Z İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZAMAN AŞIMI Sürenin geçmesi, belli sürenin geçmesiyle bazı hakların kazanılmasını veya kaybedilmesini ifade eden bir fıkıh terimi Arapça "murûru'z-zamân" veya "tekâdümü'z-zamân" tamamlamalarının karşılığı olarak kullanılır
insanların bir takım hakları elde etmesi veya sahip olduğu bazı hakları kaybetmesi zaman süreci içinde ortaya çıkar
Çoğunluk müctehitlere göre süre aşımı bir mülk sebebi olarak kabul edilmemiştir Eşyada asıl olan mübahlıktır Sahipsiz olan ve toplumca da sahipli sayılmayan şeylerin mülk edinilmesinde herkes eşit hakka sahip olur Meselâ; ihtiyaç sırasında yararlanılmak üzere suyun kaba alınması, av hayvanının yakalanması, mübah olan ot veya odunların kesilip toplanması bunlar üzerinde mülkiyet hakkı doğurur Bu el koymaya "hiyâzet" veya "ihrâz * " denir Bir hadiste; su, ateş ve otların insanlar arasında ortak olduğu belirtilmiştir (Ebû Dâvud, Büyû', 60; Ibn Mâce, Ruhn,16; Ahmed b Hanbel, V, 364) Buradaki ihrâza "zilyedlik * " diyebiliriz
Ancak toprak mülkiyetinde meşru zilyedliğe "ihya * " şartı da eklenmektedir Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Henüz hiç kimsenin eline geçmemiş olan Şey, onu ilk eline geçirene ait olur" (Ebû Dâvud, Imâre, 36) Bu hadisi duyan sahabilerin işgal etmek istedikleri arazılere dağılıp adımladıkları ve işaretler koydukları nakledilir Mücerred işgalın yeterli olmadığı, ayrıca toprağı ihya etmenin de gerekli bulunduğu hadiste şöyle belirlenir: "Kim ölü bir toprağı ihya ederse bu toprak onun olur Haksız verilen emek için bir hak yoktur" (Buharî, Hars, 15; Ebû Dâvud, Imâre, 37; Tirmizî, Ahkâm, 38; Mâlik, Muvatta, Akdiye, 26, 27; Dârimî, Büyû', 65)
Diğer yandan ölü ve sahipsiz toprağı çeviren kimse yıllarca işletmeksizin bekletme hakkına sahip midir? Böyle bir hak tanındığı takdirde kolay ve masrafsız bir yolla geniş toprak parçalarını belli kişiler çevirir ve başkalarının yararlanmasını da engelleyebilirdi Halbuki toprak işgaline ve ihyasına izin verilmesi bu toprakların üretime sokulması amacına yöneliktir Bu yüzden çevrilen, fakat üretime sokulamadan elde tutulabilecek süre hadiste üç yılla sınırlandırılmıştır: "Âd'tan kalanlar Allah'ın, Rasûlunun ve sonra sizindir Kim ölü bir araziyi ihya ederse ona sahip olur Çeviren üç yıl içinde ihya etmemişse, bundan sonra bir hakkı kalmaz" (Ebu Yûsuf, Kitâbü'l-Harâc, Kahire 1396, 70) Hz Ömer'in uygulaması da bu şekilde olmuştur O şöyle demiştir: "Ölü araziyi kim ihya ederse onun olur Çeviren üç yıl içinde ihya etmezse, çevirdiği arazı üzerinde bir hakkıkalmaz" (Ebû Yûsuf, age, 71) Bu duruma göre sahipsiz bir araziyi çevirmek üç yıl süreyle burasını mülk olarak edinmede öncelik hakkıvermektedir Üç yıl içinde ihya gerçekleşmezse bu öncelik hakkı düşmektedir Burada meydana gelen bir mülkiyet hakkının düşmesinden çok mülkiyeti elde etmede sahip olduğu öncelik hakkının düşmesi söz konusu olmaktadır
Sürenin geçmesiyle hakların kazanılması veya kaybedilmesi temelde adalete ve yaratılışa aykırı düşer Buna bir malı gasp veya hırsızlık yoluyla ele geçiren kimsenin durumunu örnek verebiliriz Eğer bu kimse meselâ; yakalanmadan veya dava edilmeden on yıl geçince bir mala mâlik sayılsa bu bir zulüm olurdu
Diğer yandan Imamı Mâlik'e göre kendi mezhebinde sonrakilerin görüşüne muhalif olarak bir malı "ihrâr" hâlinde mülkiyet hakkı elde edildiği gibi, başkanın bunu ihrâzı hâlinde belli bir süre geçince önceki mâlikin hakkının düşeceği görüşünü benimsemiştir Mâlik b Enes (ö 179/795) bu konuda Said b el-Müseyyeb (ö 93/711)'ten mürsel* olarak nakledilen şu hadise dayanır: "Kim bir Seve nizasız ve fâsılasız (hasmı aleyhine) on yıl süreyle zilyed olursa, bu Şeye ondan daha fazla hak sahibi olur" (el-Mâlik, el-Müdevvene, Mısır 1323,' 1905, XIII, 23)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZAMAN AŞIMINI KESEN ÖZÜRLER Bazı özürler zaman aşımını keser Süre bu özrün kalktığı andan itibaren başlar Mecelle'nin 1663'üncü maddesinde özürler şöyle belirlenmiştir: "Bu konuda geçerli olan, yani davanın dinlenmesine engel olan zaman aşımı ancak özürsüz olarak vâkî olan zaman aşımıdır Yoksa davacının vasisi bulunsun bulunmasın çocuk veya akıl hastası yahut bunak olması veya yolculuk (seferilik) kadar uzakta olan başka diyarda bulunması veya hasmının üstünlük sağlayan birisi olması gibi şer'î özürlerden birisiyle gelen zamana itibar olmaz Bu nedenle zaman aşımının başlangıcı özrün sona erdiği tarihten itibaren olunur
