RUM SURESİ OKUNUŞU VE TEFSİRİ
RUM Sûresi Hakkında
Kur`ân-ı Kerim`in otuzuncu suresi. Altmış ayet, sekiz yüz on dokuz kelime, üç bin beş yüz on dört harften ibarettir. Fasılası, mim, nun ve vav harfleridir. Mekkî surelerden olup, İnşikak suresinden sonra nazil olmuştur. Adını ikinci âyetinde geçen, "Rum" kelimesinden almaktadır. Sürenin ilk âyetleri Bizansla İran arasında meydana gelen savaşların tevhid ve putperestlikle ilişkilendirilmesi çerçevesinde nazil olmuştur. Bu ayetler, M. 615 yılında Rumların İranlılara yenildiği sırada indirilmiştir ki bu yıl, Habeşistan`a hicret edilen yıla tekabül etmektedir. Bu sırada Mekke müşrikleri İslâm tebliğinin yayılması ve kendi putperest tâğûtî düzenlerinin ortadan kaldırılmasına yönelik faaliyetlerin yok edilmesini sağlayabilmek için, iman etmiş kimselere karşı yoğun ve acımasız bir saldırı politikâsı izliyorlardı. Putperest İranlıların hristiyan Bizans`a karşı kazanmış olduğu zaferi kendi zaferleri olarak değerlendiren Mekkeli müşrikler, müslümanlara; "İşte görüyorsunuz ateşperest İranlılar zafer kazanıyor ve peygamberliğe inanan Hristiyanları mahvediyorlar. Aynı şekilde biz de sizi yok edeceğiz ve kendisine çağırdığınız din ortadan kalkacaktır" demekteydiler. Allah Teâlâ, meselenin hiç de onların zannettikleri gibi olmadığını ve yakın zamanda durumun tersine döneceğini ve putperestlerin büyük bir yenilgiye uğrayacaklarını gaybî bir haber olarak onlara bildirmiştir.
Müslümanların hiç bir maddî güce sahip olmadıkları ve yaşamlarını sürdürebilmek için başka diyarlara göç etmek zorunda kaldıkları bir zamanda ve Rumların bir daha toparlanamayacaklarının düşünüldüğü bir ortamda Allah Teâlâ; "Rumlar, size en yakın bir yerde yenildiler. Onlar bu yenilgiden kısa bir süre sonra zafere ulaşacaklardır. Eninde sonunda emir Allah`ındır. O gün mü`minler, Allahın yardımıyla sevineceklerdir" (2-4) buyurmaktadır. Âyet iman edenlere iki zaferi müjdeliyordu. Bunlardan biri Rumların, diğeri de müslümanların kazanacakları zaferdi. Ancak bu, o günkü duruma göre imkansız gibi gözüküyordu. Bu âyetler nâzil olduğu zaman müşrikler bunlarla alay ettiler ve Ubey b. Halef; Ebu Bekir (r.a)`a "Arkadaşın bir kaç sene sonra Rumların galip geleceğini hayal ediyor. Sen bu konuda bizimle bahse girer misin?" dedi. Hz. Ebu Bekir bunu kabul ederek üç sene içinde Rumların zafer kazanması şartıyla on deve üzerinde bahse girdi. Rasulullah (s.a.s) bunu öğrenince, sürenin on yıla deve sayısının ise yüze çıkarılmasını istedi. Karşı taraf bunu kabul etti (müfessirler bu olayın, kumarın haram kılınışından önce cereyan ettiğini bildirmektedirler). On sene dolmadan, Rumlar yapılan savaşta İranlıları kesin bir mağlubiyete uğratmışlardı. Bu olayın, daha önceden, Allah tarafından haber verilmiş olması, birçok insanın İslam`ı kabul etmesine sebep olmuştu (bk. Kurtubi, el-Câmi` li Ahkâmi`l-Kur`ân, Beyrut (t.y), XIV, 10 vd.).
