MURATS44
Özel Üye
1.BEN TOPRAK: O zamanlar yeryüzünün bir parçasıydım. Hiçbir şeyden haberim yoktu. Üzerimde yeşil otlar biter, türlü hayvanlar koşuşturur, gökyüzüne boy atan iri gövdeli ağaçların kıl gibi ince, nazenin kökleri içimde kök salar, güneş doğunca ısınır, yağmur yağınca ıslanır, üzerimi kar bürüyünce taş gibi kaskatı kesilirdim. Bana verilen görevi hakkıyla yerine getirmeye çalışırdım. Çeşit çeşit bitkilerin, kısa otların, rüzgârda raks eden tüylü kamışların benden istedikleri besin maddelerini; kükürdünü, demirini, bakırını, anında hiç şaşırmadan yetiştirirdim. İçimde köstebekler yuva kurar, yılanlar kış uykusuna yatar, solucanlar nefes alıp vermemde bana yardımcı olurdu. Biz bir aileydik, ve ben bu ailenin toprak anası olmaktan son derece memnundum. Tâ ki karşıma o çıkıncaya kadar.
Aniden çıkıvermişti karşıma, çok korkmuştum. Sonradan anlattılar da biliyorum. Rabbimiz bir mahluk yaratmayı murad etmiş. Tüm melekler toplanıp huzur-u ilahiye çıkmışlar; "Rabbimiz biz seni hamd ile tesbih edip dururken, yeryüzünde fesat edip bozgunculuk yapacak ve kan dökecek bir mahluk mu yaratacaksın?" demişler. Rabbimiz; "Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim" diyerek meleklerin en büyüklerini huzura çağırmış. Onlara yeryüzünden toprak getirmelerini emretmiş. Onlar dahi o güne kadar emr-ü taatta isyan etmedikleri halde tereddütte kalmışlar.
Bunun üzerine Rabbimiz içlerinden birini seçerek ona demiş ki "Bu görevi sana veriyorum." O melek dahi korkudan tir tir titremiş, telaştan ne diyeceğini nasıl hareket edeceğini bilememiş. Onun bu telaşını gören Rabbimiz; "endişelenme ya Azrail, biliyorum sana ölüm meleği diyecekler, adın kıyamete kadar ölüm ile yan yana anılacak, sana kızıp, senden nefret edecekler ama telaş etme, araya öyle sebepler koyacağım ki insanlar ölümlerini senden değil sebeplerden bilecekler." diyerek onu bir nevi teselli etmiş.
Demek ki Rabbimiz yeni bir mahluk yaratacaktı ve bu mahlukun hammaddesi benden olacaktı. Önce çok sevinmiştim sonra günahsız meleklerin sözleri aklıma geldi, telaşa kapıldım. Demek ki bu yeni mahluk öncekiler gibi bozgunculuk yapıp kan dökecekti, hem de benden bedenimden bir parça olduğu halde. Gönlüm razı olmadı, bir hüzün kapladı yüreğimi. Neyse ki yeni yaratık cennette ikamet edecekti. Tekrar sevindim, ne yapacaksa orada yapsın, üzerimde bozgunculuk yapılıp kan akıtılmasına asla razı değilim.
Azrail melek bir miktar siyah yanımdan, biraz beyazlığımdan, allığımdan biraz da kızıllığımdan alıp karıştırdı. Acaip bir hal içindeydim şimdi. Kupkuru olduğumdan üzerimden tozlar yükseldi, boğuluyorum sandım. Göklerdeki yedi kat yolculuğumdan sonra ortaya bırakıldım. Su ile yoğrulup çamur (Tın) oldum. Uzun süre bekletilmiş çamurdan (Hame) yere vurulunca ses çıkartacak bir çamur (Salsal) haline gelinceye kadar merhale merhale yoğruldum. Şekilden şekle giriyordum. Nihayet istenilen kıvama gelmiş olacaktım ki yoğurma işlemine son verilmişti. Artık bana "ceset" diyorlardı. Yeni halimi çok merak ediyordum. Keşke şu an dünyada olsaydım dedim olsaydım da sulara aks eden cemalimi, güzelliğimi seyredebilseydim, ama şimdi öylece sırtüstü hiç kıpırdamadan bekliyordum. Kaç sene öyle kaldım bilemedim.
Meleklerin gözleri sürekli üzerimde idi. Kimi güzelliğimden etkilenmiş olacak ki gülümseyen bakışlarını benden alamıyor kimi de "bak işte fesat çıkartıp bozgunculuk yapacak olan yaratık" deyip hakkımda dedikodu yapıyordu. Ne yapabilirdim? Onlara cevap verecek ne halim ne de takatim vardı.
Bir gün yanıma bir melek geldi. Hali sanki dağları ben yarattım dercesine mağrurdu. Aynı mağrurlukla bana uzun uzun baktı. Burun kıvırdı ve pis pis sırıttı. Tuhaftı, melekler arasında böyle kibirli birinin olacağına hiç ihtimal vermezdim. Ondan hiç hoşlanmamıştım. Edepsiz bir velet gibi oramı buramı elledi. Hey utanmaz arlanmaz çek o pis ellerini oramdan diyemedim. Şöyle bir etrafına bakındı kimseciklerin olmadığını görünce üzerime tükürdü. Tükürüğü tam karnımın ortasına düşmüştü, ne de pis kokuyordu, sonra kasıla kasıla gülerek çekip gitti. O kadar çok kızmıştım ki; ah keşke bedenimde sıcak sıvılar aksaydı da beynime sıçrasaydı. Artık o benim düşmanımdı, hele bir kendime geleyim gösteririm ben sana cennetin kaç bucak olduğunu dedim. Avam tabakadan bir melek geldi yanıma ah zavallı diyerek bana acıdı ve kanadının ucuyla mikroplu tükürüğü şöyle sıyırıp attı, sıyırdığı yerde bir boşluk oluştu.
Nihayet beklediğim gün gelmişti. O günün çok büyük ve özel bir gün olduğunu henüz idrak edecek durumda değildim. İstediğim sadece ne menem bir yaratık olduğumu görebilmek, cennet bahçelerinde dolaşmak, ırmaklardan kana kana içmek ve zümrüt köşklerde sırtımı dayayıp dinlenmekti. Melekler ve adını bilmediğim daha nice nurani yaratıklar her yeri kaplamıştı, iğne atsan yere düşmeyecekti.
