bedirhan.
Aktif Üyemiz
75- Onun cezası, dediler, Her kimin yükünde bulunursa, kendisi, onun cezasıdır: o malın çalınması karşılığında çalanın kendisi tutuklanır. İstihdam veya istimlak edilir. Biz zalimleri böyle cezalandırırız. Yani bir zulüm demek olan çalma suçunu işleyenlere biz böyle ceza veririz.
Deniliyor ki, Hz. Yakub'un dininde hırsızlığın cezası, hırsızın kendisini, çaldığı malın sahibine teslim etmekti. Mal sahibi, o hırsızı mal edinirdi. Bazı tefsirlerde bunun bir sene müddetle olduğu zikrediliyor.
76-Bunun üzerine Yusuf, kendi kardeşinin eşyalarını aramadan önce öbürlerinin kablarını aramaya başladı. Demek ki, yukarıdaki karşılıklı konuşmalardan sonra kafile bütün yükleriyle beraber Yusuf'un huzuruna getirildi ifadeleri alındı, yükleri ve eşyaları aranmaya başladı. Ve bu aramayı da Yusuf, bizzat kendisi yaptı. Sonra da onu, (yani su kabını, kardeşinin kapları arasından) buldu çıkardı. Buna göre onların verdiği karar gereğince kardeşini alıkoymaya hak kazandı.
Burada görülüyor ki: değil de buyurulmuş, zamir müzekker olan "suva'a" değil de "sikayeye" irca edilmiştir. Demek ki, yükten çıkarılan şey Melik'in su kabı değil de Yusuf'un tası idi. Böylece onlar "Melik'in su kabını çaldınız" ithamından kurtulmuş oluyorlarsa da kendi dinleri gereğince verdikleri fetvanın hükmü değişmiyordu. Bu nokta çok mühimdir. Çünkü yükten çıkan şey, Melik'in suvaı olsaydı, o zaman Yusuf bir hakim sıfatıyla, Melik'in kanunlarına göre duruma el koymak zorunda kalacaktı. Oysa Melik'in kanunlarında böyle hırsızı alıkoymak ve mal edinmek gibi bir hüküm yoktu. Melik adına, o ülkenin kanunlarında olmayan bir hüküm verildiği zaman, bir zulüm yapılmış olacaktı. Belki o zaman Bünyamin kendisini müdafaa etmek lüzumunu duyacaktı ve büyük bir ihtimalle istenen şey gerçekleşmeyecekti. Fakat yükten çıkan Yusuf'un koyduğu sikaye idi. Buna göre kardeşini kendi namına tutukluyordu. Bu suretle Yusuf hem müddei (savcı), hem hakim durumunda olmuyor mu? Hayır, Yusuf bir savcı olarak araştırma yapıyor, fakat hüküm vermiyor. Hüküm kardeşlerinin verdiği fetvaya ve onların hakemliklerine dayanıyor. Sanık durumunda olan Bünyamin ise ikrar etmemekle, yani "Evet ben çaldım" dememekle birlikte inkâr da etmiyor, "çalmadım" da demiyor. Daha önce kendisine yapılan tenbih gereğince, olup bitenlere hiç aldırmıyor. Böylece sükut ikrardan sayılır ve kendilerinin verdiği fetva gereğince tutuklanıp alıkonulması gerekir. Nitekim öyle yapılmıştır.
Anlamalı ki, henüz kendisini tanıtmak zamanının gelmediğini bilen Yusuf, kardeşini alıkoymak çaresini düşünürken bile istibdat ve zorbalığa başvurmuyor, makamının ve yetkisinin verdiği gücü kullanmıyor ve bunu suistimal etmiyor. Zulüm ve zorbalık şaibesi verecek davranışlardan sakınıyor da meseleyi sırf adlî ve kanunî yollardan çözüme kavuşturmaya muvaffak oluyor. Gerçi bu bir hiledir, fakat ne güzel hiledir!
