ceylannur
Yeni Üyemiz
Yeni Bir Muhayyile
Klasik İslâm düşüncesinde kullanılan muhayyile kelimesi, gerçeklik ile irtibatı kesmeyi değil, gerçekliği semboller ile anlamayı ve anlamlandırmayı ifade ediyor. Sembollerle düşünmek, görünen her nesnenin ötesinde daha yüksek bir gerçekliğin olduğunu söylemek anlamına geliyor.
Çağdaş müslüman toplumların temel sorunlarından biri, dinî muhayyilenin yerini seküler içerikli mitolojilerin alması. İslâm inancının ilmek ilmek ördüğü dinî muhayyile, inanan insanların madde, akıl ve ruh dünyaları arasında anlamlı irtibatlar kurmalarını sağlıyordu. Dinî muhayyileyi özümseyen insanlar, varlığın her boyutuna hakikat nazarıyla bakabiliyordu. Bugün bu muhayyilenin yerini seküler mitolojiler ve tek boyutlu hikâyeler almış durumda.
Dinî muhayyile nedir? Bu soruyu cevaplamadan önce, Türkçe’deki hayal kelimesinin burada bahsettiğimiz muhayyile, yani hayal etme gücünün farklı bir anlamı olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bugün hayal kelimesini gerçekliği olmayan, düşsel şeyler için kullanıyoruz. Hayal kurmak, geçmiş ya da geleceğe dönük düş kurmayı ifade ediyor. Bir şeye hayalî demek, onun gerçek olmadığına işaret etmek demek. Kısacası hayal ve muhayyile, gerçeklik ile irtibatı koparmak anlamına geliyor.
Klasik İslâm düşüncesinde kullanılan muhayyile kelimesi, gerçeklik ile irtibatı kesmeyi değil, gerçekliği semboller ile anlamayı ve anlamlandırmayı ifade ediyor. Sembollerle düşünmek, görünen her nesnenin ötesinde daha yüksek bir gerçekliğin olduğunu söylemek anlamına geliyor. Nasıl insanın manası onun maddi-biyolojik özelliklerinden daha fazla bir şeyse, nesnelerin hakikati de onların görünürdeki fiziki niteliklerinden daha fazla bir şeydir. Bir kitabın manası, onun kapağının rengi, cildi yahut yazı karakterinde değil, ihtiva ettiği düşüncelerdedir. Bir kitabı anlamak demek, ondaki manayı kavramak demektir. Yoksa hiçbirimiz bir kitabın rengini, sayfa sayısını, ağırlığını ölçerek onu anladığımızı iddia edemeyiz.
Sembol ve muhayyile
Semboller, varlıkları bir üst anlam çerçevesinde anlamamızı sağlayan araçlardır. Sembol-gerçeklik ilişkisi, tıpkı kitap-anlam ilişkisi gibi organik bir ilişkidir. Biri olmadan diğerini anlayamayız. Kitabın yukarıda zikrettiğimiz maddi özellikleri olmasa, onu okuyamayız. Dolayısıyla manasını da kavrayamayız. Fakat kitabın manasını anlamak, onun fizik özelliklerini sıralamaktan daha fazla bir şeydir.
Tevhid inancı ve yaradılış fikri açısından baktığımızda gerçekliğin kendisi bütün olarak bir semboldür. Kendi fiziki niteliklerinin ötesinde bir gerçekliğe işaret etmektedir ki bu gerçeklik, Yaratıcı’nın varlığı ve yaratma kudretidir. Bu kudretten neşet eden hikmet ve nizamdır. Bizler sınırlı ve sonlu varlıklar olduğumuz için Mutlak Varlık’ı yani Yaratıcı’yı, isim ve sıfatlarından bağımsız olarak kavrama şansına sahip değiliz.
