ZANDAN İLME – KUŞKUDAN GÜVENE
Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bu gerçeği ancak kavrama yeteneği olanlar anlarlar.[357] Sana gelen bunca vahiy bilgisinden sonra, onların istek ve arzularına uyarsan bil ki, Allah’a karşı ne bir yardımcı ve ne de bir koruyucu bulabilirsin. [358]
Derin ve Kapsamlı Bir Ayrışma
Mekke’de yeni bir inanç sistemi ve hayat tarzı vücut buluyordu. Mekke, her geçen gün iki ayrı inanç sisteminin ve hayat tarzının birbiriyle çatıştığı bir yere dönüşüyordu. Söz konusu inanç sistemi ve hayat tarzlarından birisinin kaynağı vahiydi. Resulüllah tarafından tebliğ ve beyan olunuyordu. İslâm ismine sahipti. Resulüllah’m ve O’na güvenip davetini kabul etmiş müminlerin şahsında adım adım bireysel ve toplumsal özellikleriyle inşa oluyordu. Diğeri ise, birbirlerine oranla çok farklı inançların ve hayat tarzlarının Mekke’deki temsilcisiydi. O şirkti; şirk diniydi. Şirkin gerektirdiği her türlü yanlışlığın bir hayat tarzına dönüşmüş biçimi olarak bireysel ve toplumsal hayata egemen olmanın çabasını yürütüyordu, iki din arasında çok yönlü ve yoğun bir savaş vardı. Savaş henüz sadece değer ve anlayışlarda kendini açığa vuruyordu. Fakat sürecin yakın zamanda fiilî çatışmalara gebe olduğu da kesindi. Çünkü islâm tarafından hergün biraz daha deşifre edilen ve yanlışlığı, hakikate uzaklığı, saçmalığı, kötülüklere temel oluşu her gün biraz daha açığa çıkarılan şirk, mensuplarının şahsında saldırganlaştıkça saldırganlaşıyordu. Zorbalıkla egemen olmaya ve elde ettiği egemenliği sürdürmeye çalışıyordu.
İslâm’ın son peygamberin şahsında insanlığa sunuluşu Müddessir süresinin ilk ayetleriyle başlamıştı. Her geçen gün, her vahyolunan ayet ile bir inanç sistemi, bir hayat tarzı olarak aşama aşama inşa olup, tamamlanıyordu. Ancak o yeni bir din değildi. İslâm kendisini dinler arenasındaki yeni bir din olarak takdim etmiyordu. Asıl olan kendisiydi. Mekke toplumundan hareketle ve Hz. Muhammed ile tüm insanlığa sunuluyordu ama, insanlığın ilk ve asli diniydi. Bu nedenle de diğerlerinin arasında, onlara rağmen varolacağı bir hayat alanı bulmanın mücadelesini vermiyordu. Ayrıca, insanlığın dosdoğru dini olması konusunda kendisine ortak veya yandaş kabul etmiyordu. Önce kendisi vardı ve diğer tüm dinler; inançlar, hayat tarzları kendisinden sonra ve kendisine tepki olarak doğmuşlardı. Tepkisel olanlar, sonradan oluşanlar diğerleriydi; yapay, sahte, temelsiz, yoldan çıkmanın sonucu, yanılgı ürünü olmak onlara aitti. Hz. Peygamberle insanlık katmda vücut bulmaya başlayan vahyin dini ise asıldı, gerçekti, maddî ve manevî temelleri vardı, sağlamdı, esenliğin yoluydu, kurtuluşun rehberiydi. Bunu ise sahip olduğu doğrularıyla, akla, bilince, şuura, düşünceye hitaplarıyla ortaya koyuyor ve ikna, ispat, bilgilendirme süreçlerinde kendisi ile muhalifleri arasındaki farklılıkları bütün ayrıntılarıyla gözler önüne seriyordu.
Vahyin dini olan İslâm, birbirlerine oranla sahip oldukları bütün farklılıklarına rağmen diğer dinlerin hepsini aynı kategoride değerlendiriyordu. Hepsinin de benzer zihniyetin ve şartların ürünü olduğuna dikkat çekiyordu; hepsi de insanların eseriydiler; yanlışların, cehaletin, heva ve hevesin, zannm, aldanışın, aldanmanın ve aldatmanın… ürünüydüler. Bilgi olarak zan, hayat tarzı olarak cahiliye temel dayanaklarım oluşturuyordu.[359] Halbuki kendisi ilme dayanıyordu; mutlak gerçeğin inanç ve hayat tarzıyla ilgili boyutu İslâm olarak anlam kazanmıştı. İslâm inançta ve yaşantıdaki doğruların ismiydi. İslâm gerçekti, İslâm esenlikti, İslâm hakti, adaletti, doğruluktu, güzellikti, iyilikti, akıllılıktı, bilinçlilikti.[360] Müslüman ise tüm bunlara teslim olandı; tüm bunları yaşayan ve yaşanmasının çabasını yürütendi.[361]
Vahyin diniyle diğerleri arasında bazen gizli, bazen açık bir savaş vardı. Mekke toplumu hakikat ile batılın savaş alanına dönüşmüştü. Ancak sürecin yegâne faili vahiydi; her vahyolunan ayet safları biraz daha ayırıyor; farklılığı biraz daha netleştiriyordu. İlk ayetlerle başlayan ayrışma, risâletin her yeni aşamasında biraz daha ayrıntılara iniyordu. Peş peşe vahyolunan ayetlerle, müminlere nasıl olmaları veya olmamaları gerektiği ayrıntılı bir şekilde bildiriliyordu.
Vahiy, geçmişte yaşamış hakikat önderlerinin, salihlerin ve Resulüllah’ın şahsında olması gereken insan modeli ortaya koyup, tüm insanlardan bu modelleri örnek almalarım istiyor; geçmişin ve Mekke’nin kötülük önderlerinin, zorbalarının, zalimlerinin, azgınlarının şahsında da benzerlik dahi taşınmaması gereken olumsuz, kötü, ahlâksız, tutarsız insan tipini gösteriyordu. Yine, vahyolunan her bir ayet hakikat-batıl, doğru-yalan, iyi-kötü, güzel-çirkin, ahlâklılık-edepsizlik farkını müminlerin ve islâm davetinin muhalifi olan kötülük önderlerinin veya yandaşlarının kişilik ve karakterlerinde, inanç ve hayat tarzlarında ayrıntılı bir şekilde ortaya koyuyordu.
Müşriklerin/kafirlerin bazı fikirlerle, inançlarla, gerekçelerle gizledikleri yahut üzerini örttükleri tüm yanlışları, zorbalıkları, edepsizlikleri deşifre ediyordu. Zariyat sûresi bu konuda örneklerden sadece birisiydi. Zariyat sûresi ile özelde islâm davetinin Mekke’deki muhaliflerinin, genelde ise tüm beşeri dinlerin ve mensuplarının bazı özellikleri şöyle açıklanıyordu: ‘(Ey yanlışın adamları!) Sizler neye inanılacağı konusunda derin bir ayrılık içerisindesiniz. (Şunu bilin ki, inanç konusunda) gerçeğe aykırı görüşleri savunanlar ancak kendilerini aldatırlar. Onlar (inandıkları veya inkâr ettikleri nedeniyle) yalnızca kendilerini yok ederler. Kahrolsun; anlayıp bilmedikleri şeyler konusunda sadece zanda bulunmakla yetinenler, aptallıkları nedeniyle cehalete gömülenler! (Biliyoruz ki, onlar alaycı bir şekilde) ‘Ne zaman gelecekmiş hesap günü?’ diye soruyorlar, (iyice bilsinler ki, onlar) o gün (alay ettikleri) o ateşi tadacaklar. (O gün kendilerine) ‘işte sorduğunuz ateş bu’ denilecek. Fakat Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar, (o gün) kendilerini (keyifle gezinecekleri) bahçeler arasında, pınarların başında bulacaklar.[362]
Zannın Adamları
Zariyat sûresine ait yukarıdaki ayet grubunda dikkat çeken önemli nokta, davetin muhaliflerinin ‘anlayıp-bilmeyen’, ‘aptallıkları nedeniyle cehalete gömülmüş’ kimseler olarak tanımlanmasıydı. Söz konusu ayetlerde, müşriklerin eksik ve yanlışlarla dolu inançlarını ve gidişatlarını kontrol etmeleri gerekirken, bunu yapmayıp hakikat davetine muhalefet etmelerinin garipliğine, gülünçlüğüne dikkat çekiliyordu. Ayrıca, ‘Kahrolsun, anlayıp bilmedikleri şeyler konusunda sadece zanda bulunmakla yetinenler’ denirken, davetin muhaliflerinin tüm yanlışlıklarının temelini teşkil eden çok önemli bir özellik açığa çıkarılıyordu, ilgili ayette geçen ve Türkçeye aktarılırken ‘zan’ olarak karşılanan kelime ‘harrâs’tır. Buna göre ayette kısaca ‘harrâslar kahrolsun’ denilmektedir.
‘Harrâs’ tahminde bulunan kişinin ismidir. Araplar bir ürünün miktarı veya bir orduyu oluşturan askerlerin sayısını tahmin edenlere ‘harrâs’ derlerdi. Bu ismin, mevcut kullanımının ötesinde olmak üzere, Kur’an tarafından inanç ve hayat tarzı (din) konusunda kullanılıyor olması ilginç ve önemliydi. Bu kullanımla, islâm davetinin muhalifi olan Mekke eşrafına ve yandaşlarına açıkça şu deniliyordu: ‘Uğrunda canlarınızı, mallarınızı feda ettiğiniz inançlarınızın ve ilkelerinizin, sımsıkı sarıldığınız ve hiçbir şekilde değiştirmeye yanaşmadığınız hayat tarzlarınızın, hâl ve gidişatlarınızın gerçeğe uygunluğu, ancak bir harrâsın tahmininin gerçeğe uygunluğu kadardır. Harrâs tahmininde isabet etse bile, yaptığı şey sadece tahmindir ve öyle de kalmaya mahkûmdur; onun yaptığı hiçbir zaman gerçeğin bilgisi olamaz. Gerçeğin verdiği güvene neden olamaz. Üstelik sizlerin inanç ve hayat tarzınızla ilgili konularda gerçeği tespit edecek imkân ve aracınız da yok.
