VAHYİN KORUNMASI VE DOĞRU ANLAŞILMASI
(Ey Muhammedi) Sana vahyedileni ezberlemek için çabalayıp durma. Kuşkusuz onu hafızanda toplamak ve gerektiğinde okutmak bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun sadece okunuşunu takip et. Onu açıklamak da bize aittir. [135]
Müddessir ve Mûzzemmil sûrelerinin ilk ayetlerinin vahyolunmasını takiben, yeni ayetler peş peşe vahyolunmaya başladı. İnsanlar için gerekli olan ebedî hakikatleri bildirmek, mevcut inanç ve hayat tarzlarının yanlışlarını göstermek, doğru inanç sistemini ve hayat tarzını takdim etmek ve Resulüllah’ı görevi konusunda bilgilendirmek amacında olan yeni ayetler gün geçtikçe daha da yoğun bir şekilde vahyolundu. Resulüllah bu süreci ‘Müddessir’den sonra vahiy hızlandı; bir biri ardınca gelmeye başladı [136] diyerek açıklamıştır.
O zamana kadar vahyolunmuş ayetlerin gereklerini yerine getirmek için çaba sarf eden ve her yeni ayetle işi biraz daha ağırlaşıp, yoğunlaşan Resulüllah, kısa süre sonra mevcut ayetlerle ilgili bazı önemli sıkıntılara sahip olmaya başladı. Bu sıkıntılarını;
1- Vahyolunan ayetlerin bir kısmının unutulması veya kaybolması nedeniyle Kur’an’in tamamının muhafaza edilememesi ihtimali,
2- Ayet olmayan sözlerin Kur’an’a karışması ihtimali,
3- Ayetlerin doğru anlaşılıp-anlaşılmaması konulan oluşturuyordu.
Kur’an’ın Bütünlüğünün Korunması
Esenliğin, hakikatin, adaletin, aydınlığın, iyiliğin, güzelliğin rehberi olan Kur’an’ın tüm bu özelliklerini her zaman yerine getirebilmesi, her ayetinin korunmasıyla, Kur’an’ın tamamının muhafazasıyla mümkündür. Onun bir kısmının unutulması veya kaybolması, insanlığın ebedî saadet özlemini gerçek kılacak yolun değişmesi veya zorlaşması demektir. Sıkıntıların, kötülüklerin, haksızlıkların, ahlâksızlıkların, çirkinliklerin, karanlığın insanlık için değişmeyen bir kader haline gelmesi demektir. Bu nedenle Kur’an korunmalıydı; bir kelimesinin dahi kaybı önlenmeli; kaybım, eksilmesini önleyecek tedbirler titizlikle alınmalıydı. Risâlet sürecinde Kur’an’ın kaybedilmesi veya unutularak eksilmesi, öncelikle ve hatta sadece Resulüllah’ın hatasının sonucu olabilirdi. Özellikle de risâletin ilk zamanlarını dikkate alarak ifade etmek gerekirse, henüz müminlerin sayısının birkaç kişi olduğu bir zamanda, Resulüllah’ın bir ayeti unutması durumunda onu kim hatırlayabilirdi ki?
Bu nedenle Resulüllah, ayetlerin bir kısmının unutularak kaybedilmesini önlemek için gerekli tedbirleri alması gerektiğini ve bu tedbirlerin alınmasının tamamıyla kendi sorumluluğunda olduğunu düşündü. Zira, Kur’an, kendisine vahyolunuyordu; insanlık katma indiği yer kendisiydi. Vakit geçirmeden Kur’an’ı korumak için alınması gereken tedbirleri almalıydı; ama nasıl? Ayetleri yazıyla kaydetmenin, onu korumak .amacına hizmet eden en uygun yöntem olduğunu biliyordu. Fakat risâletin ilk günlerinin şartlarında bunu yapamazdı. Çünkü kendisi okur yazar değildi. Yanında okur-yazar olan kimse de yoktu. Bu durumda yapabileceği tek şey, ayetleri hatasız ve eksiksiz bir şekilde ezberlemekten ibaretti. Üstelik mevcut durum buna imkân sağlıyordu. Yeni bir ayet vahyolunduğu zaman, o ayeti vahyolunmasmm hemen arkasından zihninde olanca orijinalliğiyle hazır buluyordu. Biraz gayret sarf ederse, o ayetleri en doğru biçimde ezberleyebilirdi. Düşündüğünü uygulamaya koydu. İlk günden itibaren vahyolunan ayetleri titiz ve yorucu bir çabayla ezberlemeye; daha doğrusu, unutmamak için sıklıkla tekrar etmeye çalıştı.
Henüz bilmiyordu ama, O’nım bir insan olarak düşündüğü çözüm ve çözümü gerçekleştirmek için giriştiği çabalar tamamıyla gereksizdi. Ayetleri ezberlemek için özel bir çaba sarf etmesine hiç gerek yoktu. Esasen her ayet, hiçbir zaman unutmayacağı bir şekilde hafızasına kaydedilecekti. Bu durum yüce Allah’ın kendisine bir lütfü idi; ama o bundan habersizdi. Ancak çok geçmeden, farklı zamanlarda vahyolunan üç ayeti takiben, ayetleri ezberleyerek koruma çabalarına gerek olmadığını anladı. Konuya ilişkin ilk ayet A’Iâ süresindeki bir ayetti. Ayet şöyledir: ‘Bundan böyle sana Kur’an’ı okutacağız ve unutmayacaksın.[137] Muhtevasından anlaşıldığı kadarıyla bu, Resulüllah’m ezberlemeye yönelik çabalarının yorucu düzeye erişmediği bir zamanda vahyolunmuş bir ayettir. Söz konusu ayette, Resulüllah’a, kendisine vahyolunanları insanlara ‘okuma’ sorumluluğu olduğu bildiriliyordu. Resulüllah, ayetteki ‘unutmayacaksın’dan “ayetleri ezberle’ talimatını anlamış olmalı ki, yoğun bir şekilde ezberleme çabasına girdi. Zaten ayetleri ezberleme düşüncesine sahipti ve Öyle de yapıyordu.