Bu olay, kâfirlerin yeryüzünün neresinde olursa olsun, inanan insanlara karşı diğer müşriklerin başarılarına sevinecekleri ve bunu kendi zaferleri kabul edeceklerini ortaya koymaktadır. Bu durum iman eden kimseler için de aynıdır.
Allah Teâlâ, insanların cereyan eden olayları değerlendirirken, ulaşabildikleri yüzeysel bilgilere göre sonuçlar çıkardıklarını, onları meydana getiren gücü hesaba katmadıklarını ortaya koymaktadır. İşte insanın sadece bu şekilde yüzeysel olanı görme alışkanlığı, geleceğini etkileyecek kararlar verirken yanlış hareket etmesine sebep olmaktadır. Allah Teâlâ "Bunu Allah vadetmiştir. Allah vadinden caymaz. Fakat insanların çoğu bilmezler. Onlar dünya hayatının sadece dış yüzünü bilirler. Onlar ahiretten tamamen gâfildirler" (6-7) buyurarak, bu gerçeği dile getirmektedir.
Bu şekilde bir girişten sonra, âhiret hayatının hem mümkün olduğu ve hem de bu dünya yaşamını düzene koyarken bu ikinci hayatı hesaba katmanın gerekliliği değişik şekillerde işlenerek ele alınmaktadır. İnkârcılara, yeryüzünde dolaşıp, kendileri gibi İslâm`a karşı direnen toplumların akıbetlerinin ne olduğunu nasıl olur da görmedikleri dolaylı bir anlatımla sorulduktan sonra, her şeyin gerçek ve tek hâkiminin Allah Teâlâ olduğu ve hiç kimsenin O`nun kanunlarının dışına çıkmaya güç yetiremeyeceği, yaradılış, ölüm ve sonrası zikredilerek ortaya konmaktadır:
Allah ilkin yaratır, sonra onu tekrar eder. En sonunda hepiniz O`na döndürüleceksiniz" (11).
Kıyametin koptuğu gün, kâfirler, şaşırmış olarak bütün ümitlerini yitirecek, daha önce çağrıldıkları şeyin gerçekliğini kavrayacaklardır. Ancak bu onlara bir fayda vermeyecektir. O gün mü`minlerle kâfirler iki grup halinde bir birinden ayrılacaktır: "İman edip salih amel işleyenler, işte onlar, Cennette nimetlendirilip, mesrur olurlar" (15).
İnkar edenler ise; "İşte onlar Cehennem azabına getirilirler" (16).
Allah Teâlâ, âhiretle alakalı bu gerçekleri dile getirdikten sonra, rahmetinin bir tezahürü olarak insanlara kurtuluş yolunu göstermektedir: "O halde akşama girerken de, sabaha ererken de Allah`ı tenzih edin, namaz kılın" (17). Bu kurtuluş yolu dinin temel unsurunu oluşturan namaz kılmaktır.
Daha sonra, Allah Teâlâ`nın, ölü varlıklardan canlı varlıklar halketmesi ve insanı topraktan yaratmış olmasının, O`nun varlığının delillerinden olduğu zikredilmekte ve insanların iki cins halinde birbirine ısınan varlıklar olarak eşler şeklinde yaratılmasının, düşünen insanlar için ibretlerle dolu olduğu bildirilmektedir. Peşinden insanlara verilen değişik ve eşsiz nimetler dile getirilerek Allah Teâlâ`nın ibadet edilmeye layık tek ilâh olduğu gözler önüne serilmektedir. Evrende var olan her şey O`nundur. Ve bu varlıktan hiç bir şey O`nun emri dışına çıkmaya muktedir değildir:
"Göklerde ve yerde bulunan kimseler ancak O`nundur. Hepsi O`na boyun eğmektedir" (28).
Tekrar, yaratıcı ve öldükten sonra tekrar hayat verici oluşu zikredilerek Allah Teâlâ`nın, insanları hidayete erdirmek için bizzat kendilerinden misaller verdiği anlatılmakta ve aklını kullanabilen kimselerin bu açıklamalar karşısında iman etmeleri gerektiği bildirilmektedir.