Ayetlerde, imanları nedeniyle kendileyle alay edilen müminlere, o alay eden müşriklerin/kafirlerin inanç ve hayat tarzlarının çürük temeli gösteriliyordu. Müşriklerin ilme değil, zanna dayandıkları, zan üzere bir inanç sistemine ve hayat tarzına sahip olmakla nasıl aldandıkları ifade ediliyordu. Üstelik bu sadece birkaç ayetin konusu da değildi. Farklı zamanlarda vahyolunan ayetlerde aynı konuya dikkat çekiliyor, sıklıkla gerekli açıklama ve uyarılara devam ediliyordu. Risâletin ilk yıllarında vahyolunan şu ayetler, söz konusu açıklama ve uyarıların dile getirildiği ayetlerden sadece bazılarıydı:
insan, (öldükten sonra) kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? [363]
insan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor! [364]
İnsan, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? [365]
Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz? [366]
İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? [367]
Bu ve diğer bazı ayetlerde geçen ve ‘sanmak’ olarak tercüme edilen terimin aslı ‘hisbârf veya türevleridir. Kur’an bu terimi, burada zikredilen ayetlerde ve diğerlerinde hep olumsuz bir manâda kullanmıştır. Esasen ‘hisbân’m günlük dilde kullanılan ve kuşku yönüne ağırhk verilen manânın ötesinde kesinlik ifade eden bir manâsı da vardır. Örneğin çürümüş kemiklerin tozunu Resulüllah’m yüzüne üfleyerek ‘Bu çürümüş kemikler tekrar diriltilecek, öyle mi?’ diyenin amacı, esasen o kemiğin tekrar dirilmeyeceğine kesinlikle inandığını ifade etmekten başka bir şey değildi. Yine aynı şekilde olmak üzere, müşrikler başıboş/sorumsuz bırakıldıklarına, kendilerini kimsenin yenemeyeceğine… kesinlikle inanıyorlardı. Ama onların bu durumu Kur’an tarafından ‘sanmak’ ile açıklandı. Kur’an, söz konusu yanlış inanç ve ilkelerin sahiplerinin her ne kadar inançları ve durumlarıyla ilgili kuşkusuz bir güvenleri olsa bile, esasen tamamıyla tahmine dayandıklarını, kişisel tahminlerini doğru bilgi gibi algıladıklarını, derin bir aldanışla aldandıklarmı ifade etti ve gösterdi.
Zann’ da, Kur’an’ın İslâm davetinin muhaliflerini tanımlamada kullandığı terimlerden birisidir. Türkçe’de zan, sanı, tahmin, kanaat anlamlarına gelebilecek olan ‘zann’, Kur’an’m kullanımında tamamıyla olumsuz manaya sahiptir. Kur’an, çeşitli görünümlere, birbirlerine oranla farklı muhtevaya sahip islâm dışı tüm inanç sistemlerinin ve hayat tarzlarının temel dayanaklarından birisinin ‘zann’ olduğunu açıklamış ve yanlışlığın büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Doğruluğu konusunda delil bulunmayan birbirinden farklı iki görüşten doğru olmak açısından diğerine ağır basanı veya doğruluğu konusunda kesin bir delili olmayan bir kanaati ifade eden ‘zann’ın inancın ve hayat tarzının dayanağı haline getirilmiş olmasını sert bir tarzda eleştirmiştir. ‘Zann’a dayanarak İslâm’ın eleştirilmesinin, vahyin alaya alınmasının, Peygamber hakkında olumsuz görüşler dile getirilmesinin ne kadar saçma, ne kadar aptalca bir tutum ve tavır olduğunu ifade etmiştir.
Şu ayetler bunun örneklerindendir:
Dediler ki: ‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdu; yaşarız ve ölürüz. Bizi ancak zaman helak eder.’ Bu hususta onların hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanlarına göre hüküm veriyorlar. [368]
Kalelerine sığınarak Allah’ın azabından korunacaklarını zannetmişlerdi. Ama Allah ‘in azabı onlara beklemedikleri yerden geliverdi. [369]
Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanlarına uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez. [370]
(Alevli ateşe girecek) o kişi hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini zannediyor. [371]
(Ey Cehenneme sürüklenenler!) Sizler, ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz; yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini zannediyorsunuz. Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. [372]
Göğü, yeri ve ikisi arasmdakileri boş yere yaratmadık. Onları amaçsız bir şekilde yarattığımız düşüncesi inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! [373]
Genel manâda düşünüldüğü zaman zan konusunda şöyle bir istisna vardır: Eğer zanda bulunulurken bir delile dayanılırsa, bu durum yapılan tahmini ilim seviyesine çıkarabilir. Buna karşılık delil çok zayıfladığı veya delil olmadığı zaman, zan vehim düzeyine iner. Dolayısıyla her zan, ilim ile vehim arası bir yerde bulunur. Bir başka söyleyişle, her zan aynı derecede olumsuz değildir. Belki bazı konularda zan edilebilir. Ancak zan, hiçbir zaman, İslâm davetinin muhaliflerinin yaptığı gibi hakikate muhalefetin veya yanlış bir inanç ve hayat tarzının referansı olmamalıdır. Kur’an bu konunun üzerinde ısrarla durmuş ve bu tür zandan sakındırmıştır.
Zannın sadece insanlar arası işlerde; günlük hayatla ilgili basit işlerde olabileceğini ifade etmiştir. Fakat buna rağmen müminlerin yine de çok dikkatli olmaları gerektiğini bildirmiştir. Müminlerin günlük işlerinde bile mümkün olduğunca zandan uzak durmalarını istemiştir: ‘Ey iman edenler! Zatının çoğundan kaçının. Çünkü zannm bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı ? îşte bundan tiksindiniz. (Birisinin dedikodusunu yapmak onun etini yemek gibi iğrenç bir iştir). O halde Allah’tan korkun (ve yanlışınız nedeniyle tövbe edin). Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir.[374]
İnsanların günlük işlerinde, basit konularda olabilecek zannı bile olumlu değerlendirmeyen, zanla hareket etmeyi eleştirip, reddeden Kur’an, dikkatleri tüm beşeri dinlerin zanna dayandığına çekmiştir. Mekke eşrafına ve o eşrafın sonraki çağlardaki haleflerine seslenmiş, inanç ve görüşlerinin doğruluğu konusunda hiçbir delilleri olmadığını bildirmiştir. Zanna dayanmanın beşeri dinlerin değişmeyen özelliği olduğunu ifade etmiştir. Bu konunun üzerinde ısrarla durarak, hakikate sırtlarını dönmüş kimselerin açması durumunu gözler önüne sermiştir:
İnsanlardan kimi, Allah hakkında ilmi olmaksızın tartışır ve bunu yaparken azgın şeytana uyar. [375]
Doğrusu birçokları, bilmeden keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.[376]
Bunlar, hem tüm beşerî dinlerin ortak özelliklerini ifade etmesi ve hem de İslâm davetini reddedenlerin kişilik ve karakterlerini; hâl ve gidişatlarını göstermesi açısından çok önemlidir. Daha da önemlisi, muhaliflerinin zihniyetlerini, kişiliklerini ve dinlerinin özelliklerini deşifre eden Kur’an’ın, onlarla ilgili açıklamalarının hiçbir şekilde kendisiyle ve kendisini rehber edinenlerle ilgili bir özellik olmadığını belirtmesidir. Bilgi konusunda önyargı, tutku, alışkanlık ve tutarsız düşüncelerden uzak durmayı, onlara uzak olmayı isteyen Kur’an, dinamik ve derin bir din anlayışını öne çıkarmıştır. İlmi, inancın ve hayat tarzının merkezine koymuştur.[377]
İlmin Adamları
Kur’an, ilmi ve ilim adamını övmüştür; tüm insanlardan ilmin adamları olmalarını istemiştir. ‘Bilesin’ (ilam) veya ‘bilesiniz’ (i’lamû) şeklindeki emir kipleri hep bununla ilgilidir. Elbette ki tüm insanlardan istediği ve müminler için olmazsa-olmaz şart olarak ifade ettiği şey ‘bilim adamı’ olmaları, din konusunda ‘uzmanlaşmaları’ değil; imanlarını ve hayat tarzlarını ilme dayandırmalarıdır. Şu ayetler ise bunun örneklerinden bazılarıdır:
Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. [378] Bilesiniz ki, Allah’ın azabı çetindir. [379] Bilesiniz ki Allah’ın huzuruna toplanacaksınız. [380] Bilesiniz ki Allah çok güçlü ve her şeyi yerli yerince yapandır. [381] Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz. [382]
Eğer sen sözü açıktan söylersen bilesin ki, O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. [383]
Kur’an idrak etmeye; düşünüp gerçeği anlamaya, akıl erdirme çabasına ayrıcalıklı bir önem vermiştir. Akıl erdirilmesini/idrak edilmesini emretmiştir. Çünkü daha bilinçli imana sahip olunmasını amaçlamaktadır. İnancın ve hayat tarzının, müşriklerin/kafirlerin yaptıkları gibi zanlarla, sanmalarla değil, bilinçli bir bilgiye dayandırılarak gerçekleştirilmesini istemektedir. Bu nedenle de her fırsatta ‘idrak edecek misiniz?’, ‘idrak etmeyecek misiniz?’ diye sormuştur. Sorusunu iş olsun diye, amaçsız bir şekilde sormadığı için de, beşerî bilgi imkânlarıyla cevabı verilemeyecek bazı soruların cevabını bizzat kendisi vermiş ve idrakleri açıp, harekete geçirmenin çabasını yürütmüştür:
Ceza gününün ne olduğunu idrak ediyor musun? Bir kez daha (soruyorum): Hesap gününü idrak ediyor musun? (O) hiç kimsenin başka birisine zerre miktarı fayda sağlayamayacağı bir gündür. Çünkü o gün hakimiyet sadece Allah’a aittir. [384]
Siccîn nedir, idrak ediyor musun? O (silinmez bir şekilde) tutulan kayıttır. Vay haline o gün hakikati yalanlayanların.[385] O sarp yokuşun ne olduğunu idrak ediyor musun? O, insanları tutsaklık zincirlerinden kurtarmaktır; kendisi ihtiyaç içindeyken bile başkasının ihtiyaç içinde olduğunu düşünüp bencillik yapmamak, açları doyurmaya çalışmaktır; yakınlığı olan bir yetime veya herhangi bir yakınlık bağı olmayan yabancı yoksula yardım etmektir; iman edenlerden ve birbirlerine sabrı, merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. [386]
Kadir gecesinin ne olduğunu idrak ediyor musun? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. O gece melekler, Rabbinin izniyle ilâhî bir ilham taşıyarak bölük bölük inerler; (insanı) her türlü (kötülük)ten emin kılar bu gece; tâ şafak vaktine kadar. [387]
Aniden kopup gelen o şey! Ne dehşet vericidir o aniden kopup gelen şey! idrak ediyor musun aniden kopup gelen o şeyi? (O) insanların şaşkın vaziyette uçuşan pervanelere benzeyeceği gündür. Dağlar yumuşak yün yumakları gibi (dağılırlar, uçuşurlar). O gün tartıda (iyilikleri) ağır basan kişi kendisini mutlu bir hayat içinde bulur. Tartıda (iyilikleri) hafif gelen ise, bir uçurumunun girdabına sürüklenir. İdrak ediyor musun, nedir o (uçurum)? O kızgın bir ateştir.