İşte Yusuf lehine böyle bir hile yaptık. Yukarıda geçen "Gerçi bu, Allah tarafından gelebilecek hiçbir şeyi önleyemez" âyetinde olduğu gibi, bu âyet de anlatıyor ki, Yusuf, bütün bu işleri Allah Teâlâ'nın vahyi ve talimatıyla yapmaktadır. Yani Yusuf için bu acaip hileyi Allah takdir ve tertip etti. Ona, onu Allah vahiyle talim eyledi de kardeşini alıkoymak için fetvayı öbür kardeşlerine verdirtti ve bu şekilde babasının şeriatını Mısır'da uygulama yolunu açtı. Yoksa Melik'in dininde onu tutuklayıp alıkoymasına ihtimal yoktu. Burada "din" kelimesinin mânâsı dikkat çekicidir. Belli ki, bundan maksat, o zaman Mısır ülkesinde yürürlükte olan şeriat ve özellikle de "ceza kanunu" dur. Kaynakların bildirdiğine göre, o devirde Mısır ceza kanununda hırsızlığın cezası, hırsızı döğmek ve çaldığı malı iki katıyla tazmin ettirmekten ibaret idi. Şu halde o kanuna göre, Bünyamin'i tutuklayıp alıkoymak zulüm olurdu. Yusuf, kanun dışı bir hareketi tecviz etmeyeceği için sanığı mahkemeye sevkedecekti. Ancak Mısır mahkemesi de yürürlükte olan kanun ile hüküm verecekti. Mısır kanunları arasında da Yusuf'un, kardeşini kendisi için mal edinmesiyle ilgili bir madde yoktu. Lâkin Allah'ın dilemesi müstesna. Allah bir şeyi murad edince, sebeplerini de hazırlar. Onun için bir taraftan Yusuf'a o çareyi öğretip, kardeşlerinin hakemliğine müracaat ettirdiği gibi, diğer taraftan kardeşlerine de işi sezdirmeyerek o şekilde cevap ve hüküm verdirtti. Ve böylece hem ülkenin kanunlarını çiğnemeden, onların kendi ikrarlarıyla ilzam eyledi, hem de babasının şeriatinden bir hükmün tatbiki ile Mısır hukuk geleneğine canlı ve amelî bir misal, bir örnek kazandırdı. Kendi kanunlarına göre kardeşini alıkoymak hakkını elde ettikten başka, öbür kardeşlerini de yukarıda geçtiği üzere, babalarının "ancak çaresiz kalmanız müstesna" sözüne uygun bir duruma düşürerek, babalarına karşı yemin ederek verdikleri sözün sorumluluğundan kurtardı. Eğer "Cezası nedir?" sorusuna karşı, onlar faraza "Sizin memleketinizin cezası neyse onu veriniz" deselerdi, yahut bundan önce kendi yükleri içine haberleri olmadan konulmuş olan sermayelerini hatırlayıp, yükten böyle birşeyin çıkması, mutlaka çalınması anlamına gelmeyeceğini öne sürerek, bunun doğrudan doğruya hırsızlık demek olmadığında diretselerdi, kendileri tarafından bilerek konulmadığına dair yemin etselerdi veya yükleri hazırlayan görevlileri ve Yusuf'u, koymadıklarına dair yemin etmeye zorlasalardı, şüphe yok ki, Yusuf bu yolla hedefine ulaşamıyacaktı. Lakin Yusuf'a bu hileyi öğreten Allah, onlara da kendilerini savunabilecek ipuçlarının hiçbirini hatırlatmadı. Allah öyle diledi, öyle oldu. Biz, her kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Yani, böyle müstesna bir ilim ve iradeyle derece derece yükseltilmek, bu olaya ve Yusuf'a bağlı bir husus değildir. Allah, dilediği kulunu böyle ve hatta bundan daha yukarı derecelere yükseltir. Ve her bilgi sahibinin üstünde başka bir bilgin vardır. Yani, Allah'ın kullara ihsan ettiği derecelerin en üstünde ilim derecesi vardır. İlim en yüksek mertebedir. Yusuf'un kardeşlerine üstünlüğü ona verilen bilgi sayesindedir. Gerçi kardeşleri de az çok ilim ehli sayılırlarsa da bu işin hakikatini onlar bilmiyorlardı, Yusuf ise bilerek hareket ediyordu. Bununla beraber ne kadar yüksek ilim derecesinde bulunursa bulunsun her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır ki, o da Allah'dır. O âlim'in ilmine kimse erişemez.
