romeo
Yeni Üyemiz
Sinemalardan yakın zamanda ayrılmış, şu anda ise DVD dünyasında ciddi bir konu oluşturan son dönemin bir başka popüler filmi ile karşınızdayız sevgili kurguseverler, yönetmenliğini Guillermio Del Toro’nun üstlendiği ve pek göstermese de saf bir bilimkurgu olan Pasifik Savaşı’ndan bahsediyoruz. Gelin canavar kafasına gemi vurmalı gaza getirici fragmanımızla olsun, filmin sonu dahil önemli detaylarından bahsedelim.
Pasifik Savaşı; adını duyduğumuzda İkinci Dünya Savaşı ile ilgili olduğu kanaatini uyandırsa da, filmin savaşla tek ilintisi olsa olsa Godzilla olarak tanıdığımız “Japon” deniz canavarları yani kaijular olabilir. Peki bu kadar alakasız bir isim film için neden seçilmiştir sorusunu sorsak alacağımız cevap ne olur? Filmin gerçek adının Pasifik Savaşı değil Pasifik Çemberi olduğu olur… Bu uzun girizgahta sinema izleyicisine gerizekalı demenin en kibar yolu olan saçma dublaj isimlerine değinmiş olsak da gelin sinirlerimize hakim olalım ve filme odaklanalım.
Film şu anki zaman dilimi ve tarih ile ilgisi olmayan alternatif bir yakın gelecekte boyutlararası uzaylı işgal gücü ile karşı karşıya olan insan ırkının hikayesini anlatıyor. Buna göre insanlık 20 yıla yakın bir süredir uzaylıların işgalci öncüler olarak tanımlanabilecek dev biyolojik yaratıklar tarafından taciz edilmekte ve her seferinde galip gelse de büyük insani ve maddi kayıplara uğramaktadır. Bu savaşın insanlık tarafındaki savunucuları ise Almancada avcı anlamına gelen jaeger kod adlı dev robotlardır. Robotlar iki veya daha fazla pilotun bir tür sinirsel bağ vasıtasıyla tek bir bilinç haline getirilmesi yoluyla kontrol edilmektedir. Savaşın her şeye rağmen bir dengesi vardır ve insanlık savaş alanının dünya olması dışında kaybediyor gibi görünmemektedir, ancak bu durum kaijuların yeni nesil canavarları ile karşılaşılınca yerini yavaş ve acı dolu bir mağlubiyete bırakmaya başlamış görünmektedir. İnsanlığın umudu artık konvansiyonel güçte değil yeni yaklaşımlar ve bir grup şövalyenin inisiyatif almasına bağlı görünmektedir.
İzleyici bu dönemin başlangıcında perdenin karşısına geçer. Amerikan yapımı Gipsy Danger’ın kardeş pilotları Raleigh (Charlie Hunham) ve Yancy Becket (söylemeye gerek yok) yeni nesil ilk kaijuyla karşılaşır ve onun kurbanı olurlar. Aslında kaiju yok edilmiştir ama deli dolu Raleigh’in olgun karakterli abisi Yancy (her aksiyon filminde benzerlerine olduğu gibi) öldürülür ve robotları olan Gipsy Danger da ağır hasara uğrayarak emekliye ayrılır. Raleigh bu olaydan sonra inzivaya çekilecek ve uzunca bir süre ortalarda görünmeyecektir. Ta ki görev gücünün komutanı General Pentecost (Idris Elba) tarafından tekrar çağrılana kadar. İnziva ve geri dönüş sürecinin aksiyon sinema türünün tüm klişelerini içermesi sebebiyle çok da detaylı olarak analiz edilmesine gerek olmamakla birlikte, genel bir panoramayı vermek faydalı olabilir.
