Ayyüzlüm
Yeni Üyemiz
Sokaklar ve çocuklar
SOKAKLAR VE ÇOCUKLAR
Aslında tüm dünya çocuklarının gönlü birdir ve bütün çiçekler çocukların yüreklerinde açar. Kendi küçücük dünyalarında yine kendilerince büyük¸ dar sokaklarda bütün kötülüklerden habersiz¸ saf ve temiz kalpleri ile akşamın alaca karanlığına kadar¸ bıkmadan usanmadan oynarlar. Aslında tüm dünya çocuklarının gönlü birdir ve bütün çiçekler çocukların yüreklerinde açar. Kendi küçücük dünyalarında yine kendilerince büyük¸ dar sokaklarda bütün kötülüklerden habersiz¸ saf ve temiz kalpleri ile akşamın alaca karanlığına kadar¸ bıkmadan usanmadan oynarlar.
Benim çocukluğum önünde avlusu olan sıvası dökülmüş¸ mahzun¸ küskün¸ çekingen toprak damlı evlerin bulunduğu¸ dar çıkmaz sokakların kesiştiği mekânlarda¸ bu gün bile hâlâ özlemini çektiğim oyunlarla geçti. Erkekler birdirbir¸ çelik çomak gibi oyunlar oynarken¸ kızlar¸ sek sek atlardı. Bazen saklambaç gibi müşterek oyunlarımız da olurdu. Sabah kahvaltısından sonra çıkıp¸ öğle yemeğine bile annemizin zoruyla nazlanarak gidip tekrar döndüğümüz ve akşam ezanlarına kadar oynadığımız o tatlı yılları düşünürüm bazen. At pisliklerinin kirlettiği¸ üzerinde gazoz kapağı¸ bilye oynadığımız¸ siyah kaldırım taşlı sokaklar ve boş arsalarda top çekip camlar kırdığımız günlerin bitmeyen tortusunu hâlâ yüreğimde taşırım. Düşmemek için kendinden yaşlı eve dayanan¸ eski bir tarihi eser edasıyla duran kambur elektrik direğinin gövdesini gün boyu taşa tuttuğumuz günler hiç silinmez gözlerimden. Bu gün gibi hatırlıyorum¸ direğin karşısında sararmış yonu taşların mahrumiyetini koruduğu¸ arabacı Durmuş Amcanın evi vardı. Kızı Fazilet Ablanın¸ küçük avlunun içinde söylediği yanık türküler ve onun biraz ilerisinde Yahya Ustaların evinin içindeki Yahya Abinin sarhoş naralarına ilenen Hayriye Ablanın usangaç¸ bıkkın sesini duyar gibi oluyorum. Çıkmaz sokağın dibindeki çeyrek asırlık büyük ahşap kapının arkasında çiçeklerin çevrelediği küçük bir havuz ve yanındaki ayva ağacının altında ilkyazlarda ettiğimiz kahvaltının tadı hâlâ damaklarımda.
