte yatsı namazı kılıyorduk. Resulüllah secdeye vardığı zaman Hasan ve Hüseyin sırtına çıkıyorlardı, Resulüllah secdeden kalkarken onları gayet nazikçe sırtından indiriyor, tekrar secdeye vardığında onlar tekrar aynı şeyi yapıyorlardı. Namazı bitince birini bir yanına diğerini öbür yanma oturttu. Ben yanına varıp ‘Ey Allah’ın Resulü, onları annelerine götüreyim mi?’ diye sordum. ‘Hayır’ dedi. O esnada bir şimşek çaktı. Resulüllah, çocuklara ‘Haydi annenize gidin’ dedi. Çocuklar da kalkıp gittiler. [157]
O bir insandı; bir dedeydi. Torunlarıyla şakalaşmayı, oynamayı severdi. Torunlarını omzunda taşımaktan hoşlanırdı. Bir defasında torunlarından birisi sırtına binince ‘bineğini buldun [158] diyerek sevgisini dile getirdi. Sâ’d b. Ebî Vakkas anlatıyor: ‘Bir gün Resulüllah’ın odasına girdim, iki torunu üzerinde oturur bir vaziyette yerde yatıyordu. ‘Onlan çok mu seviyorsun?’ diye sordum. ‘Evet. Onlar benim iki güdelim’ cevabını verdi. [159] Sık sık torunlarını sevmeye gider, torunlarını göremeyince ‘ufaklık nerede? [160] diye sorardı. Torunlarına ‘kucak kucak [161] yaptığı zaman kendisine gelmelerinden ve sarılmalarından büyük keyif alırdı. Ya’la b. Murre’nin bir şahitliği dede ile torun arasındaki ilişkinin yakınlığını ve sıcaklığını göstermesi açısmdan önemlidir: ‘Resulüllah ile birlikte davet edildiğimiz bir yemeğe gidiyorduk. Hüseyin önünde oynamaya başladı. Resulüllah oradakilerin önüne geçerek kollarını açıp çocuğun kendisine gelmesini istedi. Çocuk oraya buraya kaçmaya başladı. Resulüllah ise onun bu haline gülüyor ve onunla oynaşıyordu. Sonunda çocuğu tuttu. Bir elini çenesinin altına, bir elini de ensesine koyarak onu öptü. [162]
Resulüllah sadece kendi çocuklarına değil, diğer çocuklara karşı da sevgi ve Şefkat doluydu. Küçük bir çocukken Resulüllah’ın yanında kalmaya başlayan ve on yıl Resulûllah’la birlikte olan Enes b. Malik’in, Resulüllah’ın çocuklara karşı sevgi ve şefkatiyle ilgili tanıklığı şöyledir: ‘Çoluk çocuğa karşı Resulüllah’tan daha şefkatli birini görmedim [163] ‘Kendisine on yıl hizmet ettim, bana bir kez olsun ‘öf bile demedi. [164] Çocuklarla oynamaktan, oyunlarında onlara eşlik etmekten hoşlanırdı. Bu özelliğiyle ilgili olarak, Resulüllah’m zamanında çocuk yaşta olan Abdullah b. Haris’in bir hatırası şöyledir:
‘Resulûllah bir defasında beni, Ubeydullah’ı ve Âbbas oğullarından bir çocuğu sıraya soktu ve ‘Kim diğerlerini geçer ve bana herkesten önce ulaşırsa ona bir ödül vereceğim’ dedi. Sonra karşımıza geçip kendisine doğru koşmamızı bekledi. Koşmaya başladık. Herbirimiz, diğerlerini geçebilmek için olanca gücüyle koşuyordu. Resulüllah’ın yanına vardığımız zaman hızımızı kesemedik, göğsüne ve sırtına çarptık. O ise bizi karşıladı ve her birimize sarılıp, bağrına bastı. [165] Çocuklara karşı özel ve derin bir sevgiye sahip olduğu için, bir gün sabah namazını kıldırırken birinci rekatta uzunca bir sûre okumasına rağmen, ağlayan bir çocuğun sesini duyunca ikinci rekatı çok kısa tutarak namazı bitirdi. Çocuğun ağlamasına dayanamadı. Bir defasında da Ümm-ü Kays ağlayan çocuğuyla yanına geldiğinde, çocuğu alıp kucağına oturttu ve hem onu sevdi, hem de ağlamasını kesmeye çalıştı. Çocuk, Resulüllah’m üzerine çişini yaptı. Resulüllah bu duruma ne kızdı ve ne de tiksindi. Bir miktar su istedi ve elbisesinin çişli yerini elleriyle yıkadı. [166]
[115] Isra, 17:95
[116] ibrahim, 14:11
[117] Isra, 17:95
[118] Furkan, 25:20
[119] Buharı, Enbiya 48; Darimi, Rekâİk 68; Ahnıed, Müsned 1/23, 56.