İçime sanki "Nefha" gibi bir şey üfürüldü, tüm bedenimi ışık kapladı. O ana kadar hissettiğim derin boşluk bir anda kayboldu. Bana öyle geldi ki; yedi kat gök, arz ve sema tüm kainat bir nokta olup içimde, kayboldular. İçimde büyük bir kuvvet hissettim. Bu kuvvetle tüm engelleri aşacağımı her şeyi başaracağımı anladım. Bedenime yayılan bu ışıkla yolumu bulacağımı, yine bu ışıkla yoldan çıkacağımı, düzeni bozacağımı anladım. İçimdeki derinliklerde olan mahiyetini bilmediğim bu güçten hem çok etkilendim, hem çok korktum.
Bana Adem deyip, beni tebrik ediyorlardı. Söylenenlere göre ben o güne kadar yaratılan mahluklar arasında en değerli olanıymışım. Rabbimiz iki eliyle özene bezene yaratma keyfiyetini sadece bana layık görmüş. Rabbimiz zatını ve tecellisini seyretmek istemiş de beni öyle yaratmış. Ben onun sureti üzerine yaratılmışım. Tüm diğer mahluklar alemden sadece bir parça iken, ben tüm alemi temsil ediyormuşum. Ben ilerde onun halifesi olacakmışım. Bana bu kadar değer verilmesini henüz idrak edemiyor, fakat içimde hissettiğim güç sayesinde bunu seziyordum. Demek ki daha henüz ceset halinde yerde yatarken göklerde seyretmesinden keyif aldığım o eşsiz nur parçası benimle alakalıydı.
Artık cennet bahçelerinde gönlümce dolaşıyor, ırmaklarından kana kana içip, elmas tahtlarda istirahat ediyordum. Arada yanıma melekler gelir hasbihal ederdik. Hakkımda ileri geri konuşan melekler; " biz senin özünü bilemedik, sadece cesedine bakıp hükme vardık" deyip benden özür dilediler, ben de kabul ettim, ancak o burnu havalarda gezen meleği affetmeyecektim. Hele bir karşıma çıksın… işte yine içim tarif edilmez öfke ve kinle dolmuştu. Yanlış bir hareket yapacağımdan korktum ve hemen rabbime secde ettim. Düellocular gibi hep uzaktan uzağa bakışır, uzaktan uzağa süzerdik birbirimizi.
Bir gün Rabbimiz imtihan yapacağını söyleyerek bizleri huzurunda topladı. Kendimden emindim, çünkü Rabbimiz tüm eşyanın ismini bana öğretmişti. "hadi bilin bakalım şunların isimlerini " dedi meleklere. Bilemediler tabii. Bunun üzerine tüm melekler "rabbimiz biz senin bize bildirdiğinden başka bir şey bilmeyiz, sen her şeyi bilirsin" dediler. "şimdi sen söyle Adem" dedi Rabbimiz. Eşyaların isimlerini teker teker saydım. Rabbimiz benden hoşnut olacak ki; "ben size demedim mi göklerin ve yerin gizliliklerini muhakkak ben bilirim, ve sizlerin neyi açıklar neyi gizler olduklarınızı da bilirim" buyurdular. O sırada Rabbimiz meleklere bana secde etmelerini emretti. Utandım açıkçası, sıkıldım "yarabbi ben kimim ki tüm melekler ve cinler bana secde ediyorlar" diyemedim. Hepsi bana secde etti. Bir kişi hariç.
2.BEN İBLİS: Baktım tüm melekler başlarını öne eğmişler uysal koyunlar gibi secde ediyorlar. Dün ki toprak parçasına niye secde ediyorsunuz demedim, çünkü onlar isyan etmezler, başkaldırmazlar ve emir olanı yaparlar. Tepkimi secde etmeyerek gösterdim. Hem niye secde edeyim ki? Ben ki Rabbime yedi kat semada ve arzda, karış karış her noktada secde etmiş, ibadetu taatta bulunmuşum şimdi şu karşımdaki toprak parçasına mı secde edecektim, yo! bunu asla yapamazdım, yapsam da ömrüm boyunca kahrolur, çatır çatır çatlardım. Ben Adem’den üstündüm. Adem topraktan ben ise ateştendim, hem de dumansız bir ateşten ve ateş toprağı mermi gibi deler geçerdi.
Bir gün günlük evrad-ü ezkarımı yaparken meleklerin konuşmalarına şahit oldum. Yeni bir yaratıktan söz ediyorlardı. O güne kadar yaratılmışların en güzeli olacaktı. Rabbimiz onu kendi elleriyle yaratıp, kendi ruhundan üfleyecek ve kendine halife yapacaktı. Merak ettim. İçime bir telaş da düşmedi değil hani. Yoksa gökyüzünde pırıl pırıl parlayan ve yanına yaklaştığımda yanıp küle dönüşeceğimi hissettiğim O nur parçasıyla bu yeni yaratığın bir ilişkisi olabilir miydi? Bizzat kendi gözlerimle görmek istedim. İbadetlerime ara verip, yanına gittim. Baktım öylece boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Yanına yaklaştım, dikkatle inceledim, orasını burasını elledim. Aciz yaratık çek elini oramdan diyemedi. Bildiğimiz ayak altında ezilen, çiğnenen basit topraktı işte. Bu yerde yatan ceset torbası nerede halife olmak nerede… Şu melekler bir şeyi amma da abartıyorlar, gerçi onlarda emir kulu günahsız mahluklar. Rahatlamıştım, içimi bir ferahlık kapladı. Sonra güldüm, etrafta kimsenin olmadığını görünce tükürdüm ve gönül rahatlığıyla zikrime geri döndüm.
