Saba, eski bir uygarlık ve antik bir krallıktır, özellikle Arap Yarımadası'nda, modern Yemen'in güney kısmında yer alıyordu. Saba Krallığı, MÖ 10. yüzyıldan itibaren varlık göstermiş ve Arap Yarımadası'nın en güçlü ve en zengin devletlerinden biri olmuştur. Saba Krallığı'nın en bilinen yönü, o dönemdeki ileri seviyedeki sulama teknikleri, mimarisi, ticareti ve kültürel etkileridir. Ayrıca Saba, "Süleyman ve Belkıs" kıssasıyla da ünlüdür.
Saba Krallığı’nın en dikkat çeken yapılarından biri, Marib Barajı’dır. Bu baraj, krallığın su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiştir ve bu alanda mühendislik açısından bir mucize olarak kabul edilmiştir. Baraj, Saba'nın tarımını geliştirmiş ve bölgeyi zenginleştirmiştir.
Belkıs, hem güzelliğiyle hem de aklıyla tanınmış bir liderdi ve çoğu zaman Süleyman Peygamber’le olan kıssasında anılmaktadır. Süleyman'ın Belkıs’a yaptığı ziyaretten sonra Saba Krallığı, hem inanç hem de kültürel etkileşim açısından önemli bir değişim geçirmiştir.
Belkıs, sonunda Süleyman’a gelip, onun bilgeliği ve Allah’a olan teslimiyetinden etkilenir. Bu kıssa, bir bakıma, Saba Krallığı’nın İslam’a geçişini sembolize eder.
Saba Krallığı ve Belkıs’ın hikayesi, sadece tarihsel değil, aynı zamanda dini bir anlam taşır. Süleyman ve Belkıs’ın karşılaşması, öğretilerini birleştiren ve farklı halkları bir araya getiren büyük bir semboldür. Bu tarihsel ve dini olaylar, Saba'nın önemini pekiştiren unsurlardan biridir.
Saba Krallığı, hem tarihsel hem de dini açıdan zengin bir mirasa sahip bir uygarlıktır. Hem kültürel zenginlikleri hem de Belkıs ve Süleyman kıssasıyla anılan mistik yönleriyle dikkat çekici bir yer tutar.
Yemen’in güneyinde, kadim zamanların ihtişamlı bir ülkesinde hüküm süren bir kadın vardı. Saba diyarının kraliçesi Belkıs... Sarayının sütunları bulutlara uzanır, halkı onun adını neredeyse kutsal bir tınıyla anardı. O, yalnızca bir lider değil; aynı zamanda zekâsı, bilgeliği ve yönetim becerisiyle çağını aşan bir hükümdardı. Lakin hükmettiği toprakların merkezinde, gökyüzüne yönelen bir sapma vardı: Saba halkı güneşe tapıyordu. Belkıs da bu inancın temsilcisi, hatta sembolüydü.
Güneş, onların gözünde ışığın ve hayatın kaynağıydı. Her sabah doğarken ona secde edilir, batarken dualar edilirdi. Fakat hakikatin asıl kaynağı gökyüzündeki o parlak cisim değil, insanın içinde gizliydi. Bu sırra ilk dokunuş, bir kuşun kanadıyla geldi. Hüdhüd, Hz. Süleyman’ın hizmetindeki olağanüstü özelliklere sahip bir kuştu. Yükseklerden Saba’yı görmüş ve oradaki hayranlık uyandırıcı düzenin ardındaki sapkınlığı fark etmişti.
Hz. Süleyman’a döndüğünde, gördüklerini hayretle anlatmıştı. “Orada bir kadın hükümdar var,” demişti. “Tahtı büyük ve ihtişamlı. Ama o ve halkı güneşe secde ediyor.” Bu sözler, Süleyman Peygamber’in dikkatini çekmişti. Çünkü o, yalnızca bir peygamber değil, aynı zamanda hakikatin yayılmasıyla görevli bir liderdi. Böylece Belkıs’a bir mektup gönderdi.
O mektup, yalnızca bir davet değil, bir sarsıntıydı. Belkıs, hayatında ilk kez, kendi kurduğu düzenin dışından gelen bir çağrıyla yüzleşti. O çağrıda kibir yoktu, tehdit yoktu, yalnızca hakikatin sesi vardı. Bu, onun zihninde bir kapı araladı. Güneşe duyduğu hayranlık, yerini düşünmeye bıraktı.
Tarihi anlatılarda, Belkıs’ın halkına karşı son derece adaletli ve merhametli olduğu, gereksiz savaşlardan kaçındığı anlatılır. Bu sebeple, Hz. Süleyman’ın mektubuna doğrudan bir karşılık vermek yerine, konuyu istişareye açtı. Halkı savaş eğilimindeydi; ama o, farklı bir yola meyletti. Zekice bir hamleyle elçiler ve hediyeler gönderdi. Amacı, Süleyman’ın niyetini anlamaktı. O mektubun ardında saltanat mı vardı, yoksa bir hakikat mi?
Belkıs’ın kalbi, ilk kez kendi tahtını sorgulamaya başlamıştı. Güneşe secde ederken, içten içe o ışığın ötesinde bir şey olduğunu sezmişti belki de. Saba’nın gürleyen kalabalıklarından uzaklaştığında, sadece kendi vicdanıyla kaldığında, hakikatin sessizce fısıldadığını duyuyordu.
Belkıs, kendi sarayında hüküm sürüyordu; ama o mektuptan sonra kalbinin derinliklerinde bir başka saltanat başlamıştı. Güneşin batışıyla birlikte artık içsel bir aydınlanmanın doğuşu başlamıştı. Ve bu, onu geri dönülmez bir yola götürecekti: Tevhide, yani Allah’ın birliğine uzanan yola.
Belkıs’ın yolculuğu, sadece geçmişin tozlu satırlarında kalmış bir kıssa değil. O, bugün hâlâ kalplerde yankılanan bir çağrı. Güneşin peşinden koşarken asıl ışığı kaçırmamak gerektiğini, hakikatin bazen en parlak saraylarda değil, secdeye varan bir kalpte bulunduğunu öğreten bir hayat.
Saba diyarının kalbinde yükselen bir taht vardı. Altınla işlenmiş, değerli taşlarla süslenmiş, büyüklüğüyle sarayın her köşesine hükmeden bir taht… Bu taht, sadece bir kraliçenin oturduğu yer değil; aynı zamanda bir gücün, geleneğin ve inancın sembolüydü. Belkıs’ın otoritesi kadar o taht da halkın gözünde kudreti temsil ediyordu. Ama bir gün geldi, o taht öyle bir anda yerinden oynadı ki, görenler yalnızca gözlerine değil, kalplerine de inanamadı.
Hz. Süleyman, Belkıs’tan önce onun tahtına ulaşmak istedi. Çünkü bu sadece maddi bir güç gösterisi değil, Belkıs’a hakikatin ne denli erişilebilir olduğunu gösterecek bir işaretti. “Belkıs’ın tahtını bana kim getirebilir?” diye sorduğunda, cinlerden biri öne çıktı. “Sen yerinden kalkmadan onu sana getiririm,” dedi. Bu, başlı başına hayret uyandıracak bir olaydı. Fakat orada bulunan bir başka kişi, kendisine “kitaptan ilim verilmiş” olan bir âlim, daha ileri gitti. “Ben onu gözünü açıp kapamadan sana getiririm,” dedi. Ve gerçekten de, bir anda, Belkıs’ın uzaklardaki ihtişamlı tahtı Hz. Süleyman’ın önünde belirdi.
