TAİF YOLCULUĞU
Ya Rabbi! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız sana yakmıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Ya Rabbi! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Beni sertlik ve zorbalık içinde karşılayan bir yabancıya mı? Yoksa, davamda bana etki yapacak bir düşmana mı? Yeter ki bunlar bana gazabın nedeniyle olmasın. Eğer bunlar gazabın nedeniyle değilse, çektiklerimin hiçbirine aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyetler, şayet senin bana karşı bir gazap ve öfkenden gelmiyorsa, ben bunların hiçbirine aldırış etmem; hepsine gönülden tahammül ederim. İnanıyorum ki, Senin afiyetin bana karşı geniştir. Ya Rabb! Bana yönelik gazabından yahut bana musallat olacak öfkenden kaçıp, her işi bir düzene koyan ve karanlıkları aydınlığa boğan ilâhi nuruna sığınıyorum. Hoşnut kalacağın kadar Sana memnuniyetimi sunuyorum. Sen her türlü tövbe ve istiğfara layık olansın. Kuvvet ve kudret ancak Senindir. (Hz. Muhammed (s)
Ebû Talib ve Hz. Hatice’nin peş peşe vefat etmeleri Resulüllah için katlanılması çok zor acıların yaşanmasına vesile oldu. İnsanlar arasında yalnız kaldığını hissetti. Bir süre evine kapandı; kimselerle görüşmedi. Yaşanan yığınla sıkıntının yanı sıra, bir de kendisine yardımcı ve sığmak şahsiyetlerden mahrum kalması, acılarını bir kat daha artırdı. Elbette ki kendisine destek olacak, ölümleri pahasına yardım edecek birçok mümin vardı. Ancak hemen hepsinin durumu öylesine kötüydü, öylesine büyük sıkıntılarla iç içeydiler ki, Resulüllah’a önemli bir yardımları olamıyordu. Zaten Resulüllah’ın sıkıntılarının büyük kısmı da, o müminlerin yaşadıkları sıkıntılarla, mağduru oldukları zorbalıklarla ilgiliydi. Kendisine inanıp iman ettikleri için en dayanılmaz işkencelere uğratılan bu insanların durumu, Re-sulüllah’ı dayanılmaz acılara sevk ediyordu. Resulüllah eğer istese o müminler tüm bu zorluklarla dolu durumlarına rağmen yine de yardımcı olurlardı, ama o zorlukların içerisinde kıvranan bu insanlardan yardım istemek bencillik olurdu. Bu ise elbette ki bir dava önderine, özellikle de Resulüllah’a hiç yakışmayacak, O’nun hiçbir şekilde yapamayacağı bir şeydi.
Ebû Talib’in ölümünden sonra, Resulüllah için olumlu sayılabilecek tek gelişme, amcası, İslâm davetinin en katı düşmanı Ebû Leheb’in yeğenine karşı yumuşamasıydı. Hatta, yeğenini ziyaret ederek: “Yeğenim amcan Ebû Talib zamanında ne demişsen, ne yapmışsan aynılarını demekten ve yapmaktan geri durma. Lâfa yemin ederim ki kimse sana zarar veremeyecek. Sana zarar vermek isteyen karşısında beni bulacak [58] dedi. Ebû Leheb’deki bu değişmenin gerçek nedenini bilmiyoruz. Ancak bazı tahminlerde bulunmak mümkün. En önemlisi, Ebû Talib’den sonra Haşim oğullarının reisi olması dikkate alınabilir. Haşim oğullarından iman etmemiş olanların dahi Ebû Talib döneminde büyük zorluklara katlanarak Resulüllah’ı koruduğunu yakinen bilen Ebû Leheb, muhtemeldir ki uzun süredir kendisini dışlayan aile ve akraba çevresiyle ilişkilerim düzeltmek ve böylelikle reisliğini istediği gibi sürdürebilmek, en azından reisliğine meşruluk kazandırabilmek için Ebû Talib’in rolünü üstlenmek istemişti. Ayrıca, daha önce de birçok kez ifade ettiğimiz gibi, Araplar arasında akraba bağları çok güçlüydü. Farklı bir dinden bile olsa, bir akrabayı desteksiz bırakmak Araplar arasında aşağılanmak için yeterli bir nedendi. Ebû Leheb böylesi bir konuma daha fazla düşmemek için yeğenine destek vermek zorunda kalmış olabilir ve hatta bahsettiğimiz bu iki neden birden geçerli olabilir. Fakat hangi gerekçeyle olursa olsun şurası kesindir ki, Haşim oğullarının reisi olduktan sonra Ebû Leheb’in yeğenine karşı tavır ve tutumları değişti; kısa bir süre de olsa ağabeyi Ebû Talib gibi olmaya çalıştı.
Ebû Leheb’deki değişim Mekke eşrafını korkuttu. En yakın ve sağlam dava arkadaşlarım kaybediyor olmanın korku ve sıkıntısını yaşamaya başladılar. Hatta paniklediler. İbnü’l Gaytala isimli bir müşrikin Resulüllah’a küfretmesinden haberdar olan Ebû Leheb’in İbnü’l Gaytala’yı yakalayarak hakaret etmesi ve tokatlaması, Mekke eşrafının korkusunu daha da büyüttü: Daha düne kadar en yakın arkadaşlarının bir anda karşı saflara geçtiğini düşünmeye başladılar. Sohbetlerinde ‘Ebû Leheb dinini terk etti’ diyerek, sıkıntı ve korkularını dile getirdiler. Daha önceleri Kur’an’dan etkilenen Velid b. Muğire ve Utbe b. Rabia’nm dinlerini terk etmesini önleyecek çözümleri bulan ve korktuklarının başlarına gelmesini önleyen Ebû Cehil, bu sefer de Ebû Leheb’in kendi saflarında kalmasını sağlamak için çözüm arayışına girdi. Çözümü bulmakta da zorlanmadı. Ebû Leheb’i yeğenine yaklaştıran nedenlerden birisinin akrabalık bağına saygı olduğunu biliyordu. Ebû Leheb’i bu en hassas olduğu alandan etkileyebileceğini düşündü ve Ebû Leheb’le görüşerek, başta babası Abdülmuttalib olmak üzere diğer atalarının Allah katındaki durumlarının ne olduğunu yeğeninden sormasını istedi. Ebû Leheb büyük bir merakla Resulüllah’ı bularak sorusunu yöneltti. İşittiği sözler karşısında kafası karıştı. Biraz da şaşırdı. Umduğu cevabı alamamıştı. Resulüllah, aralarında Abdülmuttalib de olmak üzere İslâm öncesinde ölen tüm atalarının durumunun Allah katında belli olduğunu söylüyor, ama onları övmüyor; cennetlik olduklarını söylemiyordu. Halbuki Ebû Leheb daha net ve olumlu bir şeyler duymak istiyordu. Akrabalık bağına saygı adına koruduğu yeğeninin, akrabalığa, daha da önemlisi saygın atalarına karşı bu yaklaşımını kabul edemeyeceğini ifade etti ve desteğinden vazgeçti. Kararını Resulüllah’ın yüzüne karşı olanca açıklığı ile dile getirdi: ‘Allah’a yemin ederim ki, artık ebediyen senin düşmanın olarak kalacağım.[59]
Ebû Leheb’in Resulüllah’ı kollayrp-korumaktan vazgeçmesi Mekke eşrafı için yıllardır arayıp bulamadıkları fırsatın doğmasına yol açtı. Artık Resulüllah’a yönelik fiilî müdahalelerde bulunmaktan çekinmemeye, her fırsatta.sataşmaya, hakaret etmeye, fiziki zarar vermeye başladılar. Resulüllah’ın üzerine toprak atmak en sık başvurdukları davranışlardan birisini oluşturuyordu. Bu davranışın, Arap geleneğinde, muhatabı aşağılayan, rencide eden bir anlamı vardı. Ayrıca, namaz kılarken yakaladıkları Resulüllah’m üzerine koyun işkembesi koymak, yemek kabının içine pislik atmak, öldürmek niyetiyle boğazını sıkmak, namaz kılarken boynuna basmak gibi çok farklı girişimleri oldu. Resulüllah, kendisine yönelik fiilî saldırılardan bazılarından Ebû Süfyan’ın evine girerek kurtuldu. Ebû Süfyan, evine sığman Resulüllah’a gerekli himayeyi sağlamaktan geri durmadı. Bu nedenledir ki Resulüllah, Mekke’nin fethi sırasında, Ebû Süfyan’ın evine sığınanlara hiçbir zarar verilmeyeceğini bildirerek vefa borcunu ödedi.
Resulüllah, amcası Ebû Talib’in ölümünden sonra, daha önce benzeri olmayan bir şekilde, müşriklerin fiilî saldırılarının hedefi olmaya başladı. Müşrik eşraf çok farklı tarzlarda terbiyesizliklere, zorbalıklara başvurmakta eskisi kadar çekimser değildi. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar Resulüllah’ın direncini kıramadılar. Hatta mahcup olup üzülen kendileri oldu. Örneğin, Resulüllah’m evinin önüne pislik attıkları zaman kendileri mahcup oldu. Resulüllah, evinin önüne atılmış pisliği bir ağaç yardımıyla alarak havaya kaldırıp ‘Ey Abdumenaf oğulları! Bu nasıl komşuluktur? Komşuluğunuz bu mu [60] diye seslendiğinde, Resulüllah’m karşısına çıkamayıp, gizlenmek zorunda kaldılar. Resulüllah her zaman itidalini korudu. Başına toprak atılıp, toz-toprak içerisinde kaldığı zaman, ağlayarak yardımına koşan kızma ‘Korkma ve ağlama kızım! Allah babana yardım edecektir [61] diyerek itidalini muhafaza etti. Müminlerden de itidalli olmalarını istedi.