"sen niye secde etmiyorsun ya iblis" dedi Rabbimiz. O zamana kadar Rabbimin bir dediğini iki etmemiştim. İbadetlerime tüm sema sakinleri şahittir. Bana deseydi eğer ‘’ya iblis önümde eğil, bir ömür boyu başını secdeden kaldırma” hemen yerlere kapanır sonsuza kadar başım secdeden kalkmazdı, ama mesele Adem’e secde meselesiydi. Bu zilleti asla kaldıramazdım. İçimdeki kibir ve isyan tohumu daha da kabardı; "ben ona secde etmem dedim, ben ondan daha üstün ve daha hayırlıyım dedim, hem Ademi topraktan beni ise ateşten yarattın dedim" Rabbimiz çok kızmıştı, ama söz ağızdan çıkmıştı bir kere ve artık bunun dönüşü yoktu. "çık buradan, sen artık kovulmuş ve uzaklaşmışsın" deyip Rabbimiz huzurdan kovup tüm meleklerin içinde beni rezil etti. Günahsız yaratıklar her neyse de Adem’in yanında azarlanmak daha da kahretti beni. Nasıl da bakıyordu öyle şaşkın şaşkın. "hiç şaşırma Adem dedim, daha oyuna başlamadık dedim, sen henüz acemi ve zayıfsın, olacaklardan haberin yok dedim, seni keklik gibi avlayacağım dedim.”
İçimdeki kin ve nefret ateşi giderek büyüyordu, ama belli etmedim çünkü adımlarımı düzenli atmalı hesaplarımı iyi yapmalıydım. Önce zamana ihtiyacım vardı. "Rabbim bana belli bir ana kadar süre tanı, ben onlara öyle yaklaşacağım ki; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından yaklaşıp onları yoldan çıkartıp, sana isyan ettireceğim" dedim ve gerekli zamanı da elde ettim. Bak göreceksin Adem sana neler yapacağım, benim planlarım şeytancadır, kırk yıl düşünsen aklının ucuna dahi gelmez, benim vesveselerim, kışkırtmalarım kalbini bir ok gibi delip geçecek, avenelerim ve yardımcılarımla üzerine öyle bir çullanacağım ki kaçacak delik arayacaksın. Bak ben levh-i mahfuzda yazılı olanlardan haberdarım, seni yoldan çıkartamasam bile oğullarını, torunlarını ebediyyen cehenneme yollayacağım, Ah şu yıldız misali pırıl pırıl parlayan nur parçası yok mu? onu bir türlü çözemedim. Onun mahiyetini öğrenmek için neler vermezdim. Geceleri kabusum olup uykularımı kaçırıyor, ölümümün onun elinden olmasından korkuyorum"
Artık Ademi bir kedi gibi gözetliyor, zayıf bir anını bekliyordum.
3. BEN ADEM: Bir düşmanım olmuştu. Olaylar öyle bir gelişmişti ki; işin bu noktaya geleceğini asla tahmin bile edemezdim. Sürekli düşünüyor ama işin içinden çıkamıyordum. Rabbimizin muradı neydi? Melekler bana niye secde etmişti? Peki o güne kadar emre itaatsizlik etmeyen iblis neden Rabbimize karşı gelmişti? Bende gizli olan güç neydi? Tüm bu sorulardan yorgun bitap düşüyor, fakat sonunda hikmetinden sual sormayıp Rabbime sığınıyordum. Günlerim hep aynıydı. Cennet bahçesinin nimetleri elimin altındaydı, ama içimdeki derin boşluğu her zaman hissediyordum. Sanki içime üflenen nefha kanatlanıp kuş olmuş beni terk etmişti. Köşkümden hiç çıkmıyorum. Hurilerin tatlı sohbetlerini bile reddediyordum. Bir şey istiyor, bekliyor, arzu ediyor, gözlüyor fakat o arzulanan şeyi ne tarif edebiliyor ne de nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Halimi kimselere izah edemeyip hep içime atıyordum. Sırlarım gönlümde gizliydi. Melekler benim için saf saf olmuşlar Rabbimize dua ediyorlarmış. İstiyordum ki; her şeye nigahban olan Rabbim, gönüldeki saklı sırların en gizli olanını bilen Rabbim beni huzura çağırsın, derdimi sorsun. Köşkümden pek seyrek çıktığım zamanlar da ise o nur parçasının yanına gider tıpkı ilk günlerdeki gibi ellerimi başımın altına alır uzun uzun onu seyrederdim. İçime huzur dolar, rahatlardım.
Bir sabah yine bedenim uyuşmuş bir halde uyandım. Bu kadar bolluk ve rahatlıkta kimin vücudu uyuşmaz ki. Gözlerimi ovuşturarak uzun uzun esniyordum ki onu gördüm. Tam karşımda duruyor, gülerek beni seyrediyordu. Aman Allahım, bu da kimdi böyle, bir huri olamazdı. Tıpkı benim gibi etten kemiktendi, yalnız nasıl tarif etsem çok nazik, nazenin, zarif, ince ve narindi. Hani püf desem kırılıverecek gibiydi. Bana bakarak gülmeye devam ediyor, her gülüşünde her tatlı tebessümünde içimden bir şeyler kopuyor, eriyor ve içimdeki derin boşluk kayboluyordu.
Onsuz bir an bile ayrı kalamayacağımı, onsuz yaşayamayacağımı ve onsuz bir yanımın hep eksik kalacağını anladım. Demek ki gönlümdeki sırlara vakıf olan Rabbim dualarımı kabul edip tıpkı benim gibi birini bana yoldaş olsun diye yaratmıştı. Hemen secde edip Rabbime şükrettim. "Ben Havva" deyip yanıma sokuldu, ve içimden bir parça daha koptu gitti. Ne kadar da zayıftı böyle, yardıma, korunmaya ne kadar da muhtaçtı. Onu kollarımla sardım, ne kadar sıcak ve yumuşaktı. Onu bir ahtapot gibi sarıp sarmaladığımda içime öyle bir huzur doldu ki bu huzuru, lezzeti hiçbir cennet nimeti vermemişti bana.
Uzun hayallere daldım. Artık Havva ile nice seneler cennette yaşayacaktık. Ona göstereceğim o kadar çok şey vardı ki, ama önce o eşsiz nur parçasını göstermeliydim. Eminim benim gibi o da çok etkilenecekti. Hemen aklıma düşmanım iblis geldi. Ne şeytandı o. Sular uyur, o uyumazdı. Havva’ya bir kötülük etmesinden korktum, saf bir hali vardı, eline şeker versen hemen kandırılırdı. Havva’yı karşıma alıp ona her şeyi anlatıyordum ki; bir melek gelip rabbimizin bizi huzur-u ilahiye beklediğini söyledi. El ele tutuşup huzura çıktık. Rabbimiz bize dedi ki "ya Adem eşin ve sen cennette dilediğiniz gibi gezin, dolaşın, yiyin, için ama asla ve asla şu yasak (memnu) ağaca yaklaşmayın."