Bu olay, Kur’an’da kısa ama derin bir şekilde anlatılır. Ayetler arasında gizlenen sır, sadece bir eşyayı taşımak değil, bilgiyle kudret arasındaki dengeyi vurgulamaktır. Cin, kuvvetiyle ön plandadır. Ama âlim, ilmiyle zamanın sınırlarını aşar. Bu, Belkıs’a da açık bir mesajdır: Gerçek güç, maddi kuvvette değil; Allah’tan gelen ilimde ve hikmettedir.
Belkıs, saraya geldiğinde tahtının orada olduğunu görünce önce duraksar. Bakar, inceler. “Bu benim tahtım mı?” diye sorar. Çünkü görünüş aynıdır ama bir şey farklıdır. Değişmeyen bir eşyanın, böylesine mucizevî bir şekilde yer değiştirmesi, onun kalbinde daha önce tatmadığı bir hissi uyandırır. Gururla baktığı tahtı, artık onun gözünde değerini yitirmiştir. Çünkü önünde duran sadece bir koltuk değil, kendisinin aşması gereken bir sınavdır.
Bu sahne, Belkıs’ın içsel dönüşümünde bir kırılma anıdır. Kendi tahtının bile kendisinden önce Süleyman’ın sarayına ulaşabildiğini gören kraliçe, kendi inancının da geç kalmaması gerektiğini fark eder. Tahtın taşınması, sadece bir gösteri değil; onun kalbine dokunan bir ilahi delildir.
Bazı tefsirlerde, bu olaydaki “kitaptan ilim verilen” kişinin Hz. Süleyman’ın vezirlerinden biri olduğu anlatılır. Fakat aslolan kişi değil, temsil ettiği hakikattir. Bu hakikat, Allah’ın dilediği kullarına verdiği ilimle zaman, mekân ve imkân engellerinin aşılabileceğidir. Belkıs’ın tahtı, artık onun saltanatının değil; teslimiyet yolunun bir durağı olmuştur.
İnsan bazen kendi tahtını, yani sahip olduklarını, inandığı değerleri, kendi aklının kurduğu düzeni mutlak zanneder. Fakat Allah, bir göz açıp kapama süresinde her şeyi değiştirmeye kadirdir. Tıpkı Belkıs gibi, biz de bazen sahip olduklarımızı hiç sorgulamadan kabul ederiz. Ama hakikat kapımızı çaldığında, o çok güvendiğimiz tahtlar bile ayaklarımızın altından kayabilir.
Belkıs’ın tahtı bir sarayın içinden bir başka saraya taşınmadı sadece. O taht, aynı zamanda kalpten kalbe bir yolculuğun da sembolüydü. Güce değil ilme, gurura değil secdeye çağrının mucizeyle yazılmış bir davet mektubuydu.
Saba, adı bile gizemli, diyarı ise bir efsane gibi anlatılır. Yemen’in bu kadim topraklarında, büyüklüğüyle dillere destan bir saray yükselirdi. Belkıs’ın sarayı, yalnızca bir yapıt değil, aynı zamanda bir miras, bir kültürün simgesiydi. Her köşe, her duvar, her sütun, bu toprakların tarihinin, geleneğinin ve medeniyetinin birer yansımasıydı. Sarayın içi de dışı kadar ihtişamlıydı; ancak Belkıs’a göre asıl güzellik, bu sarayda sahip olunan bilgi ve hikmetti. Her odasında bir sır, her köşesinde bir anlam vardı. Fakat Belkıs bu sarayın içinde bile, bir eksiklik hissetti. O eksiklik, Allah’a ulaşmak için yapılması gereken son adımın eksikliğiydi.
Saray, insanın ruhunda uyandırdığı etki kadar, gözde de büyüleyiciydi. Göz alabildiğine uzanan altın sarmaşıkları, kıvrımlı sütunları, cam gibi parlayan taşlardan yapılmış zeminleri... Belkıs’ın sarayı, adeta bir cennetti. Ama bu cennet bile onu gerçek huzura ulaştırmaya yetmemişti. Çünkü bir zaman sonra, bu zenginlik, etrafındaki ihtişam ve göz alıcı güzellikler, ona yalnızca bir maskara gibi gelmeye başlamıştı. Gerçek huzur, dış dünyadaki görkemi aşacak bir derinlikteydi.
Bu sarayın içinde bir gün, Hz. Süleyman’ın elçileri geldi. Elçiler, yalnızca Belkıs’ı değil, aynı zamanda sarayın her köşesindeki manaları da sorguladılar. Çünkü Belkıs’ın sarayında dışarıdan bakıldığında her şey mükemmel görünse de, içindeki dünya bozulmuştu. Yalnızca altınla kaplanmış duvarlar, süslü mermerler, şahane pencereler ve görkemli heykeller, bir insanın içindeki manevi boşluğu doldurmaz. Asıl saray, insanın kalbinde olmalıydı.
Hüdhüd’ün, Belkıs’a doğru yol almasının ardından Hz. Süleyman, bir meydan okumada bulundu. “Senin sarayın en güzel saraydır,” dedi. “Ama en güzel saray, insanın kalbindeki temizliği gösterendir. Senin sarayındaki her şey, bir maske olabilir. Ancak Allah’a olan teslimiyetin, kalbinin derinliklerinde bulunan ışığı yansıtır. Yalnızca o ışık, gerçek sarayı inşa eder.”
Belkıs, sarayında en değerli taşları, en göz alıcı altınları, en zarif kumaşları toplamıştı. Ama tüm bunlar, bir içsel yolculuğa çıktığında anlam kazanacaktı. Süleyman’ın gönderdiği elçiler, sarayın kapılarına kadar geldi. Fakat Saray’ın içi, onlara sadece dış dünyayı değil, aynı zamanda ruhun içindeki boşluğu da hatırlatıyordu. Süleyman’ın sarayında, sadece bir gücün değil, ilmin de yeri vardı. O zaman Belkıs, sarayındaki bu zenginliklerin ne kadar yanıltıcı olduğunu fark etti.
Birçok rivayette Belkıs, Süleyman’a ait saraya gittiğinde, oradaki ilim ve hikmeti görünce, “Gerçek saray, süslenmiş taşlardan değil, insanın kalbinden gelir” demiştir. Bu öğreti, sarayın duvarlarında değil, Allah’a olan teslimiyetin samimiyetinde gizlidir. O an, Saba diyarının kraliçesi, Allah’ın kudretini ve ilmini tüm ihtişamından çok daha üstün kabul etti. Artık kendi sarayında bir şeylerin eksik olduğunu anlayan Belkıs, orada kalıp her şeyin tamamlanacağına karar verdi.
Saray, yıllar boyunca dikkatli bakılmadıkça, yalnızca bir bina gibi görünebilir. Ancak Belkıs’a göre sarayın asıl güzelliği, içindeki anlayış, hikmet ve aşk yolculuğuydu. Kalp, içindeki gerçek sarayı bulmaya başladığında, dışındaki sarayın ihtişamı yalnızca bir yansıma haline gelir.