İşlediği zulmünden dolayı Allah Teâlâ`nın hidayete layık görmediği bir kimseyi, doğru yola iletmeye ise kimsenin gücü yetmez: "Allah`ın saptırdığını kim hidayete erdirebilir. Onların yardımcıları da yoktur" (29).
Bütün bu gerçekler açıklandıktan sonra Allah Teâlâ, Peygamber ve peygamberlere uyanlara, onları hidayet üzere sürekli kılacak bir emir yöneltmektedir.
"Öyle ise sen Hakka yönelerek, kendini Allah`ın insanlara yaratılıştan verdiği dine ver. Allah`ın yaratışında değişme yoktur. İşte dosdoğru din budur. Ama insanların çoğu bilmezler" (30).
Dinin gerçekliğini tam anlamıyla kavrayamamış olan kimseler bir musibet anında Rablerine yönelirler ve O`ndan yardım dilerler. Ancak, bu durum onların üzerinden kaldırıldığı ve nimetlere kavuştukları zaman kaynağını unutup, gaflet içerisinde nankörlük ederek Allah`ın dinine tabi olmaktan yüz çevirirler:
"İnsanlara bir zarar dokundu mu yalnızca O`na yönelerek Rablerine yalvarırlar. Sonra onlara katından bir rahmet tattırınca bakarsınız ki içlerinden bir grup Rablerine şirk koşup durmaktadır" (33).
Allah Teâlâ, her şeyin yaratıcısı olduğunu ve canlıları dilediği gibi rızıklandırdığını ve bunda büyük hikmetlerin bulunduğunu zikrederek, zenginlik ve fakirliğin gerçekte kendisinin takdir ettiği bir olay olduğunu; "Allahın dilediğine rızkını genişlettiğini ve dilediğininkini de daralttığını görmezler mi? Şüphesiz ki bunda, iman eden bir kavim için nice ibretler vardır" (37) ifadesiyle insanlara tebliğ etmektedir. Peşinden gelen âyet, kendisine bolca rızık verilmiş kimselerin, ihtiyacı sahibi zümreleri gözetmeleri ve ellerindeki zenginliklerden onları istifade ettirmeleri gerektiğini bildirmekte ve bunun isteğe bağlı bir davranış olmayıp bir hak olduğunu ortaya koymaktadır:
"O halde akrabaya, yoksula ve yolcuya hakkını ver. Allah`ın rızasını kazanmak isteyenler için bu daha hayırlıdır. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (38).
Sûre, fâizin malları çoğaltmadığı; zekatın ise bir bereket kaynağı olduğunu vurguladıktan sonra; tekrar inkârcıların durumunu ele almaktadır. Onlara içinde bulundukları durumlarının farkına varmaları için, insan gücünün ötesinde, Allah Teâlâ`nın kudretini sergileyen bazı tabiat olayları ve geçmiş sapkın kavimlerin yalanlamaları karşılığında cezalandırılmaları hatırlatılmaktadır.
Allah Teâlâ; "Allah`ın rahmetinin izlerine bir bak; ölümünden sonra yeryüzüne nasıl hayat veriyor! Şüphesiz O, ölüleri de böyle diriltecektir. O, her şeve kadirdir" (50) buyurarak, ilâhî gerçekliğin bütün yönleriyle insan oğlunun gözleri önünde sergilendiğini bildirmekte ve bütün bunlara rağmen inkarda diretenleri, "ölüler" ve "sağırlar" olarak nitelendirmektedir. Allah Teâlâ`nın, hak olduğunda şüphe olmayan çağrısına ancak kendisinde bir hayat eseri kalmamış olan kalpler cevap veremez ve yine bu çağrıyı ancak sağır olanlar idrak edemez. Rasûlüllah (s.a.s)`in şahsında, tebliğ için büyük bir gayret içerisinde didinip duran, fakat buna rağmen insanların İslâm`dan yüz çevirdiklerini gören ve buna çok üzülen İslâm davetçilerine, kâfirlerin durumu (Ey Peygamber) sen, ölülere işittiremezsin, arkalarını dönüp giden sağırlara da" (53) buyruğuyla anlatılmaktadır.