Pentecost’un muzaffer görev gücü artık sadece 4 jaegere kadar düşmüştür ve yeni jaegerlerin inşası kaiju saldırılarına yetişemediği için uluslararası savunma örgütü (saçma bir tanım olabilir ama filmde belirtilen bir ismi olmayan örgütün BM Güvenlik Konseyinin bir kolu olduğunu hayal edebilirsiniz) tarafından projesi iptal edilmiştir. Kendisi de eski bir jaeger pilotu olan Pentecost ise yeni çözümlerin kaijulara yeterli zararı veremeyeceğinden hareketle ve en iyi savunmanın hücum olduğu düsturu ile son bir kumar oynamaya karar vermiştir. Buna göre elindeki 3 mürettebatlı 4 jaegeri (ki bunlar Rus yapımı Cherno Alpha, Avustralya yapımı Striker Eureka, Çin yapımı Crimson Typhoon ve Amerikan yapımı Gipsy Danger) ve farklı alanda uzmanlaşmış ancak aynı ölçüde kaçık iki bilim adamının desteği ile henüz yöntemine tam olarak karar veremedikleri bir karşı saldırı planlamaktadır; planlamaktadır zira bu iki bilimadamı, jaegerlerdeki drift teknolojisini kaijulara uygulayarak gitgide sıklaşacak yüksek kategorili kaiju saldırılarının kapıda olduğunu keşfetmişlerdir. Dolayısıyla bu planlama zamanla yarış halinde bir hayatta kalma mücadelesinden başka bir şey değildir aslında.
Bundan sonra farklı düzlemlerde devam eden bir macera başlar; şöyle ki kaiju savaşının genel hatlarına değinilirken, göreve geri dönen Gipsy Danger pilotlarının kim olacağı konusu ile filme duygusal ve içeriksel bir derinlik kazandırılmaktadır. İki rakip ama aynı zamanda kafadar bilim adamının (Dr. Gottlieb ve Dr. Geiszler) rekabet içindeki kardeşliği de farklı bir tarz adrenalini izleyicilere pompalamaktadır. Yani kısaca bilim adamları düşmanı tanımlayacak ve çözecek; baba-oğul, karı-koca, üçüzler, müstakbel büyük aşıklar (Raleigh-Mako Mori) duygusal olarak bizleri filme bağlayacak ve en sonunda bu sinerjiyle dev jaegerler kaijuları trajik öğelerle dolu bir savaşta darma duman edeceklerdir.
Şu ana kadar yazıdaki negatif elektriği sezenler için şok edici bir U dönüşü yaparak sözlerimize devam edelim; bu klişelerle dolu sığ destan mükemmel bir bilimkurgu şaheseri olarak tanımlanabilir. Dev boyutlardaki canavarlar ve robotların düellolarının gaza getirme potansiyeli bir yana, teknik olarak neredeyse kusursuzluk diyebileceğimiz başarı gözden kaçmıyor değil. Bir kere her şeyden önce robotların gerçekliği ve makine doğaları çok başarılı bir şekilde yansıtılmış. Jaegerler autobotlar kadar parlak değillerse de görünümleri ve hareketleri fizik ve mekanik anlamda son derece gerçekçi resmedilmiş. Filmdeki sekansların çoğunluğunun gece veya su altında olması pek tabi ki kamuflaj amaçlı önlemler olsa da şahsen nano değişimlere (Stargate, Thunder in Paradise) tercih ettiğimi belirtmeliyim. Yine dövüşlerde ağır çekim hareket eden hasımların gerçekte son derece hızlı ve yıkıcı hamleleri olduğunu Sydney’deki kaiju-jaeger (Striker Eureka) savaşının televizyon kaydından anlayabiliyoruz, bu izleyiciye saygı duyan tutumundan dolayı yönetmen Del Toro’yu kutlamak gerektiğini düşünüyoruz.
Filmin -eğer varsa- en derin konsepti ise “Drift/Sürüklenme” adı verilen sinirsel anlamda çoklu subjeleri tek subje haline getiren teknoloji. Voltron’un her organı yöneten bir aslanından çok daha kalifiye olan sistem aynı zamanda duygusal olarak da önemli bir boşluğu dolduruyor. Sadece aşk, sevgi, dayanışma değil felaket anlarını da tek kişi gibi hissetmeyi sağlayan bu teknoloji konsepti Raleigh ve abisi Yancy’nin (tamam tamam Diego Klattenhoff) trajedisi kapsamında mini bir felsefik sakız olmuyor da değil izleyenlerin beyninde doğrusu.
Film için tanıtım videoları abone olduğum TV seti/grubu/firmasında yaklaşık 50 kere döndüğü için filmin yönetmeni ve oyuncuları gözündeki yerini de anlayabilme imkanına sahip olduğumdan biraz da bu konudan bahsetmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Öncelikle oyuncuların temel yaklaşımının filmin eğlenceli ve adrenalin bombası olduğu yönünde olduğunu belirtelim, yönetmen ise mantığı biraz daha açık şekilde ortaya koyuyor.