Resulüllah artık şunu açıkça anlamıştı: Mekke’de yapacak bir şey kalmamış, Mekke’deki îslâm daveti kilitlenme sürecine girmişti. Üstelik zorluklar da dayanılmaz bir aşamaya ulaşmıştı. îslâm daveti için Taif in uygun bir üs olacağını düşündü. Taifi, Mekke dışında herhangi bir yerleşim merkezinde olmak için değil, bir planın gereği olarak seçti; bilmiyoruz ama belki de seçtirildi. Taif, eğer islâm davetinin merkezi haline getirilebilirse, islâm daveti önemli bir imkâna, büyük bir açılıma sahip olabilirdi. Üstelik Taife egemen olmak, Mekke’yi kuşatmak demekti. Zira, Mekke eşrafından hemen herkesin Taif te büyük mülkleri, yazlık evleri vardı. Taif in islâm egemenliğine girmesi durumunda Mekke eşrafı önemli bir darbe alır, ekonomik güçleri büyük oranda zayıflardı. Mekke müşriklerinin, müminlerin Habeşistan’a hicretleriyle birlikte Habeşistan pazarını kaybederek zarara uğramalarının bir sonraki önemli aşaması Taif ile gerçekleştirilebilirdi. Ayrıca, Taif te iki büyük kabile vardı. Bunlar Malik ve Ahlaf kabileleriydi. Taifin yönetimi bu iki kabilenin temsilcileri tarafından yürütülüyordu. Taifli kabilelerle, Kureyş arasında gizli sayılamayacak bir rekabet vardı.
Bir ara Mekke’ye alternatif bir tapınak inşa etmiş ve Hicaz bölgesinin merkezi olmak istemişler, hatta Ebrehe’nin ordusuna rehberlik yaparak hem Ebrehe’nin gazabından kurtulmaya çalışmışlar ve hem de Ebrehe’nin Kabe’yi yıkması durumunda kendi tapmaklarının önem kazanacağını düşünmüşlerdi. Ancak beklentileri gerçekleşmemişti. Kureyş’ten ve Hevazin’den çekiniyortardı. Zira, bu iki kabileye göre güçsüzdüler. Bu nedenle, Malik kabilesi Hevazin kabilesi ile, Ahlaf kabilesi de Kureyş ile ittifak anlaşmaları yapmışlar ve böylelikle kendilerini korumaya almışlardı. Her ne kadar Ahlaf ve Malik kabileleri güçsüz olmakla birlikte, hem Hevazin ve hem de Kureyş bu iki kabileyle ittifak anlaşmalarının hiçbir zaman gerçek dostluğu yansıtmadığını, tamamıyla politik bir karar olduğunu, esasen bu iki kabilenin birleşip başkaldırmaları durumunda zor durumda kalacaklarını bilirlerdi. Dolayısıyla ittifak anlaşması her iki tarafın da işine geliyordu. Resulüllah, Taifin iki kabilesinden birisinin desteğini alması durumunda, diğerinin de desteğine sağlayabileceğini ve böylelikle önemli bir güç elde edebileceğini düşünmüş olmalıdır.
Taife gidince Ahlaf kabilesinin misafiri oldu. Bunun bilinçli bir tercih olduğu kesindir. Ahlaf kabilesinin desteğini alması, Malik kabilesinin ve Malikler sayesinde Hevazin’in de desteğini almayı kolaylaştıracaktı. Bu ise davetin önündeki en önemli engel olan Kureyş’in işini büyük oranda bitirirdi. Resulüllah, Ahlaf kabilesinin eşrafı durumundaki Abduleyl, Mesud ve Musab b. Amr kardeşlerin kapısını çaldığı zaman kabul gördü. Çünkü hem Kureyştendi ve hem de bu üç kardeş, amcası Abbas’m yakın dostlarıydı, Abbas ise o günler de Resulûllah’a el altından yardımcı oluyor, yeğeninin can güvenliğini temin etmenin çarelerini araştırıyordu.
Taif yürüyüşle Mekke’ye iki günlük mesafede bir yerdir. Mekke’den gizlice çıkarı Resulüllah dikkat çekmemek için Taife yaya gitti. Yanında evlatlığı Zeyd vardı. Taif te bir ay kaldı. Ahlaf kabilesinin ileri gelenleriyle birçok kez görüştü. Onlardan davetini kabul etmelerini ve davetine devam edebilmesi için kendisini korumalarını istedi.
Ahlafın eşrafı korkaktı. Her ne kadar Kureyş’e karşı kinle dolu olsalar bile, Resulüllah’ı desteklemeleri durumunda Kureyş’in gazabına uğramaktan çekmiyorlardı, muhtemel gelişmelerin kendi lehlerine olacağını anlayamıyorlardı. Resulüllah’ın teklifini reddettiler. Başlarına iş almak istemiyorlardı. Fakat ne var ki sadece teklifi reddetmekle kalmayıp şımarıkça bir tutum da sergilediler. Resulüllah’la alay ettiler. O’nu bir hayalperest olarak nitelediler. Resulüllah’ın, isteklerinin kabul edilmemesi karşısında, hiç değilse bu ziyaretinin ve isteklerinin kabul edilmediğinin gizli tutulmasını, özellikle de Kureyş’e bildirilmemesini istemesi Taif eşrafını hepten şımarttı.
Toplumu tarafından dışlanmış ve durumunun toplumu tarafından bilinmesinden çekinen Resulüllah’a fiilî tepkilerinin herhangi bir karşı tepkiye neden olmayacağım, böylesi bir girişimin Mekkelilerle olan olumlu ilişkilerini etkilemeyeceğini anlayınca, fiilî tepkiye başvurdular. Hatta Resulûllah’a verdikleri sıkıntıyla, Kureyş’in yakınlığım, desteğini kazanacaklarını umuyorlardı. Resulüllah’tan şehirlerini hemen terk etmesini istediler. Aşağıladılar, alay ettiler, küfrettiler. Şehri terk etmek üzere olan Resulüllah’a zarar vermek için köle ve çocukları kışkırtıp O’nu taşlamalarım istediler. Resulüllah ve Zeyd, ellerinde taşlarla yolun iki yanma dizilmiş köle, çocuk ve kadınların arasından, taş yağmurunun altında şehri terk etmek zorunda kaldılar. Taşlar her taraflarına yağmur gibi yağdı, ikisinin de vücudu yaralandı, her taraflarından kanlar aktı; bacakları kanlara boyandı, ayakkabıları kanla doldu. Kendinden çok Resulüllah’ı düşünen ve O’na gelen taşlara karşı kendi vücudunu kalkan olarak kullanan Zeyd’in durumu daha da kötüydü; her bir tarafından kanlar akıyordu.
Taifin çocuk, kadın ve köleleri kendilerinden yardım istemeye gelmiş misafirlerini taşlayarak vücutlarını yarabere içerisinde bıraktıkları gibi, şehrin dışında da uzun sûre takip edip kovaladılar. Resulüllah ve Zeyd, büyük acılar içerisinde, kana bulanmış vücutlarıyla bir yandan taşlardan kendilerini korumaya çalışırlarken, bir yandan kaçtılar, Taif ten uzaklaşmaya çalıştılar. Taşlayanların bu rezil durumlarına son verip, takipten vazgeçmeleri üzerine bir süre soluklanmak için kendilerini bir bağa attılar. Gölge bir yere oturdular.
Resulüllah, aç, susuz, nefes nefese kalmış, vücudu tamamen yaralanmış, her tarafından kanlar akar bir halde ne yapacağını düşünüyordu, işte böylesi bir anda, O, herhangi bir insanın ve hatta seçkin bir insanın yapacağı ve yapabileceğinden daha başkasını yaptı. Kendisine zulmedenlere hakaretler yağdırmadı, küfretmedi, dertlenip, yakınmadı. O’nun bu dayanılması zor durum içerisinde korktuğu, düşünmek istemediği tek şey Rabbinin, alemlerin Rabbi olan Allah’ın kendisinden hoşnut olmaması ihtimaliydi. Çünkü son zamanlarda her şey kötüye gidiyordu; her sıkıntıyı bir yenisi takip ediyordu. Kendisini kuşatmış zorluklar bir türlü kolaylığa dönüşmüyordu. Bir türlü dert ve sıkıntılarından kurtulamamış; daha da önemlisi her geçen gün sıkıntıları daha da artmıştı. Yoksa görevini layıkıyla yapamadığı için Rabbi tarafından cezalandırılıyor muydu? Kafasını kurcalayan, kanını donduran korkusu buydu. Yoksa, insanların yaptıklarına takılıp kalacak, insanların bu kötülükleri nedeniyle dertlenecek birisi değildi. Kanlar içerisindeki vücudunu zorla doğrulttu, kandan kıpkırmızı olmuş ellerini kaldırdı ve olabilecek en içten bir yakarışla korkusunu Rabbine arz etti; korkusunun gerçek olmaması için yalvarıp, yakardı:
Ya Rabbi! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız sana yakınıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Ya Rabbi! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Beni sertlik ve zorbalık içinde karşılayan bir yabancıya mı? Yoksa, davamda’bana etki yapacak bir düşmana mı? Yeter ki bunlar bana gazabın nedeniyle olmasın. Eğer bunlar gazabın nedeniyle değilse, çektiklerimin arasında gizli sayılamayacak bir rekabet vardı. Bir ara Mekke’ye alternatif bir tapınak inşa etmiş ve Hicaz bölgesinin merkezi olmak istemişler, hatta Ebrehe’nin ordusuna rehberlik yaparak hem Ebrehe’nin gazabından kurtulmaya çalışmışlar ve hem de Ebrehe’nin Kabe’yi yıkması durumunda kendi tapmaklarının önem kazanacağını düşünmüşlerdi. Ancak beklentileri gerçekleşmemişti. Kureyş’ten ve Hevazin’den çekiniyorlar di. Zira, bu iki kabileye göre güçsüzdüler. Bu nedenle, Malik kabilesi Hevazin kabilesi ile, Ahlaf kabilesi de Kureyş ile ittifak anlaşmaları yapmışlar ve böylelikle kendilerini korumaya almışlardı.