Çünkü sonsuz olan bir şeyi sonlu bir kalıba sokamayız. Yaradılış alemini Yaratıcı’ya götüren bir sembol olarak okumak, O’na bize sunduğu izler ve işaretler aracılığıyla ulaşmak demektir. Bu manada sembol, gerçekliğin karşısında bulunan hayalî bir şey değildir. Gerçekliğin yerine ikame edilebilecek bir metafor yahut mesel de değildir. Sembol, gerçeklikle beraber onu anlamamızı mümkün kılan bir araçtır.
Muhayyile, gerçekliği sembolik bir dille kavrama ve onda saklı olan anlamları ifşa etme yetisidir. Muhayyile, salt aklî ve soyut argümanlarla somut maddi gerçeklik arasındaki irtibatı kurmamızı sağlar. İnsan, pür hakikatle pür madde arasında duran bir varlıktır. Salt maddeye indirgenmek, onun yaradılış gayesine aykırıdır. Temiz insan fıtratı, insanı yükseltmek için vardır. Öte yandan salt aklî bir hakikat, insanın karmaşık yapısını kuşatacak derinlikten yoksundur. İnsanı matematik bir formüle yahut geometrik bir şekle sığdıramayız. Dahası pür hakikati olduğu gibi ve bütün çıplaklığıyla kavramak herkes için mümkün değildir. Muhayyile, bütün bu varlık alanları arasında irtibat kurmamızı sağlar.
İnanç, bilgi ve toplum
Birey ve toplum psikolojisi açısından baktığımızda muhayyile, her insanın sahip olduğu ve kullandığı bir melekedir. Din, sadece bir elite değil bütün topluma hitap etmek zorunda olduğundan, piramidin her katındaki insanların anlayabileceği söylemler geliştirir. Terzi Mehmet amcadan hattat Ali beye, bir anneden padişaha kadar herkesi kuşatabilecek bir dinî söylem, dinin özünde yatan hakikatin farklı üslup ve tarzlarda ifade edilmesini gerektirir.
Bizim geleneğimizde Hz. Mevlâna ve Yunus Emre, muhayyile gücünü en iyi ifade eden isimlerin başında geliyor. Onların hakikati sembollerle anlatması, Kur’an’ın izlediği sembolik anlatım tekniğinin bir devamı. Sembollerin beslediği muhayyile gücü, hakikatin insan zihninde derin izler bırakmasını sağlıyor. Bu yüzden Mevlâna, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumî gibi gönül dostlarının eserlerini bugün bile okumaya, onlardan ilham almaya devam ediyoruz.
Filozoflar da muhayyile konusuna büyük önem verirler. Onlara göre herkesin saf hakikati aracısız bir şekilde kavraması mümkün değildir. Bu, insanın güneşe çıplak gözle bakmasına benzer. Güneşe bakınca görme yetimizi kaybetmemek için gözlüğe ihtiyacımız vardır. Aynı şekilde saf hakikati aracısız bir şekilde kavramak -ki bu zaten çok az insana nasip olabilecek bir şeydir- için sembollere, remizlere, mesellere, kıssalara ihtiyacımız vardır. Dinî muhayyile bize bu araçları sağlar. Ve hakikati her an ve her yerde bulunan bir gerçeklik olarak idrak etmemize imkan tanır.
Modernitenin hayal dünyası
Çağdaş görsel kültür, muhayyile gücümüzü daraltıyor. TV ve sinema ekranlarına yansıyan imajlar, hayal dünyamızı statikleştiriyor ve tekdüze hale getiriyor. Sözlü kültürün güçlü olduğu toplumlarda, insanların daha zengin bir hayal gücü vardı. Çünkü örneğin bir hikâyede geçen herhangi bir kişiyi, nesneyi yahut olayı herkes kendi muhayyile gücüne göre tasavvur edebiliyordu.
“Kale” dediğimizde aklımıza pek çok kale türü gelebilir. Yahut “köprü” dediğimizde bununla ilgili çeşitli ayrıntılar verebiliriz. Aynı şekilde “yiğit ve cengâver” yahut “selvi boylu güzel” karakterleri hakkında çeşitli bilgilere sahip olabiliriz. Fakat neticede bütün bunları muhayyile gücümüzle tasavvur eder ve kendi imgeler dünyamızda bir yere koyarız. Bu figürlere hayat ve anlam veren, bizim hayal melekemizdir.