Ve Belkıs, o mucizevi keşfi yaptı: Gerçek saray, ilim ve hikmetle şekillenir; o sarayın her duvarında, her sütununda Allah’a teslimiyetin izleri vardır. Sarayın en değerli hazinesi, taşlar ve altınlar değil, bir kalbin derinliklerindeki inançtır. Bu keşifle, Belkıs için saray, bir zamanlar düşündüğü kadar gösterişli olmaktan çok, Allah’a en yakın olduğu yer hâline gelmiştir.
Süleyman’ın hükümdarlığı, yalnızca bir saltanattan ibaret değildi. O, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak, adaletin, hikmetin ve hakikatin yegâne sultanıydı. Herkesin ona duyduğu saygı, yalnızca kudretinden değil, ilmi ve hikmetiyle yönetmesindendi. Süleyman’ın hükmettiği topraklarda, sadece insanlar değil, hayvanlar, cinler, rüzgarlar, su bile onun emrindeydi. Ama bu gücün gerisinde bir şey vardı ki, o da insanın kalbinde gerçek teslimiyetin ve Allah’a duyulan derin sevginin inşasıydı. İşte bu, Belkıs’ın da içsel yolculuğunda keşfettiği gerçekti.
Belkıs, sarayının ihtişamından, tahtının kudretinden, halkının sevgisinden çok daha fazlasını arıyordu. Her şeyin ötesinde bir gerçeği keşfetmişti: Allah’ın birliğini kabul etmek, her şeyin ötesinde bir güçtür. Hz. Süleyman’a duyduğu hayranlık, başlangıçta bir nevi büyülenmişlikti. Ancak zamanla, bu hayranlık, derin bir sevgiye ve ortak bir amaca dönüşmüştü. O, artık sadece Belkıs değil, Allah’ın yoluna rehberlik edecek bir kadındı. Süleyman’ın öğretisiyle, kalbindeki boşluk dolmuş, içsel bir huzura kavuşmuştu.
Hz. Süleyman ile Belkıs, birlikte kurdukları bu ruhsal krallıkta, ne sadece fiziksel bir taht ne de bir saray vardı. Onlar için asıl krallık, kalplerde, Allah’a teslimiyetle kuruluyordu. Her ikisi de bu gerçeği kavradığında, aralarındaki bağ daha da güçlendi. Çünkü Belkıs, sadece bir hükümdar olarak değil, aynı zamanda bir mümin olarak Süleyman’a katılmaya karar vermişti.
Birlikte kurdukları bu gerçek krallık, insana, doğaya ve evrene saygıyı içeriyordu. Birbirlerini hem manevi hem de fiziksel olarak tamamladılar. Süleyman’ın hükümet ettiği krallıkta, tüm yaratıklar, ilim ve hikmetle yönlendirilirken, Belkıs da kalbinin derinliklerinden gelen ilahi bir yolculukla bu rehberliği kabul etti.
İlk başta Belkıs, Süleyman’a olan bu derin sevgi ve saygısını tahttan ve güçten ayırarak ölçüyordu. Ama zamanla, o gerçeğin ta kendisini buldu: Bir krallığın gerçek gücü, Allah’a teslimiyet ve hikmetle yönetilmesindeydi. Belkıs, artık yalnızca bir hükümdar değil, bir mümin ve Allah’a teslim olmuş bir kuldu. Süleyman’la birlikte, yeryüzünde sadece maddi olarak değil, manevi olarak da hükmedebileceklerini fark ettiler. Çünkü gerçek hükümdarlık, Allah’a olan sadakatle yönetilen bir yaşamın içindeydi.
Bu birliktelik, her iki krallığın da daha sağlam temellere oturmasını sağladı. Belkıs, Süleyman ile birlikte, sadece bir kraliçe değil, bir mürşit olarak da halkına rehberlik etmeye başladı. Süleyman’ın ilmiyle birleşen onun hikmeti, her bir insanın kalbini aydınlatmaya başladı. Çünkü birlikte kurdukları gerçek krallık, sadece bir saltanattan ibaret değildi; o, hakikate ve Allah’a yönelmiş kalplerin oluşturduğu bir krallıktı.
Hz. Süleyman ve Belkıs, sadece kendi halklarına değil, tüm insanlığa örnek olacak bir yaşam tarzını benimsemişlerdi. Bu yaşam, sadece dünya hayatıyla sınırlı kalmamış, Allah’a teslimiyetin ebedi huzurunu da içinde taşımıştır. Gerçek güç, tahtlardan ve saraylardan değil, kalplerdeki inançtan ve Allah’a olan teslimiyetten doğardı.
Ve böylece Belkıs, Süleyman’ın yanında, hem bir eş, hem de bir lider olarak, Allah’ın yolunda hakikati bulmuş ve yeryüzündeki gerçek krallığı kurmuştu. Onların hikayesi, sadece bir zamanlar var olan bir saltanattan değil, her zaman var olacak bir öğrettir: Gerçek hükümdarlık, Allah’a olan derin bir teslimiyettir.
Cinler, yaratılışları itibariyle, insanlardan farklı bir varlık türüdür. Onlar da insan gibi akıl ve iradeye sahiptir, fakat maddi bedenleri yoktur. Cinlerin en belirgin özelliği, onların gözle görünmeyen bir varlık olmalarıdır. Ancak Allah, cinlere de insanlara verdikleri gibi özgür irade ve akıl vermiştir. Yaratılışlarının başlangıcından itibaren cinler, insanların gözlerinden saklanır, fakat onları yönlendiren, insanlara yakın olabilecek varlıklardır.
Hz. Süleyman’a Allah tarafından verilen büyük bir güç vardı. Bu güç sadece insanları değil, cinleri ve diğer varlıkları da kapsıyordu. Süleyman’ın emri altındaki cinler, onun kudretine tamamen teslim olmuş, birer hizmetkar gibi hareket eden varlıklardı. Onlar, her türlü işte Süleyman’a yardımcı olmuşlardır; dağlar, rüzgarlar, hayvanlar, ve daha fazlası, cinlerin Süleyman’a hizmet ettiği varlıklardı.
Kur’an’da, Süleyman’a cinlerin verilmesinin bir mucize olduğu vurgulanır. Cinler, büyük güçleriyle, her türlü zahmetli işin altından kalkabilirlerdi. Hz. Süleyman’ın emriyle cinler, çok büyük taşları taşımaktan, dev saraylar inşa etmekten, denizlere dalıp değerli taşlar çıkarmaktan, göz açıp kapamadan tahtları ve değerli eşyaları taşımaya kadar pek çok mucizevi iş gerçekleştirmiştir. Bu olaylar, Süleyman’a verilen ilahi kudretin, sadece insanların değil, bütün varlıkların kudretine de hükmettiğini gösterir.
Birçok cin, Süleyman’a itaat eden ve onun emirlerine uyan varlıklardır. Ancak cinlerin hepsi böyle değildi. Aralarındaki isyankar cinler, Allah’ın emirlerinden sapmış ve isyan etmişlerdi. Bu isyan eden cinler, Süleyman’ın sarayında çalışmak yerine, zarar vermek ve fesat çıkarmak için planlar yapıyorlardı. Ancak Hz. Süleyman, bu isyankar cinlere karşı da tam bir hâkimiyet göstererek onları kontrol altına almış ve görevlerini yerine getirecek şekilde yönetmiştir.