Artık birer mükellef varlıklardık. Yapmamız gereken binlerce cennet nimeti içinde sadece birine dokunmamaktı. Doyumsuz cennet nimetlerinden ye, bal süt akan ırmaklardan iç, ama sadece şu yasak ağacın yanından bile geçme. Sil onu aklından. Farzet ki böyle bir ağaç mevcut değil. Önce çok basit bir emir gibi gelmişti bana. Yorum yapmadım. Emir emirdir deyip, hikmetinden asla sual sormadım, yalnız içimde giderek büyüyen meraka engel olamıyordum, hele bu merakı Havva’da daha da şahit oluyordum. Beraber cennet bahçelerinde dolaşırken gözümüz yasak ağaca takılır uzaktan ağacı seyrederdik. Gövdesi geniş, dalları uzun, kökleri derinlerde, yaprakları yemyeşil, meyveleri iri ve parlaktı. Havva’nın adımları gayri ihtiyari ağaca doğru yöneldiğinde hemen ikaz ederdim; " benim düşündüğümü sen de düşünüyorsun değil mi? Sakın ha bu apaçık düşmanımızın tuzağı, sen onu tanımazsın, bir bilsen ne şeytandır o"
O gün Havva çok sevinçliydi. Onu böyle mutlu görmek beni de mutlu ediyordu, yalnız davranışlarında bir tuhaflık sezdim. Benden bir şeyler saklıyordu. Buna emindim. Sakladığı her ne ise hem çok merak ediyor hem de yanlış bir şey yapmasından endişe duyuyordum. "haydi Havva seni çok iyi tanırım söyle ne söyleyeceksen dedim" Kulağıma fısıldadı "biliyor musun?" "neyi biliyor muyum?" dedim. "söyler misin? Yasak ağacın meyvesinden niçin yiyemiyoruz?" "çünkü Rabbimiz menetti" dedim. Bana safmışsın gibi bakarak "Eğer o meyveden yersek ebediyen cennette kalacakmışız, düşünsene Adem sen ve ben ebediyen cennette kalmak..." “hayır dedim. Rabbimize söz verdik ona asla isyan etmeyelim dedim" Başını eğdi, boynunu büktü, kirpikleri ıslandı ve içimden bir şeyler ateşte eriyen margarin gibi eridi gitti. Onu asla üzmek istemezdim. Başını göğsüme yasladı. Gözyaşlarını dokundum, sıcacıktı. Parmak uçlarımda hissettiğim sıcaklık ise yüreğime kor olup düşmüştü. Nasıl dayanırdım. Saçlarından okşayarak; “seni üzmek istememiştim” dedim.” "ne olur Adem bir sefer ısırsak kıyamet kopmaz ya, hem ne istiyorsam ikimiz için " dedi.
El ele yasak ağacın karşısına geldik. Havva elimden kurulup ağaca doğru yöneldi. Ben ise korkuyordum. Bir hata, bir isyan ne bileyim işte… ama Havva’yı yalnız bırakamazdım, peşinden gittim. Ağaçtan bir tane meyve koparıp ısırdı, çok nefismiş deyip bana da uzattı.
Meyvenin enfes tadı damaklarımıza yayılırken kahkaha sesleriyle kendimize geldik. Bu ses, evet bu sesi tanıyordum. Kaktüs ağacı arkasına saklanmıştı. Eliyle bize işaret ederek sürekli kahkahalar atıyordu. Şaşkın bir halde Havva ile birbirimize bakıyorduk. Önce ne olduğunu anlayamadık. Çırılçıplak olduğumuzu ise Havva’nın arkama saklanmasıyla anladım. Hemen yaprakları kendimize siper edindik.
İblisin tuzağına düşmüştük. Hâlâ gülmeye devam ediyordu; "ben sana demedim mi Adem? seni keklik gibi avlayacağım diye, sen beşersin Adem, çabuk şaşarsın. İnsansın nisyana müptelasın, işte oyun başladı kolla kendini Adem kolla evlatlarını, kızlarını, benden" deyip kahkahalarla yanımızdan uzaklaştı.
Biz ne yapmıştık böyle? Bu nasıl bir gafletti? Rabbimizin emrine apaçık isyan etmiştik. Hemen secdeye kapandım. Havva da hatasını anlamış olacak ki benimle birlikte eğildi. Suçumuzu itiraf edip yalvardık. Utandım Rabbimden. Beni en güzel surette yaratmış bana değer verip kendine halife edinmiş ben ise neler yapmıştım. Utandım günahsız meleklerden onlar ki asla emre itaatsizlik etmezlerdi. Elimden istiğfar ve tövbeden başka bir şey gelmiyordu. Bana öğretilen tüm kelimelerle dua ediyordum. Aklıma O eşsiz nur parçası geldi. Hemen koştum ve onun şefaatçi olması için dualar ettim. Zaman geçiyor bizse hakkımızda verilecek kararı sabırsızlıkla bekliyorduk. Havva kendini suçluyordu. Senin suçun değil dedim. Takdir-i İlahi böyleymiş.
Bir melek Rabbimizin bizi affettiği müjdesini getirdiğinde ne kadar da sevinmiştik. Havva ile birbirimize sarıldık. Artık daha dikkatli olacaktık. Değil yasak ağaca yaklaşmak, önünden bile geçmeyecektik ve daha nice cennet nimetini kendimize yasak ettik. Secdeye kapanmaktan başka dua ve ibadet bilmiyorduk, hemen secdeye kapandık. Yalnız meleğin söyleyecekleri henüz bitmemişti; Rabbimiz bizi huzur-u ilahiyeye bekliyordu.
Rabbimiz ferman buyurdu; "birbirinize düşman olarak inin aşağı, ta ki belli bir zamana kadar sizin için orada yerleşme ve yararlanma var."
Yolculuk başlamıştı ve bu yolculukta yalnız değildik. Düşmanımız İblis de bizimle beraberdi.