77-79-İşte onlar işin hakikatini bilmediklerinden dolayı kendi hükümleri ile davayı kaybetmişler. Böylece çaresiz bir duruma düşmüş olan kardeşler dediler ki: Şayet çalmışsa bundan önce onun kardeşi de bir hırsızlık yapmıştı. "Bu işte mutlaka bir yanlışlık var" deyip kendilerini ithamdan kurtarmak için başka yollar, başka çareler arayacak yerde, öfkeye kapılıp Yusuf'a ve kardeşine duydukları burukluğu bir kere daha ağızlarından kaçırdılar. Bir rivayete göre, Yusuf'un anasının babası, bir puta tutkunmuş, Yusuf da çocukken anasının emriyle dedesinin o putunu gizlice alıp götürmüş ve kırmış. İşte şimdi kızgınlıkla bunu söylemek istiyorlarmış. Bu söz, yukarıda "Siz hırsızlarsınız" ithamının verdiği endişe ile söylenmiş ve ona karşılık ledünnî bir itap gibi olmuştur.
Yusuf da bunu nefsinde gizledi, yani bu sözden içi burkulmadı, acı duymadı değil fakat onu içinde gizli tuttu, bekledi, sabretti açığa vurup da onlara belli etmedi veya öfkeye kapılıp açıklamada bulunmadı, kusurlarına bakmadı. Fakat kendi kendine Siz, fena bir durumdasınız, dedi. Yani bu uğradığınız belalı işten dolayı fena durumlara düşmüş vaziyyettesiniz, ne söyleseniz kusurunuza bakılmaz. Teselliye muhtaç olduğunuz böyle bir durumda öfke ve şaşkınlıkla söylediğiniz bu lafınıza tahammül etmek, kusurunuza bakmamak gerekir. İsnad ettiğiniz vasıfları da Allah biliyor ki, işin içyüzü sizin dediğiniz gibi değildir, bizden hırsızlık uzaktır. O halde aslı astarı olmayan bu sözünüzü neden ciddiye alayım? Bundan ne diye alınayım?
Bunun üzerine onlar öfkeyi bırakıp kardeşlerini kurtarmak için Yusuf'dan yardım ve merhamet dilenme yollarını aramaya "Ey Aziz...!" diyerek yalvarmaya başladılar...
Deniliyor ki, Hz. Yakub'un dininde hırsızlığın cezası, hırsızın kendisini, çaldığı malın sahibine teslim etmekti. Mal sahibi, o hırsızı mal edinirdi. Bazı tefsirlerde bunun bir sene müddetle olduğu zikrediliyor.
76-Bunun üzerine Yusuf, kendi kardeşinin eşyalarını aramadan önce öbürlerinin kablarını aramaya başladı. Demek ki, yukarıdaki karşılıklı konuşmalardan sonra kafile bütün yükleriyle beraber Yusuf'un huzuruna getirildi ifadeleri alındı, yükleri ve eşyaları aranmaya başladı. Ve bu aramayı da Yusuf, bizzat kendisi yaptı. Sonra da onu, (yani su kabını, kardeşinin kapları arasından) buldu çıkardı. Buna göre onların verdiği karar gereğince kardeşini alıkoymaya hak kazandı.
Burada görülüyor ki: değil de buyurulmuş, zamir müzekker olan "suva'a" değil de "sikayeye" irca edilmiştir. Demek ki, yükten çıkarılan şey Melik'in su kabı değil de Yusuf'un tası idi. Böylece onlar "Melik'in su kabını çaldınız" ithamından kurtulmuş oluyorlarsa da kendi dinleri gereğince verdikleri fetvanın hükmü değişmiyordu. Bu nokta çok mühimdir. Çünkü yükten çıkan şey, Melik'in suvaı olsaydı, o zaman Yusuf bir hakim sıfatıyla, Melik'in kanunlarına göre duruma el koymak zorunda kalacaktı. Oysa Melik'in kanunlarında böyle hırsızı alıkoymak ve mal edinmek gibi bir hüküm yoktu. Melik adına, o ülkenin kanunlarında olmayan bir hüküm verildiği zaman, bir zulüm yapılmış olacaktı. Belki o zaman Bünyamin kendisini müdafaa etmek lüzumunu duyacaktı ve büyük bir ihtimalle istenen şey gerçekleşmeyecekti. Fakat yükten çıkan Yusuf'un koyduğu sikaye idi. Buna göre kardeşini kendi namına tutukluyordu. Bu suretle Yusuf hem müddei (savcı), hem hakim durumunda olmuyor mu? Hayır, Yusuf bir savcı olarak araştırma yapıyor, fakat hüküm vermiyor. Hüküm kardeşlerinin verdiği fetvaya ve onların hakemliklerine dayanıyor. Sanık durumunda olan Bünyamin ise ikrar etmemekle, yani "Evet ben çaldım" dememekle birlikte inkâr da etmiyor, "çalmadım" da demiyor. Daha önce kendisine yapılan tenbih gereğince, olup bitenlere hiç aldırmıyor. Böylece sükut ikrardan sayılır ve kendilerinin verdiği fetva gereğince tutuklanıp alıkonulması gerekir. Nitekim öyle yapılmıştır.