İçinde yaşadığımız aşırı renkli ve boyalı görsel kültür, bizi bu imkandan mahrum ediyor. Çünkü muhayyile gücümüze hitap eden figürler, nesneler, hikâyeler, hazır ve ‘tamamlanmış’ bir şekilde sunuluyor. Onları kendi zihin, hayal ve ruh dünyamızda yeniden kurup kendimiz kılamıyoruz. Bu yüzden onlara katılamıyoruz. Ve giderek yabancılaşıyoruz. Muhayyile gücümüzü harekete geçirmesi gereken eserler, bilakis pek çok melekemizin ölmesine yol açıyor.
Bu duruma neden olan iki temel sebep daha var. Birincisi görsel veya işitsel hayal ürünü modern eserlerin hemen tamamının Batı kökenli olması. Bu eserlerin dayandığı tasavvur dünyası, inanç sistemi, ahlâkî değerleri, anlatım teknikleri bize tanıdık değil. Roma-Cermen kültüründen gelip hıristiyan olmuş, daha sonra sekülerleşmiş Avrupa’nın hayal dünyasını besleyen unsurlar, bizim hayal coğrafyamıza çok uzak.
İkincisi bu ürünlerin hemen tamamı ticari kaygılarla ve tüketilmek için üretiliyor. Derinlik, piyasaya kurban ediliyor. Değerler birer araç haline geliyor. İmaj pazarında bir meta olarak satılıyor. İçinde dini öğeler taşıyan imgeler dahi araçsal bir şekilde kullanılıyor. Kullanıldıktan sonra da içi boşaltılıp bir kenara bırakılıyor.
Hayal gücü ve gelecek nesiller
Televizyon ve sinema kültürünün çocukların muhayyile gücü üzerindeki olumsuz etkisi bilimsel olarak ispatlanmış bir konu. Çocuklarımız modern görsel kültürün içinde yetişiyor ve her gün yüzlerce imajın bombardımanına maruz kalıyor. Televizyon seyreden bir çocuk, izlediği çizgi filme yahut diziye herhangi bir katkıda bulunamıyor. Onu ancak pasif bir şekilde izliyor.
TV ekranına yansıyan imajlar, bir zaman sonra çocukların zihninde öylesine derin bir yer ediniyor ki, oradaki imajlarla gerçeklik neredeyse aynılaşıyor. Yani artık “köprü”, “değirmen”, “dağ”, vs. dediğimizde çocukların aklına ekranda gördükleri imaj ve tasvirler geliyor. Bu imajlar onların zihin dünyasını dolduruyor, fakat muhayyile melekelerini harekete geçirmiyor. Bu yüzden kalıp halinde sunulan bu imajlar genç beyinlere yeni ufuklar açmıyor. Tam tersine, onları modern tv kültürünün sunduğu dar çerçeveye hapsediyor.
Bu, aç birisine balık vermekle ona balık tutmayı öğretmek arasındaki farka benziyor. Bugünkü ‘hayal kültürü’, bize sadece balık veriyor; balık tutmayı öğretmiyor. Çünkü onlara bağımlı hale gelmemizi, her acıktığımızda onlara koşmamızı istiyor.
Özellikle çocuklar, iyilik, doğruluk, adalet, samimiyet gibi evrensel ahlâkî değerleri bu imajlar üzerinden öğreniyorlar. Çizgi filmlerdeki iyi-kötü çatışması bu değerleri aşılamaya çalışıyor. Fakat görsel medyanın tabiatı, dikkatin değerlerden çok imajlar üzerine yoğunlaşmasına neden oluyor. Çocuklar sevdikleri ‘iyi kahraman’ın kişilik karakterlerinden çok ne kadar güçlü, kuvvetli, pazulu, yakışıklı, uzun boylu, vs. olduğuna bakıyorlar.