Her ne kadar Ahlaf ve Malik kabileleri güçsüz olmakla birlikte, hem Hevazin ve hem de Kureyş bu iki kabileyle ittifak anlaşmalarının hiçbir zaman gerçek dostluğu yansıtmadığım, tamamıyla politik bir karar olduğunu, esasen bu iki kabilenin birleşip başkaldırmaları durumunda zor durumda kalacaklarını bilirlerdi. Dolayısıyla ittifak anlaşması her iki tarafın da işine geliyordu. Resulüllah, Taifin iki kabilesinden birisinin desteğini alması durumunda, diğerinin de desteğine sağlayabileceğini ve böylelikle önemli bir güç elde edebileceğini düşünmüş olmalıdır. Taife gidince Ahlaf kabilesinin misafiri oldu. Bunun bilinçli bir tercih olduğu kesindir. Ahlaf kabilesinin desteğini alması, Malik kabilesinin ve Malikler sayesinde Hevazin’in de desteğini almayı kolaylaştıracaktı. Bu ise davetin önündeki en önemli engel olan Kureyş’in işini büyük oranda bitirirdi. Resulüllah, Ahlaf kabilesinin eşrafı durumundaki Abduleyl, Mesud ve Musab b. Amr kardeşlerin kapısını çaldığı zaman kabul gördü. Çünkü hem Kureyştendi ve hem de bu üç kardeş, amcası Abbas’ın yakın dostlarıydı. Abbas ise o günler de Resulüllah’a el altından yardımcı oluyor, yeğeninin can güvenliğini temin etmenin çarelerini araştırıyordu.
Taif yürüyüşle Mekke’ye iki günlük mesafede bir yerdir. Mekke’den gizlice çıkan Resulüllah dikkat çekmemek için Taife yaya gitti. Yanında evlatlığı Zeyd vardı. Taif te bir ay kaldı. Ahlaf kabilesinin ileri gelenleriyle birçok kez görüştü. Onlardan davetini kabul etmelerini ve davetine devam edebilmesi için kendisini korumalarını istedi, Ahlafın eşrafı korkaktı. Her ne kadar Kureyş’e karşı kinle dolu olsalar bile, Resulüllah’ı desteklemeleri durumunda Kureyş’in gazabına uğramaktan çekmiyorlardı, muhtemel gelişmelerin kendi lehlerine olacağını anlayamıyorlardı. Resulüllah’ın teklifini reddettiler. Başlarına iş almak istemiyorlardı. Fakat ne var ki sadece teklifi reddetmekle kalmayıp şımarıkça bir tutum da sergilediler. Resulüllah’la alay ettiler. O’nu bir hayalperest olarak nitelediler. Resulüllah’ın, isteklerinin kabul edilmemesi karşısında, hiç değilse bu ziyaretinin ve isteklerinin kabul edilmediğinin gizli tutulmasını, özellikle de Kureyş’e bildirilmemesini istemesi Taif eşrafını hepten şımarttı.
Toplumu tarafından dışlanmış ve durumunun toplumu tarafından bilinmesinden çekinen Resulüllah’a fiilî tepkilerinin herhangi bir karşı tepkiye neden olmayacağını, böylesi bir girişimin Mekkelilerle olan olumlu ilişkilerini etkilemeyeceğini anlayınca, fiilî tepkiye başvurdular. Hatta Resulüllah’a verdikleri sıkıntıyla, Kureyş’in yakınlığını, desteğini kazanacaklarını umuyorlardı. Resulüllah’tan şehirlerini hemen terk etmesini istediler. Aşağıladılar, alay ettiler, küfrettiler. Şehri terk etmek üzere olan Resulüllah’a zarar vermek için köle ve çocukları kışkırtıp O’nu taşlamalarını istediler. Resulüllah ve Zeyd, ellerinde taşlarla yolun iki yanına dizilmiş köle, çocuk ve kadınların arasından, taş yağmurunun altında şehri terk etmek zorunda kaldılar. Taşlar her taraflarına yağmur gibi yağdı. İkisinin de vücudu yaralandı, her taraflarından kanlar aktı; bacakları kanlara boyandı, ayakkabıları kanla doldu. Kendinden çok Resulüllah’ı düşünen ve O’na gelen taşlara karşı kendi vücudunu kalkan olarak kullanan Zeyd’in durumu daha da kötüydü; her bir tarafından kanlar akıyordu.
Taifin çocuk, kadın ve köleleri kendilerinden yardım istemeye gelmiş misafirlerini taşlayarak vücutlarını yara-bere içerisinde bıraktıkları gibi, şehrin dışında da uzun süre takip edip kovaladılar. Resulüllah ve Zeyd, büyük acılar içerisinde, kana bulanmış vücutlarıyla bir yandan taşlardan kendilerini korumaya çalışırlarken, bir yandan kaçtılar, Taif ten uzaklaşmaya çalıştılar. Taşlayanların bu rezil durumlarına son verip, takipten vazgeçmeleri üzerine bir süre soluklanmak için kendilerini bir bağa attılar. Gölge bir yere oturdular.
Resulüllah, aç, susuz, nefes nefese kalmış, vücudu tamamen yaralanmış, her tarafından kanlar akar bir halde ne yapacağını düşünüyordu. İşte böylesi bir anda, O, herhangi bir insanın ve hatta seçkin bir insanın yapacağı ve yapabileceğinden daha başkasını yaptı. Kendisine zulmedenlere hakaretler yağdırmadı, küfretmedi, dertlenip, yakınmadı. O’nun bu dayanılması zor durum içerisinde korktuğu, düşünmek istemediği tek şey Rabbinin, alemlerin Rabbi olan Allah’ın kendisinden hoşnut olmaması ihtimaliydi. Çünkü son zamanlarda her şey kötüye gidiyordu; her sıkıntıyı bir yenisi takip ediyordu. Kendisini kuşatmış zorluklar bir türlü kolaylığa dönüşmüyordu. Bir türlü dert ve sıkıntılarından kurtulamamış; daha da önemlisi her geçen gün sıkıntıları daha da artmıştı. Yoksa görevini layıkıyla yapamadığı için Rabbi tarafından cezalandırılıyor muydu? Kafasını kurcalayan, kanını donduran korkusu buydu. Yoksa, insanların yaptıklarına takılıp kalacak, insanların bu kötülükleri nedeniyle dertlenecek birisi değildi. Kanlar içerisindeki vücudunu zorla doğrulttu, kandan kıpkırmızı olmuş ellerini kaldırdı ve olabilecek en içten bir yakarışla korkusunu Rabbine arz etti; korkusunun gerçek olmaması için yalvarıp, yakardı:
Ya Rabbi! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız sana yakınıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Ya Rabbi! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Beni sertlik ve zorbalık içinde karşılayan bir yabancıya mı? Yoksa, davamda’bana etki yapacak bir düşmana mı? Yeter ki bunlar bana gazabın nedeniyle olmasın. Eğer bunlar gazabın nedeniyle değilse, çektiklerimin hiçbirine aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyetler, şayet senin bana karşı bir gazap ve öfkenden gelmiyorsa, ben bunların hiçbirine aldırış etmem; hepsine gönülden tahammül ederim. İnanıyorum ki, Senin afiyetin bana karşı geniştir. Ya Rabb! Bana yönelik gazabından yahut bana musallat olacak öfkenden kaçıp, her işi bir düzene koyan ve karanlıkları aydınlığa boğan ilâhi nuruna sığmıyorum. Hoşnut kalacağın kadar Sana memnuniyetimi sunuyorum. Sen her türlü tövbe ve istiğfara layık olansın. Kuvvet ve kudret ancak Senindir. [62]
Hiç kuşku yok ki bu sözler, ancak yüce bir gönülden dökülebilecek sözlerdi. Sıradan bir kalbin yakarışları bu kadar içten olamazdı. Bunlar ancak bir peygambere yakışırdı.