Kur’an, ilmi, gerçeğe uygun olmak, gerçekle örtüşmek anlamında kullanmıştır, ilmi herhangi bir bilgiden titizlikle ayırmıştır. Bilginin ilim olabilmesi için zandan ayrılmasını sağlayacak sağlıklı ve tutarlı kavrayışı; kuruntu ve yanılgılardan seçilmesini sağlayacak realiteye uygunluğu; taklit ve bilinçsiz bağlılıktan ayrılmasını sağlayacak delile dayanmayı bir şart olarak ifade etmiştir. Davetin muhaliflerinin ilim olarak düşündükleri şeylerin esasen sadece zan, sanı, tahmin olduğunu açıklayan ve gösteren Kur’an, müminlerin ilmin adamları olması gerektiğini çok değişik vesilerle ve sürekli bir şekilde bildirmiş, istemiş ve hatta emretmiştir. Küfür, şirk, cehalet, zan arasında bağlantı kuran ve hepsini aynı anlam alanında buluşturan Kur’an; kendisini, imanı ve ilmi de başka bir anlam alanında buluşturup birleştirmiştir:
(Resulüm!) İşte böylece sana (önceki kitapları tasdik eden) bu Kitab’ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. Şunlardan (Mekkelüerden) da ona iman eden nice kimseler vardır. Âyetlerimizi, ancak kâfirler (inatları yüzünden) bile bile inkâr ederler… Hayır, o (Kur’an), kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkâr ederler. [388]
Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur’an’ın) hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuşsun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir. [389]
Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm (hikmetli bir söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah tarafından senin ne bir dostun ne de koruyucun olur. [390]
İlmi beşerî ve ilâhî olmak üzere iki grupta ele alan ve açıklayan Kur’an, duyu organları aracılığıyla elde edilen ilmi beşerî, vahiy ile Allah’tan gelen ilmi ise ilâhî olarak nitelemiştir. Ancak bunları hiçbir şekilde birbirlerinin karşıtı veya çelişiği olarak görmemiş; böylesi bir anlayışa veya yoruma katılmamıştır. Bunların birbirleriyle olan uyumlarına, birbirlerini anlaşılır kılmalarına, birbirlerini tamamlamalarına dikkat çekip, ilâhî ilmi doğru anlayabilmek için beşerî ilmin önemine vurguda bulunmuştur. Bu önemli bir açıklamadır. Çünkü zanna, sanıya, tahmine dayansa da müşriklerin, kafirlerin inançlarını teşkil eden bilgileri de esasen bir ‘iman’dır; müminlerinkinin de iman olduğu gibi. Fakat Kur’an bu iki imandan müminlerinkini ilme dayandırırken, diğerini en ‘doğru haliyle bile sadece bir zan, sanı, tahmin olarak nitelemiştir. Ancak bu ayrımı sadece bir söylem olarak gerçekleştirmemiş, hiçbir şekilde kendisi hakkında ‘sebebini sormayın; ben doğruyum, o yanlış’ yaklaşımı sergilememiştir.
Tespitinin gerekçesini somut nedenlere dayandırmıştır. Şöyle ki, ‘iman’ sübjektif bir kabuldür. Bu durumda da şu soru büyük bir önem kazanmaktadır: ‘Hem müminlerin ve hem de kafirlerin ‘imanları sübjektif olduğuna göre, bu İki kesimin imamyla ilgili olarak Kur’an’ın ifade ettiği zan-ilim ayrışması sadece bir iddia olarak mı kalacaktır? Eğer bir iddia olarak kalacaksa Kur’an’ın müşriklerin/kafirlerin bilgisi için söylediğini, onların da Kur’an için söylemelerini ne engelleyebilir; iki tespitten gerçek olan nasıl fark edilecek?’ işte bu aşamada gerçeğin bilgisi olan vahyin farkı açığa çıkmaktadır. Kur’an açıklıyor ki, vahyin bilgisi olan kendisi iç ve dış ‘tabiatın’ bilgisiyle uyumludur; onları aşar, ama onlara aykırı değildir.
Tabiatın bilgisi de ayettir, aynen kendisinin olduğu gibi. Ve ayetler birbirleriyle çatışmazlar; birbirlerini desteklerler. Bu nedenle Kur’an, doğruluğunun delillerinin bir kısmım dış tabiattan (âfâkî ayetler), bir kısmını ise iç tabiattan (enfüsî ayetler) hareketle sunmuştur.[391] Bu delillerin düşünülmesini, akledilmesini, fıkhedilmesini, tedebbür edilmesini istemiştir:
Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır. İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah’ın âyetleridir. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin! O, Allah’ın kendisine okunan âyetlerini işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki hiç onları duymamış gibi (küfründe/nankörlüğünde) direnir, işte onu acı bir azap ile müjdele!… İnkâr edenlere, ‘Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suçlu bir toplum olmuştunuz, değil mi?’ denilir. [392]
Üstlerinde kanatlarını aça-kapata uçan kuşları (hiç) görmediler mi? Onları (havada) rahman olan Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir. [393]
Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. [394]
Kur’an kendisi ile insanlığa sunulan bilgilerin gerçek olduğunu, Allah’ın tabiattaki ‘ayetlerini’ şahit tutarak ispatlamaktadır. Her ne kadar taraftarları tarafından ilim kabul edilse bile, zanna dayanan bilginin inşa ettiği inançların ve hayat tarzlarının ‘iç tabiatın’ ve ‘dış tabiatın” ilmi ile örtüşmediğini, tabiattaki ‘ayetlerin’ zanna dayanan bilgileri yanlışladiğım bildirmiş ve örnekleriyle de göstermiştir:
De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ Derler ki: ‘Allah’tır.’ O halde de ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu? Yoksa O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: ‘Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir’. [395]
Kendileri yaratıldığı halde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları (Allah’a) ortak mı koşuyorlar? [396]
De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız, ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana! Onlar yerdeki hangi şeyi yarattılar! Yoksa onların göklerde mi bir ortaklıkları var!’ Yahut biz onlara, (bu hususta) bir kitap mı verdik de onlar, o kitaptaki bir delile dayanıyorlar? Hayır! O zalimler birbirlerine, aldatmadan başka bir şey vâdetmiyorlar[397]
Ruhlar (bedenlerle) birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kıza hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda.[398]
Kur’an gerçeğin bilgisini; realiteyle örtüşen bilgiyi sadece ‘ilim’ ile ifade etmedi. Gerçeğin bilgisini bazı nüanslarıyla ayırdı ve ilmi, hakikati anlamanın, bilmenin, fark etmenin daha ötesine de uzanan özel durumlarıyla da açıkladı. Bu bağlamda ‘yakîn’ terimi önemli bir yere sahiptir. Yakın, Kur’an’ın önemsediği ve olumladığı terimlerden birisidir. Gerçi sübjektif bir durumu ifade etmektedir. Ancak yakın ilmin bir ileri aşaması olması nedeniyle ilme aykırı değildir. Her yakın bir ilimdir, ama her ilim bir yakın değildir. Böylelikle yakîn adına girilebilecek yanlışların kapısı sıkıca kapatılmıştır.