Şöyle diyor yönetmen Del Toro; “Biz japon kaiju ve yine Japon robot külliyatını birleştirmek için alternatif bir dünya kurduk.” Bu yorumu Mako Mori rolündeki Rinko Kikuchi’nin karşıt açıklaması ile ters orantı diyebileceğimiz bir metotla birleştirince aslında filmin özüne ulaşıyoruz; sözü Mako Mori’ye bırakalım şimdi: “Bu içinde dram, sevgi, birliktelik gibi temalar içeren bir film ve aslında anlıyoruz ki bu aslında sadece bir canavar filmi değil.” Hayır Bayan Mori, bu aslında sadece bir canavar ve robot filmi ve etrafındaki her şey bunu ortaya çıkartmak için planlanmış; dünyamız zaman ve mekanına benzer ama aynı olmayan zaman ve mekan algısı, aşırı yüzeysel klişeleri (Rus pilotların tiplerinden, Avustralyalı ikilinin sinir bozucu aksanına, Japon akrobatlardan, 1940’lardan kalma bilim adamlarına, kendini fedalar etmelerden, esas oğlan-esas kız aşkına uzanan bir klişeler bütünü) ve organizasyonel bazda mikro bir dünya tasvirine kadar her şey sadece ve sadece tek bir şeye odaklanmak için planlanmış; organik ya da inorganik dev yapıların savaşına, zamansız, mekansız, köksüz saf bir bilimkurgu olgusuna…
İşte Guillermo Del Toro farkı da bu olsa gerek, şahsen Pan’ın Labirenti’ni çekmiş bir yönetmenin boşa iş yapmayacağına zaten inanıyordum, ama şu seçeneği de değerlendirmek gerek, şöyle ki yönetmen Del Toro bunların hiçbirini düşünmemiş de olabilir. Sinema dünyası için böyle bir hikayeden bahsedilir, Riddley Scott Alien’ı çektiğinde sektörün ciddi eleştirmenleri filme o kadar büyük anlamlar yüklemişler, o kadar alegorik sonuçlara varmışlardır ki, Scott bir basın toplantısında konuyla ilgili soruya “sadece sizi korkutmak istemiştim” diyerek cevap vermiştir. Bu yüzeysel cevabın Scott’un derinliğine ekstra katkı yaptığını anlamak zor değil, daha kısa bir ifadeyle Scott bu ifadeyle inek tabir edilebilecek bir entelektüelden maskülin bir entelektüele dönüşmüştür. Yani aynı anda iki karakteri de ustaca sahiplenmiştir, tıpkı Del Toro’nun “Drift”i gibi…
Film şu anki zaman dilimi ve tarih ile ilgisi olmayan alternatif bir yakın gelecekte boyutlararası uzaylı işgal gücü ile karşı karşıya olan insan ırkının hikayesini anlatıyor. Buna göre insanlık 20 yıla yakın bir süredir uzaylıların işgalci öncüler olarak tanımlanabilecek dev biyolojik yaratıklar tarafından taciz edilmekte ve her seferinde galip gelse de büyük insani ve maddi kayıplara uğramaktadır. Bu savaşın insanlık tarafındaki savunucuları ise Almancada avcı anlamına gelen jaeger kod adlı dev robotlardır. Robotlar iki veya daha fazla pilotun bir tür sinirsel bağ vasıtasıyla tek bir bilinç haline getirilmesi yoluyla kontrol edilmektedir. Savaşın her şeye rağmen bir dengesi vardır ve insanlık savaş alanının dünya olması dışında kaybediyor gibi görünmemektedir, ancak bu durum kaijuların yeni nesil canavarları ile karşılaşılınca yerini yavaş ve acı dolu bir mağlubiyete bırakmaya başlamış görünmektedir. İnsanlığın umudu artık konvansiyonel güçte değil yeni yaklaşımlar ve bir grup şövalyenin inisiyatif almasına bağlı görünmektedir.