Bağlarına sığınmış iki yabancıyı uzaktan seyreden bahçe sahipleri, kim olduklarını bilmedikleri bu kişilere köleleri ile yemeleri için bir miktar üzüm gönderdiler. Köle kanlar içerisindeki iki yabancıya çekinerek yaklaşıp üzümü ikram etti. Resulüllah., kanlı elini üzüme uzatırken ‘bismillah’ dedi. Köle şaşırdı; şaşkın bir halde baka kaldı. Köleye dönen Resulüllah sordu: ‘Nerelisin?’ Hâlâ şaşkınlığını üzeriden atamamış köle ‘Ninova’dari1 dedi. Resulüllah sakinliğini hiç kaybetmeden, sanki biraz önce taşlanmış, hâlâ vücudundan kanlar akan kişi kendisi değilmiş gibi, aynı sakinlikle ‘Ninova mı? Salih insan Yunus b. Metta’nın şehrinden öyle mi?’ dedi. Köle daha da şaşırdı: ‘Sen Yunus b. Metta’yı nereden biliyorsun?’ diye sordu. Resulüllah ‘O benim kardeşimdir. O bir peygamberdi, ben de peygamberim, dedi. Karşısındakinin hâl ve hareketlerini dikkatle izleyen köle, O’nun yüce bir şahsiyet, bir peygamber olabileceğini anladı. İslâm’ı öğrenmek istedi ve bir şeyler sordu. Sonra da iman etti. En zor, sıkıntılı gününde dahi davasını düşünen, insanlardan bir kişiyi daha esenlik yolunun yolcusu kılmak gayretinde olan Resulüllah’ın kendisine zulmedenler için orada ağzından dökülen sözler ise: ‘Allah’tan umuyorum ki, Allah onların soyundan hiçbir şeyi kendisine ortak koşmayan, sadece kendisine ibadet edenler yaratacaktır [63] oldu.
Bağda bir süre dinlenen Resulüllah ve Zeyd, Mekke’ye dönmek için kalktılar; gidecekleri başka bir yer yoktu. Gece olunca bir yerde oturdular, biraz daha dinlenip, güç toplamaya çalıştılar. Bu sırada namaz kılan ve uzunca Kur’an okuyan Resulüllah, terk edilmediğini, Rabbinin kendisine gazaplanmadığmı, Rabbinin hoşnutluğunun devam ettiğini müjdeleyen bir grup ayet aldı. Ayetler şöyleydi: ‘(Ey Muhammed) Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir taifeyi, Kur’an dinlemeleri için sana doğru sevk etmiştik. İşte bunlar huzuruna gelince birbirlerine ‘Susun’ demişler, (okuman) bitince de, ikaz etmeye memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Ve ‘Ey kavmimiz, hakikaten bizMusa’dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdik eden, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine icabet edin. Ona iman edin ki, Allah sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi çok elem verici bir azaptan korusun. Kim Allah’ın davetçisine icabet etmezse, o yeryüzünde Allah’ı aciz bırakacak değildir. Onun Allah’tan başka yardımcıları da yoktur. Onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler’ dediler [64] Resulüllah en zor gününde davetini kabul edenlerin bulunduğunu, üstelik gayb aleminde dahi taraftar bulduğunu öğrenerek sevindi.
İki yolcu yolculuklarına devam ettiler. Mekke’ye yaklaştılar. Fakat Mekke’ye giremediler. Resulüllah’m Taiften kovulmuş bir halde tekrar Mekke’ye girmesi mümkün görünmüyordu. Mekkelilerin, hem kendisine destek bulamamış ve yalnız kalmış, hem de kendileri aleyhine bir ittifakın gerçekleşmesi için çabalamış bir kişi olarak kendisine her türlü kötülüğü yapmak için öfke içerisinde beklediklerini biliyordu. Üstelik Ebû Leheb’in liderliğindeki Haşim boyunun eskisi kadar kendisini desteklemeyeceği de kesindi. Buna rağmen gidebileceği tek yer Mekke’ydi. Gidebileceği bir başka yer yoktu. Taif örneğinde olduğu gibi gittiği yerden taşlanarak kovuluyordu. Mekke’ye girmeliydi, ama nasıl?
Mekke yakınındaki bir dağda üç gün kaldılar. Zeyd, Mekke’ye giremeyen ama gidecek başka bir yeri de olmayan Resulüllah için üzüldü; ‘Ey Allah’ın Resulü’ dedi; ‘Mekke’ye nasıl gireceksin!? Kureyş seni kovdu ve umduğun yerden de kovuldun’. Ama Resulüllah sakindi; Rabbinin güveninin devam ettiğini bilen rahat bir kalple ‘Ey Zeyd! Korkma’ dedi; ‘Şüphen olmasın ki, Allah bu durumumuza da bir çıkış yolu gösterecek, zorluklarımızı kolaylığa çevirecektir. O’nun, dinine ve Resulüne yardım etmeye; onları üstün kılmaya gücü yeter.[65]
Resulüllah dağda kaldığı üç gün içinde, Zeyd’i gizlice Mekke’ye gönderip bazı kimselerle görüşmesini sağladı. Kendisini himaye edecek ve Mekke’ye girmesini sağlayacak birilerini aradı. Zeydı Resulüllah adına Ahnes b. Şerik ile Süheyl b. Arar’a teklif götürdü. Her ikisi de Kureyş’in müttefiki ailelerin reisleriydiler. Ancak ikisi de himaye teklifini, Kureyş’in gazabına uğramak korkusuyla reddettiler. Resulüllah isteğini o zamana kadar Haşim oğulları ile Abdüşems oğullan arasındaki geleneksel rekabette kıyıda kalan Nevfel oğullarının lideri Mut’im b. Adiyy’e iletti. Bu önemli bir tercihti. Mut’im’in kendisini desteklemesi durumunda Abdu-menaf soyu içindeki iki büyük boyun çekişmelerine üçüncü bir boy daha katılmış olacaktı. Bu özellikle Abdumenaf soyunda önemli bir parçalanma demekti. Üstelik, o güne kadar soylar arası rekabette kıyıda kalan Nevfel soyunun temsilcisi sıfatıyla Mut’im b. Adiyy’in kendisinin desteklemesi kuvvetle muhtemeldi. Zira boykotun kaldırılmasında Mut’im’in önemli katkısı olmuştu. Mut’im, Resulüllah’ın yardım isteğini kabul etti. Bu, Mut’im sahip olduğu olumlu özelliklerin gereği olmasının yanı sıra, artık Nevfel boyunun da Kureyş içinde bir güç olduğunu göstermesine vesile olacak bir davranıştı. Mut’im vakit kaybetmeden oğullarına ve akrabasından gençlere haber gönderip silahlanmalarını istedi.
Resulüllah, Mekke’ye çaresiz kalmış, korkmuş birisi olarak girmek istemedi. Bu nedenle Nevfel oğullarının himayesinde sessizce evine gitmek yerine, doğrudan Kabe’ye gitmeyi tercih etti. Eşrafın gözü önünde Kabe’yi tavaf etti, iki rekat namaz kıldı, uzunca dua etti ve sonra evine yöneldi. Bu arada Resulüllah’ı koruyan savaşçıların başındaki Mut’im b. Adiyy, Mekke eşrafına yaklaşarak Muhammed’i himayesine aldığını, himaye hukukuna riayet edilmesini, yoksa soyunun bütün fertleriyle himaye hukukuna riayet etmeyenlere karşı savaşmaya hazır olduklarını bildirdi.
Resulüllah Mekke’den gizlice ve adeta kaçarcasma ayrılmıştı. Taif ten taşlanarak kovulmuş ve yurtsuz kalmıştı. Dağda üç gün kalıp Mekke’ye girememişti. Ama Allah’ın yardımıyla, üstelik bir müşrikin desteğinde, çıkışından daha güçlü şekilde Mekke’ye girmiş ve hiçbir şekilde ezilen, aşağılanan konumuna düşmemişti. Bu Resulüllah için, bu İslâm daveti için son derece önemliydi; psikolojik güç hâlâ Müslümanların tarafındaydı.
Mut’im Ibn Adiy hicretten kısa bir süre sonra öldü. Resulüllah, Bedir savaşı sonrasında ölen Mekke müşriklerini göstererek ‘Eğer Mut’im yaşasa ve benden bu kokuşmuş kişileri bağışlamamı isteseydi bağışlardım [66] diyerek, onun, müşrik olmasına rağmen, gönlündeki farklı yerini ifade etti. Ona vefa borcu olduğunu dile getirdi.
[58] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/211; Halebî, Însanü’l-Uyûn jî Sîreti’l Emini’/ Me’mûn, 11/50.
[59] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/211; Halebî, Însanü’l-Uyûn fi Sîreti’l Emini’l Me’mün,ll/5l,
[60] Heysemî, Mecma’ü’z 2evâid,VI/21; Rudanî, Cem’ul-Fevâid, 111/258
[61] îbnü’l Esir, Üsdü’l Gabe, V/130; Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, VI/21; Koksal, islâm Tarihi-Mekke Devri, V/l04.
[62] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/61, 62; Tecrid-i Sarih,lI/759; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/230; îbnü’l Esir, el-Kâmil fı’t-Târih, 11/91, 92; Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, VI/35; Ibn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’hMeâd,\V52.
[63] tbn Hişam, es-Sİretü:n-Nebeviyye, 11/62; Tecrid-i Sarih,II/760
[64] Ahkaf: 46:29-32
[65] Ibn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 111/53; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/212.
[66] Buharı, Meğazi 12, Farzu’l Humus 16.