Ne yapmalı?
Bütün bunların zihinsel sekülerleştirmeyi giderek derinleştirdiğini görmek zor değil. Yaradılış aleminin daha yüksek bir gerçekliğin sembolü, tasavvuru, gölgesi, imajı olduğunu unuttuğumuzda, zihnen ve kalben biz de sekülerleşmiş ve Yaratıcı’yı ruh ve hayal dünyamızın dışına itmiş oluyoruz. Seküler bir muhayyile dünyasına sahip olup ondan sonra “bizim inancımız var” demek yetmiyor. Buradaki derin çelişkiyi gözden kaçırdığımızda, din işlevsiz bir inanç kurgusu haline geliyor.
Çocuğundan yetişkinine, hepimizin maruz kaldığı tek boyutlu ve seküler muhayyile gücüne karşı, dinî ve manevi değerlerle örülmüş muhayyile melekemizi harekete geçirmek, onu yeniden işlemek zorundayız. Bunun için günümüz düşünürlerine, şairlerine, edebiyatçılarına kısacası hayal mimarlarına büyük iş düşüyor. Geleneğimizin sunduğu muazzam mirası bugüne taşıyacak fikir işçilerini büyük görevler bekliyor. Kendi zihnimizden, kendi kalbimizden, kendi coğrafyamızdan beslenen bir imgeler ve semboller dünyası, bize ait bir muhayyile gücünün olmazsa olmaz şartıdır.
Bizim renklerimizi ve kokularımızı taşıyan bir hayal ve tasavvur alemi, sadece genç kuşakların değil, herkesin dünyasında yeni ufuklar açacaktır. Adalet, barış, inanç, dürüstlük, kardeşlik, merhamet, onur, sadakat ve saygı gibi evrensel değerlere dayanan bir muhayyile gücü, bütün insanlık için yeni var olma biçimleri inşa edecek, içinde yaşadığımız bu fani dünyayı daha yaşanır hale getirecektir.
Klasik İslâm düşüncesinde kullanılan muhayyile kelimesi, gerçeklik ile irtibatı kesmeyi değil, gerçekliği semboller ile anlamayı ve anlamlandırmayı ifade ediyor. Sembollerle düşünmek, görünen her nesnenin ötesinde daha yüksek bir gerçekliğin olduğunu söylemek anlamına geliyor.
Çağdaş müslüman toplumların temel sorunlarından biri, dinî muhayyilenin yerini seküler içerikli mitolojilerin alması. İslâm inancının ilmek ilmek ördüğü dinî muhayyile, inanan insanların madde, akıl ve ruh dünyaları arasında anlamlı irtibatlar kurmalarını sağlıyordu. Dinî muhayyileyi özümseyen insanlar, varlığın her boyutuna hakikat nazarıyla bakabiliyordu. Bugün bu muhayyilenin yerini seküler mitolojiler ve tek boyutlu hikâyeler almış durumda.
Dinî muhayyile nedir? Bu soruyu cevaplamadan önce, Türkçe’deki hayal kelimesinin burada bahsettiğimiz muhayyile, yani hayal etme gücünün farklı bir anlamı olduğunu ifade etmemiz gerekiyor. Bugün hayal kelimesini gerçekliği olmayan, düşsel şeyler için kullanıyoruz. Hayal kurmak, geçmiş ya da geleceğe dönük düş kurmayı ifade ediyor. Bir şeye hayalî demek, onun gerçek olmadığına işaret etmek demek. Kısacası hayal ve muhayyile, gerçeklik ile irtibatı koparmak anlamına geliyor.