Sırtımızda ağır bir yük, yeni bir hayata doğru çetin bir yolculuktu bu. Bu yeni hayatta bizi neler bekliyordu? Şimdilik bunlar muamma idi ama ben şunu öğrenmiştim; acz ve fakriyet içerisinde, yeis bataklığına düşmeden, kibir ve gurura kapılmadan sadece ve sadece Ona dayanmak Ona sığınmak, Ondan af ve mağfiret dilemek. (Sen varsan Rabbim her şey var, Sen yoksan varlığın ne anlamı var.)
Aniden çıkıvermişti karşıma, çok korkmuştum. Sonradan anlattılar da biliyorum. Rabbimiz bir mahluk yaratmayı murad etmiş. Tüm melekler toplanıp huzur-u ilahiye çıkmışlar; "Rabbimiz biz seni hamd ile tesbih edip dururken, yeryüzünde fesat edip bozgunculuk yapacak ve kan dökecek bir mahluk mu yaratacaksın?" demişler. Rabbimiz; "Ben sizin bilmeyeceğiniz şeyleri bilirim" diyerek meleklerin en büyüklerini huzura çağırmış. Onlara yeryüzünden toprak getirmelerini emretmiş. Onlar dahi o güne kadar emr-ü taatta isyan etmedikleri halde tereddütte kalmışlar.
Bunun üzerine Rabbimiz içlerinden birini seçerek ona demiş ki "Bu görevi sana veriyorum." O melek dahi korkudan tir tir titremiş, telaştan ne diyeceğini nasıl hareket edeceğini bilememiş. Onun bu telaşını gören Rabbimiz; "endişelenme ya Azrail, biliyorum sana ölüm meleği diyecekler, adın kıyamete kadar ölüm ile yan yana anılacak, sana kızıp, senden nefret edecekler ama telaş etme, araya öyle sebepler koyacağım ki insanlar ölümlerini senden değil sebeplerden bilecekler." diyerek onu bir nevi teselli etmiş.
Demek ki Rabbimiz yeni bir mahluk yaratacaktı ve bu mahlukun hammaddesi benden olacaktı. Önce çok sevinmiştim sonra günahsız meleklerin sözleri aklıma geldi, telaşa kapıldım. Demek ki bu yeni mahluk öncekiler gibi bozgunculuk yapıp kan dökecekti, hem de benden bedenimden bir parça olduğu halde. Gönlüm razı olmadı, bir hüzün kapladı yüreğimi. Neyse ki yeni yaratık cennette ikamet edecekti. Tekrar sevindim, ne yapacaksa orada yapsın, üzerimde bozgunculuk yapılıp kan akıtılmasına asla razı değilim.
Azrail melek bir miktar siyah yanımdan, biraz beyazlığımdan, allığımdan biraz da kızıllığımdan alıp karıştırdı. Acaip bir hal içindeydim şimdi. Kupkuru olduğumdan üzerimden tozlar yükseldi, boğuluyorum sandım. Göklerdeki yedi kat yolculuğumdan sonra ortaya bırakıldım. Su ile yoğrulup çamur (Tın) oldum. Uzun süre bekletilmiş çamurdan (Hame) yere vurulunca ses çıkartacak bir çamur (Salsal) haline gelinceye kadar merhale merhale yoğruldum. Şekilden şekle giriyordum. Nihayet istenilen kıvama gelmiş olacaktım ki yoğurma işlemine son verilmişti. Artık bana "ceset" diyorlardı. Yeni halimi çok merak ediyordum. Keşke şu an dünyada olsaydım dedim olsaydım da sulara aks eden cemalimi, güzelliğimi seyredebilseydim, ama şimdi öylece sırtüstü hiç kıpırdamadan bekliyordum. Kaç sene öyle kaldım bilemedim.
Meleklerin gözleri sürekli üzerimde idi. Kimi güzelliğimden etkilenmiş olacak ki gülümseyen bakışlarını benden alamıyor kimi de "bak işte fesat çıkartıp bozgunculuk yapacak olan yaratık" deyip hakkımda dedikodu yapıyordu. Ne yapabilirdim? Onlara cevap verecek ne halim ne de takatim vardı.
Bir gün yanıma bir melek geldi. Hali sanki dağları ben yarattım dercesine mağrurdu. Aynı mağrurlukla bana uzun uzun baktı. Burun kıvırdı ve pis pis sırıttı. Tuhaftı, melekler arasında böyle kibirli birinin olacağına hiç ihtimal vermezdim. Ondan hiç hoşlanmamıştım. Edepsiz bir velet gibi oramı buramı elledi. Hey utanmaz arlanmaz çek o pis ellerini oramdan diyemedim. Şöyle bir etrafına bakındı kimseciklerin olmadığını görünce üzerime tükürdü. Tükürüğü tam karnımın ortasına düşmüştü, ne de pis kokuyordu, sonra kasıla kasıla gülerek çekip gitti. O kadar çok kızmıştım ki; ah keşke bedenimde sıcak sıvılar aksaydı da beynime sıçrasaydı. Artık o benim düşmanımdı, hele bir kendime geleyim gösteririm ben sana cennetin kaç bucak olduğunu dedim. Avam tabakadan bir melek geldi yanıma ah zavallı diyerek bana acıdı ve kanadının ucuyla mikroplu tükürüğü şöyle sıyırıp attı, sıyırdığı yerde bir boşluk oluştu.
Nihayet beklediğim gün gelmişti. O günün çok büyük ve özel bir gün olduğunu henüz idrak edecek durumda değildim. İstediğim sadece ne menem bir yaratık olduğumu görebilmek, cennet bahçelerinde dolaşmak, ırmaklardan kana kana içmek ve zümrüt köşklerde sırtımı dayayıp dinlenmekti. Melekler ve adını bilmediğim daha nice nurani yaratıklar her yeri kaplamıştı, iğne atsan yere düşmeyecekti.
İçime sanki "Nefha" gibi bir şey üfürüldü, tüm bedenimi ışık kapladı. O ana kadar hissettiğim derin boşluk bir anda kayboldu. Bana öyle geldi ki; yedi kat gök, arz ve sema tüm kainat bir nokta olup içimde, kayboldular. İçimde büyük bir kuvvet hissettim. Bu kuvvetle tüm engelleri aşacağımı her şeyi başaracağımı anladım. Bedenime yayılan bu ışıkla yolumu bulacağımı, yine bu ışıkla yoldan çıkacağımı, düzeni bozacağımı anladım. İçimdeki derinliklerde olan mahiyetini bilmediğim bu güçten hem çok etkilendim, hem çok korktum.