Kur’an’ın tercih edip kullandığı ‘yakîn’in ne olduğunu anlamak için ‘ilim’den hareket etmek gerekmektedir, ilim en sade anlamıyla gerçeğe uygunluğu ifade etmesine karşılık, yakîn gerçek olmayı, gerçeği yaşamayı, gerçeğe ermeyi ifade etmektedir. Kur’an’da, ilahî lütuf gereği gönlündeki her türlü şek ve şüphelerden uzaklaşmış kişinin imam yakînin örneği olarak ifade edilmiştir. Ahireti gözleriyle görmüşçesine iman edenlerin durumunun, yakînle aynı kökten türemiş ikan ile tanımlanması konunun örneklerinden birisini oluşturmaktadır.[399]
Yakîn elbette ki, öncelikle müminlerden bazılarının özelliği olarak anlam kazanmaktadır. Ancak sadece müminlere ait kılınmamıştır. Müminlerden bazıları dünyadayken yakîne sahip olurlarken, müşriklerin/kafirlerin de yakîne ulaşabilecekleri bildirilmiştir. Ancak bir farkla; onların yakîne ulaşması ahirette gerçekleşecektir. Kur’an, cehenneme düşen müşriklerin/kafirlerin yakîne erişmelerini şöyle anlatılmıştır: ‘O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğerek, ‘Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık’ deyişlerini bir görsen! [400]
Kur’an bir delilden hareketle oluşan ilim anlamında ‘ilme’l yakîn’ı kullanarak ilmin gerçekle birebir örtüşmesine, gerçeği yansıtmasmdaki önemine dikkat çekerken; ilme’l yakîn’in sonucu olarak anlam kazanan yakîn durumunun üst aşaması olarak da ‘ayne’l yakîn’i kullanmıştır. Bu iki durumun Kur’an’daki örneği aynı kimselerin birbirini takip eden özelliklerine bağlı olmak üzere şöyle verilmiştir: (Ey günahkârlar!) Çok şeye sahip olma yarışınız, açgözlülüğünüz sizi oyalıyor (bu nedenle gerçeği göremiyor, anlayamıyorsunuz). Bu durumunuz ölümünüze kadar da devam edecek. Ama! Yakında bileceksiniz! Evet, kuşku yok ki yakında (gerçeği) bileceksiniz- Evet onu yakında kesin bir bilgiyle görüp, bileceksiniz (ilme’l yakîn). (Cehennemin) şiddetli ateşini muhakkak tadacaksınız. O (cehennemin azabını) apaçık yaşayacaksınız (ayne’l yakîn). Ve o gün verilmiş nimetlerden dolayı hesaba çekileceksiniz.[401]
Vahyolunan her ayetle ilim-zan, güven-kuşku farklılığı olanca açıklığıyla ortaya konunca hem müminler ve hem de müşrikler tarafından iyice anlaşıldı ki, İslâm mevcut inanç sistemlerine ve hayat tarzlarına ek olarak gelmiş yeni bir din değildir. O, insanın özünde bulunan her türlü iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun, hayrın, gerçeğe uygunluğun, ahlâkın… bir araya gelişidir; bunlann her türlü lekeden, pislikten ayrılarak sistemli bir bütüne dönüşünün ismidir, islâm ile diğerleri arasındaki farklılık iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, hakikat-batıl, adalet-adaletsiz-lik, akıllıhk-akılsizlık, bilinçlilik-bilinçsizlik- sorumluluk-sorumsuzluk… farklılığından başka bir şey değildir. Üstelik bu ayrışma ilk ayetlerle birlikte başladı. Resulüllah’a verilen ‘Rabb’ini yücelt’, ‘Elbiseni temiz tut’, ‘Pis şeylerden uzak dur’, ‘Yaptığın iyilikleri çok bularak başa kakma [402] talimatları söz konusu ayrışmanın gereği ve başlangıcı oldu. Daha sonra bunları diğerleri takip etti. Sonuçta dosdoğru bir inanç sistemi ve hayat tarzı hiç eksiksiz, kusursuz; bir şekilde tamamlandı. Ve Allah tüm müminler için şu ebedî uyarıyı yaptı: ‘Eğer sana gelen bu ilimden sonra, o (yanlış yolda gidenlerin) arzularına uyarsan, seni Allah’a karşı koruyacak ne bir dost ne de bir savunucu bulabilirsin.[403]
[357] Zümer sûresi, 39:9
[358] Rad sûresi, 13:37
[359] Israiloğullarmı denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim İçin bir tanrı yapF dediler. Musa: ‘Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz’ dedi.’ (A’raf, 7:138) ‘Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, o zalimler açıkça Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.’ (En’am, 6:33). ‘O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz.’ (A’raf, 7:51). İşte onlar Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin kendileridirler.1 (En’am, 6:108). ‘Yahut (o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; (öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut… Birbiri üstüne karanlıklar… İnsan, elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahî göremez. Bir kimseye Allah nûr vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur.’ (Nûr, 24:40). ‘Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.
Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.’ (Yunus, 10:36).
[360] (Peygamber) onlara iyiliği emredip, kötülüğü yasaklar. Temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar. (Hayatlarını zorlaştıran) sırtlanndaki ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar.’ (A’raf, 7:157) ‘Bu Kur’an İnsanları gerçekten en doğru yola iletir.’ (Isra: 17:9) ‘Ey iman edenler! Sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah ve Resulünün çağrısına koşun.’ (Enfal, 8:24) ‘Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulunu apaçık ayetlerle gönderen O’dur. Şüphesiz Allah sizlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.’ (Hadid, 57:9) Allah kullarım esenlik yurduna çağırıyor.’ (Yunus, 10:25)
[361] İşte onlar, Rableri tarafından gösterilmiş doğru yol üzeredirler ve onlar kurtuluşa erenlerdir.'(Lokman, 31:5) ‘Ve onlar, sözün en güzeline yöneltilmişler, övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna iletilmişlerdir.1 (Hac, 22:24) İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.’ (Bakara, 2:157) ‘Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velisidirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten ahkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir.’ (Tevbe, 9:71) ‘(O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.’ (Furkan, 25:72) ‘Ve onlar ki, iffetlerini korurlar.’ (Mü’minun, 23:5) ‘(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar. Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı (nın cezasını) bulur.’ (Furkan, 25:67, 68)
[362] Zariyat, 51: 8-15
[363] Kıyamet, 75:3
[364] Kıyamet, 75:36
[365] Beled, 90:5
[366] Mü’minun, 23:115
[367] Ankebut, 29:2
[368] Casiye, 45:24
[369] Haşr, 59:2
[370] Necm, 53:27,28
[371] İnşikak, 84:14
[372] Fussilat, 41:22,23
[373] Sad, 38:27
[374] Hucurat, 49:12
[375] Hac, 22:3
[376] En’am,6:119
[377] İlmini1 ve ondan türemiş terimler Kur’an’da 865 defa geçmiştir. Kuşku yok ki, bu Kur’an’ın ‘ilm’e. verdiği önemin bir göstergesidir. Üstelik bu sayıya ilimle yakınlığı olan/ıfeih, ma’rifet, hudâ, akıl, fikir, tedebhür, tezekkür, nazar, hasıra gibi terimler dahil değildir. Buna ek olarak ilmin karşısında anlam kazanan ve reddedilen, olumsuz olduğu ifade edilen, istenmeyen, yasaklanan cehl, sefeh, dalâl, ameh, zan, batıl, ifk gibi terimler de dahil değildir.
[378] Muhammed, 47:19
[379] Bakara, 2: 196
[380] Bakara, 2: 203
[381] Bakara, 2:209
[382] Talak, 65:12
[383] Taha, 20:7
[384] İnfitâr, 82:17-19
[385] Mutaffifîn, 83:8-10
[386] Beled, 90:12-17
[387] Karia, 101:1-11
[388] Ankebut, 29: 47,49
[389] Hac, 22:54
[390] Rad, 13:37
[391] ‘insanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?’ (Fussilet, 41:53) ‘Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?’ (Zariyat, 51:20,21)
[392] Casiye, 45:3-8,31
[393] Mülk, 67:19
[394] Duhân, 44:38, 39
[395] Rad, 13:16
[396] A’raf, 7:191
[397] Fâtır:35:40
[398] Tekvir: 81:7-9
[399] Bakara, 2:4
[400] Secde, 32:12
[401] Tekâsür, 102:1-8
[402] Müddesir, 74:3-6
[403] Rad, 13:37
Bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Bu gerçeği ancak kavrama yeteneği olanlar anlarlar.[357] Sana gelen bunca vahiy bilgisinden sonra, onların istek ve arzularına uyarsan bil ki, Allah’a karşı ne bir yardımcı ve ne de bir koruyucu bulabilirsin. [358]
Derin ve Kapsamlı Bir Ayrışma
Mekke’de yeni bir inanç sistemi ve hayat tarzı vücut buluyordu. Mekke, her geçen gün iki ayrı inanç sisteminin ve hayat tarzının birbiriyle çatıştığı bir yere dönüşüyordu. Söz konusu inanç sistemi ve hayat tarzlarından birisinin kaynağı vahiydi. Resulüllah tarafından tebliğ ve beyan olunuyordu. İslâm ismine sahipti. Resulüllah’m ve O’na güvenip davetini kabul etmiş müminlerin şahsında adım adım bireysel ve toplumsal özellikleriyle inşa oluyordu. Diğeri ise, birbirlerine oranla çok farklı inançların ve hayat tarzlarının Mekke’deki temsilcisiydi. O şirkti; şirk diniydi. Şirkin gerektirdiği her türlü yanlışlığın bir hayat tarzına dönüşmüş biçimi olarak bireysel ve toplumsal hayata egemen olmanın çabasını yürütüyordu, iki din arasında çok yönlü ve yoğun bir savaş vardı. Savaş henüz sadece değer ve anlayışlarda kendini açığa vuruyordu. Fakat sürecin yakın zamanda fiilî çatışmalara gebe olduğu da kesindi. Çünkü islâm tarafından hergün biraz daha deşifre edilen ve yanlışlığı, hakikate uzaklığı, saçmalığı, kötülüklere temel oluşu her gün biraz daha açığa çıkarılan şirk, mensuplarının şahsında saldırganlaştıkça saldırganlaşıyordu. Zorbalıkla egemen olmaya ve elde ettiği egemenliği sürdürmeye çalışıyordu.
İslâm’ın son peygamberin şahsında insanlığa sunuluşu Müddessir süresinin ilk ayetleriyle başlamıştı. Her geçen gün, her vahyolunan ayet ile bir inanç sistemi, bir hayat tarzı olarak aşama aşama inşa olup, tamamlanıyordu. Ancak o yeni bir din değildi. İslâm kendisini dinler arenasındaki yeni bir din olarak takdim etmiyordu. Asıl olan kendisiydi. Mekke toplumundan hareketle ve Hz. Muhammed ile tüm insanlığa sunuluyordu ama, insanlığın ilk ve asli diniydi. Bu nedenle de diğerlerinin arasında, onlara rağmen varolacağı bir hayat alanı bulmanın mücadelesini vermiyordu. Ayrıca, insanlığın dosdoğru dini olması konusunda kendisine ortak veya yandaş kabul etmiyordu. Önce kendisi vardı ve diğer tüm dinler; inançlar, hayat tarzları kendisinden sonra ve kendisine tepki olarak doğmuşlardı. Tepkisel olanlar, sonradan oluşanlar diğerleriydi; yapay, sahte, temelsiz, yoldan çıkmanın sonucu, yanılgı ürünü olmak onlara aitti. Hz. Peygamberle insanlık katmda vücut bulmaya başlayan vahyin dini ise asıldı, gerçekti, maddî ve manevî temelleri vardı, sağlamdı, esenliğin yoluydu, kurtuluşun rehberiydi. Bunu ise sahip olduğu doğrularıyla, akla, bilince, şuura, düşünceye hitaplarıyla ortaya koyuyor ve ikna, ispat, bilgilendirme süreçlerinde kendisi ile muhalifleri arasındaki farklılıkları bütün ayrıntılarıyla gözler önüne seriyordu.