İzleyici bu dönemin başlangıcında perdenin karşısına geçer. Amerikan yapımı Gipsy Danger’ın kardeş pilotları Raleigh (Charlie Hunham) ve Yancy Becket (söylemeye gerek yok) yeni nesil ilk kaijuyla karşılaşır ve onun kurbanı olurlar. Aslında kaiju yok edilmiştir ama deli dolu Raleigh’in olgun karakterli abisi Yancy (her aksiyon filminde benzerlerine olduğu gibi) öldürülür ve robotları olan Gipsy Danger da ağır hasara uğrayarak emekliye ayrılır. Raleigh bu olaydan sonra inzivaya çekilecek ve uzunca bir süre ortalarda görünmeyecektir. Ta ki görev gücünün komutanı General Pentecost (Idris Elba) tarafından tekrar çağrılana kadar. İnziva ve geri dönüş sürecinin aksiyon sinema türünün tüm klişelerini içermesi sebebiyle çok da detaylı olarak analiz edilmesine gerek olmamakla birlikte, genel bir panoramayı vermek faydalı olabilir.
Pentecost’un muzaffer görev gücü artık sadece 4 jaegere kadar düşmüştür ve yeni jaegerlerin inşası kaiju saldırılarına yetişemediği için uluslararası savunma örgütü (saçma bir tanım olabilir ama filmde belirtilen bir ismi olmayan örgütün BM Güvenlik Konseyinin bir kolu olduğunu hayal edebilirsiniz) tarafından projesi iptal edilmiştir. Kendisi de eski bir jaeger pilotu olan Pentecost ise yeni çözümlerin kaijulara yeterli zararı veremeyeceğinden hareketle ve en iyi savunmanın hücum olduğu düsturu ile son bir kumar oynamaya karar vermiştir. Buna göre elindeki 3 mürettebatlı 4 jaegeri (ki bunlar Rus yapımı Cherno Alpha, Avustralya yapımı Striker Eureka, Çin yapımı Crimson Typhoon ve Amerikan yapımı Gipsy Danger) ve farklı alanda uzmanlaşmış ancak aynı ölçüde kaçık iki bilim adamının desteği ile henüz yöntemine tam olarak karar veremedikleri bir karşı saldırı planlamaktadır; planlamaktadır zira bu iki bilimadamı, jaegerlerdeki drift teknolojisini kaijulara uygulayarak gitgide sıklaşacak yüksek kategorili kaiju saldırılarının kapıda olduğunu keşfetmişlerdir. Dolayısıyla bu planlama zamanla yarış halinde bir hayatta kalma mücadelesinden başka bir şey değildir aslında.
Bundan sonra farklı düzlemlerde devam eden bir macera başlar; şöyle ki kaiju savaşının genel hatlarına değinilirken, göreve geri dönen Gipsy Danger pilotlarının kim olacağı konusu ile filme duygusal ve içeriksel bir derinlik kazandırılmaktadır. İki rakip ama aynı zamanda kafadar bilim adamının (Dr. Gottlieb ve Dr. Geiszler) rekabet içindeki kardeşliği de farklı bir tarz adrenalini izleyicilere pompalamaktadır. Yani kısaca bilim adamları düşmanı tanımlayacak ve çözecek; baba-oğul, karı-koca, üçüzler, müstakbel büyük aşıklar (Raleigh-Mako Mori) duygusal olarak bizleri filme bağlayacak ve en sonunda bu sinerjiyle dev jaegerler kaijuları trajik öğelerle dolu bir savaşta darma duman edeceklerdir.
Şu ana kadar yazıdaki negatif elektriği sezenler için şok edici bir U dönüşü yaparak sözlerimize devam edelim; bu klişelerle dolu sığ destan mükemmel bir bilimkurgu şaheseri olarak tanımlanabilir. Dev boyutlardaki canavarlar ve robotların düellolarının gaza getirme potansiyeli bir yana, teknik olarak neredeyse kusursuzluk diyebileceğimiz başarı gözden kaçmıyor değil. Bir kere her şeyden önce robotların gerçekliği ve makine doğaları çok başarılı bir şekilde yansıtılmış. Jaegerler autobotlar kadar parlak değillerse de görünümleri ve hareketleri fizik ve mekanik anlamda son derece gerçekçi resmedilmiş. Filmdeki sekansların çoğunluğunun gece veya su altında olması pek tabi ki kamuflaj amaçlı önlemler olsa da şahsen nano değişimlere (Stargate, Thunder in Paradise) tercih ettiğimi belirtmeliyim. Yine dövüşlerde ağır çekim hareket eden hasımların gerçekte son derece hızlı ve yıkıcı hamleleri olduğunu Sydney’deki kaiju-jaeger (Striker Eureka) savaşının televizyon kaydından anlayabiliyoruz, bu izleyiciye saygı duyan tutumundan dolayı yönetmen Del Toro’yu kutlamak gerektiğini düşünüyoruz.