Iki yıllık zaman aşımı:
Islâm Devletinde, bir dava için arazı kanunu zeyli gereğince boş kalır Bu gibi yerler yeni gelen muhacırlere tahsis edilip, onlar tarafından ziraat ve kendine ait binalar yaptırırlar Işte bu davalar özürsüz olarak iki yıl geçince "zaman aşımı"na uğrar
Bir yıllık zaman aşımı:
Şüf'a hakkı bir ay takip edilmeyince düşer Mecelle'nin 1034'üncü maddesinde şöyle denir: "Şüf'a hakkını tesbit ve buna şahit tuttuktan sonra şüf'a hakkı sahibinin eğer başka bir beldede bulunmak gibi bir şer'î özrü yok iken, husûmet talebi bir ay gecikirse şüf'a hakkı düşer"
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZAMAN AŞIMININ BÂTIL VEYA FASIT AKITLERE ETKISI
Batıl olan bir şey zamanın geçmeşiyle meşru hâle gelmez Süre ne kadar uzarsa uzasın, batıl olduğu ortaya çıkan muâmelenin kaldırılması gerekir Çünkü batıl gerçekte yok hükmündedir Süt veya mahrem hasımla yapılan evlilik gibi Zaman aşımının fesat sebebi kalkmadıkça fasit muameleyi meşru hâle getirmez Ancak fesad sebebi kaldırılır veya feshe engel bir durum ortaya çıkarsa muâmele sahih hale gelir (eş-Zuhaylî, age, IV, 284)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZAMAN AŞIMININ DAVALARA ETKISI Bir takım hak ve alacakların mahkeme yoluyla istenebilmesi süresiz olarak mümkün kılınırsa; hâkimin görev yapma süresi, delillerin yok olması, şahitlerin unutkanlıkları, mülkün aslı üzerinde şüphe doğmasına engel olma gibi nedenlerle çeşitli zorluklar doğar Ancak ne kadar süre geçerse geçsin bir hak kendiliğinden düşmez Sahibinin itiraf edilerek bunun yerine verilmesi "diyâneten" vacipolur Bir kimse başkasının mülk edindiği bir mala el koysa, hiç bir durumda şer'an bu mala mâlik olamaz (ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-Islâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1405/1985, IV, 69)
Bir hakkı mahkeme yoluyla (kazâen) isteyebilmek için Islâm Devleti bir takım düzenlemeler yapabilir ve zaman aşımı süreleri koyabilir
Mecelle'de hukuk davaları için zaman aşımı süreleri beş tane olup şunlardır:
Otuz altı yıllık süre aşımı:
Vakfın aslı ve arazının sahibi ile ilgili davalar 36 yıllık zaman aşımına tabidir Mecelle'nin 1661 maddesi şöyledir: "Vakfın aslı hakkında mütevelli veya oradan maaş alanların (mürtezika) davaları 36 yıla kadar dinlenir Fakat 36 yıl geçtikten sonra artık dinlenmez" Meselâ bir kimse otuz altı yıl süreyle bir akara, mülkiyet üzere tasarrufta bulunduktan sonra bir vakfın mütevellisi, bu akarın kendi vakfının gelir getiren ünitelerinden (musteğallât) olduğunu dava etse, bu dava dinlenmez Vakfın salih oluşu kendisine bağlı bulunan her şey vakfın aslındadır Bu nitelikte olmayan şeyler ise "vakfın şartları"ndan sayılır Mütevelli ya vakıfnâme gereğince veya hâkim tarafından belirlenir Mürtezika ise, vakfın gelirinden maaş ve tayın alan kimselerdir Bunlara "ehl-i vezaif"de denir Bir caminin imamı, müezzini veya kayyımı gibi Bazı fakihlere göre, vakıflarda dava hakkıyalnız mütevelliye aittir Önceleri fetvaya esas olan görüş bu idi Ancak Mecelle buna "Mürtezika"yı da ilave etmiştir
Meselâ; bir kimse, başkasının elinde bulunan bir akar için bu akarın gelirının veya oturma hakkının kendisine şart koşulmuş vakıf olduğunu ve zilyedliğin kendisine ait bulunduğunu dava etse, bu kimse mütevelli ise veya Mecelle'nin tercihi ile bu vakıftan maaş alan bir kimse ise ve diğer zilyedin tasarrufunun üzerinden de 36 yıl geçmemişse dava dinlenir Aksi halde dava dinlenmez (Ali Haydar, Düraru'l-Hukkâm Şerhu Mecelleti'l-Ahkâm, Istanbul 1330, IV, 342)
Vakıf paraların aslı ile ilgili davalar da otuz altı yıla kadar dinlenir Meselâ; bir kimse mütevellisi olduğu vakıf paralardan bir miktar kendi işi için harcarsa, kendinden sonraki mütevelli bunu dava etse, otuz altı yıl geçmemişse dava dinlenir Aksi halde dava süre yönünden reddedilir (Ali Efendi, Fetâvâ, Istanbul 1311, II, 89) Ancak vakıf paranın kârı (rıbh) ile ilgili davalar on beş yıllık zaman aşımına tabi kabul edilmiştir