Bana Adem deyip, beni tebrik ediyorlardı. Söylenenlere göre ben o güne kadar yaratılan mahluklar arasında en değerli olanıymışım. Rabbimiz iki eliyle özene bezene yaratma keyfiyetini sadece bana layık görmüş. Rabbimiz zatını ve tecellisini seyretmek istemiş de beni öyle yaratmış. Ben onun sureti üzerine yaratılmışım. Tüm diğer mahluklar alemden sadece bir parça iken, ben tüm alemi temsil ediyormuşum. Ben ilerde onun halifesi olacakmışım. Bana bu kadar değer verilmesini henüz idrak edemiyor, fakat içimde hissettiğim güç sayesinde bunu seziyordum. Demek ki daha henüz ceset halinde yerde yatarken göklerde seyretmesinden keyif aldığım o eşsiz nur parçası benimle alakalıydı.
Artık cennet bahçelerinde gönlümce dolaşıyor, ırmaklarından kana kana içip, elmas tahtlarda istirahat ediyordum. Arada yanıma melekler gelir hasbihal ederdik. Hakkımda ileri geri konuşan melekler; " biz senin özünü bilemedik, sadece cesedine bakıp hükme vardık" deyip benden özür dilediler, ben de kabul ettim, ancak o burnu havalarda gezen meleği affetmeyecektim. Hele bir karşıma çıksın… işte yine içim tarif edilmez öfke ve kinle dolmuştu. Yanlış bir hareket yapacağımdan korktum ve hemen rabbime secde ettim. Düellocular gibi hep uzaktan uzağa bakışır, uzaktan uzağa süzerdik birbirimizi.
Bir gün Rabbimiz imtihan yapacağını söyleyerek bizleri huzurunda topladı. Kendimden emindim, çünkü Rabbimiz tüm eşyanın ismini bana öğretmişti. "hadi bilin bakalım şunların isimlerini " dedi meleklere. Bilemediler tabii. Bunun üzerine tüm melekler "rabbimiz biz senin bize bildirdiğinden başka bir şey bilmeyiz, sen her şeyi bilirsin" dediler. "şimdi sen söyle Adem" dedi Rabbimiz. Eşyaların isimlerini teker teker saydım. Rabbimiz benden hoşnut olacak ki; "ben size demedim mi göklerin ve yerin gizliliklerini muhakkak ben bilirim, ve sizlerin neyi açıklar neyi gizler olduklarınızı da bilirim" buyurdular. O sırada Rabbimiz meleklere bana secde etmelerini emretti. Utandım açıkçası, sıkıldım "yarabbi ben kimim ki tüm melekler ve cinler bana secde ediyorlar" diyemedim. Hepsi bana secde etti. Bir kişi hariç.
2.BEN İBLİS: Baktım tüm melekler başlarını öne eğmişler uysal koyunlar gibi secde ediyorlar. Dün ki toprak parçasına niye secde ediyorsunuz demedim, çünkü onlar isyan etmezler, başkaldırmazlar ve emir olanı yaparlar. Tepkimi secde etmeyerek gösterdim. Hem niye secde edeyim ki? Ben ki Rabbime yedi kat semada ve arzda, karış karış her noktada secde etmiş, ibadetu taatta bulunmuşum şimdi şu karşımdaki toprak parçasına mı secde edecektim, yo! bunu asla yapamazdım, yapsam da ömrüm boyunca kahrolur, çatır çatır çatlardım. Ben Adem’den üstündüm. Adem topraktan ben ise ateştendim, hem de dumansız bir ateşten ve ateş toprağı mermi gibi deler geçerdi.
Bir gün günlük evrad-ü ezkarımı yaparken meleklerin konuşmalarına şahit oldum. Yeni bir yaratıktan söz ediyorlardı. O güne kadar yaratılmışların en güzeli olacaktı. Rabbimiz onu kendi elleriyle yaratıp, kendi ruhundan üfleyecek ve kendine halife yapacaktı. Merak ettim. İçime bir telaş da düşmedi değil hani. Yoksa gökyüzünde pırıl pırıl parlayan ve yanına yaklaştığımda yanıp küle dönüşeceğimi hissettiğim O nur parçasıyla bu yeni yaratığın bir ilişkisi olabilir miydi? Bizzat kendi gözlerimle görmek istedim. İbadetlerime ara verip, yanına gittim. Baktım öylece boylu boyunca uzanmış yatıyordu. Yanına yaklaştım, dikkatle inceledim, orasını burasını elledim. Aciz yaratık çek elini oramdan diyemedi. Bildiğimiz ayak altında ezilen, çiğnenen basit topraktı işte. Bu yerde yatan ceset torbası nerede halife olmak nerede… Şu melekler bir şeyi amma da abartıyorlar, gerçi onlarda emir kulu günahsız mahluklar. Rahatlamıştım, içimi bir ferahlık kapladı. Sonra güldüm, etrafta kimsenin olmadığını görünce tükürdüm ve gönül rahatlığıyla zikrime geri döndüm.
"sen niye secde etmiyorsun ya iblis" dedi Rabbimiz. O zamana kadar Rabbimin bir dediğini iki etmemiştim. İbadetlerime tüm sema sakinleri şahittir. Bana deseydi eğer ‘’ya iblis önümde eğil, bir ömür boyu başını secdeden kaldırma” hemen yerlere kapanır sonsuza kadar başım secdeden kalkmazdı, ama mesele Adem’e secde meselesiydi. Bu zilleti asla kaldıramazdım. İçimdeki kibir ve isyan tohumu daha da kabardı; "ben ona secde etmem dedim, ben ondan daha üstün ve daha hayırlıyım dedim, hem Ademi topraktan beni ise ateşten yarattın dedim" Rabbimiz çok kızmıştı, ama söz ağızdan çıkmıştı bir kere ve artık bunun dönüşü yoktu. "çık buradan, sen artık kovulmuş ve uzaklaşmışsın" deyip Rabbimiz huzurdan kovup tüm meleklerin içinde beni rezil etti. Günahsız yaratıklar her neyse de Adem’in yanında azarlanmak daha da kahretti beni. Nasıl da bakıyordu öyle şaşkın şaşkın. "hiç şaşırma Adem dedim, daha oyuna başlamadık dedim, sen henüz acemi ve zayıfsın, olacaklardan haberin yok dedim, seni keklik gibi avlayacağım dedim.”