Her şeye rağmen müslümanlar, dinlerini yaşamak için sabır ve sebat içerisinde mücadele etmeye devam etmelidir. Çünkü Allah Teâlâ, yine Peygamber (s.a.s)`in şahsında bütün mü`minlere yönelik bir hitab ile; (Ey Muhammed), sabret! Şüphesiz Allah`ın va`di haktır. İmanında samimi olmayan sakın seni üzüntüye düşürmesin" (60) buyurmaktadır.
RUM SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ
1. Elif. Lâm. Mîm.
2. Rumlar mağlup edildiler.
3. Arabistan’a yakın bir yerde, yeryüzünün en aşağısında. Fakat onlar, mağlubiyetlerinden sonra yakın bir zamanda tekrar gâlip geleceklerdir.
4. Üç ile dokuz yıl içinde. Her işin öncesinde de sonrasında da mutlak hüküm ve o işleri karara bağlama yetkisi bütünüyle Allah’a aittir. Rumların gâlip geldiği o gün mü’minler de sevineceklerdir.
5. Allah’ın yardımı ve bahşedeceği zaferle. O, dilediğine yardım edip onu zafere eriştirir. Çünkü O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Rumlardan maksat, o zaman Doğu Roma’da yaşayan Bizanslılardır. Bizanslılar Ehl-i kitap, İranlılar ise Mecûsi idiler. Nübüvvetin beşinci senesinde vuku bulan bir savaşta İranlılar Bizanslıları müthiş bir şekilde mağlup etmiş, Ürdün, Filistin, Mısır, hatta Anadolu’yu onlardan alarak İstanbul boğazına, Kadıköy’e kadar dayanmışlardı. Bu durum Mekke müşriklerini sevindirmiş, fakat müslümanları üzmüştü. Çünkü müslümanlar Ehl-i kitap olanları kendilerine daha yakın görüyor, müşrikler ise kendilerini putperest olan Mecûsilerle aynı safta sayıyorlardı. Bunun üzerine Kur’ân-ı Kerîm, bir mûcize olarak yakın gelecekte vuku bulacak bir savaşın neticesini kesin ifadelerle haber verdi. بِضْعِ سِن۪ينَۜ (bid‘i sinîn) “3 ilâ 9 sene” içinde Bizanslıların İranlılara galip geleceğini ve o sırada mü’minlerin hem onların bu zaferine hem de bizzat kendilerine lütfedilecek zaferlere sevineceğini bildirdi. Halbuki mevcut şartlar içinde ne müslümanların, ne de Rumların üç-beş sene gibi kısa bir müddet içinde düşmanlarını yenebilecek güçleri vardı. Hatta bu, hiç kimsenin hayal edemeyeceği bir şeydi. Böyle iken Kur’an, hiç kimseden çekinmeden ve yalanlanmaktan korkmadan iki gaybî müjdeyi birlikte verdi. Gerçekten de Bizans kralı Herakliyus 624’de İranlıları mağlup edip Azerbaycan’a kadar ilerlediğinde, müslümanlar da aynı tarihlerde Bedir zaferini kazandılar. (Tirmizî, Kırâât 4; Tefsir 30/2) Nihâyet Herakliyus 627’de en büyük darbeyi vurup nihaî zaferi kazanırken, müslümanlar da apaçık fetih ve İslâm’ın tebliğ sürecinde çok mühim bir dönüm noktası olan Hudeybiye zaferini elde ettiler.
2. âyetteki اَدْنَى الْاَرْضِ (edna’l-ard) ifadesi iki anlama gelir:
› Yakın bir yer,
› Yerin en aşağısı.
Anlatılan savaş için her iki anlamda geçerlidir. Çünkü Şam ve Kudüs’ün İranlılara geçmesiyle sonuçlanan savaşın cereyan ettiği Lût Gölü bölgesi Arapların yaşadığı bölgeye en yakın bir yer olduğu gibi, karaların en derin noktasını teşkil etmekte ve deniz seviyesinin 395 metre aşağısında yer almaktadır.