Bunun dışında, cinlerin birçok özelliği de vardır. Onlar, insanlara benzer şekilde yemek yer, içki içer, hatta zaman zaman insanlar gibi bazen iyi bazen kötü işler yapabilirler. Fakat Allah’ın emirlerine itaat eden cinler, insanlardan farklı olarak, gözle görünmeyen bir varlık olmalarına rağmen, Allah’ın kudretini en iyi şekilde anlayıp, teslim olanlardır. Hz. Süleyman’ın cinlere hükmetmesi, aslında Allah’ın kudretinin ne kadar büyük olduğunu gösteren bir mucizedir.
Cinler, sadece birer hizmetçi değil, aynı zamanda süleymanın hükümetindeki adaletin, hikmetin ve bilginin simgesiydi. Süleyman’ın cinlere hükmetmesi, sadece dışsal bir güç gösterisi değil, içsel bir teslimiyetin de göstergesiydi. Çünkü cinler, Allah’ın kudretine boyun eğmiş varlıklardır ve Allah’a olan teslimiyet, insanları ve cinleri birbirinden ayıran en büyük farktır.
Ve nihayetinde, Hz. Süleyman’ın cinlere olan hükmü, bizlere de büyük bir ders bırakır. O ders, her şeyin Allah’ın elinde olduğunu, insanın kudretinin sınırlı olduğunu ve her şeyin Allah’ın izniyle gerçekleştiğini anlamaktır. Cinler, her ne kadar güç sahibi varlıklar olsalar da, Süleyman’a verdiği bu ilahi güç, onların ne kadar büyük bir kudretin elinde olduğunu gösterir. Cinler, sadece birer varlık değildir; onlar, Allah’ın kudretini yansıtan, insanları ve diğer varlıkları doğru yola yönlendiren birer öğreticidir.
Belkıs’ın sarayından, Süleyman’ın tahtına kadar her şeyde olduğu gibi, cinlerin varlığı da bu kıssada bizlere Allah’ın kudretini ve teslimiyetin önemini öğretir. Her şey Allah’ın iradesine bağlıdır ve bizler, her türlü gücün ve kudretin Allah’a ait olduğunu unutmamalıyız.
Hz. Süleyman’ın hükümetindeki en ilginç özelliklerden biri, onun cinlere ve diğer varlıklara olan hakimiyetiydi. İnsanlar gibi fiziksel varlıklar değil, gözle görünmeyen bir tür olan cinler, Allah’ın kudretinin yansıması olarak, Süleyman’ın emrinde çalışmakta ve ona olağanüstü güçler sunmakta idiler. Süleyman’ın cinlere verdiği emirler, sadece onu muazzam bir hükümdar yapmadı, aynı zamanda inşa sürecindeki benzersiz projelerine de güç kattı.
Belkıs’a hazırladığı sürpriz, bu olağanüstü güçlerin ve inşa çalışmalarının zirve noktasını temsil eder. Birçok gelenekte, krallar ve hükümdarlar tahtlarını güçlendirmek ve saraylarını güzelleştirmek için büyük projeler başlatırlar. Ancak Hz. Süleyman, tüm bu projelere farklı bir boyut katmıştı. Cinler, yalnızca büyük binalar, saraylar ve yapılar inşa etmekle kalmaz, aynı zamanda doğa ile uyum içinde çalışarak Süleyman’ın hükümetine eşsiz bir estetik ve işlevsel derinlik kazandırdılar.
Hz. Süleyman, Allah’ın ona verdiği ilim ve kudretle, cinleri en verimli şekilde yönlendirerek onları birer işçi gibi kullanmıyordu; onları, yaratılışlarına uygun olarak, doğanın unsurlarını işleyebilen ve sıradışı görevler yapabilen varlıklar olarak eğitiyordu. Cinler, Süleyman’ın hükümetine ait sarayları inşa ederken, taşları ve metal malzemeleri inanılmaz bir hızla taşıyor ve yerleştiriyorlardı. Gözle görünmeyen bu varlıkların ellerinden çıkan eserler, insanları hayrete düşürecek kadar büyüleyici ve karmaşıktı.
Ancak Belkıs için yapılan en dikkat çekici sürpriz, bu olağanüstü inşa faaliyetlerinin bir parçasıydı. Bir gün, Belkıs sarayında otururken, Süleyman’ın ona hazırladığı şaşırtıcı bir hediye karşısında şaşkınlık içinde kaldı. Süleyman, Belkıs’ın sarayını, kendisinin emri altındaki cinler sayesinde, o kadar zarif ve görkemli bir şekilde inşa etmişti ki, Belkıs bir an için gerçek sarayını ve inşa edilen bu görkemli yapıyı ayırt edemedi.
Kur’an-ı Kerim’de, Belkıs’ın sarayına dair bir açıklama bulunur. Süleyman, Belkıs’ın sarayına doğru ilerlerken, "İçinde su bulunan bir zemin" ve "şeffaf bir zemin" gibi ifadelerle bu büyüleyici yapıyı tarif eder. Bu yapılar, cinlerin inşa ettiği sarayın sadece fiziksel olarak değil, manevi olarak da bir anlam taşıyan özelliklere sahip olduğunu gösterir. Bu muazzam inşaatın ardında, Allah’ın izni ve Süleyman’ın bilgisi vardı. Süleyman, Belkıs’ı doğru yola yönlendirebilmek için tüm gücünü ve ilmini bu projede kullanmıştı.
Ve Belkıs, saraya girdiğinde, karşılaştığı sürpriz karşısında hayrete düştü. Suyun üstünde yürürken, ayaklarının ıslanmadığını fark etti. Süleyman’ın yaptığı bu muazzam inşaat, onun sadece bir hükümdar değil, aynı zamanda Allah’ın en büyük peygamberlerinden biri olduğunu ortaya koyuyordu. Belkıs, süleymanın sarayını görünce, aralarındaki farkı anlayarak içsel bir dönüşüm yaşadı ve kalbi tamamen Allah’a teslim oldu. Süleyman’ın gücü, sadece maddi gücü değil, aynı zamanda manevi gücüydü.
Süleyman’ın cinlerle kurduğu bu işbirliği, aynı zamanda onun adalet ve hikmetteki derinliğini de simgeliyordu. Cinler, sadece bir araç değildi; onlar, Allah’a teslimiyetle hizmet eden birer varlık olarak, Süleyman’ın ilahi misyonunu gerçekleştirmesini sağlayan unsurlardı. Ve bu sürpriz, sadece Belkıs’ı değil, tüm insanları derinden etkileyecek bir mesaj taşıyordu: Gerçek güç, gözle görünmeyen varlıklarda değil, Allah’a teslimiyet ve hikmette saklıdır.
1. Coğrafya ve Başkent:
Saba Krallığı, bugünkü Yemen'in güney bölgesine yerleşmişti. Bu bölge, Arap Yarımadası'nın doğusunda, Kızıldeniz ile Umman Körfezi arasında yer alır. Saba'nın başkenti, "Marib" olarak bilinir ve bu şehir, Saba Krallığı'nın merkezi olup büyük bir ticaret ve kültür merkeziydi.2. Tarih ve Yükseliş:
Saba Krallığı'nın tarihi, özellikle ticaretle büyüdü. Krallığın en parlak dönemi, MÖ 8. yüzyıldan MÖ 3. yüzyıla kadar uzanır. Saba'nın ekonomisi büyük ölçüde baharat, tütsü ve özellikle tarım ürünleriyle şekillendi. Bu dönemde Saba Krallığı, hem güney Arabistan’a hem de Afrika ve Asya'ya açılan önemli bir ticaret yolu üzerinde yer alıyordu.Saba Krallığı’nın en dikkat çeken yapılarından biri, Marib Barajı’dır. Bu baraj, krallığın su ihtiyacını karşılamak için inşa edilmiştir ve bu alanda mühendislik açısından bir mucize olarak kabul edilmiştir. Baraj, Saba'nın tarımını geliştirmiş ve bölgeyi zenginleştirmiştir.