Oysa A’lâ sûresinin ilgili ayetiyle, vahyolunan ayetlerin kendisine hiçbir zaman ‘unutturulmayacağı’ bildirilmisti; O, bumro zaman fark edemedi; anlayamadı. Bu nedenle, takip eden günlerde Kıyamet süresindeki ayetler vahyolundu: ‘{Ey Muhammedi) Sana vahyedileni ezberlemek için çabalayıp durma. Kuşkusuz onu hafızanda toplamak ve gerektiğinde okutmak bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun sadece okunuşunu takip et.[138] Bu yeni ayetle, Resulüllah’ın ayetleri ezberlemek için çabalamaması, kendisini yormasına gerek olmadığı açıkça bildirildi. Resulüllah’m yapması gereken tek şey, ayetler kendisine vahyolunurken sükûnet içerisinde dinlemekten ibaretti. Yüce Allah O’nun Kur’an’ı ezberlemesini sağlayacaktı. Hiç kuşkusuz bu Resulüllah İçin her açıdan sevindirici bir haber, önemli bir müjdeydi. Nede olsa özel bir çabası olmaksızın tüm Kur’an’ı ezbere bilecekti. Fakat nedendir bilinmez, daha sonraları, Kur’an’ı ezberlemek konusuyla ilgili bir ayet daha vahyolunarak, konu kesin bir ifadeyle tekrar bildirildi: ‘Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan acele ederek Kur’an’ı okumağa kalkma: ‘Rabb’im ilmimi artır’ de.[139] Böylelikle Resulüllah açısından sıkıntılara neden olan ayetlerin unutulması ve bu unutma nedeniyle ebedî hakikatin rehberi olan Kur’an’ın bir kısmının kaybedilmesi problemi kesin olarak ortadan kalktı. Bu konudaki sıkıntıları giderildi.
Ancak bir süre sonra, risâletin ileri yıllarında, bir başka problem gündemine geldi. Resulüllah, Kur’an’m eksiksiz bir şekilde gelecek nesillere aktarılmasının imkân ve şartlarını düşündü. Eğer kendisi ölürse ki bu bir gün muhakkak olacaktı- o zaman Kur’an insanlık kalında var olmaya nasıl devam edecekti? Gerçi, ezberleme işini sonuna kadar sürdüren ve ezberlerini sık sık Resulüllah’a okuyarak kontrol ettiren müminler eksik değildi. Bunlardan Ebû Bekir, Osman b. Affan, Ali b. Ebû Talib, İbn Mesud, Talha b. Ubeydullah’ın oluşturduğu beş kişilik grup, risâletin daha ilk zamanlarında İslâm’a girmişlerdi. Bunlara daha sonraları başkaları da eklendi.
Fakat ilk zamanlarda vahyolunan ayetlerin tamamının müminler tarafından ezberlenmiş olmasına karşılık, yeni vahyolunan ayetlerle birlikte, ayetlerin hepsini ezbere bilenlerin sayısı gün geçtikçe azalmaya başladı. Bu durumda, Kur’an’ın, şahısların hafızalarına muhtaç olmadan sürekliliğini sağlayacak bir tedbir alınmalıydı. Kur’an’ın korunabilmesi ve buhaliyle gelecek nesillere devredile-bilmesi için yazı önemli bir araçtı. Mevcut şartlar da buna müsaitti; çünkü Mekke’nin okur-yazar gençlerinden Osman b. Affan, Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Talha b. Ubeydullah İslâm’a girmiş, himayesindeki Ali b. Ebû Talib ise okuma yazmayı öğrenmişti. Ayetlerin yazıyla muhafazası konusunun risâletin hangi aşamasında gündeme geldiğini kesin olarak bilmiyoruz. Mevcut şartlar ve konuya ilişkin bazı bilgiler, yazıyla muhafaza işinin erken bir dönemde başladığım göstermektedir. Şöyle ki; risâletin 3. yılında kitlesel daveti başlatan ayetlerin [140] vahyolunmasma kadar, tamamına yakınını kısa sûrelerin oluşturduğu 50 civarında sûre vahyolunmuştu.
Bu da, Resulüllah hariç, diğer müminler için ayetlerin ezberlenerek hafızalarda muhafazasının erken bir dönemde zorlaşmaya başladığını göstermektedir. Bu dönem içinde ayetlerin sayısı artınca, Resulüllah, müminlerden okuma-yazma bilenleri çağırarak ayetleri yazdırmaya başladı. Yazılanları sıklıkla okutturarak yazım hatalarını ‘düzeltti ve yazılan metinleri kendi evinde muhafaza altına aldı. Ayetleri yazma işinin risâletin erken bir döneminde başlandığını göstermesi açısından Ömer b. Hattab’ın islâm’a girişiyle ilgili rivayeti erdeki bir bilgi önemlidir. Ömer, kız kardeşinin evinde Hadid sûresinin yazılı olduğu sayfaları okuduktan İslâm’a girmeye karar vermiştir. Konuyla ilgili delillerin bir diğeri ve daha da önemlisi bir ayettir.
Mekke döneminin ilk yıllarında vahyolunan bir ayet, Kur’an’ın erken bir dönemde yazılmaya başlandığına ve ayrıca Resulüllah’m sahabelerine yazdırdığı ayetleri okutturarak tashih ettiğine şahitlik etmektedir: ‘(.Müşrikler) dediler ki: ‘(Bu Kur’an) Evvelkilerin masallarından başka bir şey değil. Onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.[141] Vahyolunan her ayetin yazılarak muhafaza edildiğiyle ilgili bir başka delil ise, Mekke döneminin sonlarına aittir. Zübeyr b. Bekkâr, Akabe’deki biat sırasında Resulüllah’la görüştüğü zaman, Resulüllah’ın, o zamana kadar vahyolunan bütün ayetleri yazılı olarak kendisine verdiğini ve kendisinin de bu ayetleri Râfi’ye verdiğini, Râfi’nin ise onları Medine’ye götürerek Medinelilere okuduğunu bildirmiştir. Bütün bunlar Kur’an’ın erken bir dönemde yazıyla tespit edildiğine şahitlik eden önemli delillerdir.