İçimdeki kin ve nefret ateşi giderek büyüyordu, ama belli etmedim çünkü adımlarımı düzenli atmalı hesaplarımı iyi yapmalıydım. Önce zamana ihtiyacım vardı. "Rabbim bana belli bir ana kadar süre tanı, ben onlara öyle yaklaşacağım ki; önlerinden, arkalarından, sağlarından, sollarından yaklaşıp onları yoldan çıkartıp, sana isyan ettireceğim" dedim ve gerekli zamanı da elde ettim. Bak göreceksin Adem sana neler yapacağım, benim planlarım şeytancadır, kırk yıl düşünsen aklının ucuna dahi gelmez, benim vesveselerim, kışkırtmalarım kalbini bir ok gibi delip geçecek, avenelerim ve yardımcılarımla üzerine öyle bir çullanacağım ki kaçacak delik arayacaksın. Bak ben levh-i mahfuzda yazılı olanlardan haberdarım, seni yoldan çıkartamasam bile oğullarını, torunlarını ebediyyen cehenneme yollayacağım, Ah şu yıldız misali pırıl pırıl parlayan nur parçası yok mu? onu bir türlü çözemedim. Onun mahiyetini öğrenmek için neler vermezdim. Geceleri kabusum olup uykularımı kaçırıyor, ölümümün onun elinden olmasından korkuyorum"
Artık Ademi bir kedi gibi gözetliyor, zayıf bir anını bekliyordum.
3. BEN ADEM: Bir düşmanım olmuştu. Olaylar öyle bir gelişmişti ki; işin bu noktaya geleceğini asla tahmin bile edemezdim. Sürekli düşünüyor ama işin içinden çıkamıyordum. Rabbimizin muradı neydi? Melekler bana niye secde etmişti? Peki o güne kadar emre itaatsizlik etmeyen iblis neden Rabbimize karşı gelmişti? Bende gizli olan güç neydi? Tüm bu sorulardan yorgun bitap düşüyor, fakat sonunda hikmetinden sual sormayıp Rabbime sığınıyordum. Günlerim hep aynıydı. Cennet bahçesinin nimetleri elimin altındaydı, ama içimdeki derin boşluğu her zaman hissediyordum. Sanki içime üflenen nefha kanatlanıp kuş olmuş beni terk etmişti. Köşkümden hiç çıkmıyorum. Hurilerin tatlı sohbetlerini bile reddediyordum. Bir şey istiyor, bekliyor, arzu ediyor, gözlüyor fakat o arzulanan şeyi ne tarif edebiliyor ne de nasıl bir şey olduğunu biliyordum. Halimi kimselere izah edemeyip hep içime atıyordum. Sırlarım gönlümde gizliydi. Melekler benim için saf saf olmuşlar Rabbimize dua ediyorlarmış. İstiyordum ki; her şeye nigahban olan Rabbim, gönüldeki saklı sırların en gizli olanını bilen Rabbim beni huzura çağırsın, derdimi sorsun. Köşkümden pek seyrek çıktığım zamanlar da ise o nur parçasının yanına gider tıpkı ilk günlerdeki gibi ellerimi başımın altına alır uzun uzun onu seyrederdim. İçime huzur dolar, rahatlardım.
Bir sabah yine bedenim uyuşmuş bir halde uyandım. Bu kadar bolluk ve rahatlıkta kimin vücudu uyuşmaz ki. Gözlerimi ovuşturarak uzun uzun esniyordum ki onu gördüm. Tam karşımda duruyor, gülerek beni seyrediyordu. Aman Allahım, bu da kimdi böyle, bir huri olamazdı. Tıpkı benim gibi etten kemiktendi, yalnız nasıl tarif etsem çok nazik, nazenin, zarif, ince ve narindi. Hani püf desem kırılıverecek gibiydi. Bana bakarak gülmeye devam ediyor, her gülüşünde her tatlı tebessümünde içimden bir şeyler kopuyor, eriyor ve içimdeki derin boşluk kayboluyordu.
Onsuz bir an bile ayrı kalamayacağımı, onsuz yaşayamayacağımı ve onsuz bir yanımın hep eksik kalacağını anladım. Demek ki gönlümdeki sırlara vakıf olan Rabbim dualarımı kabul edip tıpkı benim gibi birini bana yoldaş olsun diye yaratmıştı. Hemen secde edip Rabbime şükrettim. "Ben Havva" deyip yanıma sokuldu, ve içimden bir parça daha koptu gitti. Ne kadar da zayıftı böyle, yardıma, korunmaya ne kadar da muhtaçtı. Onu kollarımla sardım, ne kadar sıcak ve yumuşaktı. Onu bir ahtapot gibi sarıp sarmaladığımda içime öyle bir huzur doldu ki bu huzuru, lezzeti hiçbir cennet nimeti vermemişti bana.
Uzun hayallere daldım. Artık Havva ile nice seneler cennette yaşayacaktık. Ona göstereceğim o kadar çok şey vardı ki, ama önce o eşsiz nur parçasını göstermeliydim. Eminim benim gibi o da çok etkilenecekti. Hemen aklıma düşmanım iblis geldi. Ne şeytandı o. Sular uyur, o uyumazdı. Havva’ya bir kötülük etmesinden korktum, saf bir hali vardı, eline şeker versen hemen kandırılırdı. Havva’yı karşıma alıp ona her şeyi anlatıyordum ki; bir melek gelip rabbimizin bizi huzur-u ilahiye beklediğini söyledi. El ele tutuşup huzura çıktık. Rabbimiz bize dedi ki "ya Adem eşin ve sen cennette dilediğiniz gibi gezin, dolaşın, yiyin, için ama asla ve asla şu yasak (memnu) ağaca yaklaşmayın."