3. Sosyal Yapı ve Kültür:
Saba halkı, Arapların en eski uygarlıklarından biri olarak bilinir. Saba Krallığı, büyük bir kültürel mirasa sahipti ve Saba'da yazılı belgeler, sanatsal eserler, dini yapılar ve heykeller gibi birçok kültürel öğe bulunmaktadır. Saba halkı, özellikle kadın liderliğiyle de ünlüdür. Krallığın en ünlü hükümdarı, Belkıs olarak bilinen kraliçedir.Belkıs, hem güzelliğiyle hem de aklıyla tanınmış bir liderdi ve çoğu zaman Süleyman Peygamber’le olan kıssasında anılmaktadır. Süleyman'ın Belkıs’a yaptığı ziyaretten sonra Saba Krallığı, hem inanç hem de kültürel etkileşim açısından önemli bir değişim geçirmiştir.
4. Süleyman ve Belkıs Kıssası:
Süleyman Peygamber'in Belkıs’la olan hikayesi, İslam, Yahudi ve Hristiyan geleneklerinde yer alır. Süleyman, Allah’tan aldığı kudretle tüm varlıkları yönetebilen, cinlere ve diğer varlıklara hükmedebilen bir peygamberdi. Belkıs, Saba Krallığı'nın kraliçesiydi ve Süleyman’ın bilgeliği karşısında büyük bir hayranlık duymuştu. Bu kıssa, Süleyman’ın Belkıs’a elçiler göndererek, onu Allah’ın birliğine inandırmaya çalıştığı ve Belkıs’ın sarayını Süleyman’ın emriyle bir anda inşa eden cinler aracılığıyla değişen olaylar etrafında şekillenir.Belkıs, sonunda Süleyman’a gelip, onun bilgeliği ve Allah’a olan teslimiyetinden etkilenir. Bu kıssa, bir bakıma, Saba Krallığı’nın İslam’a geçişini sembolize eder.
5. Çöküş:
Saba Krallığı'nın çöküşü, büyük oranda Marib Barajı'nın yıkılması ve bununla birlikte tarımsal üretimin durmasıyla ilişkilendirilmektedir. Barajın yıkılması, Saba'nın ekonomik yapısını temelden sarsmış ve krallık, bu felaketten sonra zayıflamış, bölgedeki birçok kabile bağımsızlık ilan etmiştir. Saba Krallığı, MÖ 275 civarında gücünü kaybetmeye başlamış ve sonrasında Himyeriler gibi başka Arap devletleri ortaya çıkmıştır.6. Saba Krallığından Kalan Miras:
Saba, kültürel ve tarihi açıdan çok önemli bir miras bırakmıştır. Özellikle Arap dünyasında ve İslam tarihinde önemli bir yer tutar. Marib Barajı, Saba Krallığı'nın mühendislik harikası olarak anılmakta ve Saba'nın inşa ettiği büyük yapılar, dönemin ileri mühendislik bilgisine ışık tutmaktadır.Saba Krallığı ve Belkıs’ın hikayesi, sadece tarihsel değil, aynı zamanda dini bir anlam taşır. Süleyman ve Belkıs’ın karşılaşması, öğretilerini birleştiren ve farklı halkları bir araya getiren büyük bir semboldür. Bu tarihsel ve dini olaylar, Saba'nın önemini pekiştiren unsurlardan biridir.
Saba Krallığı, hem tarihsel hem de dini açıdan zengin bir mirasa sahip bir uygarlıktır. Hem kültürel zenginlikleri hem de Belkıs ve Süleyman kıssasıyla anılan mistik yönleriyle dikkat çekici bir yer tutar.
Saba Melikesi Belkıs: Güneşe Tapan Kraliçeden Tevhide Yolculuk
Yemen’in güneyinde, kadim zamanların ihtişamlı bir ülkesinde hüküm süren bir kadın vardı. Saba diyarının kraliçesi Belkıs... Sarayının sütunları bulutlara uzanır, halkı onun adını neredeyse kutsal bir tınıyla anardı. O, yalnızca bir lider değil; aynı zamanda zekâsı, bilgeliği ve yönetim becerisiyle çağını aşan bir hükümdardı. Lakin hükmettiği toprakların merkezinde, gökyüzüne yönelen bir sapma vardı: Saba halkı güneşe tapıyordu. Belkıs da bu inancın temsilcisi, hatta sembolüydü.
Güneş, onların gözünde ışığın ve hayatın kaynağıydı. Her sabah doğarken ona secde edilir, batarken dualar edilirdi. Fakat hakikatin asıl kaynağı gökyüzündeki o parlak cisim değil, insanın içinde gizliydi. Bu sırra ilk dokunuş, bir kuşun kanadıyla geldi. Hüdhüd, Hz. Süleyman’ın hizmetindeki olağanüstü özelliklere sahip bir kuştu. Yükseklerden Saba’yı görmüş ve oradaki hayranlık uyandırıcı düzenin ardındaki sapkınlığı fark etmişti.
Hz. Süleyman’a döndüğünde, gördüklerini hayretle anlatmıştı. “Orada bir kadın hükümdar var,” demişti. “Tahtı büyük ve ihtişamlı. Ama o ve halkı güneşe secde ediyor.” Bu sözler, Süleyman Peygamber’in dikkatini çekmişti. Çünkü o, yalnızca bir peygamber değil, aynı zamanda hakikatin yayılmasıyla görevli bir liderdi. Böylece Belkıs’a bir mektup gönderdi.
O mektup, yalnızca bir davet değil, bir sarsıntıydı. Belkıs, hayatında ilk kez, kendi kurduğu düzenin dışından gelen bir çağrıyla yüzleşti. O çağrıda kibir yoktu, tehdit yoktu, yalnızca hakikatin sesi vardı. Bu, onun zihninde bir kapı araladı. Güneşe duyduğu hayranlık, yerini düşünmeye bıraktı.
Tarihi anlatılarda, Belkıs’ın halkına karşı son derece adaletli ve merhametli olduğu, gereksiz savaşlardan kaçındığı anlatılır. Bu sebeple, Hz. Süleyman’ın mektubuna doğrudan bir karşılık vermek yerine, konuyu istişareye açtı. Halkı savaş eğilimindeydi; ama o, farklı bir yola meyletti. Zekice bir hamleyle elçiler ve hediyeler gönderdi. Amacı, Süleyman’ın niyetini anlamaktı. O mektubun ardında saltanat mı vardı, yoksa bir hakikat mi?
Belkıs’ın kalbi, ilk kez kendi tahtını sorgulamaya başlamıştı. Güneşe secde ederken, içten içe o ışığın ötesinde bir şey olduğunu sezmişti belki de. Saba’nın gürleyen kalabalıklarından uzaklaştığında, sadece kendi vicdanıyla kaldığında, hakikatin sessizce fısıldadığını duyuyordu.