Ayetlerin yazılarak muhafazası, hakkında ilâhî bir talimatı gerektirmeyen, kolaylıkla düşünülebilecek bir tedbir olmasına karşılık, önemi nedeniyle, Allah’ın, Resulüne bir hatırlatma veya talimatta bulunmuş olması ihtimali düşünülebilir. Risâlet süresinin tamamında ne kadar ayetin vahyolunacağmm Resulüllah tarafından bilinmediği dikkate alınırsa, ayetleri ezberleyerek muhafazasının sahabeler açısından iyice zorlaşmaya başlamasından da önce, Resulüllah’ın ayetleri yazdırmaya başlamış olmasının ilâhî bir hatırlatma veya talimata dayanıyor olması kuvvetle muhtemeldir. Böylesi bir ayet mevcuttur. Söz konusu ayet açık bir tarzda ‘yaz’ talimatı vermez; daha ziyade hatırlatma, düşündürme niteliğine sahip bir ayettir. Bu, risâletin ilk günlerinde vahyolunan ‘Kaleme ve yazdıklarına andolsun [142] ayetidir. Böylesine erken bir dönemde, yazı işlerinin yegâne aracı olan kalemin ayetle belirtilmesinin ve daha da önemlisi, kalemle yazılanlar üzerine yemin edilerek dikkatlerin yazıya, yazıların teşkil ettiği kitaplara çekilmesinin önemli bir hatırlatma olduğu açıktır. Ayrıca, ilk zamanlar vahyolunan birçok ayette Kur’an, ‘Kitap’ olarak nitelenmiştir. Bir şeyin kitap olması, o şeyin yazılmasını gerektirir. Resulüllah’ın, Kur’an’dan ‘Kitafr olarak bahsedilmiş olmasından hareketle ‘ayetleri yaz’ emrini anlamış olduğunu düşünebiliriz.
Kur’an’ın İlahîliğinin Korunması
Ebedî saadetin kaynağı ve teminatı olan Kur’an’da çeşitli nedenlerden kaynaklanabilecek bir eksilme önemli bir problemdi. Açıklandığı üzere, bu problem, daha açığa çıkmadan ilâhî hatırlatma ve yardımla hiçbir zaman gündeme gelmeyecek şekilde çözüme kavuşturuldu. Ancak ayetleri yazarak koruma tedbirini takip eden günlerde muhtemel bir başka problem için gerekli tedbiri alma zorunluluğu açı-ğa çıktı. Bu, Kur’an’a Kur’an dışı bir şeyin karışması, Kur’an’ın ilâhîliğinin lekelenmesi ihtimaliydi.
Resulüllah, risâletin ilk zamanlarında, beşerî ifadelerin karışması nedeniyle Kur’an’ın tahrif olması ihtimalini düşünmemişti. O’nun zihninde böyle bir problem yoktu. Fakat ilâhî bir uyarı, bu ihtimali Resulüllah’a düşündürttü ve en kisa zamanda tedbir almaya yöneltti. Uyarı, Resulüllah’ın açıklama ve yorumlarının Kur’an’a karışması ihtimaliyle ilgiliydi. Allah, müşriklerin Kur’an’la ilgili bir şüphelerini cevaplarken, aynı zamanda Resulüne de konuyla ilgili gerekli mesajı verdi: ‘Bu Kur’an elbette şerefli bir Peygamberin Allah’tan aldığı sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Alemlerin Rabb’İnden indirilmiştir. Eğer o Peygamber bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette ondan gücünü, kuvvetini alırdık. Sonra onun can damarını keserdik. Simden hiç kimse buna engel olamazdı.[143] Ayetteki açık ve sert ifade, müşriklerin Kur’an’ın ilâhî oluşuyla ilgili tereddütlerini yok etmeyi amaçlıyordu. Fakat Resulüllah’a da dolaylı bir mesaj veriliyordu. Resulüllah’m böylesi olumsuz bir duruma tevessül etmesini beklemek elbette ki mümkün değildir. Allah, O’nu insanlar arasından seçip görevlendirmiştir. Eğer O, ilâhî emanete sadık birisi olmasaydı, risâlet için seçilmezdi. Ancak buna rağmen, Resulüllah’a verilen dolaylı mesajda, vahyi, kendi ifadelerinden koruması gerektiği de bildirilmiştir. Resulüllah gerekli tedbirleri almalı ve âyetlere kendisine ait beşerî ifadelerin karışmasına izin vermemelidir.
Kur’an’a beşerî bir şeyler karıştırmak, Kur’an’ı tahriften başka bir şey değildir. Böylesi bir şeyi, bilerek ne Resulüllah, ne de diğer müminler yaparlardı. Fakat bu durum, risâlet süreci itibarıyla problemin muhtemel varlığım yok etmeye yetmiyordu. Herhangi bir kasıt olmadan da Kur’an’a beşerî unsurların karışması mümkün olabilirdi. Kur’an’a beşerî unsurların karışmasının en muhtemel biçimi ise, Resulüllah’ın bir resul sıfatıyla Kur’an’ı teşkil eden âyetler dışında sarf ettiği sözlerinin (Kavlî Sünnet) müminler tarafından ayet zannedilerek Kur’an’a dahil edilmesiydi. Gerçi Resulüllah’m ayetlerle, kendi sözlerini birbirinden ayırt edilecek şekilde sunduğunda kuşku yoktur. Fakat okur-yazar olan müminler Kur’an’dan ayrı olarak Resulüllah’ın açıklama, hatırlatma, teşvik, yorum, ihtar, tavsiye niteliğinde olan sözlerini de yazıyorlardı.
Bu, ayetlerle sünnetin birbirine karışması açısından gözardı edilemeyecek önemde bir tehlikeydi. Bu konuda Hakka sûresinin ilgili ayeti önemli bir hatırlatma oldu. Resulüllah hemen tedbirini aldı ve Kur’an’dan başka hiçbir şeyin yazımlamasını açık ve kesin ifadeyle emretti; ‘Benden Kur’aridan başka bir şey yazmayın. Kim Kur’an’ın dışında bir şey yazmış ise onu yok etsin [144] dedi. Bu yasak bir süre devam etti. Bazı istisnaları hariç, Kur’an’ın dışında olan şeylerin ve elbette ki özellikle de kavli sünnetin yazılmasına müsaade edilmedi. Ne zaman ki Kur’an’ı ezberleyenlerin ve okuryazarların sayısı çoğaldı, Kur’an metinleri derli toplu biraraya getirilmeye başlandı, ancak ondan sonra kontrollü bir şekilde sünnetin de yazılmasına izin verildi. Bu ise ancak risâletin Medine döneminin sonlarına doğru mümkün olabildi.