Klasik İslâm düşüncesinde kullanılan muhayyile kelimesi, gerçeklik ile irtibatı kesmeyi değil, gerçekliği semboller ile anlamayı ve anlamlandırmayı ifade ediyor. Sembollerle düşünmek, görünen her nesnenin ötesinde daha yüksek bir gerçekliğin olduğunu söylemek anlamına geliyor. Nasıl insanın manası onun maddi-biyolojik özelliklerinden daha fazla bir şeyse, nesnelerin hakikati de onların görünürdeki fiziki niteliklerinden daha fazla bir şeydir. Bir kitabın manası, onun kapağının rengi, cildi yahut yazı karakterinde değil, ihtiva ettiği düşüncelerdedir. Bir kitabı anlamak demek, ondaki manayı kavramak demektir. Yoksa hiçbirimiz bir kitabın rengini, sayfa sayısını, ağırlığını ölçerek onu anladığımızı iddia edemeyiz.
Sembol ve muhayyile
Semboller, varlıkları bir üst anlam çerçevesinde anlamamızı sağlayan araçlardır. Sembol-gerçeklik ilişkisi, tıpkı kitap-anlam ilişkisi gibi organik bir ilişkidir. Biri olmadan diğerini anlayamayız. Kitabın yukarıda zikrettiğimiz maddi özellikleri olmasa, onu okuyamayız. Dolayısıyla manasını da kavrayamayız. Fakat kitabın manasını anlamak, onun fizik özelliklerini sıralamaktan daha fazla bir şeydir.
Tevhid inancı ve yaradılış fikri açısından baktığımızda gerçekliğin kendisi bütün olarak bir semboldür. Kendi fiziki niteliklerinin ötesinde bir gerçekliğe işaret etmektedir ki bu gerçeklik, Yaratıcı’nın varlığı ve yaratma kudretidir. Bu kudretten neşet eden hikmet ve nizamdır. Bizler sınırlı ve sonlu varlıklar olduğumuz için Mutlak Varlık’ı yani Yaratıcı’yı, isim ve sıfatlarından bağımsız olarak kavrama şansına sahip değiliz.
Çünkü sonsuz olan bir şeyi sonlu bir kalıba sokamayız. Yaradılış alemini Yaratıcı’ya götüren bir sembol olarak okumak, O’na bize sunduğu izler ve işaretler aracılığıyla ulaşmak demektir. Bu manada sembol, gerçekliğin karşısında bulunan hayalî bir şey değildir. Gerçekliğin yerine ikame edilebilecek bir metafor yahut mesel de değildir. Sembol, gerçeklikle beraber onu anlamamızı mümkün kılan bir araçtır.
Muhayyile, gerçekliği sembolik bir dille kavrama ve onda saklı olan anlamları ifşa etme yetisidir. Muhayyile, salt aklî ve soyut argümanlarla somut maddi gerçeklik arasındaki irtibatı kurmamızı sağlar. İnsan, pür hakikatle pür madde arasında duran bir varlıktır. Salt maddeye indirgenmek, onun yaradılış gayesine aykırıdır. Temiz insan fıtratı, insanı yükseltmek için vardır. Öte yandan salt aklî bir hakikat, insanın karmaşık yapısını kuşatacak derinlikten yoksundur. İnsanı matematik bir formüle yahut geometrik bir şekle sığdıramayız. Dahası pür hakikati olduğu gibi ve bütün çıplaklığıyla kavramak herkes için mümkün değildir. Muhayyile, bütün bu varlık alanları arasında irtibat kurmamızı sağlar.
İnanç, bilgi ve toplum
Birey ve toplum psikolojisi açısından baktığımızda muhayyile, her insanın sahip olduğu ve kullandığı bir melekedir. Din, sadece bir elite değil bütün topluma hitap etmek zorunda olduğundan, piramidin her katındaki insanların anlayabileceği söylemler geliştirir. Terzi Mehmet amcadan hattat Ali beye, bir anneden padişaha kadar herkesi kuşatabilecek bir dinî söylem, dinin özünde yatan hakikatin farklı üslup ve tarzlarda ifade edilmesini gerektirir.