Ramazan günlerinin soğuk¸ dumanlı¸ gri akşamlarında çilekeş elektrik direğinin dibinde¸ elimizde birkaç çikolata ve lokum¸ iftar topunun atılmasını beklerdik kardeşimle birlikte. Top atıldıktan sonra elimizdekilerle orucumuzu açarken “top atıldı” diye bağırarak eve koşardık. Oruç tutmak için âdeta iddialaşırdık kardeşimle. Oruçlu olduğumuz günler babam her istediğimizi alır¸ babaannem ise sırtında gezdirir¸ börekler yapardı. Ben en çok tatlı isterdim. Bazen de küçüklüğümüz bahane edilerek çoğu zaman sahura kaldırılmazdık. Sahura kaldırıldığımız zamanlarda da¸ pişen katmer ve böreklerden davulcuya vermek için birbirimizle yarışırdık. Bizim sokağı “T” şeklinde keserek uzanan¸ parke taşlı büyük sokakta¸ okul dönüşü elimizde çantalarla az mı koştururduk. Büyük sokağın biraz ilerisinde “söğütlü önü” çeşmesi ve mescidi vardı. Mescitle çeşmenin yanındaki mahalle fırınını hiç unutmazdım. Sabahın erken saatlerinde uykulu gözlerle kalkar¸ bu fırına babaannemin akşamdan yoğurduğu ekmeklik hamuru götürürdüm. O zamanlar mahalle aralarında somun ekmek pek yaygın değildi. Mescidin karşısındaki küçük bakkaliye dükkânından okul dönüşlerinde 5 kuruşa aldığım un kurabiyelerinin lezzetini nedense hiç bir yerde bulamıyordum. Bakkal Hasan Amca’nın yüzünden hiç eksik olmayan güler yüzü küçük bakkal dükkânının küflü köşelerini aydınlatırdı âdeta. Bazen kurabiye ve şeker çalan çocuklar Hasan Amca’yı çok kızdırırdı. “benden isteyin vereyim¸ ama hırsızlık yapmayın” derdi.
Yaz aylarında bağa göçerdik. Yaz mevsiminin bende bıraktığı anı daha bir başkadır. Kaysı ağaçları meyvelerinin zamansız koparılmasından bıkarken¸ dut ağaçları tatlı meyveleriyle bizleri beslemekten memnun yapraklarını kıpır kıpır oynatırlardı. Bağ oyunları ve arkadaşları şehirdekilerden farklıydı. Erkekler taş dövüşü oynarken¸ kızlar çizgi atlardı. Bazen babamı zor da olsa ikna edip şehre yazlık sinemalara gelirdik. Yazlar kurak geçer yağmura hasret yaşardık. Bazen bir yaz yağmuru tuttuğu zaman bütün çocuklar yağmurun altında koşuşturur¸ hep bir ağızdan sevinçle “yağ yağ yağmur¸ teknede hamur¸ ver Allah’ım ver” tekerlemesini bağırırdık. O zamanlar aynı duayı bütün ülke çocuklarının söylediğini bilmezdik tabi. Yağmurla birlikte¸ nefes aldıkça ciğerlerimize kadar işleyen taze toprak kokusu burunlarımızı doldururdu.
Benim en sevinçli günlerim bağ bozumu zamanı olurdu. Çünkü annemlere yardım için ablam da gelirdi. Birlikte eski günleri yâd ederdik. Üzümler kesilir¸ pekmezlikler şıra haneye¸ satılacak olanlar da küfelere itina ile yerleştirilirdi. Ablamla birlikte eşeklerle pekmez toprağı getirmek için dağa gider¸ şıra hanedeki üzümleri çiğnendik. Elde edilen şıralar kazanlara doldurulup kaynatılırdı. Babaannem kaynayan şıralara pekmez toprağı ilave ederek çay gibi demlenmesini beklerdi. Daha sonra demlenen şıraları maşrapalarla büyük pekmez leğenlerine doldurup kaynatırdı. En büyük zevkim pekmez leğenlerinin altına gilamada (Kurumuş üzüm çubuğu kolu) atmak olurdu. Onun çıtır çıtır yanışı hoşuma giderdi. Bizim bağ büyük ve verimli olduğu için pekmezin her türlüsü kaynatılırdı. Hele ablamın bir pekmez çarpması vardı ki¸ yumurta akıyla bembeyaz ederdi. Pekmezlerin sonunda köfter kaynatılır¸ leğenin dibini de bütün çocuklar toplanıp parmakla sıyırırdık.