Ayetlerin unutulmasını veya Kur’an’a beşerî unsurların karışmasını önleyecek tedbirlerin alınması ve daha da önemlisi, sonraki dönemlerde, Kur’an’ın yüce Allah tarafından korunacağının bildirilmesi [145] Resulüllah’m sorumluluk yükünü hafifletmişti. Görevini rahat bir şekilde yürütecek olmanın huzurunu kavuşmuştu. Ahlâkına ve kişiliğine güvendiği kimselere ayetleri tebliğ işini daha şevkle yerine getiriyordu. Fakat bu arada bir başka sıkıntı gündeme geldi. Bu Kur’an’ın doğru anlaşıhp-anlaşılmamasıyla ilgili bir sıkıntıydı.
Kur’an’ın Doğru Anlaşılması
Resulüllah vahyolunan her ayeti insanlara bildiriyordu. Ayetler açıktı, anlaşılırdı. Ama bazen, duydukları ayetlerle veya ayetlerde açıklanan konularla ilgili birşeyler soranlar oluyordu. Her soru Resulüllah için bir zorluktu; düşünüyor, sorulara ayetler ışığında en uygun ve doğru cevabı vermeye çalışıyordu. Bazen ise, ek bilgi gerekmese bile, okuduğu ayeti muhatabına anlayacağı bir dille, örneklendirerek açıklaması gerekiyordu. Bu ise, zihninde, açıklama ve örneklerinin doğru olup olmadığı sorusunun doğmasına neden oldu. Zaman geçip ayetler çoğaldıkça, açıklaması gereken konular da hızla arttı. Bunun hep böyle gideceği belli olmuştu. Bu sırada zihnindeki soru büyüdü, ağırlaştı. Kur’an’ın mutlak ve evrensel olmasına karşılık, insan hayatım teşkil eden bireysel ve toplumsal durum ve konular değişken ve izafîydi. Mutlak olanla, değişken olan; evrensel olanla, izafî olan arasındaki bağlantının kurulması; yani Kur’an’ın bireyin ve toplumun hayatına hitap edip, rehberlik yapmasını sağlamak gerekiyordu.
Üstelik, her ayet, kolaylıkla herkesin aynı şeyleri anlayabileceği şekilde ayrıntılı bir anlatım tarzına sahip değildi. Bazılarının anlamı kısmen de olsa kapalı veya geneldi. Bu durumda, o ayetle emredilen veya istenen şeyin açıklanıp anlaşılır hale getirilmesi gerekiyordu. Elbette ki ayetleri ilâhî murada uygun şekilde doğru anlamak ve uygulamaya yönelik olanları doğru uygulamak öncelikle Resulüllah’m göreviydi. O sadece ilâhî hakikatleri bildirmekle değil, aynı zamanda herkesin anlayabileceği şekilde açıklamakla da sorumluydu. Zira, kendisine vahyolunan ebedî bilgileri tebliğ ve beyan sorumluluğuna sahipti. Daha sonraları vahyolunan bir ayet de bu konuyu olanca açıklığıyla net bir şekilde ifade etmiştir:
‘Ey Peygamber! Sana, insanlara beyan edesin diye Kur’an’ı indirdik. Belki düşünürler.[146]
Hz. Peygamber, ayetleri açıklamak zorundaydı. Bunu tecrübelerine, mevcut bilgilerine, aklına, sezgilerine güvenerek yapabilirdi. Fakat, ayetleri doğru anlayıp-anlamadığmı nasıl bilecekti? Önemli olan sadece açıklamak değil, açıklamaları doğru yapmaktı; ilâhî muradı ifade edebilmekti. îşte bu, risâletin ilk günlerinde Resulüllah için bir sıkıntı nedeni oldu. Fakat, bu konuda da ilâhî yardım hiç gecikmeden Resulüllah’a müjdelendi. Böylelikle, bu konuyla ilgili problem de çözülmüş oldu. Konuyla ilgili ayet şöyleydi; ‘Onu (Kur’an’ı) açıklamak bize (Allah’a) aittir.[147] Bu ayetle, gerek Resulüllah ve gerekse diğer müminler bütün tereddütlerden uzak şekilde anladılar ki, ayetlerin doğru anlaşılmasını sağlayacak bilgiler bizzat Allah tarafından Resulüne bildirilecekti. Söz konusu açıklayıcı, tamamlayıcı bilgiler bir başka ayetle verilebileceği gibi, daha başka yollarla da olabilirdi. Kur’an’a dahil olmayan vahiy veya ilham, sezgi gibi özel durumlar ise diğer yollardan bazılarıydı. Ayrıca, Peygamberin aklını, düşüncesini yönlendiren ilâhî müdahale veya Resulüllah’m kendi beşerî bilgi ve tecrübelerinden hareketle yaptığı açıklamaların ve uygulamaların doğruluk veya yanlışlığının ayetle bildirilmesi de bilgi verme yolu olabilirdi. Bunlardan hangisi olursa olsun, önemli olan şu idi: Resulüllah’m görevi dahilinde yaptığı açıklamalar, yorumlar, tavsiyeler veya getirdiği yasaklamalar, verdiği izinler… tamamıyla ilâhî kontrol altında gerçekleşecekti. Kur’an’la ilgili açıklamalarının yanlış olmasına hiçbir şekilde izin verilmeyecekti.
[135] Kıyamet sûresi, 75:16-20
[136] Buharı, Tefsir (Müddesir) 74/4,5; Müslim, iman 255-258; Atımed, Müsncâ 111/ 306, 392.