Vakfın aslı ile ilgili davalar iki türlü olabilir:
a- Akarı vakfa geri almak için dava açmak Meselâ; bir kaç dükkânı mülkiyet üzere 36 yıldan daha az bir süreyle tasarruf etmekte olan bir kimse aleyhine mütevelli vakıf davası açsa, ispat ettiği takdirde bu dükkânlar vakfa geri döner 36 yıl geçmişse kazâen geri verilmez, fakat tasarrufta bulunan diyâneten yani vicdanı ile başbaşa bırakılır Böyle bir durumda sorumluluktan korkan mü'minden bu yeri vakfa döndürmesi beklenir
b- Iki vakıf arasında dava açılması: Bir vakfın kullanmakta olduğu bir akarı, başka bir vakıf mütevellisi kendi vakıflarına ait kira ile verilen bir yer olduğunu dava etse, otuz altı yıldan fazla süre ile susmuşsa bu dava dinlenmez (Ali Haydar, age, IV, 343)
Diğer yandan gayrı menkule bağlı "geçiş (murûr)" ve "su akıtma (mesîl)" hakları vakıf arazıde bulunuyorsa bunlarla ilgili davalar da 36 yıllık zaman aşımına tabi bulunur Hatta bu haklar iki vakıf arasında da cereyan eder
On beş yıllılık zaman aşımının üstünde bir süre içinde dava konusu yapılabilen üç çeşit mal daha vardır Bunlar: Yetim malı, kayıp olan kişinin malı ve miras malı Ancak Ebûssuud Efendi bir fetvasında miras meselesini ayrı tutmuştur Fetva şöyledir: "Bir kimse şer'î bir özrü olmaksızın mirasla ilgili davasını 15 yıl süreyle takip etmese bundan sonra dinlenir mi? el-Cevap: Dinlenmez" Ali Efendi ile Rumeli müftüsüi Abdullah Efendi fetvalarında da durum böyledir Ancak mirasla ilgili bu fetva Islâm Devletinin miras davası için 15 yıllık zaman aşımı esasını benimsediği durumla sınırlı sayılmıştır (bk Ali Efendi, Fetâvâ, II, 87; Ibn Abidîn, Reddü'lMuhtar ale'd-Muhtâr, Terc M Savaş, Istanbul 1985, XII, 312)
Onbeş yıllık zaman aşımı:
36 yıllık zaman aşımına tabi bulunan vakıf akar, yetim veya kayıp olan kişinin malı dışında bir takım mallar 15 yıllık zaman aşımı süresine bağlıdır Para alacağı, vedîa *, miras *, mülk akar *, vakıf akarın * geliri ile ilgili davalar 15 yıl içinde açılmadığı takdirde, artık bu konuda mahkemeye başvurma hakkı düşer Bunlar kısaca şöyledir:
Alacak davası (deyn): Bir kimse 15 yıl geçtikten sonra borçlusuna: "Sana 15 yıldan fazla bir süre önce verdiğim şu kadar parayı, karz-ı haseni veya sattığım malın satış bedelini istiyorum" diye dava açsa, davası dinlenmez Ancak diyaneten bu borç düşmez, Allah'la kendisi arasında sorumluluk doğurmak üzere devam eder Nitekim çeşitli âyetlerde karz'ın yüce Allah'a güzel bir borç olarak verildiğine işaret edilir (bk el-Bakara, 2/245; el-Mâide, 5/12; el-Hadîd, 57/11, 18; et-Teğabun, 64/17; el-Müuemmil, 73/20) Fertle devlet arasındaki alacak ve vereceklerde de bu zaman aşımı süresi uygulanır Nitekim Osmanlı Imparatorluğu uygulamasında 20 Muharrem 1300 H tarihli padışah fermanı ile beytülmal'e ait alacakların 15 yıl geçtikten sonra artık dava konusu yapılamayacağı bildirilmiştir
Emanet verilen şey (vedîa): Bir kimse " 15 yıl önce sana verdiğim şöyle bir emanetimi istiyorum" diye dava etse, davalı bunu inkâr etse, dava dinlenmez
Âriyet (kullanmak üzere verilen şey): Meselâ bir kadın, vefat eden kızına 15 yıl önce filân şeyleri âriyet olarak vermiştim, şimdi geri istiyorum, diye dava etse, davası dinlenmez
Miras: Mirasçılardan birisi, diğerinden "15 yıl önce vefat eden miras bırakanımızın malından sende şunlar kalmıştı Payımı isterim" diye dava etse, diğeri bunu inkâr etse dava dinlenmez
Mülk akar: Bir kimse diğerinin 15 yıldan beri mülkiyet üzere tasarruf ettiği mülk bağ veya evin tamamı veya şu kadar bölümü benimdir diye o kimseden dava etse dinlenmez
Mukâtaalı vakıf akar: Mukâtaa; arsası vakfa, üzerindeki bina, ağaç, bağ, kavak, tesis vb başkasına ait mülk olan bir akarda tasarrufta bulunan tarafından vakfın cihetine verilmek üzere arsa için belirlenmiş bulunan yıllık kira demektir Buna "yer kirası (icâre-i zemin)" de denir Ayrıca böyle bir vakıf arsa üzerindeki bu ağaç veya tesişlerin de vakfedilmesi mümkün ve caizdir
Vakfıye gereği mütevelli iddiası: Bir kimse vakıfnâme gereği vakfa on beş yıl mütevellilik yaptıktan sonra, başka bir kimse çıkıp da o vakfın, vakıfnâme gereği mütevellisinin kendisi olduğunu dava etse dinlenmez