Satılacak üzümler için sabah erkenden arabacı Durmuş Amca gelir üzümleri yükler¸ birlikte sebze haline götürürdük. O gün sabaha kadar Durmuş Amcanın arabasına bineceğim diye sevinçten uyuyamazdım. Sabah ezanlarıyla¸ Durmuş Amcanın atının ayak sesleri de birlikte duyulurdu. Tıkır¸ tıkır¸ tıkır…
En sevdiğim şeylerden biri de bağdan şehre göçüş zamanıydı. Göçüm gününden bir gün önce bağ evinin önüne ne kadar ot ve keven varsa yığar¸ hava kararınca da bütün çocuklar kızlı erkekli toplanır yakardık.
Ertesi gün heyecanla göç için gelecek olan kamyonu beklerdik. Biz en çok¸ amcamın kızı Necla ile birlikte mafraşın üzerinde gitmeyi severdik. O günler¸ komşular ve akrabalar arasında bir tutkunluk¸ bir dayanışma vardı. O bakımdan hiçbir iş zor gelmez¸ neşe içerisinde hep birlikte yapılırdı. Şimdilerde kaybettiğimiz birçok değerlerimiz gibi¸ bu hasletlerimiz de eriyip gitti.
Şehre indiğimizin ertesi günü yine aynı mahalle arkadaşları¸ evlerimiz kadar özlediğimiz sokaklarda toplanır¸ sarılıp öpüşür kaldığımız yerden oyunlarımıza devam ederdik.
Şimdi de sokaklar ve çocuklar var. Ama bakkal Hasan Amcaları kızdıran¸ şeker kapışan¸ kurabiye alan çocuklar yok. Sokaklarsa o zamanki gibi parke taşlı ve dar değil. Damlarından kar kürüdüğümüz toprak damlı evler de yok. Onların yerine beton yığını apartmanların arasına sıkışmış¸ üzerinde oynayan çocuklara hasret asfalt sokaklar var. Çocuklarda akan coşkun zaman seline kapılmış¸ Yedi sekiz metrekarelik havasız internet kahvelere sıkıştırılmış¸ vurdulu kırdılı silahlı oyunlara esir edilmişlerdi.
Bilmiyorum zaman mı değişti¸ yoksa çocuklar mı?...
Ümit Fehmi SORGUNLU
SOKAKLAR VE ÇOCUKLAR
Aslında tüm dünya çocuklarının gönlü birdir ve bütün çiçekler çocukların yüreklerinde açar. Kendi küçücük dünyalarında yine kendilerince büyük¸ dar sokaklarda bütün kötülüklerden habersiz¸ saf ve temiz kalpleri ile akşamın alaca karanlığına kadar¸ bıkmadan usanmadan oynarlar. Aslında tüm dünya çocuklarının gönlü birdir ve bütün çiçekler çocukların yüreklerinde açar. Kendi küçücük dünyalarında yine kendilerince büyük¸ dar sokaklarda bütün kötülüklerden habersiz¸ saf ve temiz kalpleri ile akşamın alaca karanlığına kadar¸ bıkmadan usanmadan oynarlar.
Benim çocukluğum önünde avlusu olan sıvası dökülmüş¸ mahzun¸ küskün¸ çekingen toprak damlı evlerin bulunduğu¸ dar çıkmaz sokakların kesiştiği mekânlarda¸ bu gün bile hâlâ özlemini çektiğim oyunlarla geçti. Erkekler birdirbir¸ çelik çomak gibi oyunlar oynarken¸ kızlar¸ sek sek atlardı. Bazen saklambaç gibi müşterek oyunlarımız da olurdu. Sabah kahvaltısından sonra çıkıp¸ öğle yemeğine bile annemizin zoruyla nazlanarak gidip tekrar döndüğümüz ve akşam ezanlarına kadar oynadığımız o tatlı yılları düşünürüm bazen. At pisliklerinin kirlettiği¸ üzerinde gazoz kapağı¸ bilye oynadığımız¸ siyah kaldırım taşlı sokaklar ve boş arsalarda top çekip camlar kırdığımız günlerin bitmeyen tortusunu hâlâ yüreğimde taşırım. Düşmemek için kendinden yaşlı eve dayanan¸ eski bir tarihi eser edasıyla duran kambur elektrik direğinin gövdesini gün boyu taşa tuttuğumuz günler hiç silinmez gözlerimden. Bu gün gibi hatırlıyorum¸ direğin karşısında sararmış yonu taşların mahrumiyetini koruduğu¸ arabacı Durmuş Amcanın evi vardı. Kızı Fazilet Ablanın¸ küçük avlunun içinde söylediği yanık türküler ve onun biraz ilerisinde Yahya Ustaların evinin içindeki Yahya Abinin sarhoş naralarına ilenen Hayriye Ablanın usangaç¸ bıkkın sesini duyar gibi oluyorum. Çıkmaz sokağın dibindeki çeyrek asırlık büyük ahşap kapının arkasında çiçeklerin çevrelediği küçük bir havuz ve yanındaki ayva ağacının altında ilkyazlarda ettiğimiz kahvaltının tadı hâlâ damaklarımda.