Ya Rabbi! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız sana yakmıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Ya Rabbi! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Beni sertlik ve zorbalık içinde karşılayan bir yabancıya mı? Yoksa, davamda bana etki yapacak bir düşmana mı? Yeter ki bunlar bana gazabın nedeniyle olmasın. Eğer bunlar gazabın nedeniyle değilse, çektiklerimin hiçbirine aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyetler, şayet senin bana karşı bir gazap ve öfkenden gelmiyorsa, ben bunların hiçbirine aldırış etmem; hepsine gönülden tahammül ederim. İnanıyorum ki, Senin afiyetin bana karşı geniştir. Ya Rabb! Bana yönelik gazabından yahut bana musallat olacak öfkenden kaçıp, her işi bir düzene koyan ve karanlıkları aydınlığa boğan ilâhi nuruna sığınıyorum. Hoşnut kalacağın kadar Sana memnuniyetimi sunuyorum. Sen her türlü tövbe ve istiğfara layık olansın. Kuvvet ve kudret ancak Senindir. (Hz. Muhammed (s)
Ebû Talib ve Hz. Hatice’nin peş peşe vefat etmeleri Resulüllah için katlanılması çok zor acıların yaşanmasına vesile oldu. İnsanlar arasında yalnız kaldığını hissetti. Bir süre evine kapandı; kimselerle görüşmedi. Yaşanan yığınla sıkıntının yanı sıra, bir de kendisine yardımcı ve sığmak şahsiyetlerden mahrum kalması, acılarını bir kat daha artırdı. Elbette ki kendisine destek olacak, ölümleri pahasına yardım edecek birçok mümin vardı. Ancak hemen hepsinin durumu öylesine kötüydü, öylesine büyük sıkıntılarla iç içeydiler ki, Resulüllah’a önemli bir yardımları olamıyordu. Zaten Resulüllah’ın sıkıntılarının büyük kısmı da, o müminlerin yaşadıkları sıkıntılarla, mağduru oldukları zorbalıklarla ilgiliydi. Kendisine inanıp iman ettikleri için en dayanılmaz işkencelere uğratılan bu insanların durumu, Re-sulüllah’ı dayanılmaz acılara sevk ediyordu. Resulüllah eğer istese o müminler tüm bu zorluklarla dolu durumlarına rağmen yine de yardımcı olurlardı, ama o zorlukların içerisinde kıvranan bu insanlardan yardım istemek bencillik olurdu. Bu ise elbette ki bir dava önderine, özellikle de Resulüllah’a hiç yakışmayacak, O’nun hiçbir şekilde yapamayacağı bir şeydi.
Ebû Talib’in ölümünden sonra, Resulüllah için olumlu sayılabilecek tek gelişme, amcası, İslâm davetinin en katı düşmanı Ebû Leheb’in yeğenine karşı yumuşamasıydı. Hatta, yeğenini ziyaret ederek: “Yeğenim amcan Ebû Talib zamanında ne demişsen, ne yapmışsan aynılarını demekten ve yapmaktan geri durma. Lâfa yemin ederim ki kimse sana zarar veremeyecek. Sana zarar vermek isteyen karşısında beni bulacak [58] dedi. Ebû Leheb’deki bu değişmenin gerçek nedenini bilmiyoruz. Ancak bazı tahminlerde bulunmak mümkün. En önemlisi, Ebû Talib’den sonra Haşim oğullarının reisi olması dikkate alınabilir. Haşim oğullarından iman etmemiş olanların dahi Ebû Talib döneminde büyük zorluklara katlanarak Resulüllah’ı koruduğunu yakinen bilen Ebû Leheb, muhtemeldir ki uzun süredir kendisini dışlayan aile ve akraba çevresiyle ilişkilerim düzeltmek ve böylelikle reisliğini istediği gibi sürdürebilmek, en azından reisliğine meşruluk kazandırabilmek için Ebû Talib’in rolünü üstlenmek istemişti. Ayrıca, daha önce de birçok kez ifade ettiğimiz gibi, Araplar arasında akraba bağları çok güçlüydü. Farklı bir dinden bile olsa, bir akrabayı desteksiz bırakmak Araplar arasında aşağılanmak için yeterli bir nedendi. Ebû Leheb böylesi bir konuma daha fazla düşmemek için yeğenine destek vermek zorunda kalmış olabilir ve hatta bahsettiğimiz bu iki neden birden geçerli olabilir. Fakat hangi gerekçeyle olursa olsun şurası kesindir ki, Haşim oğullarının reisi olduktan sonra Ebû Leheb’in yeğenine karşı tavır ve tutumları değişti; kısa bir süre de olsa ağabeyi Ebû Talib gibi olmaya çalıştı.
Ebû Leheb’deki değişim Mekke eşrafını korkuttu. En yakın ve sağlam dava arkadaşlarım kaybediyor olmanın korku ve sıkıntısını yaşamaya başladılar. Hatta paniklediler. İbnü’l Gaytala isimli bir müşrikin Resulüllah’a küfretmesinden haberdar olan Ebû Leheb’in İbnü’l Gaytala’yı yakalayarak hakaret etmesi ve tokatlaması, Mekke eşrafının korkusunu daha da büyüttü: Daha düne kadar en yakın arkadaşlarının bir anda karşı saflara geçtiğini düşünmeye başladılar. Sohbetlerinde ‘Ebû Leheb dinini terk etti’ diyerek, sıkıntı ve korkularını dile getirdiler. Daha önceleri Kur’an’dan etkilenen Velid b. Muğire ve Utbe b. Rabia’nm dinlerini terk etmesini önleyecek çözümleri bulan ve korktuklarının başlarına gelmesini önleyen Ebû Cehil, bu sefer de Ebû Leheb’in kendi saflarında kalmasını sağlamak için çözüm arayışına girdi. Çözümü bulmakta da zorlanmadı. Ebû Leheb’i yeğenine yaklaştıran nedenlerden birisinin akrabalık bağına saygı olduğunu biliyordu. Ebû Leheb’i bu en hassas olduğu alandan etkileyebileceğini düşündü ve Ebû Leheb’le görüşerek, başta babası Abdülmuttalib olmak üzere diğer atalarının Allah katındaki durumlarının ne olduğunu yeğeninden sormasını istedi. Ebû Leheb büyük bir merakla Resulüllah’ı bularak sorusunu yöneltti. İşittiği sözler karşısında kafası karıştı. Biraz da şaşırdı. Umduğu cevabı alamamıştı. Resulüllah, aralarında Abdülmuttalib de olmak üzere İslâm öncesinde ölen tüm atalarının durumunun Allah katında belli olduğunu söylüyor, ama onları övmüyor; cennetlik olduklarını söylemiyordu. Halbuki Ebû Leheb daha net ve olumlu bir şeyler duymak istiyordu. Akrabalık bağına saygı adına koruduğu yeğeninin, akrabalığa, daha da önemlisi saygın atalarına karşı bu yaklaşımını kabul edemeyeceğini ifade etti ve desteğinden vazgeçti. Kararını Resulüllah’ın yüzüne karşı olanca açıklığı ile dile getirdi: ‘Allah’a yemin ederim ki, artık ebediyen senin düşmanın olarak kalacağım.[59]
Ebû Leheb’in Resulüllah’ı kollayrp-korumaktan vazgeçmesi Mekke eşrafı için yıllardır arayıp bulamadıkları fırsatın doğmasına yol açtı. Artık Resulüllah’a yönelik fiilî müdahalelerde bulunmaktan çekinmemeye, her fırsatta.sataşmaya, hakaret etmeye, fiziki zarar vermeye başladılar. Resulüllah’ın üzerine toprak atmak en sık başvurdukları davranışlardan birisini oluşturuyordu. Bu davranışın, Arap geleneğinde, muhatabı aşağılayan, rencide eden bir anlamı vardı. Ayrıca, namaz kılarken yakaladıkları Resulüllah’m üzerine koyun işkembesi koymak, yemek kabının içine pislik atmak, öldürmek niyetiyle boğazını sıkmak, namaz kılarken boynuna basmak gibi çok farklı girişimleri oldu. Resulüllah, kendisine yönelik fiilî saldırılardan bazılarından Ebû Süfyan’ın evine girerek kurtuldu. Ebû Süfyan, evine sığman Resulüllah’a gerekli himayeyi sağlamaktan geri durmadı. Bu nedenledir ki Resulüllah, Mekke’nin fethi sırasında, Ebû Süfyan’ın evine sığınanlara hiçbir zarar verilmeyeceğini bildirerek vefa borcunu ödedi.
Resulüllah, amcası Ebû Talib’in ölümünden sonra, daha önce benzeri olmayan bir şekilde, müşriklerin fiilî saldırılarının hedefi olmaya başladı. Müşrik eşraf çok farklı tarzlarda terbiyesizliklere, zorbalıklara başvurmakta eskisi kadar çekimser değildi. Fakat ne yaparlarsa yapsınlar Resulüllah’ın direncini kıramadılar. Hatta mahcup olup üzülen kendileri oldu. Örneğin, Resulüllah’m evinin önüne pislik attıkları zaman kendileri mahcup oldu. Resulüllah, evinin önüne atılmış pisliği bir ağaç yardımıyla alarak havaya kaldırıp ‘Ey Abdumenaf oğulları! Bu nasıl komşuluktur? Komşuluğunuz bu mu [60] diye seslendiğinde, Resulüllah’m karşısına çıkamayıp, gizlenmek zorunda kaldılar. Resulüllah her zaman itidalini korudu. Başına toprak atılıp, toz-toprak içerisinde kaldığı zaman, ağlayarak yardımına koşan kızma ‘Korkma ve ağlama kızım! Allah babana yardım edecektir [61] diyerek itidalini muhafaza etti. Müminlerden de itidalli olmalarını istedi.