[137] A’lâ, 87:6
[138] Kıyamet, 75:16-19
[139] Tana, 20:114
[140] Şuara, 26:214 ve Hicr, 15:94
[141] Burkan, 25:5
[142] Kalem, 68:1
[143] Udkkâ, 69:40-47
[144] Müslim, Zühd 72; Hbû Davud, ilim 3; Ahmed, Müsned 111/12,21,39,56; Darimî, Sünen
[145] Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, O’nu biz koruyacağız.’ (Hicr, 15:9)
[146] Nahi, 16:44
[147] Kıyamet, 75:19
(Ey Muhammedi) Sana vahyedileni ezberlemek için çabalayıp durma. Kuşkusuz onu hafızanda toplamak ve gerektiğinde okutmak bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun sadece okunuşunu takip et. Onu açıklamak da bize aittir. [135]
Müddessir ve Mûzzemmil sûrelerinin ilk ayetlerinin vahyolunmasını takiben, yeni ayetler peş peşe vahyolunmaya başladı. İnsanlar için gerekli olan ebedî hakikatleri bildirmek, mevcut inanç ve hayat tarzlarının yanlışlarını göstermek, doğru inanç sistemini ve hayat tarzını takdim etmek ve Resulüllah’ı görevi konusunda bilgilendirmek amacında olan yeni ayetler gün geçtikçe daha da yoğun bir şekilde vahyolundu. Resulüllah bu süreci ‘Müddessir’den sonra vahiy hızlandı; bir biri ardınca gelmeye başladı [136] diyerek açıklamıştır.
O zamana kadar vahyolunmuş ayetlerin gereklerini yerine getirmek için çaba sarf eden ve her yeni ayetle işi biraz daha ağırlaşıp, yoğunlaşan Resulüllah, kısa süre sonra mevcut ayetlerle ilgili bazı önemli sıkıntılara sahip olmaya başladı. Bu sıkıntılarını;
1- Vahyolunan ayetlerin bir kısmının unutulması veya kaybolması nedeniyle Kur’an’in tamamının muhafaza edilememesi ihtimali,
2- Ayet olmayan sözlerin Kur’an’a karışması ihtimali,
3- Ayetlerin doğru anlaşılıp-anlaşılmaması konulan oluşturuyordu.
Kur’an’ın Bütünlüğünün Korunması
Esenliğin, hakikatin, adaletin, aydınlığın, iyiliğin, güzelliğin rehberi olan Kur’an’ın tüm bu özelliklerini her zaman yerine getirebilmesi, her ayetinin korunmasıyla, Kur’an’ın tamamının muhafazasıyla mümkündür. Onun bir kısmının unutulması veya kaybolması, insanlığın ebedî saadet özlemini gerçek kılacak yolun değişmesi veya zorlaşması demektir. Sıkıntıların, kötülüklerin, haksızlıkların, ahlâksızlıkların, çirkinliklerin, karanlığın insanlık için değişmeyen bir kader haline gelmesi demektir. Bu nedenle Kur’an korunmalıydı; bir kelimesinin dahi kaybı önlenmeli; kaybım, eksilmesini önleyecek tedbirler titizlikle alınmalıydı. Risâlet sürecinde Kur’an’ın kaybedilmesi veya unutularak eksilmesi, öncelikle ve hatta sadece Resulüllah’ın hatasının sonucu olabilirdi. Özellikle de risâletin ilk zamanlarını dikkate alarak ifade etmek gerekirse, henüz müminlerin sayısının birkaç kişi olduğu bir zamanda, Resulüllah’ın bir ayeti unutması durumunda onu kim hatırlayabilirdi ki?
Bu nedenle Resulüllah, ayetlerin bir kısmının unutularak kaybedilmesini önlemek için gerekli tedbirleri alması gerektiğini ve bu tedbirlerin alınmasının tamamıyla kendi sorumluluğunda olduğunu düşündü. Zira, Kur’an, kendisine vahyolunuyordu; insanlık katma indiği yer kendisiydi. Vakit geçirmeden Kur’an’ı korumak için alınması gereken tedbirleri almalıydı; ama nasıl? Ayetleri yazıyla kaydetmenin, onu korumak .amacına hizmet eden en uygun yöntem olduğunu biliyordu. Fakat risâletin ilk günlerinin şartlarında bunu yapamazdı. Çünkü kendisi okur yazar değildi. Yanında okur-yazar olan kimse de yoktu. Bu durumda yapabileceği tek şey, ayetleri hatasız ve eksiksiz bir şekilde ezberlemekten ibaretti. Üstelik mevcut durum buna imkân sağlıyordu. Yeni bir ayet vahyolunduğu zaman, o ayeti vahyolunmasmm hemen arkasından zihninde olanca orijinalliğiyle hazır buluyordu. Biraz gayret sarf ederse, o ayetleri en doğru biçimde ezberleyebilirdi. Düşündüğünü uygulamaya koydu. İlk günden itibaren vahyolunan ayetleri titiz ve yorucu bir çabayla ezberlemeye; daha doğrusu, unutmamak için sıklıkla tekrar etmeye çalıştı.
Henüz bilmiyordu ama, O’nım bir insan olarak düşündüğü çözüm ve çözümü gerçekleştirmek için giriştiği çabalar tamamıyla gereksizdi. Ayetleri ezberlemek için özel bir çaba sarf etmesine hiç gerek yoktu. Esasen her ayet, hiçbir zaman unutmayacağı bir şekilde hafızasına kaydedilecekti. Bu durum yüce Allah’ın kendisine bir lütfü idi; ama o bundan habersizdi. Ancak çok geçmeden, farklı zamanlarda vahyolunan üç ayeti takiben, ayetleri ezberleyerek koruma çabalarına gerek olmadığını anladı. Konuya ilişkin ilk ayet A’Iâ süresindeki bir ayetti. Ayet şöyledir: ‘Bundan böyle sana Kur’an’ı okutacağız ve unutmayacaksın.[137] Muhtevasından anlaşıldığı kadarıyla bu, Resulüllah’m ezberlemeye yönelik çabalarının yorucu düzeye erişmediği bir zamanda vahyolunmuş bir ayettir. Söz konusu ayette, Resulüllah’a, kendisine vahyolunanları insanlara ‘okuma’ sorumluluğu olduğu bildiriliyordu. Resulüllah, ayetteki ‘unutmayacaksın’dan “ayetleri ezberle’ talimatını anlamış olmalı ki, yoğun bir şekilde ezberleme çabasına girdi. Zaten ayetleri ezberleme düşüncesine sahipti ve Öyle de yapıyordu.