Artık birer mükellef varlıklardık. Yapmamız gereken binlerce cennet nimeti içinde sadece birine dokunmamaktı. Doyumsuz cennet nimetlerinden ye, bal süt akan ırmaklardan iç, ama sadece şu yasak ağacın yanından bile geçme. Sil onu aklından. Farzet ki böyle bir ağaç mevcut değil. Önce çok basit bir emir gibi gelmişti bana. Yorum yapmadım. Emir emirdir deyip, hikmetinden asla sual sormadım, yalnız içimde giderek büyüyen meraka engel olamıyordum, hele bu merakı Havva’da daha da şahit oluyordum. Beraber cennet bahçelerinde dolaşırken gözümüz yasak ağaca takılır uzaktan ağacı seyrederdik. Gövdesi geniş, dalları uzun, kökleri derinlerde, yaprakları yemyeşil, meyveleri iri ve parlaktı. Havva’nın adımları gayri ihtiyari ağaca doğru yöneldiğinde hemen ikaz ederdim; " benim düşündüğümü sen de düşünüyorsun değil mi? Sakın ha bu apaçık düşmanımızın tuzağı, sen onu tanımazsın, bir bilsen ne şeytandır o"
O gün Havva çok sevinçliydi. Onu böyle mutlu görmek beni de mutlu ediyordu, yalnız davranışlarında bir tuhaflık sezdim. Benden bir şeyler saklıyordu. Buna emindim. Sakladığı her ne ise hem çok merak ediyor hem de yanlış bir şey yapmasından endişe duyuyordum. "haydi Havva seni çok iyi tanırım söyle ne söyleyeceksen dedim" Kulağıma fısıldadı "biliyor musun?" "neyi biliyor muyum?" dedim. "söyler misin? Yasak ağacın meyvesinden niçin yiyemiyoruz?" "çünkü Rabbimiz menetti" dedim. Bana safmışsın gibi bakarak "Eğer o meyveden yersek ebediyen cennette kalacakmışız, düşünsene Adem sen ve ben ebediyen cennette kalmak..." “hayır dedim. Rabbimize söz verdik ona asla isyan etmeyelim dedim" Başını eğdi, boynunu büktü, kirpikleri ıslandı ve içimden bir şeyler ateşte eriyen margarin gibi eridi gitti. Onu asla üzmek istemezdim. Başını göğsüme yasladı. Gözyaşlarını dokundum, sıcacıktı. Parmak uçlarımda hissettiğim sıcaklık ise yüreğime kor olup düşmüştü. Nasıl dayanırdım. Saçlarından okşayarak; “seni üzmek istememiştim” dedim.” "ne olur Adem bir sefer ısırsak kıyamet kopmaz ya, hem ne istiyorsam ikimiz için " dedi.
El ele yasak ağacın karşısına geldik. Havva elimden kurulup ağaca doğru yöneldi. Ben ise korkuyordum. Bir hata, bir isyan ne bileyim işte… ama Havva’yı yalnız bırakamazdım, peşinden gittim. Ağaçtan bir tane meyve koparıp ısırdı, çok nefismiş deyip bana da uzattı.
Meyvenin enfes tadı damaklarımıza yayılırken kahkaha sesleriyle kendimize geldik. Bu ses, evet bu sesi tanıyordum. Kaktüs ağacı arkasına saklanmıştı. Eliyle bize işaret ederek sürekli kahkahalar atıyordu. Şaşkın bir halde Havva ile birbirimize bakıyorduk. Önce ne olduğunu anlayamadık. Çırılçıplak olduğumuzu ise Havva’nın arkama saklanmasıyla anladım. Hemen yaprakları kendimize siper edindik.
İblisin tuzağına düşmüştük. Hâlâ gülmeye devam ediyordu; "ben sana demedim mi Adem? seni keklik gibi avlayacağım diye, sen beşersin Adem, çabuk şaşarsın. İnsansın nisyana müptelasın, işte oyun başladı kolla kendini Adem kolla evlatlarını, kızlarını, benden" deyip kahkahalarla yanımızdan uzaklaştı.
Biz ne yapmıştık böyle? Bu nasıl bir gafletti? Rabbimizin emrine apaçık isyan etmiştik. Hemen secdeye kapandım. Havva da hatasını anlamış olacak ki benimle birlikte eğildi. Suçumuzu itiraf edip yalvardık. Utandım Rabbimden. Beni en güzel surette yaratmış bana değer verip kendine halife edinmiş ben ise neler yapmıştım. Utandım günahsız meleklerden onlar ki asla emre itaatsizlik etmezlerdi. Elimden istiğfar ve tövbeden başka bir şey gelmiyordu. Bana öğretilen tüm kelimelerle dua ediyordum. Aklıma O eşsiz nur parçası geldi. Hemen koştum ve onun şefaatçi olması için dualar ettim. Zaman geçiyor bizse hakkımızda verilecek kararı sabırsızlıkla bekliyorduk. Havva kendini suçluyordu. Senin suçun değil dedim. Takdir-i İlahi böyleymiş.
Bir melek Rabbimizin bizi affettiği müjdesini getirdiğinde ne kadar da sevinmiştik. Havva ile birbirimize sarıldık. Artık daha dikkatli olacaktık. Değil yasak ağaca yaklaşmak, önünden bile geçmeyecektik ve daha nice cennet nimetini kendimize yasak ettik. Secdeye kapanmaktan başka dua ve ibadet bilmiyorduk, hemen secdeye kapandık. Yalnız meleğin söyleyecekleri henüz bitmemişti; Rabbimiz bizi huzur-u ilahiyeye bekliyordu.
Rabbimiz ferman buyurdu; "birbirinize düşman olarak inin aşağı, ta ki belli bir zamana kadar sizin için orada yerleşme ve yararlanma var."
Yolculuk başlamıştı ve bu yolculukta yalnız değildik. Düşmanımız İblis de bizimle beraberdi.
Sırtımızda ağır bir yük, yeni bir hayata doğru çetin bir yolculuktu bu. Bu yeni hayatta bizi neler bekliyordu? Şimdilik bunlar muamma idi ama ben şunu öğrenmiştim; acz ve fakriyet içerisinde, yeis bataklığına düşmeden, kibir ve gurura kapılmadan sadece ve sadece Ona dayanmak Ona sığınmak, Ondan af ve mağfiret dilemek. (Sen varsan Rabbim her şey var, Sen yoksan varlığın ne anlamı var.)