Vakfın geliri davaları: Vakfın geliri (galle), ona ait faide ve semeresi demektir Vakıf paranın kârı, vakıf akarın kirası, vakıf çiftliğin ürünü gibi (bk Ali Efendi, Fetâvâ, II, 89 vd; Ali Haydar, age, IV, 339 vd)
On yıllık zaman aşımı: Kuru mülkiyeti devletin, yararlanma hakkı tasarruf sahibinin olan "mîrî arazı * "ler üzerinde tasarruf davası ile, geçiş, su akıtma ve su alma haklarına ait davalar on yıllık zaman aşımına tabiidir Meselâ; bir kimse mîrî arazıden olan bir tarlayı başkasının gözü önünde on yıl ekip biçtiği halde bu kimse özürsüz olarak susmuş iken bu kimse on yıl önce bu tarla üzerindeki tasarruf hakkının tapu ile kendisine ait bulunduğunu dava etse davalı inkâr edince dava dinlenmez Ancak böyle bir dava on yıl geçmeden açılırsa mahkeme buna bakar
Diğer yandan mîrî arazının mülkiyetine ait arazı memurlarının iddiaları ise 36 yıla kadar dinlenir Nitekim bu konuda 22 Muharrem 1300 H tarihli fermanla Osmanlı Devleti bu son zaman aşımı süresini esas almıştır Mîrî arazılerde geçiş, artık sulan akıtma veya su alma hakları da on yılık süre aşımına tabiidir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZARARLI HAYVANLARI ÖLDÜRMENIN HÜKMÜ NEDIR? Zararlı hayvanlar dövülmeden, eziyet edilmeden en keskin bir âlet ya da çabuk öldürecek bir yöntemle kesilir ve öldürülür (Hindiyye V/361) Başkalarına zarar veren köpeği bulunan kimse, hatırlatıldığı halde zararı önlemezse, bölge sakinlerinin o köpeği öldürme hakları vardır (Hindiyye V/360) Çekirge öldürülebilir, çünkü avdır Karınca kendiliğinden zarar vermiyorsa öldürülmez, veriyorsa öldürülebilir, ancak yakılmaz ve suya atılamaz Bit her halükârda öldürülür Yabanarısı ve diğer haşeratı zarar vermiyorlarsa öldürmemek daha iyidir Ipek kozasını güneşte bırakıp kurtlarının ölmesini sağlamakta mahzur yoktur, çünkü bu insanların yararına olan bir şeydir (Hindiyye V/361) Bu konuda Rasûlullah Efendimizin (sav) şu hadîs-i şeriftlerini de göz önünde bulundurmak gerekir: "Ateşte sadece onun Rabbi ceza verebilir (Nemenkânî IV202; Ayrıca: Nevevî, Fetâva 247; Nemenkânî N/201- 203 (değişik kaynaklardan); Kâdihan NI/411 de konuyla ilgili bilgi var "Allah her şeyde ihsan'ı (güzel yapma, Allah'ı görür gibi yapma) zorunlu kılmıştır Binaenaleyh, öldürdügünüzde en güzel tarzda öldürün, boğazladığınızda da, en güzel yolla boğazlayın, boğazlayacak olanınız bıçagını iyi biletsin" hadîs-i serîfini de bu bağlamda hatırlamak gerekir (Müslim, sayd 57; Tirmizî, diyyât 14; Nesâî, dahâya 22))
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZARURET AÇISINDAN KIRAATA ÜCRET Ibadetler karşılığında ücret alma konusunda Hanefi mezhebinin dayandığı esas şudur :"Müslümanın yapmakla mükellef olduğu bir ibadet karşılığında ücret alması câiz değildir"Ya da Serahsî'nin ifadesiyle :"Müslümana has her tâat karşılığında ücret almak batıldır" (Serahsî, age IX/37)Ama Hanefilerin "sonraki" âlimleri, sonraları ortaya çıkan zaruret haline bakarak, bazı ibadetler karşılığında ücret almanın câiz olduğuna fetvâ verdiler Kur'ân öğretme, ilim öğretimi, ezan, imamet ve va'z bu türdendir Aslında önceleri, bunlar karşılığında bile ücret almanın câiz olmadığında ümmet ittifâk halinde idi Ilmin ve Kur'ân okumanın zayı olması korkusu, "sonraki" âlimlerin zaruret sayıp câiz görmesine mesnet teşkil etmiştir Zira: "Zaruretler haram olan şeyleri mubah kılar" (Bk Mecelle, md 2l)Ancak Kur'ân okumak özellikle de mezarlıklarda, cemiyetlerde ve vefatının filân ya da falan gecelerinde okumak karşılığında ücret almaya zorlayan bir zaruret yoktur" (Cezirî, age NI/l27-128; Ibn Âbidîn, Şifâ'ul-‚alîl, s169)Buna karşılık Şâfiîlerdeki genel kaide ise şudur :"Yapılması, ecîr (ücretle çalışan) üzerine bizzat gerekli olmayan her şey karşılığında onun ücret alması câizdir" (Serahsî, age IX/37)Fakat bunun yanında Imâm Şâfiî ve Mâlik'ten (ra) yapılan bir nakil, kıraat ve benzeri ibadetlerde sevabın başkasına, ücret alınmasa bile ulaşmayacağı yolundadır Binaenaleyh, alınması halinde nasıl ulaşacaktır? (Ibn Âbidin, Şifâ'ul-‚alîl, s167)Diğer yönden Kemâlüddîn Ibn Hümâm, eğitim, ezan ve imamette, zarurete binaen ücreti câiz görenlerin söylediklerinde bile düşünülmesi gerektiği görüşündedir (Kemalüddîn Ibn Hümâm, Fethu'I-Kadîr Mısır,1389 (1970) IX/99)Ama: "Açık olan gerçek şu