Ramazan günlerinin soğuk¸ dumanlı¸ gri akşamlarında çilekeş elektrik direğinin dibinde¸ elimizde birkaç çikolata ve lokum¸ iftar topunun atılmasını beklerdik kardeşimle birlikte. Top atıldıktan sonra elimizdekilerle orucumuzu açarken “top atıldı” diye bağırarak eve koşardık. Oruç tutmak için âdeta iddialaşırdık kardeşimle. Oruçlu olduğumuz günler babam her istediğimizi alır¸ babaannem ise sırtında gezdirir¸ börekler yapardı. Ben en çok tatlı isterdim. Bazen de küçüklüğümüz bahane edilerek çoğu zaman sahura kaldırılmazdık. Sahura kaldırıldığımız zamanlarda da¸ pişen katmer ve böreklerden davulcuya vermek için birbirimizle yarışırdık. Bizim sokağı “T” şeklinde keserek uzanan¸ parke taşlı büyük sokakta¸ okul dönüşü elimizde çantalarla az mı koştururduk. Büyük sokağın biraz ilerisinde “söğütlü önü” çeşmesi ve mescidi vardı. Mescitle çeşmenin yanındaki mahalle fırınını hiç unutmazdım. Sabahın erken saatlerinde uykulu gözlerle kalkar¸ bu fırına babaannemin akşamdan yoğurduğu ekmeklik hamuru götürürdüm. O zamanlar mahalle aralarında somun ekmek pek yaygın değildi. Mescidin karşısındaki küçük bakkaliye dükkânından okul dönüşlerinde 5 kuruşa aldığım un kurabiyelerinin lezzetini nedense hiç bir yerde bulamıyordum. Bakkal Hasan Amca’nın yüzünden hiç eksik olmayan güler yüzü küçük bakkal dükkânının küflü köşelerini aydınlatırdı âdeta. Bazen kurabiye ve şeker çalan çocuklar Hasan Amca’yı çok kızdırırdı. “benden isteyin vereyim¸ ama hırsızlık yapmayın” derdi.
Yaz aylarında bağa göçerdik. Yaz mevsiminin bende bıraktığı anı daha bir başkadır. Kaysı ağaçları meyvelerinin zamansız koparılmasından bıkarken¸ dut ağaçları tatlı meyveleriyle bizleri beslemekten memnun yapraklarını kıpır kıpır oynatırlardı. Bağ oyunları ve arkadaşları şehirdekilerden farklıydı. Erkekler taş dövüşü oynarken¸ kızlar çizgi atlardı. Bazen babamı zor da olsa ikna edip şehre yazlık sinemalara gelirdik. Yazlar kurak geçer yağmura hasret yaşardık. Bazen bir yaz yağmuru tuttuğu zaman bütün çocuklar yağmurun altında koşuşturur¸ hep bir ağızdan sevinçle “yağ yağ yağmur¸ teknede hamur¸ ver Allah’ım ver” tekerlemesini bağırırdık. O zamanlar aynı duayı bütün ülke çocuklarının söylediğini bilmezdik tabi. Yağmurla birlikte¸ nefes aldıkça ciğerlerimize kadar işleyen taze toprak kokusu burunlarımızı doldururdu.