Belkıs, kendi sarayında hüküm sürüyordu; ama o mektuptan sonra kalbinin derinliklerinde bir başka saltanat başlamıştı. Güneşin batışıyla birlikte artık içsel bir aydınlanmanın doğuşu başlamıştı. Ve bu, onu geri dönülmez bir yola götürecekti: Tevhide, yani Allah’ın birliğine uzanan yola.
Belkıs’ın yolculuğu, sadece geçmişin tozlu satırlarında kalmış bir kıssa değil. O, bugün hâlâ kalplerde yankılanan bir çağrı. Güneşin peşinden koşarken asıl ışığı kaçırmamak gerektiğini, hakikatin bazen en parlak saraylarda değil, secdeye varan bir kalpte bulunduğunu öğreten bir hayat.
Belkıs’ın Tahtı: Göz Açıp Kapayana Dek Gelen Mucize
Saba diyarının kalbinde yükselen bir taht vardı. Altınla işlenmiş, değerli taşlarla süslenmiş, büyüklüğüyle sarayın her köşesine hükmeden bir taht… Bu taht, sadece bir kraliçenin oturduğu yer değil; aynı zamanda bir gücün, geleneğin ve inancın sembolüydü. Belkıs’ın otoritesi kadar o taht da halkın gözünde kudreti temsil ediyordu. Ama bir gün geldi, o taht öyle bir anda yerinden oynadı ki, görenler yalnızca gözlerine değil, kalplerine de inanamadı.

Bu olay, Kur’an’da kısa ama derin bir şekilde anlatılır. Ayetler arasında gizlenen sır, sadece bir eşyayı taşımak değil, bilgiyle kudret arasındaki dengeyi vurgulamaktır. Cin, kuvvetiyle ön plandadır. Ama âlim, ilmiyle zamanın sınırlarını aşar. Bu, Belkıs’a da açık bir mesajdır: Gerçek güç, maddi kuvvette değil; Allah’tan gelen ilimde ve hikmettedir.
Belkıs, saraya geldiğinde tahtının orada olduğunu görünce önce duraksar. Bakar, inceler. “Bu benim tahtım mı?” diye sorar. Çünkü görünüş aynıdır ama bir şey farklıdır. Değişmeyen bir eşyanın, böylesine mucizevî bir şekilde yer değiştirmesi, onun kalbinde daha önce tatmadığı bir hissi uyandırır. Gururla baktığı tahtı, artık onun gözünde değerini yitirmiştir. Çünkü önünde duran sadece bir koltuk değil, kendisinin aşması gereken bir sınavdır.
Bu sahne, Belkıs’ın içsel dönüşümünde bir kırılma anıdır. Kendi tahtının bile kendisinden önce Süleyman’ın sarayına ulaşabildiğini gören kraliçe, kendi inancının da geç kalmaması gerektiğini fark eder. Tahtın taşınması, sadece bir gösteri değil; onun kalbine dokunan bir ilahi delildir.
Bazı tefsirlerde, bu olaydaki “kitaptan ilim verilen” kişinin Hz. Süleyman’ın vezirlerinden biri olduğu anlatılır. Fakat aslolan kişi değil, temsil ettiği hakikattir. Bu hakikat, Allah’ın dilediği kullarına verdiği ilimle zaman, mekân ve imkân engellerinin aşılabileceğidir. Belkıs’ın tahtı, artık onun saltanatının değil; teslimiyet yolunun bir durağı olmuştur.
İnsan bazen kendi tahtını, yani sahip olduklarını, inandığı değerleri, kendi aklının kurduğu düzeni mutlak zanneder. Fakat Allah, bir göz açıp kapama süresinde her şeyi değiştirmeye kadirdir. Tıpkı Belkıs gibi, biz de bazen sahip olduklarımızı hiç sorgulamadan kabul ederiz. Ama hakikat kapımızı çaldığında, o çok güvendiğimiz tahtlar bile ayaklarımızın altından kayabilir.
Belkıs’ın tahtı bir sarayın içinden bir başka saraya taşınmadı sadece. O taht, aynı zamanda kalpten kalbe bir yolculuğun da sembolüydü. Güce değil ilme, gurura değil secdeye çağrının mucizeyle yazılmış bir davet mektubuydu.
Belkıs’ın Sarayı: Yemen Topraklarında Kayıp Bir Cennet
Saba, adı bile gizemli, diyarı ise bir efsane gibi anlatılır. Yemen’in bu kadim topraklarında, büyüklüğüyle dillere destan bir saray yükselirdi. Belkıs’ın sarayı, yalnızca bir yapıt değil, aynı zamanda bir miras, bir kültürün simgesiydi. Her köşe, her duvar, her sütun, bu toprakların tarihinin, geleneğinin ve medeniyetinin birer yansımasıydı. Sarayın içi de dışı kadar ihtişamlıydı; ancak Belkıs’a göre asıl güzellik, bu sarayda sahip olunan bilgi ve hikmetti. Her odasında bir sır, her köşesinde bir anlam vardı. Fakat Belkıs bu sarayın içinde bile, bir eksiklik hissetti. O eksiklik, Allah’a ulaşmak için yapılması gereken son adımın eksikliğiydi.
Saray, insanın ruhunda uyandırdığı etki kadar, gözde de büyüleyiciydi. Göz alabildiğine uzanan altın sarmaşıkları, kıvrımlı sütunları, cam gibi parlayan taşlardan yapılmış zeminleri... Belkıs’ın sarayı, adeta bir cennetti. Ama bu cennet bile onu gerçek huzura ulaştırmaya yetmemişti. Çünkü bir zaman sonra, bu zenginlik, etrafındaki ihtişam ve göz alıcı güzellikler, ona yalnızca bir maskara gibi gelmeye başlamıştı. Gerçek huzur, dış dünyadaki görkemi aşacak bir derinlikteydi.
Bu sarayın içinde bir gün, Hz. Süleyman’ın elçileri geldi. Elçiler, yalnızca Belkıs’ı değil, aynı zamanda sarayın her köşesindeki manaları da sorguladılar. Çünkü Belkıs’ın sarayında dışarıdan bakıldığında her şey mükemmel görünse de, içindeki dünya bozulmuştu. Yalnızca altınla kaplanmış duvarlar, süslü mermerler, şahane pencereler ve görkemli heykeller, bir insanın içindeki manevi boşluğu doldurmaz. Asıl saray, insanın kalbinde olmalıydı.
Hüdhüd’ün, Belkıs’a doğru yol almasının ardından Hz. Süleyman, bir meydan okumada bulundu. “Senin sarayın en güzel saraydır,” dedi. “Ama en güzel saray, insanın kalbindeki temizliği gösterendir. Senin sarayındaki her şey, bir maske olabilir. Ancak Allah’a olan teslimiyetin, kalbinin derinliklerinde bulunan ışığı yansıtır. Yalnızca o ışık, gerçek sarayı inşa eder.”
Belkıs, sarayında en değerli taşları, en göz alıcı altınları, en zarif kumaşları toplamıştı. Ama tüm bunlar, bir içsel yolculuğa çıktığında anlam kazanacaktı. Süleyman’ın gönderdiği elçiler, sarayın kapılarına kadar geldi. Fakat Saray’ın içi, onlara sadece dış dünyayı değil, aynı zamanda ruhun içindeki boşluğu da hatırlatıyordu. Süleyman’ın sarayında, sadece bir gücün değil, ilmin de yeri vardı. O zaman Belkıs, sarayındaki bu zenginliklerin ne kadar yanıltıcı olduğunu fark etti.