Bizim geleneğimizde Hz. Mevlâna ve Yunus Emre, muhayyile gücünü en iyi ifade eden isimlerin başında geliyor. Onların hakikati sembollerle anlatması, Kur’an’ın izlediği sembolik anlatım tekniğinin bir devamı. Sembollerin beslediği muhayyile gücü, hakikatin insan zihninde derin izler bırakmasını sağlıyor. Bu yüzden Mevlâna, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rumî gibi gönül dostlarının eserlerini bugün bile okumaya, onlardan ilham almaya devam ediyoruz.
Filozoflar da muhayyile konusuna büyük önem verirler. Onlara göre herkesin saf hakikati aracısız bir şekilde kavraması mümkün değildir. Bu, insanın güneşe çıplak gözle bakmasına benzer. Güneşe bakınca görme yetimizi kaybetmemek için gözlüğe ihtiyacımız vardır. Aynı şekilde saf hakikati aracısız bir şekilde kavramak -ki bu zaten çok az insana nasip olabilecek bir şeydir- için sembollere, remizlere, mesellere, kıssalara ihtiyacımız vardır. Dinî muhayyile bize bu araçları sağlar. Ve hakikati her an ve her yerde bulunan bir gerçeklik olarak idrak etmemize imkan tanır.
Modernitenin hayal dünyası
Çağdaş görsel kültür, muhayyile gücümüzü daraltıyor. TV ve sinema ekranlarına yansıyan imajlar, hayal dünyamızı statikleştiriyor ve tekdüze hale getiriyor. Sözlü kültürün güçlü olduğu toplumlarda, insanların daha zengin bir hayal gücü vardı. Çünkü örneğin bir hikâyede geçen herhangi bir kişiyi, nesneyi yahut olayı herkes kendi muhayyile gücüne göre tasavvur edebiliyordu.
“Kale” dediğimizde aklımıza pek çok kale türü gelebilir. Yahut “köprü” dediğimizde bununla ilgili çeşitli ayrıntılar verebiliriz. Aynı şekilde “yiğit ve cengâver” yahut “selvi boylu güzel” karakterleri hakkında çeşitli bilgilere sahip olabiliriz. Fakat neticede bütün bunları muhayyile gücümüzle tasavvur eder ve kendi imgeler dünyamızda bir yere koyarız. Bu figürlere hayat ve anlam veren, bizim hayal melekemizdir.
İçinde yaşadığımız aşırı renkli ve boyalı görsel kültür, bizi bu imkandan mahrum ediyor. Çünkü muhayyile gücümüze hitap eden figürler, nesneler, hikâyeler, hazır ve ‘tamamlanmış’ bir şekilde sunuluyor. Onları kendi zihin, hayal ve ruh dünyamızda yeniden kurup kendimiz kılamıyoruz. Bu yüzden onlara katılamıyoruz. Ve giderek yabancılaşıyoruz. Muhayyile gücümüzü harekete geçirmesi gereken eserler, bilakis pek çok melekemizin ölmesine yol açıyor.
Bu duruma neden olan iki temel sebep daha var. Birincisi görsel veya işitsel hayal ürünü modern eserlerin hemen tamamının Batı kökenli olması. Bu eserlerin dayandığı tasavvur dünyası, inanç sistemi, ahlâkî değerleri, anlatım teknikleri bize tanıdık değil. Roma-Cermen kültüründen gelip hıristiyan olmuş, daha sonra sekülerleşmiş Avrupa’nın hayal dünyasını besleyen unsurlar, bizim hayal coğrafyamıza çok uzak.
İkincisi bu ürünlerin hemen tamamı ticari kaygılarla ve tüketilmek için üretiliyor. Derinlik, piyasaya kurban ediliyor. Değerler birer araç haline geliyor. İmaj pazarında bir meta olarak satılıyor. İçinde dini öğeler taşıyan imgeler dahi araçsal bir şekilde kullanılıyor. Kullanıldıktan sonra da içi boşaltılıp bir kenara bırakılıyor.