Vahyin dini olan İslâm, birbirlerine oranla sahip oldukları bütün farklılıklarına rağmen diğer dinlerin hepsini aynı kategoride değerlendiriyordu. Hepsinin de benzer zihniyetin ve şartların ürünü olduğuna dikkat çekiyordu; hepsi de insanların eseriydiler; yanlışların, cehaletin, heva ve hevesin, zannm, aldanışın, aldanmanın ve aldatmanın… ürünüydüler. Bilgi olarak zan, hayat tarzı olarak cahiliye temel dayanaklarım oluşturuyordu.[359] Halbuki kendisi ilme dayanıyordu; mutlak gerçeğin inanç ve hayat tarzıyla ilgili boyutu İslâm olarak anlam kazanmıştı. İslâm inançta ve yaşantıdaki doğruların ismiydi. İslâm gerçekti, İslâm esenlikti, İslâm hakti, adaletti, doğruluktu, güzellikti, iyilikti, akıllılıktı, bilinçlilikti.[360] Müslüman ise tüm bunlara teslim olandı; tüm bunları yaşayan ve yaşanmasının çabasını yürütendi.[361]
Vahyin diniyle diğerleri arasında bazen gizli, bazen açık bir savaş vardı. Mekke toplumu hakikat ile batılın savaş alanına dönüşmüştü. Ancak sürecin yegâne faili vahiydi; her vahyolunan ayet safları biraz daha ayırıyor; farklılığı biraz daha netleştiriyordu. İlk ayetlerle başlayan ayrışma, risâletin her yeni aşamasında biraz daha ayrıntılara iniyordu. Peş peşe vahyolunan ayetlerle, müminlere nasıl olmaları veya olmamaları gerektiği ayrıntılı bir şekilde bildiriliyordu.
Vahiy, geçmişte yaşamış hakikat önderlerinin, salihlerin ve Resulüllah’ın şahsında olması gereken insan modeli ortaya koyup, tüm insanlardan bu modelleri örnek almalarım istiyor; geçmişin ve Mekke’nin kötülük önderlerinin, zorbalarının, zalimlerinin, azgınlarının şahsında da benzerlik dahi taşınmaması gereken olumsuz, kötü, ahlâksız, tutarsız insan tipini gösteriyordu. Yine, vahyolunan her bir ayet hakikat-batıl, doğru-yalan, iyi-kötü, güzel-çirkin, ahlâklılık-edepsizlik farkını müminlerin ve islâm davetinin muhalifi olan kötülük önderlerinin veya yandaşlarının kişilik ve karakterlerinde, inanç ve hayat tarzlarında ayrıntılı bir şekilde ortaya koyuyordu.
Müşriklerin/kafirlerin bazı fikirlerle, inançlarla, gerekçelerle gizledikleri yahut üzerini örttükleri tüm yanlışları, zorbalıkları, edepsizlikleri deşifre ediyordu. Zariyat sûresi bu konuda örneklerden sadece birisiydi. Zariyat sûresi ile özelde islâm davetinin Mekke’deki muhaliflerinin, genelde ise tüm beşeri dinlerin ve mensuplarının bazı özellikleri şöyle açıklanıyordu: ‘(Ey yanlışın adamları!) Sizler neye inanılacağı konusunda derin bir ayrılık içerisindesiniz. (Şunu bilin ki, inanç konusunda) gerçeğe aykırı görüşleri savunanlar ancak kendilerini aldatırlar. Onlar (inandıkları veya inkâr ettikleri nedeniyle) yalnızca kendilerini yok ederler. Kahrolsun; anlayıp bilmedikleri şeyler konusunda sadece zanda bulunmakla yetinenler, aptallıkları nedeniyle cehalete gömülenler! (Biliyoruz ki, onlar alaycı bir şekilde) ‘Ne zaman gelecekmiş hesap günü?’ diye soruyorlar, (iyice bilsinler ki, onlar) o gün (alay ettikleri) o ateşi tadacaklar. (O gün kendilerine) ‘işte sorduğunuz ateş bu’ denilecek. Fakat Allah’a karşı sorumluluklarının bilincinde olanlar, (o gün) kendilerini (keyifle gezinecekleri) bahçeler arasında, pınarların başında bulacaklar.[362]
Zannın Adamları
Zariyat sûresine ait yukarıdaki ayet grubunda dikkat çeken önemli nokta, davetin muhaliflerinin ‘anlayıp-bilmeyen’, ‘aptallıkları nedeniyle cehalete gömülmüş’ kimseler olarak tanımlanmasıydı. Söz konusu ayetlerde, müşriklerin eksik ve yanlışlarla dolu inançlarını ve gidişatlarını kontrol etmeleri gerekirken, bunu yapmayıp hakikat davetine muhalefet etmelerinin garipliğine, gülünçlüğüne dikkat çekiliyordu. Ayrıca, ‘Kahrolsun, anlayıp bilmedikleri şeyler konusunda sadece zanda bulunmakla yetinenler’ denirken, davetin muhaliflerinin tüm yanlışlıklarının temelini teşkil eden çok önemli bir özellik açığa çıkarılıyordu, ilgili ayette geçen ve Türkçeye aktarılırken ‘zan’ olarak karşılanan kelime ‘harrâs’tır. Buna göre ayette kısaca ‘harrâslar kahrolsun’ denilmektedir.
‘Harrâs’ tahminde bulunan kişinin ismidir. Araplar bir ürünün miktarı veya bir orduyu oluşturan askerlerin sayısını tahmin edenlere ‘harrâs’ derlerdi. Bu ismin, mevcut kullanımının ötesinde olmak üzere, Kur’an tarafından inanç ve hayat tarzı (din) konusunda kullanılıyor olması ilginç ve önemliydi. Bu kullanımla, islâm davetinin muhalifi olan Mekke eşrafına ve yandaşlarına açıkça şu deniliyordu: ‘Uğrunda canlarınızı, mallarınızı feda ettiğiniz inançlarınızın ve ilkelerinizin, sımsıkı sarıldığınız ve hiçbir şekilde değiştirmeye yanaşmadığınız hayat tarzlarınızın, hâl ve gidişatlarınızın gerçeğe uygunluğu, ancak bir harrâsın tahmininin gerçeğe uygunluğu kadardır. Harrâs tahmininde isabet etse bile, yaptığı şey sadece tahmindir ve öyle de kalmaya mahkûmdur; onun yaptığı hiçbir zaman gerçeğin bilgisi olamaz. Gerçeğin verdiği güvene neden olamaz. Üstelik sizlerin inanç ve hayat tarzınızla ilgili konularda gerçeği tespit edecek imkân ve aracınız da yok.
Ayetlerde, imanları nedeniyle kendileyle alay edilen müminlere, o alay eden müşriklerin/kafirlerin inanç ve hayat tarzlarının çürük temeli gösteriliyordu. Müşriklerin ilme değil, zanna dayandıkları, zan üzere bir inanç sistemine ve hayat tarzına sahip olmakla nasıl aldandıkları ifade ediliyordu. Üstelik bu sadece birkaç ayetin konusu da değildi. Farklı zamanlarda vahyolunan ayetlerde aynı konuya dikkat çekiliyor, sıklıkla gerekli açıklama ve uyarılara devam ediliyordu. Risâletin ilk yıllarında vahyolunan şu ayetler, söz konusu açıklama ve uyarıların dile getirildiği ayetlerden sadece bazılarıydı:
insan, (öldükten sonra) kendisinin kemiklerini bir araya toplayamayacağımızı mı sanıyor? [363]
insan, kendisinin başıboş bırakılacağını mı sanıyor! [364]
İnsan, hiç kimsenin kendisine güç yetiremeyeceğini mi sanıyor? [365]
Sizi sadece boş yere yarattığımızı ve hakikaten huzurumuza geri getirilmeyeceğinizi mi sanıyorsunuz? [366]
İnsanlar, imtihandan geçirilmeden, sadece ‘iman ettik’ demeleriyle bırakılıvereceklerini mi sandılar? [367]
Bu ve diğer bazı ayetlerde geçen ve ‘sanmak’ olarak tercüme edilen terimin aslı ‘hisbârf veya türevleridir. Kur’an bu terimi, burada zikredilen ayetlerde ve diğerlerinde hep olumsuz bir manâda kullanmıştır. Esasen ‘hisbân’m günlük dilde kullanılan ve kuşku yönüne ağırhk verilen manânın ötesinde kesinlik ifade eden bir manâsı da vardır. Örneğin çürümüş kemiklerin tozunu Resulüllah’m yüzüne üfleyerek ‘Bu çürümüş kemikler tekrar diriltilecek, öyle mi?’ diyenin amacı, esasen o kemiğin tekrar dirilmeyeceğine kesinlikle inandığını ifade etmekten başka bir şey değildi. Yine aynı şekilde olmak üzere, müşrikler başıboş/sorumsuz bırakıldıklarına, kendilerini kimsenin yenemeyeceğine… kesinlikle inanıyorlardı. Ama onların bu durumu Kur’an tarafından ‘sanmak’ ile açıklandı. Kur’an, söz konusu yanlış inanç ve ilkelerin sahiplerinin her ne kadar inançları ve durumlarıyla ilgili kuşkusuz bir güvenleri olsa bile, esasen tamamıyla tahmine dayandıklarını, kişisel tahminlerini doğru bilgi gibi algıladıklarını, derin bir aldanışla aldandıklarmı ifade etti ve gösterdi.