Bütün bu olaylar Kur’an’ın haber verdiği şekilde gerçekleşmiştir ve gerçekleşecektir. Çünkü:
6. Bu, Allah’ın verdiği sözdür. Allah sözünden asla dönmez ve onu yerine getirmede kusur etmez. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler.
Allah, bir şeyi yapmaya söz verdiği zaman onu mutlaka yerine getirir. Asla sözünden caymaz ve onu yerine getirmede kusur etmez. Fakat insanların çoğu, bu ilâhî hakîkati kavrayabilecek ilimden mahrumdur. Onlar sadece yemek, içmek, giymek, ekip biçmek gibi dünya hayatının dış yönünü bilirler. Olayların perde arkasından ve özellikle âhiret hayatından büyük bir gaflet içindedirler. İşlerin sonunun nereye varacağını hiç düşünmezler. Halbuki Allah’ın dünya hayatıyla ilgili verdiği sözler kesinlikle gerçekleştiği gibi, âhiret hayatıyla ilgili sözleri de elbette gerçekleşecektir.
Nitekim bu âyetler nâzil olunca Allah Resûlü (s.a.s.): “İranlılar mutlaka mağlûb olacaklardır!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 276) Bu haberi öğrenen Ebubekir (r.a.) müşriklerden Übey b. Halef ile Rumların İranlıları üç seneye kadar yeneceğine dâir on deve karşılığında bahse girdi. Hz. Ebubekir bu bahsi Allah Resûlü (s.a.s.)’e haber verince Efendimiz: “Âyetteki «bid’» kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayıları ifade eder. Sen hemen git, develerin sayısını artır, müddeti de uzat!” buyurdu.
Ebubekir (r.a.) gitti ve müddeti dokuz seneye, develerin sayısını da yüze çıkardı. Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Hz. Ebubekir Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu. O da fakirlere dağıttı. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden bir kısmı müslüman oldu (Bk. Tirmizî, Tefsir 30/3194; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 3)
Esasen, Kur’an’ın haber verdiği böyle gaybî mûcizeler yanında, kâinattaki her bir varlığın yaratılışında, yaşayışında ve yok edilişinde kendini gösteren sonsuz ilâhî kudret akışı, Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmada çok daha etkilidir:
7. Onlar dünya hayatının sadece görünen yüzünü kısmen bilirler; âhiret konusunda ise büsbütün habersiz ve kayıtsızdırlar.
Allah, bir şeyi yapmaya söz verdiği zaman onu mutlaka yerine getirir. Asla sözünden caymaz ve onu yerine getirmede kusur etmez. Fakat insanların çoğu, bu ilâhî hakîkati kavrayabilecek ilimden mahrumdur. Onlar sadece yemek, içmek, giymek, ekip biçmek gibi dünya hayatının dış yönünü bilirler. Olayların perde arkasından ve özellikle âhiret hayatından büyük bir gaflet içindedirler. İşlerin sonunun nereye varacağını hiç düşünmezler. Halbuki Allah’ın dünya hayatıyla ilgili verdiği sözler kesinlikle gerçekleştiği gibi, âhiret hayatıyla ilgili sözleri de elbette gerçekleşecektir.
Nitekim bu âyetler nâzil olunca Allah Resûlü (s.a.s.): “İranlılar mutlaka mağlûb olacaklardır!” buyurdu. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 276) Bu haberi öğrenen Ebubekir (r.a.) müşriklerden Übey b. Halef ile Rumların İranlıları üç seneye kadar yeneceğine dâir on deve karşılığında bahse girdi. Hz. Ebubekir bu bahsi Allah Resûlü (s.a.s.)’e haber verince Efendimiz: “Âyetteki «bid’» kelimesi üç ile dokuz arasındaki sayıları ifade eder. Sen hemen git, develerin sayısını artır, müddeti de uzat!” buyurdu.