Hayal gücü ve gelecek nesiller
Televizyon ve sinema kültürünün çocukların muhayyile gücü üzerindeki olumsuz etkisi bilimsel olarak ispatlanmış bir konu. Çocuklarımız modern görsel kültürün içinde yetişiyor ve her gün yüzlerce imajın bombardımanına maruz kalıyor. Televizyon seyreden bir çocuk, izlediği çizgi filme yahut diziye herhangi bir katkıda bulunamıyor. Onu ancak pasif bir şekilde izliyor.
TV ekranına yansıyan imajlar, bir zaman sonra çocukların zihninde öylesine derin bir yer ediniyor ki, oradaki imajlarla gerçeklik neredeyse aynılaşıyor. Yani artık “köprü”, “değirmen”, “dağ”, vs. dediğimizde çocukların aklına ekranda gördükleri imaj ve tasvirler geliyor. Bu imajlar onların zihin dünyasını dolduruyor, fakat muhayyile melekelerini harekete geçirmiyor. Bu yüzden kalıp halinde sunulan bu imajlar genç beyinlere yeni ufuklar açmıyor. Tam tersine, onları modern tv kültürünün sunduğu dar çerçeveye hapsediyor.
Bu, aç birisine balık vermekle ona balık tutmayı öğretmek arasındaki farka benziyor. Bugünkü ‘hayal kültürü’, bize sadece balık veriyor; balık tutmayı öğretmiyor. Çünkü onlara bağımlı hale gelmemizi, her acıktığımızda onlara koşmamızı istiyor.
Özellikle çocuklar, iyilik, doğruluk, adalet, samimiyet gibi evrensel ahlâkî değerleri bu imajlar üzerinden öğreniyorlar. Çizgi filmlerdeki iyi-kötü çatışması bu değerleri aşılamaya çalışıyor. Fakat görsel medyanın tabiatı, dikkatin değerlerden çok imajlar üzerine yoğunlaşmasına neden oluyor. Çocuklar sevdikleri ‘iyi kahraman’ın kişilik karakterlerinden çok ne kadar güçlü, kuvvetli, pazulu, yakışıklı, uzun boylu, vs. olduğuna bakıyorlar.
Ne yapmalı?
Bütün bunların zihinsel sekülerleştirmeyi giderek derinleştirdiğini görmek zor değil. Yaradılış aleminin daha yüksek bir gerçekliğin sembolü, tasavvuru, gölgesi, imajı olduğunu unuttuğumuzda, zihnen ve kalben biz de sekülerleşmiş ve Yaratıcı’yı ruh ve hayal dünyamızın dışına itmiş oluyoruz. Seküler bir muhayyile dünyasına sahip olup ondan sonra “bizim inancımız var” demek yetmiyor. Buradaki derin çelişkiyi gözden kaçırdığımızda, din işlevsiz bir inanç kurgusu haline geliyor.
Çocuğundan yetişkinine, hepimizin maruz kaldığı tek boyutlu ve seküler muhayyile gücüne karşı, dinî ve manevi değerlerle örülmüş muhayyile melekemizi harekete geçirmek, onu yeniden işlemek zorundayız. Bunun için günümüz düşünürlerine, şairlerine, edebiyatçılarına kısacası hayal mimarlarına büyük iş düşüyor. Geleneğimizin sunduğu muazzam mirası bugüne taşıyacak fikir işçilerini büyük görevler bekliyor. Kendi zihnimizden, kendi kalbimizden, kendi coğrafyamızdan beslenen bir imgeler ve semboller dünyası, bize ait bir muhayyile gücünün olmazsa olmaz şartıdır.
Bizim renklerimizi ve kokularımızı taşıyan bir hayal ve tasavvur alemi, sadece genç kuşakların değil, herkesin dünyasında yeni ufuklar açacaktır. Adalet, barış, inanç, dürüstlük, kardeşlik, merhamet, onur, sadakat ve saygı gibi evrensel değerlere dayanan bir muhayyile gücü, bütün insanlık için yeni var olma biçimleri inşa edecek, içinde yaşadığımız bu fani dünyayı daha yaşanır hale getirecektir.