Anlamalı ki, henüz kendisini tanıtmak zamanının gelmediğini bilen Yusuf, kardeşini alıkoymak çaresini düşünürken bile istibdat ve zorbalığa başvurmuyor, makamının ve yetkisinin verdiği gücü kullanmıyor ve bunu suistimal etmiyor. Zulüm ve zorbalık şaibesi verecek davranışlardan sakınıyor da meseleyi sırf adlî ve kanunî yollardan çözüme kavuşturmaya muvaffak oluyor. Gerçi bu bir hiledir, fakat ne güzel hiledir!
İşte Yusuf lehine böyle bir hile yaptık. Yukarıda geçen "Gerçi bu, Allah tarafından gelebilecek hiçbir şeyi önleyemez" âyetinde olduğu gibi, bu âyet de anlatıyor ki, Yusuf, bütün bu işleri Allah Teâlâ'nın vahyi ve talimatıyla yapmaktadır. Yani Yusuf için bu acaip hileyi Allah takdir ve tertip etti. Ona, onu Allah vahiyle talim eyledi de kardeşini alıkoymak için fetvayı öbür kardeşlerine verdirtti ve bu şekilde babasının şeriatını Mısır'da uygulama yolunu açtı. Yoksa Melik'in dininde onu tutuklayıp alıkoymasına ihtimal yoktu. Burada "din" kelimesinin mânâsı dikkat çekicidir. Belli ki, bundan maksat, o zaman Mısır ülkesinde yürürlükte olan şeriat ve özellikle de "ceza kanunu" dur. Kaynakların bildirdiğine göre, o devirde Mısır ceza kanununda hırsızlığın cezası, hırsızı döğmek ve çaldığı malı iki katıyla tazmin ettirmekten ibaret idi. Şu halde o kanuna göre, Bünyamin'i tutuklayıp alıkoymak zulüm olurdu. Yusuf, kanun dışı bir hareketi tecviz etmeyeceği için sanığı mahkemeye sevkedecekti. Ancak Mısır mahkemesi de yürürlükte olan kanun ile hüküm verecekti. Mısır kanunları arasında da Yusuf'un, kardeşini kendisi için mal edinmesiyle ilgili bir madde yoktu. Lâkin Allah'ın dilemesi müstesna. Allah bir şeyi murad edince, sebeplerini de hazırlar. Onun için bir taraftan Yusuf'a o çareyi öğretip, kardeşlerinin hakemliğine müracaat ettirdiği gibi, diğer taraftan kardeşlerine de işi sezdirmeyerek o şekilde cevap ve hüküm verdirtti. Ve böylece hem ülkenin kanunlarını çiğnemeden, onların kendi ikrarlarıyla ilzam eyledi, hem de babasının şeriatinden bir hükmün tatbiki ile Mısır hukuk geleneğine canlı ve amelî bir misal, bir örnek kazandırdı. Kendi kanunlarına göre kardeşini alıkoymak hakkını elde ettikten başka, öbür kardeşlerini de yukarıda geçtiği üzere, babalarının "ancak çaresiz kalmanız müstesna" sözüne uygun bir duruma düşürerek, babalarına karşı yemin ederek verdikleri sözün sorumluluğundan kurtardı. Eğer "Cezası nedir?" sorusuna karşı, onlar faraza "Sizin memleketinizin cezası neyse onu veriniz" deselerdi, yahut bundan önce kendi yükleri içine haberleri olmadan konulmuş olan sermayelerini hatırlayıp, yükten böyle birşeyin çıkması, mutlaka çalınması anlamına gelmeyeceğini öne sürerek, bunun doğrudan doğruya hırsızlık demek olmadığında diretselerdi, kendileri tarafından bilerek konulmadığına dair