Birçok rivayette Belkıs, Süleyman’a ait saraya gittiğinde, oradaki ilim ve hikmeti görünce, “Gerçek saray, süslenmiş taşlardan değil, insanın kalbinden gelir” demiştir. Bu öğreti, sarayın duvarlarında değil, Allah’a olan teslimiyetin samimiyetinde gizlidir. O an, Saba diyarının kraliçesi, Allah’ın kudretini ve ilmini tüm ihtişamından çok daha üstün kabul etti. Artık kendi sarayında bir şeylerin eksik olduğunu anlayan Belkıs, orada kalıp her şeyin tamamlanacağına karar verdi.
Saray, yıllar boyunca dikkatli bakılmadıkça, yalnızca bir bina gibi görünebilir. Ancak Belkıs’a göre sarayın asıl güzelliği, içindeki anlayış, hikmet ve aşk yolculuğuydu. Kalp, içindeki gerçek sarayı bulmaya başladığında, dışındaki sarayın ihtişamı yalnızca bir yansıma haline gelir.
Ve Belkıs, o mucizevi keşfi yaptı: Gerçek saray, ilim ve hikmetle şekillenir; o sarayın her duvarında, her sütununda Allah’a teslimiyetin izleri vardır. Sarayın en değerli hazinesi, taşlar ve altınlar değil, bir kalbin derinliklerindeki inançtır. Bu keşifle, Belkıs için saray, bir zamanlar düşündüğü kadar gösterişli olmaktan çok, Allah’a en yakın olduğu yer hâline gelmiştir.
Belkıs ve Süleyman: Birlikte Kurulan Gerçek Krallık
Süleyman’ın hükümdarlığı, yalnızca bir saltanattan ibaret değildi. O, Allah’ın yeryüzündeki temsilcisi olarak, adaletin, hikmetin ve hakikatin yegâne sultanıydı. Herkesin ona duyduğu saygı, yalnızca kudretinden değil, ilmi ve hikmetiyle yönetmesindendi. Süleyman’ın hükmettiği topraklarda, sadece insanlar değil, hayvanlar, cinler, rüzgarlar, su bile onun emrindeydi. Ama bu gücün gerisinde bir şey vardı ki, o da insanın kalbinde gerçek teslimiyetin ve Allah’a duyulan derin sevginin inşasıydı. İşte bu, Belkıs’ın da içsel yolculuğunda keşfettiği gerçekti.

Hz. Süleyman ile Belkıs, birlikte kurdukları bu ruhsal krallıkta, ne sadece fiziksel bir taht ne de bir saray vardı. Onlar için asıl krallık, kalplerde, Allah’a teslimiyetle kuruluyordu. Her ikisi de bu gerçeği kavradığında, aralarındaki bağ daha da güçlendi. Çünkü Belkıs, sadece bir hükümdar olarak değil, aynı zamanda bir mümin olarak Süleyman’a katılmaya karar vermişti.
Birlikte kurdukları bu gerçek krallık, insana, doğaya ve evrene saygıyı içeriyordu. Birbirlerini hem manevi hem de fiziksel olarak tamamladılar. Süleyman’ın hükümet ettiği krallıkta, tüm yaratıklar, ilim ve hikmetle yönlendirilirken, Belkıs da kalbinin derinliklerinden gelen ilahi bir yolculukla bu rehberliği kabul etti.
İlk başta Belkıs, Süleyman’a olan bu derin sevgi ve saygısını tahttan ve güçten ayırarak ölçüyordu. Ama zamanla, o gerçeğin ta kendisini buldu: Bir krallığın gerçek gücü, Allah’a teslimiyet ve hikmetle yönetilmesindeydi. Belkıs, artık yalnızca bir hükümdar değil, bir mümin ve Allah’a teslim olmuş bir kuldu. Süleyman’la birlikte, yeryüzünde sadece maddi olarak değil, manevi olarak da hükmedebileceklerini fark ettiler. Çünkü gerçek hükümdarlık, Allah’a olan sadakatle yönetilen bir yaşamın içindeydi.
Bu birliktelik, her iki krallığın da daha sağlam temellere oturmasını sağladı. Belkıs, Süleyman ile birlikte, sadece bir kraliçe değil, bir mürşit olarak da halkına rehberlik etmeye başladı. Süleyman’ın ilmiyle birleşen onun hikmeti, her bir insanın kalbini aydınlatmaya başladı. Çünkü birlikte kurdukları gerçek krallık, sadece bir saltanattan ibaret değildi; o, hakikate ve Allah’a yönelmiş kalplerin oluşturduğu bir krallıktı.
Hz. Süleyman ve Belkıs, sadece kendi halklarına değil, tüm insanlığa örnek olacak bir yaşam tarzını benimsemişlerdi. Bu yaşam, sadece dünya hayatıyla sınırlı kalmamış, Allah’a teslimiyetin ebedi huzurunu da içinde taşımıştır. Gerçek güç, tahtlardan ve saraylardan değil, kalplerdeki inançtan ve Allah’a olan teslimiyetten doğardı.
Ve böylece Belkıs, Süleyman’ın yanında, hem bir eş, hem de bir lider olarak, Allah’ın yolunda hakikati bulmuş ve yeryüzündeki gerçek krallığı kurmuştu. Onların hikayesi, sadece bir zamanlar var olan bir saltanattan değil, her zaman var olacak bir öğrettir: Gerçek hükümdarlık, Allah’a olan derin bir teslimiyettir.
Cinlerin Süleyman’a Hizmeti: Gizli Gücün Arkasındaki Varlıklar
Cinler, yaratılışları itibariyle, insanlardan farklı bir varlık türüdür. Onlar da insan gibi akıl ve iradeye sahiptir, fakat maddi bedenleri yoktur. Cinlerin en belirgin özelliği, onların gözle görünmeyen bir varlık olmalarıdır. Ancak Allah, cinlere de insanlara verdikleri gibi özgür irade ve akıl vermiştir. Yaratılışlarının başlangıcından itibaren cinler, insanların gözlerinden saklanır, fakat onları yönlendiren, insanlara yakın olabilecek varlıklardır.
Hz. Süleyman’a Allah tarafından verilen büyük bir güç vardı. Bu güç sadece insanları değil, cinleri ve diğer varlıkları da kapsıyordu. Süleyman’ın emri altındaki cinler, onun kudretine tamamen teslim olmuş, birer hizmetkar gibi hareket eden varlıklardı. Onlar, her türlü işte Süleyman’a yardımcı olmuşlardır; dağlar, rüzgarlar, hayvanlar, ve daha fazlası, cinlerin Süleyman’a hizmet ettiği varlıklardı.
Kur’an’da, Süleyman’a cinlerin verilmesinin bir mucize olduğu vurgulanır. Cinler, büyük güçleriyle, her türlü zahmetli işin altından kalkabilirlerdi. Hz. Süleyman’ın emriyle cinler, çok büyük taşları taşımaktan, dev saraylar inşa etmekten, denizlere dalıp değerli taşlar çıkarmaktan, göz açıp kapamadan tahtları ve değerli eşyaları taşımaya kadar pek çok mucizevi iş gerçekleştirmiştir. Bu olaylar, Süleyman’a verilen ilahi kudretin, sadece insanların değil, bütün varlıkların kudretine de hükmettiğini gösterir.