[120] Ibn Hacer el-Askalanî, Fethü’l Bârî,XIX/243, 244; Kettânî, Et-Teratîbu’l îdâriyye, 11/348, 349.
[121] Müslim, Fedai! 150
[122] Buharı, Enbiya 35, Husûmat 1, Tefsir-Mümin 4, Rikâk 43, Tevhid 22, 31; Müslim, Fedail 160
[123] Buharı, Enbiya 150; Müslim, Eedail 168
[124] Müslim, Birr 90; Darimi, Sünen 2/406; Ahmed, Müsned 6/107
[125] Müslim, Fedail 38
[126] Buharı, Ahkam 20, Müslim, Akdıye 4
[127] Buharı, Salât 31
[128] Kehj, 18:6
[129] Nahl, 16:127
[130] Tevbe, 9:28
[131] Şura, 42:52
[132] Ibn Kesir, El-Bidaye s.III/20
[133] Müddesir, 74:1,2
[134] Ibn İshak, Siyer, 336
[135] Lokman, 31:13,16-19
[136] Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, ÎX/209; İbnü’l Esir, Üsdû’l Gabe, V/520; Ibn Sâ’d, et-Taba-katü’l-Kübra, VIII/20.
[137] Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi,lV236.
[138] Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, 11/236.
[139] Müslim, Fedail 15
[140] Buharî, Buyu 28; Ibn Abdilber, el-îstiâbfî Esmai’l-Ashâb, 1/42.
[141] Buhârî, Cenâiz 43; Müslim, Fedail 62; Ibn Mace, Cenaiz 53; Ibn Hanbel, Müsned 111/194
[142] Afzalurrahman, Siret Ansiklopedisi, 11/236. Medine Dönemi 241
[143] Tirmizî, Menakıb 61, Tefsir 4; Müslim, Fedaili’s Sahabe 9; Ahmed, Müsned VI/3Û4;
[144] Haysemi, Mecmau’z Zevaid, IX/166
[145] Buharî, Edeb 18, Fedailu Ashabi’n Nebi 22
[146] Müslim, Fedaifi’s Sahabe 8
[147] Buharî, Edeb 18; Müslim, Eezail 64.
[148] Buharî, Edeb 18, Müslim, Fedail 65; Tirmizî, Birr 12; Ebû Davud, Edeb 156
[149] Buharî, Edeb, 12-13
[150] Buhârî, Hibe, 12-13; Müslim, Hibat, 13; Ebû Dâvud, Büyü 83; Ahmed, Müsned, IV, 275, 278).
[151] İbn-i Mâce, Edeb, 3
[152] Müslim, Mesacid 42, 43, 44
[153] Ahmed, Müsned VI/101
[154] Tirmizî, Menakıb 31; Ebû Davud, Kitabu’s Salât 1/290; Neseî, Kitabu’l Cumu’a 3/108
[155] Ahmed, Müsned 3/493; Neseî, Tatbik 82
[156] Ahmed, Müsned 3/493; Nesei, îftitdh 2/229; Hakim, Müstedrek 3/166
[157] Hakim, Müstedrek, 111/167
[158] Haysemi, Mecma’u’z Zevaid, 9/182
[159] Haysemi, Mecma’u’z Zevaid, 9/181; Bezzar, Keş/u’l Estar III/225.
[160] Buharî, Libas 60, Büyü 49; Müslim, Fezaüi’s Sahabe 57
[161] Buharî, Büyü 49; Müslim, Fedaili’s Sahabe 8
[162] Ibn Mace, Mukaddime 11
[163] Müslim, Fedail 15
[164] Buharî, Diyad 27, Vesaya 25; Müslim, Fezail 13.
[165] Ahned, Müsned, 1/214; Heysemî, Mecmau’î: Zevaid IX/17
[166] Buharî, Vudû 59.