Ebubekir (r.a.) gitti ve müddeti dokuz seneye, develerin sayısını da yüze çıkardı. Rumlar birdenbire gelişerek İranlıları ağır bir hezîmete uğrattılar. Bunu haber alınca Hz. Ebubekir Übey’in veresesinden yüz deveyi alıp Peygamber Efendimiz’e getirdi. Allah Resûlü (s.a.s.):
“Bunları fakirlere dağıt!” buyurdu. O da fakirlere dağıttı. Kur’ân-ı Kerîm’in bu mûcizesini gören Mekkeli müşriklerden bir kısmı müslüman oldu (Bk. Tirmizî, Tefsir 30/3194; Kurtubî, el-Câmi‘, XIV, 3)
Esasen, Kur’an’ın haber verdiği böyle gaybî mûcizeler yanında, kâinattaki her bir varlığın yaratılışında, yaşayışında ve yok edilişinde kendini gösteren sonsuz ilâhî kudret akışı, Yüce Allah’ın varlığını ve birliğini anlatmada çok daha etkilidir:
8. Onlar, Allah’ın gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunan her şeyi ancak gerçek bir sebep, derin bir hikmet, şaşmaz bir kanun ve belirli bir ecel ile yarattığını kendi içlerinde hiç düşünmezler mi? Ne var ki, insanların çoğu, öldükten sonra dirilip Rablerine kavuşacaklarını kesinlikle inkâr etmektedir.
9. Onlar, yeryüzünde dolaşıp kendilerinden öncekilerin âkıbetlerinin nasıl olduğuna ibretle bakmazlar mı? Halbuki onlar kendilerinden çok daha kuvvetli idiler; hem sular, madenler çıkarmak, ekin ekmek, ağaç dikmek için yeri karmış, alt üst etmişler; hem de onu bunların imarından daha fazla îmâr etmişlerdi. Onlara da peygamberleri mûcizeler, açık deliller getirmişti fakat inkâr edip helâk oldular. Böyle yapmakla Allah onlara asla zulmetmedi; fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlardı.
10. Sonunda kötülüklere batmış o toplulukların âkıbeti çok fenâ oldu. Çünkü Allah’ın âyetlerini yalanlıyor ve onlarla alay edip duruyorlardı.
Bu âyetlerde, Allah’ın kudretinin ve buna bağlı olarak âhiretin varlığının delilleri serdedilir. Bunlar, selim bir akılla düşünüldüğünde hemen anlaşılabilecek delillerdir:
Birincisi; Allah gökleri, yeri ve aralarında bulunan her şeyi “hak ile” yaratmıştır. Yani iş olsun veya abesle iştigal olsun diye değil, gerçek bir sebep ve derin bir hikmet ile, sağlam ve şaşmaz bir düzen içinde, hak ve adâlet temelleri üzerine yaratmıştır. Dünyada ciddi bir imtihanın ve âhirette de sıkı bir hesabın olmadığını düşündüğümüzde, bu muazzam kâinat çarkının boş yere döndüğünü söylemiş oluruz ki, bunun akla ve mantığa uygun olmadığı kesindir. Allah, iyilik yapanlara mükâfatlarını adâletle vermek, kötülük yapanları da müstahak oldukları şekilde cezalandırmak için bu kâinat sistemini kurmuş, kıyâmetle ona yeni bir düzen verecek ve öyle devam ettirecektir. (bk. Yûnus 10/4)
İkincisi; göklerin, yerin ve aralarında bulunan tüm varlıkların sona erecekleri belirli bir süre vardır. İnsanların, hayvanların ve bitkilerin hayatında bu gerçeği daha net görürüz. Kâinatın da bir eceli vardır ki, bu kıyâmet günüdür. O gün yeni bir sayfa açılacak, iyilik yapanlar ebedi bir mükâfata nâil olurken, kötülük yapanlar da ceza göreceklerdir.