ki, Kur'ân ve fıkıh öğretimi, ezan ve imamet karşılığında ücret almayı câiz kılan illet, zaruret ve insanların buna olan ihtiyacıdır ve sadece bunlara hastır Binaenaleyh, bunlar dışındaki tâata ücret almak için bir zaruret yoktur" (Ibn Âbidin, Raddü'l-muhtâr, VI/56; Şifâ'ul-‚alîl, s161)"Zira, sevabını ücret verene hediyye etmek için Kur'ân okumaya ücreti men etmekte, Kur'ân'ın kaybolması söz konusu değildir Binâenaleyh, okumayı öğretmeye kıyaslamak da sahih değildir" (Ibn Âbidîn, el'Ukudü'd-dürriyye, N/ll6)"Asırlar boyu birisi diğerine bunun için ücret vermese, bir zarar doğmuş olmaz Aksine, Kur'ân'ın bir kazanç kaynağı ve para kazanılan bir meslek edinilerek, ondan ücret almakta zarar vardır" (Ibn Abidîn, ‚Ukud ü Resmi'I-müftî, s14)
Imâm Birgivî derki :"Açlıktan helâk olma tehlikesi ile karşı karşıya olan okuyucunun aldığıda haram olur mu? derseniz, biz de deriz ki :Aslında bu durumda birisini bulamazsınız Bulunur derseniz ona sözümüz yok Çünkü bu durumda ona leş, domuz eti ve izinsiz olarak başkasının malını yeme helâl olmuştur Ancak zaruretlerde sınır aşılamaz " (Birgiv,î, Serh'u-hadis-i erba'în s 75)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZATÎ SIFATLAR

1-Vücut Bu sıfat, Allah'ın var olduğunu ifade eder Allah vardır ve en büyük varlık O'dur O'nun varlığı, herşeyin varlığından daha belirgindir Allah olmasaydı hiç bir şey var olmazdı Kâinatın varlığı O'nun varlığına en büyük şahittir Âlemde hiçbir şey kendi kendine var olmuş değildir Hiçbir şey ne kendi kendine var olabilir, ne de yok olabilir Halbuki çevremizde sayılamayacak kadar varlık vücuda gelmekte ve yok olmaktadır En ufak çarpıklık olmaksızın, en ince hesaplarla var olan ve varlığını çarpıcı özellikleriyle devam ettiren bu âlemin tesadüflerle ortaya çıkması ve varlığını devam ettirmesi mümkün değildir Bütün bunlar, bu âlemi var eden, yok eden, kuvvet ve hikmet sahibi bir yaratıcının varlığının şüphe götürmez delilleridir
Allah'ın varlığı, başka bir varlık vasıtasıyla olmayıp; ilâhî vücudu, zatının gereğidir Vücudu zatının icabı olduğu içindir ki; Allah'a "Vâcibu'l Vücud" denmiştir Allah'ın zatının ve sıfatlarının hakikatini anlamak; sıfatlarının zatının aynı mı, yoksa ondan ayrı, ona zıt bir şey mi olduğu hususunu kavrayabilmek aklen mümkün değildir Allah'ın ilâhî vücudu ister zatının aynı, ister gayrı olsun, her mükellefe vacipolan husus; Allah'ın var olduğuna inanmaktır O'nun varlığına inanmamızı gerektiren aklı ve naklî delilleri yukarıda izah ettik
Vücudun zıddı olan yokluk, Allah için mümkün değildir Yokluk, Allah için muhâl olan noksan sıfatların birincisidir Allah'ın yokluğu ne geçmişte, ne de gelecekte mümkündür
2-Kıdem Allah'u Teâlâ, varlığı, zatının icabı olduğu için kadîmdir ezelîdir Geçmişe doğru ne kadar gidilirse gidilsin, Allah'ın var olmadığı bir zaman düşünülemez Eğer Allah kadîm-ezeli olmasaydı, hâdis- (sonradan var olmuş) olurdu Sonradan var olan her şey, kendisini icat eden bir (muhdise)- yaratıcıya muhtaçtır Aksi takdirde yok olan bir şeyin varlığını yokluğuna tercih eden bir yaratıcı olmadan meydana gelmesi gerekirdi ki; bu durum bütün düşünürlere göre batıldır Allah kadîm olmasaydı, var olmak için kendinden başka bir yaratıcıya muhtaç olurdu Halbuki Allah'ın vücudu, zatının icabıdır Yani varlığı kendindendir Bir şeyin bir anda hem var, hem de yok olması ise mümkün değildir Öyleyse Allah hâdis değil, kadîmdir
Kıdem sıfatının zıddı "Hudûs-sonradan var olma" sıfatıdır Allah kadîm olduğu için O'nun hâdis olması aklen mümkün değildir
3-Bekâ Allah ebedîdir, varlığının sonu yoktur O daima vardır Varlığı kendinden olduğu için O, hem kadîm ve eze!î; hem de bakî ve ebedîdir "O, evvel ve ahirdir" (el-Hadîd, 57/3), "Kâinattaki her şeytani -yok olucudur Celâl ve Ikram sahibi olan Rabb'im -zatı bakî'dir- ebedî'dir- " (er-Rahman, 55/27) Bu ayet-i kerimeler, Allah'ın bakî olduğunun delilleridir Allah'ın vücudunu harici bir kuvvet yok edemez Çünkü kadîm olan Allah'ın dışındaki tüm kuvvetler hâdistir (sonradan yaratılmıştır) Hâdis olan bir kuvvet ise, kadîm olan zatın vücudunu yok edemez Zira vacibü'ı-vücud olan Allah, kudret sahibi olup; bütün eksik sıfatlardan uzaktır Varlığını devam ettirememe acızliktir Acızlik ise noksanlıktır Allah noksanlıktan münezzehtir O'nu yok edecek bir kuvvet tasavvur edilemez, öyleyse Allah bakîdir, varlığının sonu yoktur