Benim en sevinçli günlerim bağ bozumu zamanı olurdu. Çünkü annemlere yardım için ablam da gelirdi. Birlikte eski günleri yâd ederdik. Üzümler kesilir¸ pekmezlikler şıra haneye¸ satılacak olanlar da küfelere itina ile yerleştirilirdi. Ablamla birlikte eşeklerle pekmez toprağı getirmek için dağa gider¸ şıra hanedeki üzümleri çiğnendik. Elde edilen şıralar kazanlara doldurulup kaynatılırdı. Babaannem kaynayan şıralara pekmez toprağı ilave ederek çay gibi demlenmesini beklerdi. Daha sonra demlenen şıraları maşrapalarla büyük pekmez leğenlerine doldurup kaynatırdı. En büyük zevkim pekmez leğenlerinin altına gilamada (Kurumuş üzüm çubuğu kolu) atmak olurdu. Onun çıtır çıtır yanışı hoşuma giderdi. Bizim bağ büyük ve verimli olduğu için pekmezin her türlüsü kaynatılırdı. Hele ablamın bir pekmez çarpması vardı ki¸ yumurta akıyla bembeyaz ederdi. Pekmezlerin sonunda köfter kaynatılır¸ leğenin dibini de bütün çocuklar toplanıp parmakla sıyırırdık.
Satılacak üzümler için sabah erkenden arabacı Durmuş Amca gelir üzümleri yükler¸ birlikte sebze haline götürürdük. O gün sabaha kadar Durmuş Amcanın arabasına bineceğim diye sevinçten uyuyamazdım. Sabah ezanlarıyla¸ Durmuş Amcanın atının ayak sesleri de birlikte duyulurdu. Tıkır¸ tıkır¸ tıkır…
En sevdiğim şeylerden biri de bağdan şehre göçüş zamanıydı. Göçüm gününden bir gün önce bağ evinin önüne ne kadar ot ve keven varsa yığar¸ hava kararınca da bütün çocuklar kızlı erkekli toplanır yakardık.
Ertesi gün heyecanla göç için gelecek olan kamyonu beklerdik. Biz en çok¸ amcamın kızı Necla ile birlikte mafraşın üzerinde gitmeyi severdik. O günler¸ komşular ve akrabalar arasında bir tutkunluk¸ bir dayanışma vardı. O bakımdan hiçbir iş zor gelmez¸ neşe içerisinde hep birlikte yapılırdı. Şimdilerde kaybettiğimiz birçok değerlerimiz gibi¸ bu hasletlerimiz de eriyip gitti.
Şehre indiğimizin ertesi günü yine aynı mahalle arkadaşları¸ evlerimiz kadar özlediğimiz sokaklarda toplanır¸ sarılıp öpüşür kaldığımız yerden oyunlarımıza devam ederdik.
Şimdi de sokaklar ve çocuklar var. Ama bakkal Hasan Amcaları kızdıran¸ şeker kapışan¸ kurabiye alan çocuklar yok. Sokaklarsa o zamanki gibi parke taşlı ve dar değil. Damlarından kar kürüdüğümüz toprak damlı evler de yok. Onların yerine beton yığını apartmanların arasına sıkışmış¸ üzerinde oynayan çocuklara hasret asfalt sokaklar var. Çocuklarda akan coşkun zaman seline kapılmış¸ Yedi sekiz metrekarelik havasız internet kahvelere sıkıştırılmış¸ vurdulu kırdılı silahlı oyunlara esir edilmişlerdi.
Bilmiyorum zaman mı değişti¸ yoksa çocuklar mı?...
Ümit Fehmi SORGUNLU