Oysa A’lâ sûresinin ilgili ayetiyle, vahyolunan ayetlerin kendisine hiçbir zaman ‘unutturulmayacağı’ bildirilmisti; O, bumro zaman fark edemedi; anlayamadı. Bu nedenle, takip eden günlerde Kıyamet süresindeki ayetler vahyolundu: ‘{Ey Muhammedi) Sana vahyedileni ezberlemek için çabalayıp durma. Kuşkusuz onu hafızanda toplamak ve gerektiğinde okutmak bize aittir. O halde onu okuduğumuz zaman sen onun sadece okunuşunu takip et.[138] Bu yeni ayetle, Resulüllah’ın ayetleri ezberlemek için çabalamaması, kendisini yormasına gerek olmadığı açıkça bildirildi. Resulüllah’m yapması gereken tek şey, ayetler kendisine vahyolunurken sükûnet içerisinde dinlemekten ibaretti. Yüce Allah O’nun Kur’an’ı ezberlemesini sağlayacaktı. Hiç kuşkusuz bu Resulüllah İçin her açıdan sevindirici bir haber, önemli bir müjdeydi. Nede olsa özel bir çabası olmaksızın tüm Kur’an’ı ezbere bilecekti. Fakat nedendir bilinmez, daha sonraları, Kur’an’ı ezberlemek konusuyla ilgili bir ayet daha vahyolunarak, konu kesin bir ifadeyle tekrar bildirildi: ‘Sana vahyedilmesi henüz tamamlanmadan acele ederek Kur’an’ı okumağa kalkma: ‘Rabb’im ilmimi artır’ de.[139] Böylelikle Resulüllah açısından sıkıntılara neden olan ayetlerin unutulması ve bu unutma nedeniyle ebedî hakikatin rehberi olan Kur’an’ın bir kısmının kaybedilmesi problemi kesin olarak ortadan kalktı. Bu konudaki sıkıntıları giderildi.
Ancak bir süre sonra, risâletin ileri yıllarında, bir başka problem gündemine geldi. Resulüllah, Kur’an’m eksiksiz bir şekilde gelecek nesillere aktarılmasının imkân ve şartlarını düşündü. Eğer kendisi ölürse ki bu bir gün muhakkak olacaktı- o zaman Kur’an insanlık kalında var olmaya nasıl devam edecekti? Gerçi, ezberleme işini sonuna kadar sürdüren ve ezberlerini sık sık Resulüllah’a okuyarak kontrol ettiren müminler eksik değildi. Bunlardan Ebû Bekir, Osman b. Affan, Ali b. Ebû Talib, İbn Mesud, Talha b. Ubeydullah’ın oluşturduğu beş kişilik grup, risâletin daha ilk zamanlarında İslâm’a girmişlerdi. Bunlara daha sonraları başkaları da eklendi.
Fakat ilk zamanlarda vahyolunan ayetlerin tamamının müminler tarafından ezberlenmiş olmasına karşılık, yeni vahyolunan ayetlerle birlikte, ayetlerin hepsini ezbere bilenlerin sayısı gün geçtikçe azalmaya başladı. Bu durumda, Kur’an’ın, şahısların hafızalarına muhtaç olmadan sürekliliğini sağlayacak bir tedbir alınmalıydı. Kur’an’ın korunabilmesi ve buhaliyle gelecek nesillere devredile-bilmesi için yazı önemli bir araçtı. Mevcut şartlar da buna müsaitti; çünkü Mekke’nin okur-yazar gençlerinden Osman b. Affan, Ebû Ubeyde b. Cerrah ve Talha b. Ubeydullah İslâm’a girmiş, himayesindeki Ali b. Ebû Talib ise okuma yazmayı öğrenmişti. Ayetlerin yazıyla muhafazası konusunun risâletin hangi aşamasında gündeme geldiğini kesin olarak bilmiyoruz. Mevcut şartlar ve konuya ilişkin bazı bilgiler, yazıyla muhafaza işinin erken bir dönemde başladığım göstermektedir. Şöyle ki; risâletin 3. yılında kitlesel daveti başlatan ayetlerin [140] vahyolunmasma kadar, tamamına yakınını kısa sûrelerin oluşturduğu 50 civarında sûre vahyolunmuştu.
Bu da, Resulüllah hariç, diğer müminler için ayetlerin ezberlenerek hafızalarda muhafazasının erken bir dönemde zorlaşmaya başladığını göstermektedir. Bu dönem içinde ayetlerin sayısı artınca, Resulüllah, müminlerden okuma-yazma bilenleri çağırarak ayetleri yazdırmaya başladı. Yazılanları sıklıkla okutturarak yazım hatalarını ‘düzeltti ve yazılan metinleri kendi evinde muhafaza altına aldı. Ayetleri yazma işinin risâletin erken bir döneminde başlandığını göstermesi açısından Ömer b. Hattab’ın islâm’a girişiyle ilgili rivayeti erdeki bir bilgi önemlidir. Ömer, kız kardeşinin evinde Hadid sûresinin yazılı olduğu sayfaları okuduktan İslâm’a girmeye karar vermiştir. Konuyla ilgili delillerin bir diğeri ve daha da önemlisi bir ayettir.
Mekke döneminin ilk yıllarında vahyolunan bir ayet, Kur’an’ın erken bir dönemde yazılmaya başlandığına ve ayrıca Resulüllah’m sahabelerine yazdırdığı ayetleri okutturarak tashih ettiğine şahitlik etmektedir: ‘(.Müşrikler) dediler ki: ‘(Bu Kur’an) Evvelkilerin masallarından başka bir şey değil. Onları yazdırmış, sabah akşam onlar kendisine okunuyor.[141] Vahyolunan her ayetin yazılarak muhafaza edildiğiyle ilgili bir başka delil ise, Mekke döneminin sonlarına aittir. Zübeyr b. Bekkâr, Akabe’deki biat sırasında Resulüllah’la görüştüğü zaman, Resulüllah’ın, o zamana kadar vahyolunan bütün ayetleri yazılı olarak kendisine verdiğini ve kendisinin de bu ayetleri Râfi’ye verdiğini, Râfi’nin ise onları Medine’ye götürerek Medinelilere okuduğunu bildirmiştir. Bütün bunlar Kur’an’ın erken bir dönemde yazıyla tespit edildiğine şahitlik eden önemli delillerdir.