Bekâ'nın zıddı "fena -(bir sonu olmak)"dır Allah'ın fânî olması ise aklen muhaldır
4-Muhalefetü'n li'l-Havâdis (Sonradan vücut bulan varlıklara benzememe) Allah zat ve sıfatı ile sonradan yaratılmış olan hiçbir şeye benzemez Bu sıfatın zıddı olan benzerlik, Allah hakkında akla aykırıdır, mümkün değildir Sınırlı olan aklımızla Allah'ı nasıl düşünürsek düşünelim, hayâlimizde nasıl canlandırırsak canlandıralım, O, bizim düşündüklerimizden hayal ve tasavvurumuzdan geçirdiklerimizin hepsinden başka ve hiçbirine benzemeyen ilâhî bir varlıktır Hayalımizden geçirdiğimiz bütün varlıklar, yok iken sonradan var olan, varlığı, bir başkasının varlığına muhtaç olan ve sonunda yok olmaya mahkûm, noksan varlıklardır Allah ise her türlü noksanlıklardan uzak mükemmel ve mukaddes bir varlıktır Böyle yüce bir varlık, önce yok iken var olan sonra yine yok olacak hiçbir varlığa benzemez Allah kendi zatını "O ‚nun benzeri yoktur O, herşeyi işitici ve görücüdür " (eş-Şûrâ, 42/11)" ayetiyle vasıf landırmıştır Peygamberimiz de (sas), "Allah aklına gelen her şeyden başKadir " buyurmuştur Allah, sonradan olanlara benzeseydi, bu takdirde hâdis yani başkasına muhtaç bir varlık olurdu Kadım ve bakî olan bir varlık ise hâdis olamaz Başkasına benzemeye muhtaç olan bir varlık, benzediği varlığın ve diğer varlıkların yaratıcısı olamaz Allah, tek yaratıcı olduğuna göre, yarattıklarına benzemez ve muhalefetü'n li'l-havâdis sıfatıyla muttasıfdır Bu sıfat aynı zamanda, Allah'ın, diğer varlıklarda bulunan cisimlik, cevherlik, arazlık, parçalardan bir araya gelmek, yemek, içmek, oturmak, uyumak, kederli ve sevinçli olmak gibi sıfatlardan da uzak olduğunu ifade eder" (Fetih, 48/10; er-Rahman, 55/27; Tâhâ, 20/5) ayetlerinde geçen "Allah'ın eli", "Allah'ın yüzü", "Allah'ın arşı istiva-istilâ etmesi" gibi maddî varlıklara ait sıfatların Allah hakkında kullanılmış olması, Allah'ın başka varlıklara benzedığının delili değildir Bu kelimelerin hepsi mecazî anlamındadır Allah'ın eli: Allah'ın kudreti; Allah'ın yüzü: Allah'ın zatı manasında kullanılmıştır
5-Kıyâm Binefsihi Her şey, kendi dışında bir varlığın yaratmasına muhtaç olduğu halde, Allah, başka bir zata ve mekana muhtaç olmadan kendi kendine vardır Bu sıfatın zıddı olan "mutlak ihtiyaç" Allah hakkında muhal olan noksan bir sıfattır Âlemde bulunan her varlık, yar olmasında ve varlığının devamında bir yaratıcıya muhtaçtır Hiç bir şey kendi kendine var olmamıştır, varlığı sonradan vücûda gelmiştir Buna mukabıl Allah'ın varlığı kendi zatı'nın gereğidir, var olmasında, kendinin dışında bir başka varlığa muhtaç değildir Zatı düşünüldüğü zaman, vücudu da zatıyla beraber düşünülür Ne zatı vücudundan, ne de vücudu zâtından ayrı tasavvur edilemez Kâinatın var olması, kendinden evvel var olan, ezeli ve ebedî bir yaratıcı sayesindedir, O'da Allah'tır Allah yaratıcıdır, diğer varlıklar ise yaratılandır Yaratıcı, yaratılana muhtaç olamaz
"Ey insanlar! Siz, Allah'a muhtaçsınız Allah ise -her şeyden- müstağnîdir (muhtaç değil), öğünmeye lâyık olandır" (Fâtır, 35/15)
"Şüphe yok ki Allah, bütün âlemlerden müstağnîdir" (el-Ankebut, 29/8)
6-Vahdâniyet Allah'ın her yönden bir olduğunu bildiren vahdaniyet, bir kemal sıfatı olduğu için, bu sıfatın zıddı olan "birden fazla olmak, bir ortağı bulunmak", Allah hakkında mümkün olmayan bir sıfattır Allah birdir, ortağı ve benzeri yoktur Bütün semayı dinlerdeki inanç esaslarının temelini "Allah'ın birliği" sıfatı oluşturur Bu inanca "Tevhîd Akîdesi" denir Tevhid akidesine dayanmayan hiç bir inanç, güzel is, Allah katında makbûl değildir En son ve en mükemmel din olan Islâmiyet de bu inancı temel kabul etmiş ve bütün insanları öncelikle bu temel inanca çağırmıştır Çünkü Allah, bütün âlemlerin, bütün varlıkların ve bütün insanların Rabb'ıdır Her şeyi yaratan, rızkını vererek besleyen, büyüterek kemâle erdiren yalnız O'dur O'nun ortağı, oğlu veya kızı yoktur Doğurmamıştır, doğurulmamıştır Hiç bir şey O'nun eşi ve benzeri olamamıştır Bu inanç ile Islâmiyet insanları Allah'ın dışındaki varlıklara kul köle olmak zilletinden