Zann’ da, Kur’an’ın İslâm davetinin muhaliflerini tanımlamada kullandığı terimlerden birisidir. Türkçe’de zan, sanı, tahmin, kanaat anlamlarına gelebilecek olan ‘zann’, Kur’an’m kullanımında tamamıyla olumsuz manaya sahiptir. Kur’an, çeşitli görünümlere, birbirlerine oranla farklı muhtevaya sahip islâm dışı tüm inanç sistemlerinin ve hayat tarzlarının temel dayanaklarından birisinin ‘zann’ olduğunu açıklamış ve yanlışlığın büyüklüğüne dikkat çekmiştir. Doğruluğu konusunda delil bulunmayan birbirinden farklı iki görüşten doğru olmak açısından diğerine ağır basanı veya doğruluğu konusunda kesin bir delili olmayan bir kanaati ifade eden ‘zann’ın inancın ve hayat tarzının dayanağı haline getirilmiş olmasını sert bir tarzda eleştirmiştir. ‘Zann’a dayanarak İslâm’ın eleştirilmesinin, vahyin alaya alınmasının, Peygamber hakkında olumsuz görüşler dile getirilmesinin ne kadar saçma, ne kadar aptalca bir tutum ve tavır olduğunu ifade etmiştir.
Şu ayetler bunun örneklerindendir:
Dediler ki: ‘Hayat ancak bu dünyada yaşadığımızdu; yaşarız ve ölürüz. Bizi ancak zaman helak eder.’ Bu hususta onların hiçbir bilgisi yoktur. Onlar sadece zanlarına göre hüküm veriyorlar. [368]
Kalelerine sığınarak Allah’ın azabından korunacaklarını zannetmişlerdi. Ama Allah ‘in azabı onlara beklemedikleri yerden geliverdi. [369]
Ahirete inanmayanlar, meleklere dişilerin adlarını takıyorlar. Halbuki onların bu hususta hiç bilgileri yoktur. Sadece zanlarına uyuyorlar. Zan ise hiç şüphesiz hakikat bakımından bir şey ifade etmez. [370]
(Alevli ateşe girecek) o kişi hiçbir zaman Rabbine dönmeyeceğini zannediyor. [371]
(Ey Cehenneme sürüklenenler!) Sizler, ne kulaklarınızın, ne gözlerinizin, ne de derilerinizin aleyhinize şahitlik etmesinden sakınmıyordunuz; yaptıklarınızdan çoğunu Allah’ın bilmeyeceğini zannediyorsunuz. Rabbiniz hakkında beslediğiniz zan var ya, işte sizi o mahvetti ve ziyana uğrayanlardan oldunuz. [372]
Göğü, yeri ve ikisi arasmdakileri boş yere yaratmadık. Onları amaçsız bir şekilde yarattığımız düşüncesi inkâr edenlerin zannıdır. Vay o inkâr edenlerin ateşteki haline! [373]
Genel manâda düşünüldüğü zaman zan konusunda şöyle bir istisna vardır: Eğer zanda bulunulurken bir delile dayanılırsa, bu durum yapılan tahmini ilim seviyesine çıkarabilir. Buna karşılık delil çok zayıfladığı veya delil olmadığı zaman, zan vehim düzeyine iner. Dolayısıyla her zan, ilim ile vehim arası bir yerde bulunur. Bir başka söyleyişle, her zan aynı derecede olumsuz değildir. Belki bazı konularda zan edilebilir. Ancak zan, hiçbir zaman, İslâm davetinin muhaliflerinin yaptığı gibi hakikate muhalefetin veya yanlış bir inanç ve hayat tarzının referansı olmamalıdır. Kur’an bu konunun üzerinde ısrarla durmuş ve bu tür zandan sakındırmıştır.
Zannın sadece insanlar arası işlerde; günlük hayatla ilgili basit işlerde olabileceğini ifade etmiştir. Fakat buna rağmen müminlerin yine de çok dikkatli olmaları gerektiğini bildirmiştir. Müminlerin günlük işlerinde bile mümkün olduğunca zandan uzak durmalarını istemiştir: ‘Ey iman edenler! Zatının çoğundan kaçının. Çünkü zannm bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurunu araştırmayın. Biriniz diğerinizi arkasından çekiştirmesin. Biriniz, ölmüş kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı ? îşte bundan tiksindiniz. (Birisinin dedikodusunu yapmak onun etini yemek gibi iğrenç bir iştir). O halde Allah’tan korkun (ve yanlışınız nedeniyle tövbe edin). Şüphesiz Allah, tövbeyi çok kabul edendir, çok esirgeyendir.[374]
İnsanların günlük işlerinde, basit konularda olabilecek zannı bile olumlu değerlendirmeyen, zanla hareket etmeyi eleştirip, reddeden Kur’an, dikkatleri tüm beşeri dinlerin zanna dayandığına çekmiştir. Mekke eşrafına ve o eşrafın sonraki çağlardaki haleflerine seslenmiş, inanç ve görüşlerinin doğruluğu konusunda hiçbir delilleri olmadığını bildirmiştir. Zanna dayanmanın beşeri dinlerin değişmeyen özelliği olduğunu ifade etmiştir. Bu konunun üzerinde ısrarla durarak, hakikate sırtlarını dönmüş kimselerin açması durumunu gözler önüne sermiştir:
İnsanlardan kimi, Allah hakkında ilmi olmaksızın tartışır ve bunu yaparken azgın şeytana uyar. [375]
Doğrusu birçokları, bilmeden keyiflerine uyarak halkı şaşırtıyorlar.[376]
Bunlar, hem tüm beşerî dinlerin ortak özelliklerini ifade etmesi ve hem de İslâm davetini reddedenlerin kişilik ve karakterlerini; hâl ve gidişatlarını göstermesi açısından çok önemlidir. Daha da önemlisi, muhaliflerinin zihniyetlerini, kişiliklerini ve dinlerinin özelliklerini deşifre eden Kur’an’ın, onlarla ilgili açıklamalarının hiçbir şekilde kendisiyle ve kendisini rehber edinenlerle ilgili bir özellik olmadığını belirtmesidir. Bilgi konusunda önyargı, tutku, alışkanlık ve tutarsız düşüncelerden uzak durmayı, onlara uzak olmayı isteyen Kur’an, dinamik ve derin bir din anlayışını öne çıkarmıştır. İlmi, inancın ve hayat tarzının merkezine koymuştur.[377]
İlmin Adamları
Kur’an, ilmi ve ilim adamını övmüştür; tüm insanlardan ilmin adamları olmalarını istemiştir. ‘Bilesin’ (ilam) veya ‘bilesiniz’ (i’lamû) şeklindeki emir kipleri hep bununla ilgilidir. Elbette ki tüm insanlardan istediği ve müminler için olmazsa-olmaz şart olarak ifade ettiği şey ‘bilim adamı’ olmaları, din konusunda ‘uzmanlaşmaları’ değil; imanlarını ve hayat tarzlarını ilme dayandırmalarıdır. Şu ayetler ise bunun örneklerinden bazılarıdır:
Bil ki, Allah’tan başka ilâh yoktur. [378] Bilesiniz ki, Allah’ın azabı çetindir. [379] Bilesiniz ki Allah’ın huzuruna toplanacaksınız. [380] Bilesiniz ki Allah çok güçlü ve her şeyi yerli yerince yapandır. [381] Allah, yedi kat göğü ve yerden bir o kadarını yaratandır. Ferman bunlar arasından inip durmaktadır ki, böylece Allah’ın her şeye kadir olduğunu ve her şeyi ilmiyle kuşattığını bilesiniz. [382]
Eğer sen sözü açıktan söylersen bilesin ki, O, gizliyi de, gizlinin gizlisini de bilir. [383]
Kur’an idrak etmeye; düşünüp gerçeği anlamaya, akıl erdirme çabasına ayrıcalıklı bir önem vermiştir. Akıl erdirilmesini/idrak edilmesini emretmiştir. Çünkü daha bilinçli imana sahip olunmasını amaçlamaktadır. İnancın ve hayat tarzının, müşriklerin/kafirlerin yaptıkları gibi zanlarla, sanmalarla değil, bilinçli bir bilgiye dayandırılarak gerçekleştirilmesini istemektedir. Bu nedenle de her fırsatta ‘idrak edecek misiniz?’, ‘idrak etmeyecek misiniz?’ diye sormuştur. Sorusunu iş olsun diye, amaçsız bir şekilde sormadığı için de, beşerî bilgi imkânlarıyla cevabı verilemeyecek bazı soruların cevabını bizzat kendisi vermiş ve idrakleri açıp, harekete geçirmenin çabasını yürütmüştür:
Ceza gününün ne olduğunu idrak ediyor musun? Bir kez daha (soruyorum): Hesap gününü idrak ediyor musun? (O) hiç kimsenin başka birisine zerre miktarı fayda sağlayamayacağı bir gündür. Çünkü o gün hakimiyet sadece Allah’a aittir. [384]
Siccîn nedir, idrak ediyor musun? O (silinmez bir şekilde) tutulan kayıttır. Vay haline o gün hakikati yalanlayanların.[385] O sarp yokuşun ne olduğunu idrak ediyor musun? O, insanları tutsaklık zincirlerinden kurtarmaktır; kendisi ihtiyaç içindeyken bile başkasının ihtiyaç içinde olduğunu düşünüp bencillik yapmamak, açları doyurmaya çalışmaktır; yakınlığı olan bir yetime veya herhangi bir yakınlık bağı olmayan yabancı yoksula yardım etmektir; iman edenlerden ve birbirlerine sabrı, merhameti tavsiye edenlerden olmaktır. [386]
Kadir gecesinin ne olduğunu idrak ediyor musun? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. O gece melekler, Rabbinin izniyle ilâhî bir ilham taşıyarak bölük bölük inerler; (insanı) her türlü (kötülük)ten emin kılar bu gece; tâ şafak vaktine kadar. [387]
Aniden kopup gelen o şey! Ne dehşet vericidir o aniden kopup gelen şey! idrak ediyor musun aniden kopup gelen o şeyi? (O) insanların şaşkın vaziyette uçuşan pervanelere benzeyeceği gündür. Dağlar yumuşak yün yumakları gibi (dağılırlar, uçuşurlar). O gün tartıda (iyilikleri) ağır basan kişi kendisini mutlu bir hayat içinde bulur. Tartıda (iyilikleri) hafif gelen ise, bir uçurumunun girdabına sürüklenir. İdrak ediyor musun, nedir o (uçurum)? O kızgın bir ateştir.