Resulüllah artık şunu açıkça anlamıştı: Mekke’de yapacak bir şey kalmamış, Mekke’deki îslâm daveti kilitlenme sürecine girmişti. Üstelik zorluklar da dayanılmaz bir aşamaya ulaşmıştı. îslâm daveti için Taif in uygun bir üs olacağını düşündü. Taifi, Mekke dışında herhangi bir yerleşim merkezinde olmak için değil, bir planın gereği olarak seçti; bilmiyoruz ama belki de seçtirildi. Taif, eğer islâm davetinin merkezi haline getirilebilirse, islâm daveti önemli bir imkâna, büyük bir açılıma sahip olabilirdi. Üstelik Taife egemen olmak, Mekke’yi kuşatmak demekti. Zira, Mekke eşrafından hemen herkesin Taif te büyük mülkleri, yazlık evleri vardı. Taif in islâm egemenliğine girmesi durumunda Mekke eşrafı önemli bir darbe alır, ekonomik güçleri büyük oranda zayıflardı. Mekke müşriklerinin, müminlerin Habeşistan’a hicretleriyle birlikte Habeşistan pazarını kaybederek zarara uğramalarının bir sonraki önemli aşaması Taif ile gerçekleştirilebilirdi. Ayrıca, Taif te iki büyük kabile vardı. Bunlar Malik ve Ahlaf kabileleriydi. Taifin yönetimi bu iki kabilenin temsilcileri tarafından yürütülüyordu. Taifli kabilelerle, Kureyş arasında gizli sayılamayacak bir rekabet vardı.
Bir ara Mekke’ye alternatif bir tapınak inşa etmiş ve Hicaz bölgesinin merkezi olmak istemişler, hatta Ebrehe’nin ordusuna rehberlik yaparak hem Ebrehe’nin gazabından kurtulmaya çalışmışlar ve hem de Ebrehe’nin Kabe’yi yıkması durumunda kendi tapmaklarının önem kazanacağını düşünmüşlerdi. Ancak beklentileri gerçekleşmemişti. Kureyş’ten ve Hevazin’den çekiniyortardı. Zira, bu iki kabileye göre güçsüzdüler. Bu nedenle, Malik kabilesi Hevazin kabilesi ile, Ahlaf kabilesi de Kureyş ile ittifak anlaşmaları yapmışlar ve böylelikle kendilerini korumaya almışlardı. Her ne kadar Ahlaf ve Malik kabileleri güçsüz olmakla birlikte, hem Hevazin ve hem de Kureyş bu iki kabileyle ittifak anlaşmalarının hiçbir zaman gerçek dostluğu yansıtmadığını, tamamıyla politik bir karar olduğunu, esasen bu iki kabilenin birleşip başkaldırmaları durumunda zor durumda kalacaklarını bilirlerdi. Dolayısıyla ittifak anlaşması her iki tarafın da işine geliyordu. Resulüllah, Taifin iki kabilesinden birisinin desteğini alması durumunda, diğerinin de desteğine sağlayabileceğini ve böylelikle önemli bir güç elde edebileceğini düşünmüş olmalıdır.
Taife gidince Ahlaf kabilesinin misafiri oldu. Bunun bilinçli bir tercih olduğu kesindir. Ahlaf kabilesinin desteğini alması, Malik kabilesinin ve Malikler sayesinde Hevazin’in de desteğini almayı kolaylaştıracaktı. Bu ise davetin önündeki en önemli engel olan Kureyş’in işini büyük oranda bitirirdi. Resulüllah, Ahlaf kabilesinin eşrafı durumundaki Abduleyl, Mesud ve Musab b. Amr kardeşlerin kapısını çaldığı zaman kabul gördü. Çünkü hem Kureyştendi ve hem de bu üç kardeş, amcası Abbas’m yakın dostlarıydı, Abbas ise o günler de Resulûllah’a el altından yardımcı oluyor, yeğeninin can güvenliğini temin etmenin çarelerini araştırıyordu.
Taif yürüyüşle Mekke’ye iki günlük mesafede bir yerdir. Mekke’den gizlice çıkarı Resulüllah dikkat çekmemek için Taife yaya gitti. Yanında evlatlığı Zeyd vardı. Taif te bir ay kaldı. Ahlaf kabilesinin ileri gelenleriyle birçok kez görüştü. Onlardan davetini kabul etmelerini ve davetine devam edebilmesi için kendisini korumalarını istedi.
Ahlafın eşrafı korkaktı. Her ne kadar Kureyş’e karşı kinle dolu olsalar bile, Resulüllah’ı desteklemeleri durumunda Kureyş’in gazabına uğramaktan çekmiyorlardı, muhtemel gelişmelerin kendi lehlerine olacağını anlayamıyorlardı. Resulüllah’ın teklifini reddettiler. Başlarına iş almak istemiyorlardı. Fakat ne var ki sadece teklifi reddetmekle kalmayıp şımarıkça bir tutum da sergilediler. Resulüllah’la alay ettiler. O’nu bir hayalperest olarak nitelediler. Resulüllah’ın, isteklerinin kabul edilmemesi karşısında, hiç değilse bu ziyaretinin ve isteklerinin kabul edilmediğinin gizli tutulmasını, özellikle de Kureyş’e bildirilmemesini istemesi Taif eşrafını hepten şımarttı.
Toplumu tarafından dışlanmış ve durumunun toplumu tarafından bilinmesinden çekinen Resulüllah’a fiilî tepkilerinin herhangi bir karşı tepkiye neden olmayacağım, böylesi bir girişimin Mekkelilerle olan olumlu ilişkilerini etkilemeyeceğini anlayınca, fiilî tepkiye başvurdular. Hatta Resulûllah’a verdikleri sıkıntıyla, Kureyş’in yakınlığım, desteğini kazanacaklarını umuyorlardı. Resulüllah’tan şehirlerini hemen terk etmesini istediler. Aşağıladılar, alay ettiler, küfrettiler. Şehri terk etmek üzere olan Resulüllah’a zarar vermek için köle ve çocukları kışkırtıp O’nu taşlamalarım istediler. Resulüllah ve Zeyd, ellerinde taşlarla yolun iki yanma dizilmiş köle, çocuk ve kadınların arasından, taş yağmurunun altında şehri terk etmek zorunda kaldılar. Taşlar her taraflarına yağmur gibi yağdı, ikisinin de vücudu yaralandı, her taraflarından kanlar aktı; bacakları kanlara boyandı, ayakkabıları kanla doldu. Kendinden çok Resulüllah’ı düşünen ve O’na gelen taşlara karşı kendi vücudunu kalkan olarak kullanan Zeyd’in durumu daha da kötüydü; her bir tarafından kanlar akıyordu.
Taifin çocuk, kadın ve köleleri kendilerinden yardım istemeye gelmiş misafirlerini taşlayarak vücutlarını yarabere içerisinde bıraktıkları gibi, şehrin dışında da uzun sûre takip edip kovaladılar. Resulüllah ve Zeyd, büyük acılar içerisinde, kana bulanmış vücutlarıyla bir yandan taşlardan kendilerini korumaya çalışırlarken, bir yandan kaçtılar, Taif ten uzaklaşmaya çalıştılar. Taşlayanların bu rezil durumlarına son verip, takipten vazgeçmeleri üzerine bir süre soluklanmak için kendilerini bir bağa attılar. Gölge bir yere oturdular.
Resulüllah, aç, susuz, nefes nefese kalmış, vücudu tamamen yaralanmış, her tarafından kanlar akar bir halde ne yapacağını düşünüyordu, işte böylesi bir anda, O, herhangi bir insanın ve hatta seçkin bir insanın yapacağı ve yapabileceğinden daha başkasını yaptı. Kendisine zulmedenlere hakaretler yağdırmadı, küfretmedi, dertlenip, yakınmadı. O’nun bu dayanılması zor durum içerisinde korktuğu, düşünmek istemediği tek şey Rabbinin, alemlerin Rabbi olan Allah’ın kendisinden hoşnut olmaması ihtimaliydi. Çünkü son zamanlarda her şey kötüye gidiyordu; her sıkıntıyı bir yenisi takip ediyordu. Kendisini kuşatmış zorluklar bir türlü kolaylığa dönüşmüyordu. Bir türlü dert ve sıkıntılarından kurtulamamış; daha da önemlisi her geçen gün sıkıntıları daha da artmıştı. Yoksa görevini layıkıyla yapamadığı için Rabbi tarafından cezalandırılıyor muydu? Kafasını kurcalayan, kanını donduran korkusu buydu. Yoksa, insanların yaptıklarına takılıp kalacak, insanların bu kötülükleri nedeniyle dertlenecek birisi değildi. Kanlar içerisindeki vücudunu zorla doğrulttu, kandan kıpkırmızı olmuş ellerini kaldırdı ve olabilecek en içten bir yakarışla korkusunu Rabbine arz etti; korkusunun gerçek olmaması için yalvarıp, yakardı:
Ya Rabbi! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız sana yakınıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Ya Rabbi! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Beni sertlik ve zorbalık içinde karşılayan bir yabancıya mı? Yoksa, davamda’bana etki yapacak bir düşmana mı? Yeter ki bunlar bana gazabın nedeniyle olmasın. Eğer bunlar gazabın nedeniyle değilse, çektiklerimin arasında gizli sayılamayacak bir rekabet vardı. Bir ara Mekke’ye alternatif bir tapınak inşa etmiş ve Hicaz bölgesinin merkezi olmak istemişler, hatta Ebrehe’nin ordusuna rehberlik yaparak hem Ebrehe’nin gazabından kurtulmaya çalışmışlar ve hem de Ebrehe’nin Kabe’yi yıkması durumunda kendi tapmaklarının önem kazanacağını düşünmüşlerdi. Ancak beklentileri gerçekleşmemişti. Kureyş’ten ve Hevazin’den çekiniyorlar di. Zira, bu iki kabileye göre güçsüzdüler. Bu nedenle, Malik kabilesi Hevazin kabilesi ile, Ahlaf kabilesi de Kureyş ile ittifak anlaşmaları yapmışlar ve böylelikle kendilerini korumaya almışlardı.