kurtarmış, onlara mutlak istiklâllerini iade etmiş Allah'ın birliği fikrini zedeleyen her türlü kölelik zihniyetini yasaklamış, tabiat kuvvetlerine ibadeti, insanın insana köle ve esir olma despotluğunu ortadan kaldırmış, Allah'tan başkalarını rab edinmeyi en büyük günah ve şirk kabul etmiştir Böylece Islâmiyet, dünyaya akıl, ruh ve ahlâk sahalarında olduğu kadar, fizikî sahada da tam bir özgürlük müjdelemiş; tevhîd akideşiyle bütün insanların tek bir mabûdu olduğunu, dolayısıyla beşeriyetin de bir ana ve babadan meydana geldiğini ifade ederek "beşer ırkında birlik" fikrini telkin etmiştir Her müslüman Allah'ın bir olduğunu söylemeli ve bu inancını Allah'tan başkasına ibâdet etmemekle, ibadetine dolaylı olarak da olsa hiçbir şeyi veya kimseyi ortak koşmamakla ispat etmelidir Bu noktada, sözü ile ibadetindeki birlik ruhu aynı olmalıdır Allah'ın birliğine delil olan ayetlerden bir kısmını şöyle sıralayabiliriz:
a) "De ki: O Allah birdir Allah Sameddir (Her şey varlığını ve varlığının devamını O'na borçludur Her şey O'na muhtaçtır O, hiç bir , şeye muhtaç değildir Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık O'dur) Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından)doğurulmamıştır Hiçbirşey O'nun dengi olmamıştır" (Ihlâs, 112/1-4)
b) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam Siz de benim taptığıma tapıcılar değilsiniz Ben asla sizin taptıklarınıza tapacak değilim Siz de benim taptığıma tapacak değilsiniz Sizin dininiz size, benim dinim banadır" (Kâfirûn, 109/1-6)
c) "Allah'tan başka bir yaratıcı var mıdır?" (Fâtır, 35/3)
d) "O'nunla birlikte hiçbir ilâh yoktur (Eğer olsaydı) muhakkak ki her tanrı kendi yarattığını kabullenir (ve korur) ve mutlaka kimisi de diğerine galebe ederdi" (Mü'minun, 23/91)
e) "Eğer her ikisinde (yer ve gökte) Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, her ikisi de harap olurdu" (el-Enbiyâ, 21/22)

Allah, zatında, ilâhlığında, mabud ve yaratıcı oluşunda birdir Ondan başka yaratıcı yoktur Kâinatı bizzat yaratmaya, yaşatmaya, yok etmeye gücü yetmeyen bir zat Allah olamaz Bunun içindir ki ikinci bir Allah'ın varlığına imkân yoktur Çünkü iki Allah olduğu farzedilse, bu iki Allah'tan biri kâinatı yalnız başına yaratmaya muktedir ise, diğeri zâid-fazla olmuş olurdu Bunun aksine, yalnız başına kâinatı yaratmaya muktedir değilse, bu durumda da acız-güçsüz olurdu Acız ve zâit olan bir zat ise Allah olamaz Bu nedenle Allah vardır ve birdir
Sübûtî sıfatlar
-Hayat " Allah hayat sahibidir " (Âli Imrân, 3/2) Bu sıfat, Allah'ın zatına vacipolan sıfatlardandır Fakat Allah hakkında vacipolan bu sıfat, mahlûkatta görülen ve maddenin ruh ile birleşmesinden doğan geçici ve maddi bir hayat olmayıp ezelî ve ebedîdir Allah hakkındaki vücut sıfatının kamil olması, O'nun diri olmasıyla mümkündür Hayatın zıddı ölümdür Ezelî olan Allah hakkında ölümü düşünmek, akla aykırıdır Bir varlık hem ezelî, hem de ölümlü olamaz Ilim, irade, kudret ve diğer kemâl sıfatlarını zatında bulunduran Allah'ın diri olması zaruridir Çünkü ölünün âlim, her şeye güç yetiren, işitici, görücü olması düşünülemez Ölüm, bir noksanlık sıfatıdır Allah ise noksanlıklardan uzaktır O hâlde Allah'ın hayat sahibi olduğu bir gerçektir Bu sıfat, ancak Allah'ta ezelî ve ebedîdir
"Ölmek şanından olmayan, daima hayat sahibi (olan Allah)'a dayanan " (el-Furkan, 25/58)ayeti ve benzeri ayetler Allah'ın, hayat sahibi olduğunu ifade eder
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZEKÂT Namaz dinin direği, zekât da köprüsüdür(Aclûnî, Kesfu'l-hafa I/530) İslam'ın beş ana temelinden ikincisi zekâttır Peygamberimiz Islâm'ı anlatmak için gönderdiği davetçilere: "Önce Allah'tan başka bir ilâh, bir otorite olmadığını anlatın, kabul ederlerse, benim Allah'ın kulu ve elçisi olduğumu söyleyin, onu da kabul ederlerse, günde beş defa namaz kılmalarının farz olduğunu ve zenginlerinin malında fakirlerin hakkı bulunduğunu anlatın" (Buharî, zekât 1) buyurdu
Zekât Kur'ân-ı Kerîm'de kırka yakın yerde namazın hemen yanı başında zikredilmiş ve namazdan sonra en önemli temel olduğu vurgulanmıştır