yemin etselerdi veya yükleri hazırlayan görevlileri ve Yusuf'u, koymadıklarına dair yemin etmeye zorlasalardı, şüphe yok ki, Yusuf bu yolla hedefine ulaşamıyacaktı. Lakin Yusuf'a bu hileyi öğreten Allah, onlara da kendilerini savunabilecek ipuçlarının hiçbirini hatırlatmadı. Allah öyle diledi, öyle oldu. Biz, her kimi dilersek onu derecelerle yükseltiriz. Yani, böyle müstesna bir ilim ve iradeyle derece derece yükseltilmek, bu olaya ve Yusuf'a bağlı bir husus değildir. Allah, dilediği kulunu böyle ve hatta bundan daha yukarı derecelere yükseltir. Ve her bilgi sahibinin üstünde başka bir bilgin vardır. Yani, Allah'ın kullara ihsan ettiği derecelerin en üstünde ilim derecesi vardır. İlim en yüksek mertebedir. Yusuf'un kardeşlerine üstünlüğü ona verilen bilgi sayesindedir. Gerçi kardeşleri de az çok ilim ehli sayılırlarsa da bu işin hakikatini onlar bilmiyorlardı, Yusuf ise bilerek hareket ediyordu. Bununla beraber ne kadar yüksek ilim derecesinde bulunursa bulunsun her ilim sahibinin üstünde bir âlim vardır ki, o da Allah'dır. O âlim'in ilmine kimse erişemez.
77-79-İşte onlar işin hakikatini bilmediklerinden dolayı kendi hükümleri ile davayı kaybetmişler. Böylece çaresiz bir duruma düşmüş olan kardeşler dediler ki: Şayet çalmışsa bundan önce onun kardeşi de bir hırsızlık yapmıştı. "Bu işte mutlaka bir yanlışlık var" deyip kendilerini ithamdan kurtarmak için başka yollar, başka çareler arayacak yerde, öfkeye kapılıp Yusuf'a ve kardeşine duydukları burukluğu bir kere daha ağızlarından kaçırdılar. Bir rivayete göre, Yusuf'un anasının babası, bir puta tutkunmuş, Yusuf da çocukken anasının emriyle dedesinin o putunu gizlice alıp götürmüş ve kırmış. İşte şimdi kızgınlıkla bunu söylemek istiyorlarmış. Bu söz, yukarıda "Siz hırsızlarsınız" ithamının verdiği endişe ile söylenmiş ve ona karşılık ledünnî bir itap gibi olmuştur.
Yusuf da bunu nefsinde gizledi, yani bu sözden içi burkulmadı, acı duymadı değil fakat onu içinde gizli tuttu, bekledi, sabretti açığa vurup da onlara belli etmedi veya öfkeye kapılıp açıklamada bulunmadı, kusurlarına bakmadı. Fakat kendi kendine Siz, fena bir durumdasınız, dedi. Yani bu uğradığınız belalı işten dolayı fena durumlara düşmüş vaziyyettesiniz, ne söyleseniz kusurunuza bakılmaz. Teselliye muhtaç olduğunuz böyle bir durumda öfke ve şaşkınlıkla söylediğiniz bu lafınıza tahammül etmek, kusurunuza bakmamak gerekir. İsnad ettiğiniz vasıfları da Allah biliyor ki, işin içyüzü sizin dediğiniz gibi değildir, bizden hırsızlık uzaktır. O halde aslı astarı olmayan bu sözünüzü neden ciddiye alayım? Bundan ne diye alınayım?
Bunun üzerine onlar öfkeyi bırakıp kardeşlerini kurtarmak için Yusuf'dan yardım ve merhamet dilenme yollarını aramaya "Ey Aziz...!" diyerek yalvarmaya başladılar...