Üçüncü delil tarihten verilir. Onlardan önce Nûh, Âd ve Semûd kavimleri gibi nice toplumlar bu dünya üzerinde hayat sürdüler. Çok üstün bir güç ve kuvvete sahiptiler. Dünya nimetlerinden tıka basa faydalandılar. Toprağı kazıp ziraat yaptılar; yeri yarıp su kanalları açtılar, madenler çıkardılar, bağlar bahçeler yetiştirdiler. Dünyayı bunlardan daha fazla imar ettiler. Benzeri olmayan muhteşem köşkler, saraylar yaptılar. Fakat Allah Teâlâ onları başıboş bırakmadı; peygamberleri vasıtasıyla mesajını onlara ulaştırdı. Peygamberlerine lütfettiği açık deliller ve mûcizelerle onları hidâyete çağırdı. Ancak onlar, âhiretin varlığını kabul etmedikleri için azgınlaştılar, günahlara düştüler. Neticede helak olup gittiler. Ne kuvvetleri, ne kazandıkları ne de dünyayı imarları, onları yok olmaktan kurtarabildi. Şimdi onlar küfür ve azgınlıklarının hesabını vermek ve neticesini görmek üzere son derece ıstıraplı kabir koridorunda mahşer sabahını beklemektedirler. Ancak netice bellidir: Allah’ın âyetlerini yalanlamaları ve onlarla alay etmeleri sebebiyle âkıbetleri çok kötü olacak ve cehennemi boylayacaklardır. Çünkü diken ekenin gül biçemeyeceği, afyon ekenin güzel meyveler toplayamayacağı gibi, ömür tarlalarına günah tohumu ekenler de herhalde hayırlı bir mahsul elde edemeyeceklerdir. Bu, Allah ve Rasûlü’nün çağrısına uymayan, bilakis onlara muhalif cephede yer alan kıyâmete kadar gelecek tüm fert ve toplumlara yönelik çok ciddi ilâhî bir uyarıdır.
O halde ey insanlar Allah’ı iyi tanıyın. Allah ve Rasûlü’nün buyruklarına uyarak, hiç kimseden fayda göremeyeceğiniz kıyâmet gününün kötülüğünden ve azâbından kendinizi koruyun:
11. Allah, varlıkları ilk defa yoktan yaratan, sonra dünyada bu yaratmayı tekrar tekrar yineleyen ve âhirette her şeyi yeni baştan yaratacak olandır. Sonra da O’nun huzuruna getirileceksiniz.
12. Kıyâmet koptuğu gün inkârcı suçlular, bütün kurtuluş umutlarını kaybedip derin bir suskunluğa bürünecekler.
13. Dünyada Allah’a koştukları ortaklardan kendilerine bir tek şefaatçi bile çıkmamış, bunun da ötesinde, o ortaklarını orada ret ve inkâr etmişlerdir.
Tüm varlıkları yoktan yaratan ve yaratılışı tekrar tekrar yineleyen Allah, kıyâmeti koparmaya, ölüleri diriltmeye ve onları huzurunda toplamaya elbette kâdirdir. Bu, O’nun için ilk yaratmadan daha kolay olacaktır. (bk. Rûm 30/27) Dolayısıyla kıyâmet mutlaka kopacak ve o gün ömürlerini günah bataklığında geçirmiş inkarcı suçlular, özellikle affı olmayan şirk günahıyla gelen kâfirler, bütün kurtuluş umutlarını kaybederek, hayretten donakalacak, suspus olacaklardır. Çünkü onlar, hiç ummadıkları dehşetli bir günle karşılaşacak, dünyada Allah gibi değer verip saygı duydukları putlarından hiçbir şefaatçi bulamayacak, hatta mahşer aydınlığında şirkin temelsiz bir inanç olduğunu yakînen anlayarak, koştukları ortakların gerçekte Allah’a ortaklıkla hiçbir alakalarının olmadığını görüp onları reddedeceklerdir.
O dehşetli gün meydana gelecek diğer bir kısım olaylara gelince:
14. Kıyâmet koptuğu gün, işte o gün mü’minlerle kâfirler birbirlerinden ayrılacaklar.
15. Ayrılacaklar da, iman edip sâlih ameller işleyenler, işte o bahtiyâr insanlar, cennetin has bahçelerinde mutluluk içinde ağırlanacaklar.