Kur’an, ilmi, gerçeğe uygun olmak, gerçekle örtüşmek anlamında kullanmıştır, ilmi herhangi bir bilgiden titizlikle ayırmıştır. Bilginin ilim olabilmesi için zandan ayrılmasını sağlayacak sağlıklı ve tutarlı kavrayışı; kuruntu ve yanılgılardan seçilmesini sağlayacak realiteye uygunluğu; taklit ve bilinçsiz bağlılıktan ayrılmasını sağlayacak delile dayanmayı bir şart olarak ifade etmiştir. Davetin muhaliflerinin ilim olarak düşündükleri şeylerin esasen sadece zan, sanı, tahmin olduğunu açıklayan ve gösteren Kur’an, müminlerin ilmin adamları olması gerektiğini çok değişik vesilerle ve sürekli bir şekilde bildirmiş, istemiş ve hatta emretmiştir. Küfür, şirk, cehalet, zan arasında bağlantı kuran ve hepsini aynı anlam alanında buluşturan Kur’an; kendisini, imanı ve ilmi de başka bir anlam alanında buluşturup birleştirmiştir:
(Resulüm!) İşte böylece sana (önceki kitapları tasdik eden) bu Kitab’ı indirdik. Onun için, kendilerine kitap verdiklerimiz ona iman ediyorlar. Şunlardan (Mekkelüerden) da ona iman eden nice kimseler vardır. Âyetlerimizi, ancak kâfirler (inatları yüzünden) bile bile inkâr ederler… Hayır, o (Kur’an), kendilerine ilim verilenlerin sinelerinde (yer eden) apaçık âyetlerdir. Âyetlerimizi, ancak zalimler bile bile inkâr ederler. [388]
Bir de, kendilerine ilim verilenler, onun (Kur’an’ın) hakikaten Rabbin tarafından gelmiş bir gerçek olduğunu bilsinler de ona inansınlar, bu sayede kalpleri huzur ve tatmine kavuşsun. Şüphesiz ki Allah, iman edenleri, kesinlikle dosdoğru bir yola yöneltir. [389]
Ve böylece biz onu Arapça bir hüküm (hikmetli bir söz) olarak indirdik. Eğer sana gelen bu ilimden sonra, onların arzularına uyarsan, (işte o zaman) Allah tarafından senin ne bir dostun ne de koruyucun olur. [390]
İlmi beşerî ve ilâhî olmak üzere iki grupta ele alan ve açıklayan Kur’an, duyu organları aracılığıyla elde edilen ilmi beşerî, vahiy ile Allah’tan gelen ilmi ise ilâhî olarak nitelemiştir. Ancak bunları hiçbir şekilde birbirlerinin karşıtı veya çelişiği olarak görmemiş; böylesi bir anlayışa veya yoruma katılmamıştır. Bunların birbirleriyle olan uyumlarına, birbirlerini anlaşılır kılmalarına, birbirlerini tamamlamalarına dikkat çekip, ilâhî ilmi doğru anlayabilmek için beşerî ilmin önemine vurguda bulunmuştur. Bu önemli bir açıklamadır. Çünkü zanna, sanıya, tahmine dayansa da müşriklerin, kafirlerin inançlarını teşkil eden bilgileri de esasen bir ‘iman’dır; müminlerinkinin de iman olduğu gibi. Fakat Kur’an bu iki imandan müminlerinkini ilme dayandırırken, diğerini en ‘doğru haliyle bile sadece bir zan, sanı, tahmin olarak nitelemiştir. Ancak bu ayrımı sadece bir söylem olarak gerçekleştirmemiş, hiçbir şekilde kendisi hakkında ‘sebebini sormayın; ben doğruyum, o yanlış’ yaklaşımı sergilememiştir.
Tespitinin gerekçesini somut nedenlere dayandırmıştır. Şöyle ki, ‘iman’ sübjektif bir kabuldür. Bu durumda da şu soru büyük bir önem kazanmaktadır: ‘Hem müminlerin ve hem de kafirlerin ‘imanları sübjektif olduğuna göre, bu İki kesimin imamyla ilgili olarak Kur’an’ın ifade ettiği zan-ilim ayrışması sadece bir iddia olarak mı kalacaktır? Eğer bir iddia olarak kalacaksa Kur’an’ın müşriklerin/kafirlerin bilgisi için söylediğini, onların da Kur’an için söylemelerini ne engelleyebilir; iki tespitten gerçek olan nasıl fark edilecek?’ işte bu aşamada gerçeğin bilgisi olan vahyin farkı açığa çıkmaktadır. Kur’an açıklıyor ki, vahyin bilgisi olan kendisi iç ve dış ‘tabiatın’ bilgisiyle uyumludur; onları aşar, ama onlara aykırı değildir.
Tabiatın bilgisi de ayettir, aynen kendisinin olduğu gibi. Ve ayetler birbirleriyle çatışmazlar; birbirlerini desteklerler. Bu nedenle Kur’an, doğruluğunun delillerinin bir kısmım dış tabiattan (âfâkî ayetler), bir kısmını ise iç tabiattan (enfüsî ayetler) hareketle sunmuştur.[391] Bu delillerin düşünülmesini, akledilmesini, fıkhedilmesini, tedebbür edilmesini istemiştir:
Şüphesiz göklerde ve yerde inananlar için birçok âyetler vardır. Sizin yaratılışınızda ve (Allah’ın) yeryüzünde yaydığı canlılarda, kesin olarak inanan bir toplum için ibret verici işaretler vardır. Gecenin ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten indirmiş olduğu rızıkta (yağmurda) ve ölümünden sonra yeri onunla diriltmesinde, rüzgârları değişik yönlerden estirmesinde, aklını kullanan toplum için dersler vardır. İşte sana gerçek olarak okuduğumuz bunlar Allah’ın âyetleridir. Artık Allah’tan ve O’nun âyetlerinden sonra hangi söze inanacaklar? Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin! O, Allah’ın kendisine okunan âyetlerini işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki hiç onları duymamış gibi (küfründe/nankörlüğünde) direnir, işte onu acı bir azap ile müjdele!… İnkâr edenlere, ‘Âyetlerim size okunmuş, siz de büyüklenip suçlu bir toplum olmuştunuz, değil mi?’ denilir. [392]
Üstlerinde kanatlarını aça-kapata uçan kuşları (hiç) görmediler mi? Onları (havada) rahman olan Allah’tan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir. [393]
Biz gökleri, yeri ve bunlar arasında bulunanları, oyun ve eğlence olsun diye yaratmadık. Onları sadece gerçek bir sebeple yarattık. Fakat onların çoğu bilmiyorlar. [394]
Kur’an kendisi ile insanlığa sunulan bilgilerin gerçek olduğunu, Allah’ın tabiattaki ‘ayetlerini’ şahit tutarak ispatlamaktadır. Her ne kadar taraftarları tarafından ilim kabul edilse bile, zanna dayanan bilginin inşa ettiği inançların ve hayat tarzlarının ‘iç tabiatın’ ve ‘dış tabiatın” ilmi ile örtüşmediğini, tabiattaki ‘ayetlerin’ zanna dayanan bilgileri yanlışladiğım bildirmiş ve örnekleriyle de göstermiştir:
De ki: ‘Göklerin ve yerin Rabbi kimdir?’ Derler ki: ‘Allah’tır.’ O halde de ki: ‘O’nu bırakıp da kendilerine fayda ya da zarar verme gücüne sahip olmayan dostlar mı edindiniz?’ De ki: ‘Körle gören bir olur mu hiç? Ya da karanlıklarla aydınlık eşit olur mu? Yoksa O’nun yarattığı gibi yaratan ortaklar buldular da bu yaratma onlarca birbirine benzer mi göründü? De ki: ‘Allah her şeyi yaratandır. Ve O, birdir, karşı durulamaz güç sahibidir’. [395]
Kendileri yaratıldığı halde hiçbir şeyi yaratamayan varlıkları (Allah’a) ortak mı koşuyorlar? [396]
De ki: ‘Allah’ı bırakıp da taptığınız, ortaklarınızı gördünüz mü? Gösterin bana! Onlar yerdeki hangi şeyi yarattılar! Yoksa onların göklerde mi bir ortaklıkları var!’ Yahut biz onlara, (bu hususta) bir kitap mı verdik de onlar, o kitaptaki bir delile dayanıyorlar? Hayır! O zalimler birbirlerine, aldatmadan başka bir şey vâdetmiyorlar[397]
Ruhlar (bedenlerle) birleştirildiğinde, diri diri toprağa gömülen kıza hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda.[398]
Kur’an gerçeğin bilgisini; realiteyle örtüşen bilgiyi sadece ‘ilim’ ile ifade etmedi. Gerçeğin bilgisini bazı nüanslarıyla ayırdı ve ilmi, hakikati anlamanın, bilmenin, fark etmenin daha ötesine de uzanan özel durumlarıyla da açıkladı. Bu bağlamda ‘yakîn’ terimi önemli bir yere sahiptir. Yakın, Kur’an’ın önemsediği ve olumladığı terimlerden birisidir. Gerçi sübjektif bir durumu ifade etmektedir. Ancak yakın ilmin bir ileri aşaması olması nedeniyle ilme aykırı değildir. Her yakın bir ilimdir, ama her ilim bir yakın değildir. Böylelikle yakîn adına girilebilecek yanlışların kapısı sıkıca kapatılmıştır.