Birçok cin, Süleyman’a itaat eden ve onun emirlerine uyan varlıklardır. Ancak cinlerin hepsi böyle değildi. Aralarındaki isyankar cinler, Allah’ın emirlerinden sapmış ve isyan etmişlerdi. Bu isyan eden cinler, Süleyman’ın sarayında çalışmak yerine, zarar vermek ve fesat çıkarmak için planlar yapıyorlardı. Ancak Hz. Süleyman, bu isyankar cinlere karşı da tam bir hâkimiyet göstererek onları kontrol altına almış ve görevlerini yerine getirecek şekilde yönetmiştir.
Bunun dışında, cinlerin birçok özelliği de vardır. Onlar, insanlara benzer şekilde yemek yer, içki içer, hatta zaman zaman insanlar gibi bazen iyi bazen kötü işler yapabilirler. Fakat Allah’ın emirlerine itaat eden cinler, insanlardan farklı olarak, gözle görünmeyen bir varlık olmalarına rağmen, Allah’ın kudretini en iyi şekilde anlayıp, teslim olanlardır. Hz. Süleyman’ın cinlere hükmetmesi, aslında Allah’ın kudretinin ne kadar büyük olduğunu gösteren bir mucizedir.
Cinler, sadece birer hizmetçi değil, aynı zamanda süleymanın hükümetindeki adaletin, hikmetin ve bilginin simgesiydi. Süleyman’ın cinlere hükmetmesi, sadece dışsal bir güç gösterisi değil, içsel bir teslimiyetin de göstergesiydi. Çünkü cinler, Allah’ın kudretine boyun eğmiş varlıklardır ve Allah’a olan teslimiyet, insanları ve cinleri birbirinden ayıran en büyük farktır.
Ve nihayetinde, Hz. Süleyman’ın cinlere olan hükmü, bizlere de büyük bir ders bırakır. O ders, her şeyin Allah’ın elinde olduğunu, insanın kudretinin sınırlı olduğunu ve her şeyin Allah’ın izniyle gerçekleştiğini anlamaktır. Cinler, her ne kadar güç sahibi varlıklar olsalar da, Süleyman’a verdiği bu ilahi güç, onların ne kadar büyük bir kudretin elinde olduğunu gösterir. Cinler, sadece birer varlık değildir; onlar, Allah’ın kudretini yansıtan, insanları ve diğer varlıkları doğru yola yönlendiren birer öğreticidir.
Belkıs’ın sarayından, Süleyman’ın tahtına kadar her şeyde olduğu gibi, cinlerin varlığı da bu kıssada bizlere Allah’ın kudretini ve teslimiyetin önemini öğretir. Her şey Allah’ın iradesine bağlıdır ve bizler, her türlü gücün ve kudretin Allah’a ait olduğunu unutmamalıyız.
Cinler ve İnşa: Süleyman Peygamber'in Görünmeyen Ordusu ve Belkıs’a Hazırladığı Sürpriz
Hz. Süleyman’ın hükümetindeki en ilginç özelliklerden biri, onun cinlere ve diğer varlıklara olan hakimiyetiydi. İnsanlar gibi fiziksel varlıklar değil, gözle görünmeyen bir tür olan cinler, Allah’ın kudretinin yansıması olarak, Süleyman’ın emrinde çalışmakta ve ona olağanüstü güçler sunmakta idiler. Süleyman’ın cinlere verdiği emirler, sadece onu muazzam bir hükümdar yapmadı, aynı zamanda inşa sürecindeki benzersiz projelerine de güç kattı.
Belkıs’a hazırladığı sürpriz, bu olağanüstü güçlerin ve inşa çalışmalarının zirve noktasını temsil eder. Birçok gelenekte, krallar ve hükümdarlar tahtlarını güçlendirmek ve saraylarını güzelleştirmek için büyük projeler başlatırlar. Ancak Hz. Süleyman, tüm bu projelere farklı bir boyut katmıştı. Cinler, yalnızca büyük binalar, saraylar ve yapılar inşa etmekle kalmaz, aynı zamanda doğa ile uyum içinde çalışarak Süleyman’ın hükümetine eşsiz bir estetik ve işlevsel derinlik kazandırdılar.
Hz. Süleyman, Allah’ın ona verdiği ilim ve kudretle, cinleri en verimli şekilde yönlendirerek onları birer işçi gibi kullanmıyordu; onları, yaratılışlarına uygun olarak, doğanın unsurlarını işleyebilen ve sıradışı görevler yapabilen varlıklar olarak eğitiyordu. Cinler, Süleyman’ın hükümetine ait sarayları inşa ederken, taşları ve metal malzemeleri inanılmaz bir hızla taşıyor ve yerleştiriyorlardı. Gözle görünmeyen bu varlıkların ellerinden çıkan eserler, insanları hayrete düşürecek kadar büyüleyici ve karmaşıktı.
Ancak Belkıs için yapılan en dikkat çekici sürpriz, bu olağanüstü inşa faaliyetlerinin bir parçasıydı. Bir gün, Belkıs sarayında otururken, Süleyman’ın ona hazırladığı şaşırtıcı bir hediye karşısında şaşkınlık içinde kaldı. Süleyman, Belkıs’ın sarayını, kendisinin emri altındaki cinler sayesinde, o kadar zarif ve görkemli bir şekilde inşa etmişti ki, Belkıs bir an için gerçek sarayını ve inşa edilen bu görkemli yapıyı ayırt edemedi.
Kur’an-ı Kerim’de, Belkıs’ın sarayına dair bir açıklama bulunur. Süleyman, Belkıs’ın sarayına doğru ilerlerken, "İçinde su bulunan bir zemin" ve "şeffaf bir zemin" gibi ifadelerle bu büyüleyici yapıyı tarif eder. Bu yapılar, cinlerin inşa ettiği sarayın sadece fiziksel olarak değil, manevi olarak da bir anlam taşıyan özelliklere sahip olduğunu gösterir. Bu muazzam inşaatın ardında, Allah’ın izni ve Süleyman’ın bilgisi vardı. Süleyman, Belkıs’ı doğru yola yönlendirebilmek için tüm gücünü ve ilmini bu projede kullanmıştı.
Ve Belkıs, saraya girdiğinde, karşılaştığı sürpriz karşısında hayrete düştü. Suyun üstünde yürürken, ayaklarının ıslanmadığını fark etti. Süleyman’ın yaptığı bu muazzam inşaat, onun sadece bir hükümdar değil, aynı zamanda Allah’ın en büyük peygamberlerinden biri olduğunu ortaya koyuyordu. Belkıs, süleymanın sarayını görünce, aralarındaki farkı anlayarak içsel bir dönüşüm yaşadı ve kalbi tamamen Allah’a teslim oldu. Süleyman’ın gücü, sadece maddi gücü değil, aynı zamanda manevi gücüydü.
Süleyman’ın cinlerle kurduğu bu işbirliği, aynı zamanda onun adalet ve hikmetteki derinliğini de simgeliyordu. Cinler, sadece bir araç değildi; onlar, Allah’a teslimiyetle hizmet eden birer varlık olarak, Süleyman’ın ilahi misyonunu gerçekleştirmesini sağlayan unsurlardı. Ve bu sürpriz, sadece Belkıs’ı değil, tüm insanları derinden etkileyecek bir mesaj taşıyordu: Gerçek güç, gözle görünmeyen varlıklarda değil, Allah’a teslimiyet ve hikmette saklıdır.