Ayetlerin yazılarak muhafazası, hakkında ilâhî bir talimatı gerektirmeyen, kolaylıkla düşünülebilecek bir tedbir olmasına karşılık, önemi nedeniyle, Allah’ın, Resulüne bir hatırlatma veya talimatta bulunmuş olması ihtimali düşünülebilir. Risâlet süresinin tamamında ne kadar ayetin vahyolunacağmm Resulüllah tarafından bilinmediği dikkate alınırsa, ayetleri ezberleyerek muhafazasının sahabeler açısından iyice zorlaşmaya başlamasından da önce, Resulüllah’ın ayetleri yazdırmaya başlamış olmasının ilâhî bir hatırlatma veya talimata dayanıyor olması kuvvetle muhtemeldir. Böylesi bir ayet mevcuttur. Söz konusu ayet açık bir tarzda ‘yaz’ talimatı vermez; daha ziyade hatırlatma, düşündürme niteliğine sahip bir ayettir. Bu, risâletin ilk günlerinde vahyolunan ‘Kaleme ve yazdıklarına andolsun [142] ayetidir. Böylesine erken bir dönemde, yazı işlerinin yegâne aracı olan kalemin ayetle belirtilmesinin ve daha da önemlisi, kalemle yazılanlar üzerine yemin edilerek dikkatlerin yazıya, yazıların teşkil ettiği kitaplara çekilmesinin önemli bir hatırlatma olduğu açıktır. Ayrıca, ilk zamanlar vahyolunan birçok ayette Kur’an, ‘Kitap’ olarak nitelenmiştir. Bir şeyin kitap olması, o şeyin yazılmasını gerektirir. Resulüllah’ın, Kur’an’dan ‘Kitafr olarak bahsedilmiş olmasından hareketle ‘ayetleri yaz’ emrini anlamış olduğunu düşünebiliriz.
Kur’an’ın İlahîliğinin Korunması
Ebedî saadetin kaynağı ve teminatı olan Kur’an’da çeşitli nedenlerden kaynaklanabilecek bir eksilme önemli bir problemdi. Açıklandığı üzere, bu problem, daha açığa çıkmadan ilâhî hatırlatma ve yardımla hiçbir zaman gündeme gelmeyecek şekilde çözüme kavuşturuldu. Ancak ayetleri yazarak koruma tedbirini takip eden günlerde muhtemel bir başka problem için gerekli tedbiri alma zorunluluğu açı-ğa çıktı. Bu, Kur’an’a Kur’an dışı bir şeyin karışması, Kur’an’ın ilâhîliğinin lekelenmesi ihtimaliydi.
Resulüllah, risâletin ilk zamanlarında, beşerî ifadelerin karışması nedeniyle Kur’an’ın tahrif olması ihtimalini düşünmemişti. O’nun zihninde böyle bir problem yoktu. Fakat ilâhî bir uyarı, bu ihtimali Resulüllah’a düşündürttü ve en kisa zamanda tedbir almaya yöneltti. Uyarı, Resulüllah’ın açıklama ve yorumlarının Kur’an’a karışması ihtimaliyle ilgiliydi. Allah, müşriklerin Kur’an’la ilgili bir şüphelerini cevaplarken, aynı zamanda Resulüne de konuyla ilgili gerekli mesajı verdi: ‘Bu Kur’an elbette şerefli bir Peygamberin Allah’tan aldığı sözüdür. O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Alemlerin Rabb’İnden indirilmiştir. Eğer o Peygamber bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette ondan gücünü, kuvvetini alırdık. Sonra onun can damarını keserdik. Simden hiç kimse buna engel olamazdı.[143] Ayetteki açık ve sert ifade, müşriklerin Kur’an’ın ilâhî oluşuyla ilgili tereddütlerini yok etmeyi amaçlıyordu. Fakat Resulüllah’a da dolaylı bir mesaj veriliyordu. Resulüllah’m böylesi olumsuz bir duruma tevessül etmesini beklemek elbette ki mümkün değildir. Allah, O’nu insanlar arasından seçip görevlendirmiştir. Eğer O, ilâhî emanete sadık birisi olmasaydı, risâlet için seçilmezdi. Ancak buna rağmen, Resulüllah’a verilen dolaylı mesajda, vahyi, kendi ifadelerinden koruması gerektiği de bildirilmiştir. Resulüllah gerekli tedbirleri almalı ve âyetlere kendisine ait beşerî ifadelerin karışmasına izin vermemelidir.
Kur’an’a beşerî bir şeyler karıştırmak, Kur’an’ı tahriften başka bir şey değildir. Böylesi bir şeyi, bilerek ne Resulüllah, ne de diğer müminler yaparlardı. Fakat bu durum, risâlet süreci itibarıyla problemin muhtemel varlığım yok etmeye yetmiyordu. Herhangi bir kasıt olmadan da Kur’an’a beşerî unsurların karışması mümkün olabilirdi. Kur’an’a beşerî unsurların karışmasının en muhtemel biçimi ise, Resulüllah’ın bir resul sıfatıyla Kur’an’ı teşkil eden âyetler dışında sarf ettiği sözlerinin (Kavlî Sünnet) müminler tarafından ayet zannedilerek Kur’an’a dahil edilmesiydi. Gerçi Resulüllah’m ayetlerle, kendi sözlerini birbirinden ayırt edilecek şekilde sunduğunda kuşku yoktur. Fakat okur-yazar olan müminler Kur’an’dan ayrı olarak Resulüllah’ın açıklama, hatırlatma, teşvik, yorum, ihtar, tavsiye niteliğinde olan sözlerini de yazıyorlardı.
Bu, ayetlerle sünnetin birbirine karışması açısından gözardı edilemeyecek önemde bir tehlikeydi. Bu konuda Hakka sûresinin ilgili ayeti önemli bir hatırlatma oldu. Resulüllah hemen tedbirini aldı ve Kur’an’dan başka hiçbir şeyin yazımlamasını açık ve kesin ifadeyle emretti; ‘Benden Kur’aridan başka bir şey yazmayın. Kim Kur’an’ın dışında bir şey yazmış ise onu yok etsin [144] dedi. Bu yasak bir süre devam etti. Bazı istisnaları hariç, Kur’an’ın dışında olan şeylerin ve elbette ki özellikle de kavli sünnetin yazılmasına müsaade edilmedi. Ne zaman ki Kur’an’ı ezberleyenlerin ve okuryazarların sayısı çoğaldı, Kur’an metinleri derli toplu biraraya getirilmeye başlandı, ancak ondan sonra kontrollü bir şekilde sünnetin de yazılmasına izin verildi. Bu ise ancak risâletin Medine döneminin sonlarına doğru mümkün olabildi.