Her ne kadar Ahlaf ve Malik kabileleri güçsüz olmakla birlikte, hem Hevazin ve hem de Kureyş bu iki kabileyle ittifak anlaşmalarının hiçbir zaman gerçek dostluğu yansıtmadığım, tamamıyla politik bir karar olduğunu, esasen bu iki kabilenin birleşip başkaldırmaları durumunda zor durumda kalacaklarını bilirlerdi. Dolayısıyla ittifak anlaşması her iki tarafın da işine geliyordu. Resulüllah, Taifin iki kabilesinden birisinin desteğini alması durumunda, diğerinin de desteğine sağlayabileceğini ve böylelikle önemli bir güç elde edebileceğini düşünmüş olmalıdır. Taife gidince Ahlaf kabilesinin misafiri oldu. Bunun bilinçli bir tercih olduğu kesindir. Ahlaf kabilesinin desteğini alması, Malik kabilesinin ve Malikler sayesinde Hevazin’in de desteğini almayı kolaylaştıracaktı. Bu ise davetin önündeki en önemli engel olan Kureyş’in işini büyük oranda bitirirdi. Resulüllah, Ahlaf kabilesinin eşrafı durumundaki Abduleyl, Mesud ve Musab b. Amr kardeşlerin kapısını çaldığı zaman kabul gördü. Çünkü hem Kureyştendi ve hem de bu üç kardeş, amcası Abbas’ın yakın dostlarıydı. Abbas ise o günler de Resulüllah’a el altından yardımcı oluyor, yeğeninin can güvenliğini temin etmenin çarelerini araştırıyordu.
Taif yürüyüşle Mekke’ye iki günlük mesafede bir yerdir. Mekke’den gizlice çıkan Resulüllah dikkat çekmemek için Taife yaya gitti. Yanında evlatlığı Zeyd vardı. Taif te bir ay kaldı. Ahlaf kabilesinin ileri gelenleriyle birçok kez görüştü. Onlardan davetini kabul etmelerini ve davetine devam edebilmesi için kendisini korumalarını istedi, Ahlafın eşrafı korkaktı. Her ne kadar Kureyş’e karşı kinle dolu olsalar bile, Resulüllah’ı desteklemeleri durumunda Kureyş’in gazabına uğramaktan çekmiyorlardı, muhtemel gelişmelerin kendi lehlerine olacağını anlayamıyorlardı. Resulüllah’ın teklifini reddettiler. Başlarına iş almak istemiyorlardı. Fakat ne var ki sadece teklifi reddetmekle kalmayıp şımarıkça bir tutum da sergilediler. Resulüllah’la alay ettiler. O’nu bir hayalperest olarak nitelediler. Resulüllah’ın, isteklerinin kabul edilmemesi karşısında, hiç değilse bu ziyaretinin ve isteklerinin kabul edilmediğinin gizli tutulmasını, özellikle de Kureyş’e bildirilmemesini istemesi Taif eşrafını hepten şımarttı.
Toplumu tarafından dışlanmış ve durumunun toplumu tarafından bilinmesinden çekinen Resulüllah’a fiilî tepkilerinin herhangi bir karşı tepkiye neden olmayacağını, böylesi bir girişimin Mekkelilerle olan olumlu ilişkilerini etkilemeyeceğini anlayınca, fiilî tepkiye başvurdular. Hatta Resulüllah’a verdikleri sıkıntıyla, Kureyş’in yakınlığını, desteğini kazanacaklarını umuyorlardı. Resulüllah’tan şehirlerini hemen terk etmesini istediler. Aşağıladılar, alay ettiler, küfrettiler. Şehri terk etmek üzere olan Resulüllah’a zarar vermek için köle ve çocukları kışkırtıp O’nu taşlamalarını istediler. Resulüllah ve Zeyd, ellerinde taşlarla yolun iki yanına dizilmiş köle, çocuk ve kadınların arasından, taş yağmurunun altında şehri terk etmek zorunda kaldılar. Taşlar her taraflarına yağmur gibi yağdı. İkisinin de vücudu yaralandı, her taraflarından kanlar aktı; bacakları kanlara boyandı, ayakkabıları kanla doldu. Kendinden çok Resulüllah’ı düşünen ve O’na gelen taşlara karşı kendi vücudunu kalkan olarak kullanan Zeyd’in durumu daha da kötüydü; her bir tarafından kanlar akıyordu.
Taifin çocuk, kadın ve köleleri kendilerinden yardım istemeye gelmiş misafirlerini taşlayarak vücutlarını yara-bere içerisinde bıraktıkları gibi, şehrin dışında da uzun süre takip edip kovaladılar. Resulüllah ve Zeyd, büyük acılar içerisinde, kana bulanmış vücutlarıyla bir yandan taşlardan kendilerini korumaya çalışırlarken, bir yandan kaçtılar, Taif ten uzaklaşmaya çalıştılar. Taşlayanların bu rezil durumlarına son verip, takipten vazgeçmeleri üzerine bir süre soluklanmak için kendilerini bir bağa attılar. Gölge bir yere oturdular.
Resulüllah, aç, susuz, nefes nefese kalmış, vücudu tamamen yaralanmış, her tarafından kanlar akar bir halde ne yapacağını düşünüyordu. İşte böylesi bir anda, O, herhangi bir insanın ve hatta seçkin bir insanın yapacağı ve yapabileceğinden daha başkasını yaptı. Kendisine zulmedenlere hakaretler yağdırmadı, küfretmedi, dertlenip, yakınmadı. O’nun bu dayanılması zor durum içerisinde korktuğu, düşünmek istemediği tek şey Rabbinin, alemlerin Rabbi olan Allah’ın kendisinden hoşnut olmaması ihtimaliydi. Çünkü son zamanlarda her şey kötüye gidiyordu; her sıkıntıyı bir yenisi takip ediyordu. Kendisini kuşatmış zorluklar bir türlü kolaylığa dönüşmüyordu. Bir türlü dert ve sıkıntılarından kurtulamamış; daha da önemlisi her geçen gün sıkıntıları daha da artmıştı. Yoksa görevini layıkıyla yapamadığı için Rabbi tarafından cezalandırılıyor muydu? Kafasını kurcalayan, kanını donduran korkusu buydu. Yoksa, insanların yaptıklarına takılıp kalacak, insanların bu kötülükleri nedeniyle dertlenecek birisi değildi. Kanlar içerisindeki vücudunu zorla doğrulttu, kandan kıpkırmızı olmuş ellerini kaldırdı ve olabilecek en içten bir yakarışla korkusunu Rabbine arz etti; korkusunun gerçek olmaması için yalvarıp, yakardı:
Ya Rabbi! Güçsüz ve çaresiz kaldığımı, halk nazarında hor görüldüğümü yalnız sana yakınıyorum. Ey merhametlilerin en merhametlisi! Sen ezilenlerin, hor görülenlerin Rabbisin. Sen benim Rabbimsin. Ya Rabbi! Sen beni kimlerin eline bırakıyorsun? Beni sertlik ve zorbalık içinde karşılayan bir yabancıya mı? Yoksa, davamda’bana etki yapacak bir düşmana mı? Yeter ki bunlar bana gazabın nedeniyle olmasın. Eğer bunlar gazabın nedeniyle değilse, çektiklerimin hiçbirine aldırmam. Üzerime çöken bu musibet ve eziyetler, şayet senin bana karşı bir gazap ve öfkenden gelmiyorsa, ben bunların hiçbirine aldırış etmem; hepsine gönülden tahammül ederim. İnanıyorum ki, Senin afiyetin bana karşı geniştir. Ya Rabb! Bana yönelik gazabından yahut bana musallat olacak öfkenden kaçıp, her işi bir düzene koyan ve karanlıkları aydınlığa boğan ilâhi nuruna sığmıyorum. Hoşnut kalacağın kadar Sana memnuniyetimi sunuyorum. Sen her türlü tövbe ve istiğfara layık olansın. Kuvvet ve kudret ancak Senindir. [62]
Hiç kuşku yok ki bu sözler, ancak yüce bir gönülden dökülebilecek sözlerdi. Sıradan bir kalbin yakarışları bu kadar içten olamazdı. Bunlar ancak bir peygambere yakışırdı.