Çünkü zekât Islâm ülkesini düzene koyan, vatandaşlarının sosyal güvenliğini sağlayan en etkili güçtür Zenginlerin varlığından fakirlere doğru sürekli bir akıştır Böylece fakir çok fakir olmaktan kurtulur, zenginin çok zengin olması önlenir Fakirle zengin arasında sevgi bağları oluşturur Zenginin hem günahlarını, hem de malını temizler Toplumu anarşi ortamından kurtarır Dünyayı düzene koyar, böylece âhirete yol açılır
Zekât zenginlerin lütfen verdikleri bir yardım değil, fakirlerin, onların mallarındaki bir haklarıdır Bu yüzden veren minnet bekleyerek vermez, alan da minnet ederek almaz Zekâtı, devlet zorla da olsa alır ve yerine ulaştırır
Vergiler zekât yerine geçmez, çünkü zekâtın alınmasının ve verilmesinin bir takım şartları vardır Yerini bulmayacağı bilinen zekât geçerli değildir
Akıllı, ergin, müslüman, zekât için konmuş en az sınır (nisab) üzerinde çoğalır malı bulunan, yani zengin olan ve bu malı, elinde bir yılını dolduran her mükellef, genel olarak kırkta bir, yani yüzde ikibuçuk servet vergisi verir Zekât denen bu vergi, Kur'ân-ı Kerîm'in belirlediği kimseler dışında bir binaya, bir kuruluşa, bir zengine, ana-baba ve çocuklara, eşine kâfire verilmez
Islâmca zengin sayılan, yani en az sınırın üzerinde malı olan mükellefin bu malının:

l Kendi mülkünde bir yıl bulunmuş olması,

2Bu ölçüye borçlarının dışında sahip olması,
3Bu ölçünün; ev, binek, kapkacak, yiyecek, alet ve edevat dışında gerçekleşmiş olması,
4Bu ölçünün tümüyle kendi mülkü ve artar bir mal olması halinde, zekât vermesi gerekir

Zekâtı gerektiren en az ölçü, yani nisâb; altın için yaklaşık 85 gram, gümüş için 595 gram, diğer paralar için bunların birine eş değer paradır Bu çeşitli değerlerin toplamı; birisinin en az ölçüsüne vardığında, kırkta birini zekât olarak vermesi gerekir Toplamları en az ölçünün (nisabın) altında olursa zekât vermesi gerekmez
Buna göre; kadının kullandığı elbiseleri, altın ve gümüşten başka süs eşyaları, kabı-kacağı dışında hepsinin değerlerinin toplamı 85 gram altının ya da 595 gram gümüşün değerini bulan, altını, gümüşü ve parası olsa ve bunlar onun mülkünde bir yıl kalsa, değerlerinin kırkta birini zekât olarak vermesi gerekir
Zekâtın, zekât niyetiyle verilmesi, yani verirken zekât verdiğini bilerek vermesi şarttır
Zekâtın düşmesi için hilelere başvurmak haramdır
Usul ve furu'a, yani ana-baba ile onların ana-babalarına çocuklar ile onların çocuklarına, eşine, kâfire, zengine zekât verilmez
Beğen
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZEKAT ALAN ÖĞRENCİ, HANIMIN ZİNET EŞYASI (ALTINI) BULUNSA BU ALTININ ZEKATINI VERMELİ MİDİR? İslam dininde koca müstakil ve bağımsız olduğu gibi karı da zevciyet –eşlik- hakları müstesna her hususta bağımsız ve müstakildir Yani koca zengin, karı fakir olabildiği gibi, koca fakir karı zengin de olabilir Binaenaleyh, soruda söz konusu olan öğrenci fakir olduğu için zekata müstahak olup halkın zardımını alabilir Ve hanımının özel servet ve zinet eşyasıyla hiç bir münasebeti yoktur Ona dokunamaz Ve zekatını vermekle mükellef değildir Hanım şayet Şafii ise Şafii mezhebine göre zinet eşyası zekata tabi olmadığı için o da mükellef değildir Ama Hanefi ise ve zinet eşyası nisaba baliğ olmuş ise zekatını vermekle mükelleftir Şayet parası varsa ondan verecek yoksa zinet eşyasının kırkta birini zekat olarak verecektir Aynı zamanda kocası da izniyle zekatını verebilir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
ZEKAT İLE MÜKELLEF OLAN KİMSE, MALIN ZEKATINI BAŞKA BİR YERE NAKİL EDİP ORANIN FAKİR VE MÜSTAHAKLARINA VEREBİLİR Mİ?
Zekat ile mükellef olan kimsenin zekatını bir beldeden başka bir beldeye götürüp nakil etmesi Hanefi mezhebine göre caiz ise de mekruhtur Oranın fakir ve müstahaklarına öncelik hakkıtanınmalıdır Ancak götürdüğü yerde fakir akrabaları veya çok muhtaç olan kimseler varsa nakil edilmesinde beis yoktur Yalnız zekat-ı muaccelenin (vakti gelmeden verilen zekatın) naklınde hiç bir sakınca yoktur
Şafii mezhebine göre ise zekatın bir beldeden başka bir beldeye, muhtaç akrabaları için de olsa nakledilmesi caiz değildir Nakledildiği takdirde zekat ödenmiş sayılmaz Mal nerde ise zekat oranın fakirlerine verilmelidir Orada fakir bulunmazsa en yakın yere nakledebilir Yalnız Şafii olan kimse Hanefi mezhebini taklid ederek naklederse günahkar olmaz
 
Üst Alt