Filmin -eğer varsa- en derin konsepti ise “Drift/Sürüklenme” adı verilen sinirsel anlamda çoklu subjeleri tek subje haline getiren teknoloji. Voltron’un her organı yöneten bir aslanından çok daha kalifiye olan sistem aynı zamanda duygusal olarak da önemli bir boşluğu dolduruyor. Sadece aşk, sevgi, dayanışma değil felaket anlarını da tek kişi gibi hissetmeyi sağlayan bu teknoloji konsepti Raleigh ve abisi Yancy’nin (tamam tamam Diego Klattenhoff) trajedisi kapsamında mini bir felsefik sakız olmuyor da değil izleyenlerin beyninde doğrusu.
Film için tanıtım videoları abone olduğum TV seti/grubu/firmasında yaklaşık 50 kere döndüğü için filmin yönetmeni ve oyuncuları gözündeki yerini de anlayabilme imkanına sahip olduğumdan biraz da bu konudan bahsetmenin faydalı olacağını düşünüyorum. Öncelikle oyuncuların temel yaklaşımının filmin eğlenceli ve adrenalin bombası olduğu yönünde olduğunu belirtelim, yönetmen ise mantığı biraz daha açık şekilde ortaya koyuyor.
Şöyle diyor yönetmen Del Toro; “Biz japon kaiju ve yine Japon robot külliyatını birleştirmek için alternatif bir dünya kurduk.” Bu yorumu Mako Mori rolündeki Rinko Kikuchi’nin karşıt açıklaması ile ters orantı diyebileceğimiz bir metotla birleştirince aslında filmin özüne ulaşıyoruz; sözü Mako Mori’ye bırakalım şimdi: “Bu içinde dram, sevgi, birliktelik gibi temalar içeren bir film ve aslında anlıyoruz ki bu aslında sadece bir canavar filmi değil.” Hayır Bayan Mori, bu aslında sadece bir canavar ve robot filmi ve etrafındaki her şey bunu ortaya çıkartmak için planlanmış; dünyamız zaman ve mekanına benzer ama aynı olmayan zaman ve mekan algısı, aşırı yüzeysel klişeleri (Rus pilotların tiplerinden, Avustralyalı ikilinin sinir bozucu aksanına, Japon akrobatlardan, 1940’lardan kalma bilim adamlarına, kendini fedalar etmelerden, esas oğlan-esas kız aşkına uzanan bir klişeler bütünü) ve organizasyonel bazda mikro bir dünya tasvirine kadar her şey sadece ve sadece tek bir şeye odaklanmak için planlanmış; organik ya da inorganik dev yapıların savaşına, zamansız, mekansız, köksüz saf bir bilimkurgu olgusuna…
İşte Guillermo Del Toro farkı da bu olsa gerek, şahsen Pan’ın Labirenti’ni çekmiş bir yönetmenin boşa iş yapmayacağına zaten inanıyordum, ama şu seçeneği de değerlendirmek gerek, şöyle ki yönetmen Del Toro bunların hiçbirini düşünmemiş de olabilir. Sinema dünyası için böyle bir hikayeden bahsedilir, Riddley Scott Alien’ı çektiğinde sektörün ciddi eleştirmenleri filme o kadar büyük anlamlar yüklemişler, o kadar alegorik sonuçlara varmışlardır ki, Scott bir basın toplantısında konuyla ilgili soruya “sadece sizi korkutmak istemiştim” diyerek cevap vermiştir. Bu yüzeysel cevabın Scott’un derinliğine ekstra katkı yaptığını anlamak zor değil, daha kısa bir ifadeyle Scott bu ifadeyle inek tabir edilebilecek bir entelektüelden maskülin bir entelektüele dönüşmüştür. Yani aynı anda iki karakteri de ustaca sahiplenmiştir, tıpkı Del Toro’nun “Drift”i gibi…