Bağlarına sığınmış iki yabancıyı uzaktan seyreden bahçe sahipleri, kim olduklarını bilmedikleri bu kişilere köleleri ile yemeleri için bir miktar üzüm gönderdiler. Köle kanlar içerisindeki iki yabancıya çekinerek yaklaşıp üzümü ikram etti. Resulüllah., kanlı elini üzüme uzatırken ‘bismillah’ dedi. Köle şaşırdı; şaşkın bir halde baka kaldı. Köleye dönen Resulüllah sordu: ‘Nerelisin?’ Hâlâ şaşkınlığını üzeriden atamamış köle ‘Ninova’dari1 dedi. Resulüllah sakinliğini hiç kaybetmeden, sanki biraz önce taşlanmış, hâlâ vücudundan kanlar akan kişi kendisi değilmiş gibi, aynı sakinlikle ‘Ninova mı? Salih insan Yunus b. Metta’nın şehrinden öyle mi?’ dedi. Köle daha da şaşırdı: ‘Sen Yunus b. Metta’yı nereden biliyorsun?’ diye sordu. Resulüllah ‘O benim kardeşimdir. O bir peygamberdi, ben de peygamberim, dedi. Karşısındakinin hâl ve hareketlerini dikkatle izleyen köle, O’nun yüce bir şahsiyet, bir peygamber olabileceğini anladı. İslâm’ı öğrenmek istedi ve bir şeyler sordu. Sonra da iman etti. En zor, sıkıntılı gününde dahi davasını düşünen, insanlardan bir kişiyi daha esenlik yolunun yolcusu kılmak gayretinde olan Resulüllah’ın kendisine zulmedenler için orada ağzından dökülen sözler ise: ‘Allah’tan umuyorum ki, Allah onların soyundan hiçbir şeyi kendisine ortak koşmayan, sadece kendisine ibadet edenler yaratacaktır [63] oldu.
Bağda bir süre dinlenen Resulüllah ve Zeyd, Mekke’ye dönmek için kalktılar; gidecekleri başka bir yer yoktu. Gece olunca bir yerde oturdular, biraz daha dinlenip, güç toplamaya çalıştılar. Bu sırada namaz kılan ve uzunca Kur’an okuyan Resulüllah, terk edilmediğini, Rabbinin kendisine gazaplanmadığmı, Rabbinin hoşnutluğunun devam ettiğini müjdeleyen bir grup ayet aldı. Ayetler şöyleydi: ‘(Ey Muhammed) Hatırla o zamanı ki, cinlerden bir taifeyi, Kur’an dinlemeleri için sana doğru sevk etmiştik. İşte bunlar huzuruna gelince birbirlerine ‘Susun’ demişler, (okuman) bitince de, ikaz etmeye memur olarak kavimlerine dönmüşlerdi. Ve ‘Ey kavmimiz, hakikaten bizMusa’dan sonra indirilmiş olan, kendinden öncekileri tasdik eden, hakka ve doğru yola ileten bir kitap dinledik. Ey kavmimiz, Allah’ın davetçisine icabet edin. Ona iman edin ki, Allah sizin günahlarınızı bağışlasın ve sizi çok elem verici bir azaptan korusun. Kim Allah’ın davetçisine icabet etmezse, o yeryüzünde Allah’ı aciz bırakacak değildir. Onun Allah’tan başka yardımcıları da yoktur. Onlar, apaçık bir sapıklık içindedirler’ dediler [64] Resulüllah en zor gününde davetini kabul edenlerin bulunduğunu, üstelik gayb aleminde dahi taraftar bulduğunu öğrenerek sevindi.
İki yolcu yolculuklarına devam ettiler. Mekke’ye yaklaştılar. Fakat Mekke’ye giremediler. Resulüllah’m Taiften kovulmuş bir halde tekrar Mekke’ye girmesi mümkün görünmüyordu. Mekkelilerin, hem kendisine destek bulamamış ve yalnız kalmış, hem de kendileri aleyhine bir ittifakın gerçekleşmesi için çabalamış bir kişi olarak kendisine her türlü kötülüğü yapmak için öfke içerisinde beklediklerini biliyordu. Üstelik Ebû Leheb’in liderliğindeki Haşim boyunun eskisi kadar kendisini desteklemeyeceği de kesindi. Buna rağmen gidebileceği tek yer Mekke’ydi. Gidebileceği bir başka yer yoktu. Taif örneğinde olduğu gibi gittiği yerden taşlanarak kovuluyordu. Mekke’ye girmeliydi, ama nasıl?
Mekke yakınındaki bir dağda üç gün kaldılar. Zeyd, Mekke’ye giremeyen ama gidecek başka bir yeri de olmayan Resulüllah için üzüldü; ‘Ey Allah’ın Resulü’ dedi; ‘Mekke’ye nasıl gireceksin!? Kureyş seni kovdu ve umduğun yerden de kovuldun’. Ama Resulüllah sakindi; Rabbinin güveninin devam ettiğini bilen rahat bir kalple ‘Ey Zeyd! Korkma’ dedi; ‘Şüphen olmasın ki, Allah bu durumumuza da bir çıkış yolu gösterecek, zorluklarımızı kolaylığa çevirecektir. O’nun, dinine ve Resulüne yardım etmeye; onları üstün kılmaya gücü yeter.[65]
Resulüllah dağda kaldığı üç gün içinde, Zeyd’i gizlice Mekke’ye gönderip bazı kimselerle görüşmesini sağladı. Kendisini himaye edecek ve Mekke’ye girmesini sağlayacak birilerini aradı. Zeydı Resulüllah adına Ahnes b. Şerik ile Süheyl b. Arar’a teklif götürdü. Her ikisi de Kureyş’in müttefiki ailelerin reisleriydiler. Ancak ikisi de himaye teklifini, Kureyş’in gazabına uğramak korkusuyla reddettiler. Resulüllah isteğini o zamana kadar Haşim oğulları ile Abdüşems oğullan arasındaki geleneksel rekabette kıyıda kalan Nevfel oğullarının lideri Mut’im b. Adiyy’e iletti. Bu önemli bir tercihti. Mut’im’in kendisini desteklemesi durumunda Abdu-menaf soyu içindeki iki büyük boyun çekişmelerine üçüncü bir boy daha katılmış olacaktı. Bu özellikle Abdumenaf soyunda önemli bir parçalanma demekti. Üstelik, o güne kadar soylar arası rekabette kıyıda kalan Nevfel soyunun temsilcisi sıfatıyla Mut’im b. Adiyy’in kendisinin desteklemesi kuvvetle muhtemeldi. Zira boykotun kaldırılmasında Mut’im’in önemli katkısı olmuştu. Mut’im, Resulüllah’ın yardım isteğini kabul etti. Bu, Mut’im sahip olduğu olumlu özelliklerin gereği olmasının yanı sıra, artık Nevfel boyunun da Kureyş içinde bir güç olduğunu göstermesine vesile olacak bir davranıştı. Mut’im vakit kaybetmeden oğullarına ve akrabasından gençlere haber gönderip silahlanmalarını istedi.
Resulüllah, Mekke’ye çaresiz kalmış, korkmuş birisi olarak girmek istemedi. Bu nedenle Nevfel oğullarının himayesinde sessizce evine gitmek yerine, doğrudan Kabe’ye gitmeyi tercih etti. Eşrafın gözü önünde Kabe’yi tavaf etti, iki rekat namaz kıldı, uzunca dua etti ve sonra evine yöneldi. Bu arada Resulüllah’ı koruyan savaşçıların başındaki Mut’im b. Adiyy, Mekke eşrafına yaklaşarak Muhammed’i himayesine aldığını, himaye hukukuna riayet edilmesini, yoksa soyunun bütün fertleriyle himaye hukukuna riayet etmeyenlere karşı savaşmaya hazır olduklarını bildirdi.
Resulüllah Mekke’den gizlice ve adeta kaçarcasma ayrılmıştı. Taif ten taşlanarak kovulmuş ve yurtsuz kalmıştı. Dağda üç gün kalıp Mekke’ye girememişti. Ama Allah’ın yardımıyla, üstelik bir müşrikin desteğinde, çıkışından daha güçlü şekilde Mekke’ye girmiş ve hiçbir şekilde ezilen, aşağılanan konumuna düşmemişti. Bu Resulüllah için, bu İslâm daveti için son derece önemliydi; psikolojik güç hâlâ Müslümanların tarafındaydı.
Mut’im Ibn Adiy hicretten kısa bir süre sonra öldü. Resulüllah, Bedir savaşı sonrasında ölen Mekke müşriklerini göstererek ‘Eğer Mut’im yaşasa ve benden bu kokuşmuş kişileri bağışlamamı isteseydi bağışlardım [66] diyerek, onun, müşrik olmasına rağmen, gönlündeki farklı yerini ifade etti. Ona vefa borcu olduğunu dile getirdi.
[58] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/211; Halebî, Însanü’l-Uyûn jî Sîreti’l Emini’/ Me’mûn, 11/50.
[59] Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/211; Halebî, Însanü’l-Uyûn fi Sîreti’l Emini’l Me’mün,ll/5l,
[60] Heysemî, Mecma’ü’z 2evâid,VI/21; Rudanî, Cem’ul-Fevâid, 111/258
[61] îbnü’l Esir, Üsdü’l Gabe, V/130; Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, VI/21; Koksal, islâm Tarihi-Mekke Devri, V/l04.
[62] Ibn Hişam, es-Siretü’n-Nebeviyye, 11/61, 62; Tecrid-i Sarih,lI/759; Taberî, Tarihu’r-Rusül ve’l-Mülûk, 11/230; îbnü’l Esir, el-Kâmil fı’t-Târih, 11/91, 92; Heysemî, Mecma’ü’z Zevâid, VI/35; Ibn Kayyım el-Cevziyye, Zâdu’hMeâd,\V52.
[63] tbn Hişam, es-Sİretü:n-Nebeviyye, 11/62; Tecrid-i Sarih,II/760
[64] Ahkaf: 46:29-32
[65] Ibn Kayyım, Zâdu’l-Meâd, 111/53; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 1/212.
[66] Buharı, Meğazi 12, Farzu’l Humus 16.