Ayetlerin unutulmasını veya Kur’an’a beşerî unsurların karışmasını önleyecek tedbirlerin alınması ve daha da önemlisi, sonraki dönemlerde, Kur’an’ın yüce Allah tarafından korunacağının bildirilmesi [145] Resulüllah’m sorumluluk yükünü hafifletmişti. Görevini rahat bir şekilde yürütecek olmanın huzurunu kavuşmuştu. Ahlâkına ve kişiliğine güvendiği kimselere ayetleri tebliğ işini daha şevkle yerine getiriyordu. Fakat bu arada bir başka sıkıntı gündeme geldi. Bu Kur’an’ın doğru anlaşıhp-anlaşılmamasıyla ilgili bir sıkıntıydı.
Kur’an’ın Doğru Anlaşılması
Resulüllah vahyolunan her ayeti insanlara bildiriyordu. Ayetler açıktı, anlaşılırdı. Ama bazen, duydukları ayetlerle veya ayetlerde açıklanan konularla ilgili birşeyler soranlar oluyordu. Her soru Resulüllah için bir zorluktu; düşünüyor, sorulara ayetler ışığında en uygun ve doğru cevabı vermeye çalışıyordu. Bazen ise, ek bilgi gerekmese bile, okuduğu ayeti muhatabına anlayacağı bir dille, örneklendirerek açıklaması gerekiyordu. Bu ise, zihninde, açıklama ve örneklerinin doğru olup olmadığı sorusunun doğmasına neden oldu. Zaman geçip ayetler çoğaldıkça, açıklaması gereken konular da hızla arttı. Bunun hep böyle gideceği belli olmuştu. Bu sırada zihnindeki soru büyüdü, ağırlaştı. Kur’an’ın mutlak ve evrensel olmasına karşılık, insan hayatım teşkil eden bireysel ve toplumsal durum ve konular değişken ve izafîydi. Mutlak olanla, değişken olan; evrensel olanla, izafî olan arasındaki bağlantının kurulması; yani Kur’an’ın bireyin ve toplumun hayatına hitap edip, rehberlik yapmasını sağlamak gerekiyordu.
Üstelik, her ayet, kolaylıkla herkesin aynı şeyleri anlayabileceği şekilde ayrıntılı bir anlatım tarzına sahip değildi. Bazılarının anlamı kısmen de olsa kapalı veya geneldi. Bu durumda, o ayetle emredilen veya istenen şeyin açıklanıp anlaşılır hale getirilmesi gerekiyordu. Elbette ki ayetleri ilâhî murada uygun şekilde doğru anlamak ve uygulamaya yönelik olanları doğru uygulamak öncelikle Resulüllah’m göreviydi. O sadece ilâhî hakikatleri bildirmekle değil, aynı zamanda herkesin anlayabileceği şekilde açıklamakla da sorumluydu. Zira, kendisine vahyolunan ebedî bilgileri tebliğ ve beyan sorumluluğuna sahipti. Daha sonraları vahyolunan bir ayet de bu konuyu olanca açıklığıyla net bir şekilde ifade etmiştir:
‘Ey Peygamber! Sana, insanlara beyan edesin diye Kur’an’ı indirdik. Belki düşünürler.[146]
Hz. Peygamber, ayetleri açıklamak zorundaydı. Bunu tecrübelerine, mevcut bilgilerine, aklına, sezgilerine güvenerek yapabilirdi. Fakat, ayetleri doğru anlayıp-anlamadığmı nasıl bilecekti? Önemli olan sadece açıklamak değil, açıklamaları doğru yapmaktı; ilâhî muradı ifade edebilmekti. îşte bu, risâletin ilk günlerinde Resulüllah için bir sıkıntı nedeni oldu. Fakat, bu konuda da ilâhî yardım hiç gecikmeden Resulüllah’a müjdelendi. Böylelikle, bu konuyla ilgili problem de çözülmüş oldu. Konuyla ilgili ayet şöyleydi; ‘Onu (Kur’an’ı) açıklamak bize (Allah’a) aittir.[147] Bu ayetle, gerek Resulüllah ve gerekse diğer müminler bütün tereddütlerden uzak şekilde anladılar ki, ayetlerin doğru anlaşılmasını sağlayacak bilgiler bizzat Allah tarafından Resulüne bildirilecekti. Söz konusu açıklayıcı, tamamlayıcı bilgiler bir başka ayetle verilebileceği gibi, daha başka yollarla da olabilirdi. Kur’an’a dahil olmayan vahiy veya ilham, sezgi gibi özel durumlar ise diğer yollardan bazılarıydı. Ayrıca, Peygamberin aklını, düşüncesini yönlendiren ilâhî müdahale veya Resulüllah’m kendi beşerî bilgi ve tecrübelerinden hareketle yaptığı açıklamaların ve uygulamaların doğruluk veya yanlışlığının ayetle bildirilmesi de bilgi verme yolu olabilirdi. Bunlardan hangisi olursa olsun, önemli olan şu idi: Resulüllah’m görevi dahilinde yaptığı açıklamalar, yorumlar, tavsiyeler veya getirdiği yasaklamalar, verdiği izinler… tamamıyla ilâhî kontrol altında gerçekleşecekti. Kur’an’la ilgili açıklamalarının yanlış olmasına hiçbir şekilde izin verilmeyecekti.
[135] Kıyamet sûresi, 75:16-20
[136] Buharı, Tefsir (Müddesir) 74/4,5; Müslim, iman 255-258; Atımed, Müsncâ 111/ 306, 392.
[137] A’lâ, 87:6
[138] Kıyamet, 75:16-19
[139] Tana, 20:114
[140] Şuara, 26:214 ve Hicr, 15:94
[141] Burkan, 25:5
[142] Kalem, 68:1
[143] Udkkâ, 69:40-47
[144] Müslim, Zühd 72; Hbû Davud, ilim 3; Ahmed, Müsned 111/12,21,39,56; Darimî, Sünen
[145] Zikri (Kur’an’ı) biz indirdik, O’nu biz koruyacağız.’ (Hicr, 15:9)
[146] Nahi, 16:44
[147] Kıyamet, 75:19