Kur’an’ın tercih edip kullandığı ‘yakîn’in ne olduğunu anlamak için ‘ilim’den hareket etmek gerekmektedir, ilim en sade anlamıyla gerçeğe uygunluğu ifade etmesine karşılık, yakîn gerçek olmayı, gerçeği yaşamayı, gerçeğe ermeyi ifade etmektedir. Kur’an’da, ilahî lütuf gereği gönlündeki her türlü şek ve şüphelerden uzaklaşmış kişinin imam yakînin örneği olarak ifade edilmiştir. Ahireti gözleriyle görmüşçesine iman edenlerin durumunun, yakînle aynı kökten türemiş ikan ile tanımlanması konunun örneklerinden birisini oluşturmaktadır.[399]
Yakîn elbette ki, öncelikle müminlerden bazılarının özelliği olarak anlam kazanmaktadır. Ancak sadece müminlere ait kılınmamıştır. Müminlerden bazıları dünyadayken yakîne sahip olurlarken, müşriklerin/kafirlerin de yakîne ulaşabilecekleri bildirilmiştir. Ancak bir farkla; onların yakîne ulaşması ahirette gerçekleşecektir. Kur’an, cehenneme düşen müşriklerin/kafirlerin yakîne erişmelerini şöyle anlatılmıştır: ‘O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğerek, ‘Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık’ deyişlerini bir görsen! [400]
Kur’an bir delilden hareketle oluşan ilim anlamında ‘ilme’l yakîn’ı kullanarak ilmin gerçekle birebir örtüşmesine, gerçeği yansıtmasmdaki önemine dikkat çekerken; ilme’l yakîn’in sonucu olarak anlam kazanan yakîn durumunun üst aşaması olarak da ‘ayne’l yakîn’i kullanmıştır. Bu iki durumun Kur’an’daki örneği aynı kimselerin birbirini takip eden özelliklerine bağlı olmak üzere şöyle verilmiştir: (Ey günahkârlar!) Çok şeye sahip olma yarışınız, açgözlülüğünüz sizi oyalıyor (bu nedenle gerçeği göremiyor, anlayamıyorsunuz). Bu durumunuz ölümünüze kadar da devam edecek. Ama! Yakında bileceksiniz! Evet, kuşku yok ki yakında (gerçeği) bileceksiniz- Evet onu yakında kesin bir bilgiyle görüp, bileceksiniz (ilme’l yakîn). (Cehennemin) şiddetli ateşini muhakkak tadacaksınız. O (cehennemin azabını) apaçık yaşayacaksınız (ayne’l yakîn). Ve o gün verilmiş nimetlerden dolayı hesaba çekileceksiniz.[401]
Vahyolunan her ayetle ilim-zan, güven-kuşku farklılığı olanca açıklığıyla ortaya konunca hem müminler ve hem de müşrikler tarafından iyice anlaşıldı ki, İslâm mevcut inanç sistemlerine ve hayat tarzlarına ek olarak gelmiş yeni bir din değildir. O, insanın özünde bulunan her türlü iyiliğin, güzelliğin, doğruluğun, hayrın, gerçeğe uygunluğun, ahlâkın… bir araya gelişidir; bunlann her türlü lekeden, pislikten ayrılarak sistemli bir bütüne dönüşünün ismidir, islâm ile diğerleri arasındaki farklılık iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış, hakikat-batıl, adalet-adaletsiz-lik, akıllıhk-akılsizlık, bilinçlilik-bilinçsizlik- sorumluluk-sorumsuzluk… farklılığından başka bir şey değildir. Üstelik bu ayrışma ilk ayetlerle birlikte başladı. Resulüllah’a verilen ‘Rabb’ini yücelt’, ‘Elbiseni temiz tut’, ‘Pis şeylerden uzak dur’, ‘Yaptığın iyilikleri çok bularak başa kakma [402] talimatları söz konusu ayrışmanın gereği ve başlangıcı oldu. Daha sonra bunları diğerleri takip etti. Sonuçta dosdoğru bir inanç sistemi ve hayat tarzı hiç eksiksiz, kusursuz; bir şekilde tamamlandı. Ve Allah tüm müminler için şu ebedî uyarıyı yaptı: ‘Eğer sana gelen bu ilimden sonra, o (yanlış yolda gidenlerin) arzularına uyarsan, seni Allah’a karşı koruyacak ne bir dost ne de bir savunucu bulabilirsin.[403]
[357] Zümer sûresi, 39:9
[358] Rad sûresi, 13:37
[359] Israiloğullarmı denizden geçirdik, orada kendilerine mahsus birtakım putlara tapan bir kavme rastladılar. Bunun üzerine: ‘Ey Musa! Onların tanrıları olduğu gibi, sen de bizim İçin bir tanrı yapF dediler. Musa: ‘Gerçekten siz cahil bir toplumsunuz’ dedi.’ (A’raf, 7:138) ‘Onların söylediklerinin hakikaten seni üzmekte olduğunu biliyoruz. Aslında onlar seni yalanlamıyorlar, o zalimler açıkça Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorlar.’ (En’am, 6:33). ‘O kâfirler ki, dinlerini bir eğlence ve oyun edindiler de dünya hayatı onları aldattı. Onlar, bu günleri ile karşılaşacaklarını unuttukları ve âyetlerimizi bile bile inkâr ettikleri gibi biz de bugün onları unuturuz.’ (A’raf, 7:51). İşte onlar Allah’ın, kalplerini, kulaklarını ve gözlerini mühürlediği kimselerdir. Ve onlar gafillerin kendileridirler.1 (En’am, 6:108). ‘Yahut (o kâfirlerin duygu, düşünce ve davranışları) engin bir denizdeki yoğun karanlıklar gibidir; (öyle bir deniz) ki, onu dalga üstüne dalga kaplıyor; üstünde de bulut… Birbiri üstüne karanlıklar… İnsan, elini çıkarıp uzatsa, neredeyse onu dahî göremez. Bir kimseye Allah nûr vermemişse, artık o kimsenin aydınlıktan nasibi yoktur.’ (Nûr, 24:40). ‘Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan (ilimden) hiçbir şeyin yerini tutmaz.
Allah onların yapmakta olduklarını pek iyi bilendir.’ (Yunus, 10:36).
[360] (Peygamber) onlara iyiliği emredip, kötülüğü yasaklar. Temiz ve hoş şeyleri kendilerine helâl kılar, murdar ve kötü şeyleri de üzerlerine haram kılar. (Hayatlarını zorlaştıran) sırtlanndaki ağır yükleri indirir, üzerlerindeki bağları ve zincirleri kırar atar.’ (A’raf, 7:157) ‘Bu Kur’an İnsanları gerçekten en doğru yola iletir.’ (Isra: 17:9) ‘Ey iman edenler! Sizi yaşatacak şeylere çağırdığı zaman Allah ve Resulünün çağrısına koşun.’ (Enfal, 8:24) ‘Sizi karanlıklardan aydınlığa çıkarmak için kulunu apaçık ayetlerle gönderen O’dur. Şüphesiz Allah sizlere karşı çok şefkatli, çok merhametlidir.’ (Hadid, 57:9) Allah kullarım esenlik yurduna çağırıyor.’ (Yunus, 10:25)
[361] İşte onlar, Rableri tarafından gösterilmiş doğru yol üzeredirler ve onlar kurtuluşa erenlerdir.'(Lokman, 31:5) ‘Ve onlar, sözün en güzeline yöneltilmişler, övgüye lâyık olan Allah’ın yoluna iletilmişlerdir.1 (Hac, 22:24) İşte Rablerinden bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır. Ve doğru yolu bulanlar da onlardır.’ (Bakara, 2:157) ‘Mümin erkeklerle mümin kadınlar da birbirlerinin velisidirler. Onlar iyiliği emreder, kötülükten ahkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Resulüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir. Şüphesiz Allah azizdir, hikmet sahibidir.’ (Tevbe, 9:71) ‘(O kullar), yalan yere şahitlik etmezler, boş sözlerle karşılaştıklarında vakar ile (oradan) geçip giderler.’ (Furkan, 25:72) ‘Ve onlar ki, iffetlerini korurlar.’ (Mü’minun, 23:5) ‘(O kullar), harcadıklarında ne israf ne de cimrilik ederler; ikisi arasında orta bir yol tutarlar. Yine onlar ki, Allah ile beraber (tuttukları) başka bir tanrıya yalvarmazlar, Allah’ın haram kıldığı cana haksız yere kıymazlar ve zina etmezler. Bunları yapan, günahı (nın cezasını) bulur.’ (Furkan, 25:67, 68)
[362] Zariyat, 51: 8-15
[363] Kıyamet, 75:3
[364] Kıyamet, 75:36
[365] Beled, 90:5
[366] Mü’minun, 23:115
[367] Ankebut, 29:2
[368] Casiye, 45:24
[369] Haşr, 59:2
[370] Necm, 53:27,28
[371] İnşikak, 84:14
[372] Fussilat, 41:22,23
[373] Sad, 38:27
[374] Hucurat, 49:12
[375] Hac, 22:3
[376] En’am,6:119
[377] İlmini1 ve ondan türemiş terimler Kur’an’da 865 defa geçmiştir. Kuşku yok ki, bu Kur’an’ın ‘ilm’e. verdiği önemin bir göstergesidir. Üstelik bu sayıya ilimle yakınlığı olan/ıfeih, ma’rifet, hudâ, akıl, fikir, tedebhür, tezekkür, nazar, hasıra gibi terimler dahil değildir. Buna ek olarak ilmin karşısında anlam kazanan ve reddedilen, olumsuz olduğu ifade edilen, istenmeyen, yasaklanan cehl, sefeh, dalâl, ameh, zan, batıl, ifk gibi terimler de dahil değildir.
[378] Muhammed, 47:19
[379] Bakara, 2: 196
[380] Bakara, 2: 203
[381] Bakara, 2:209
[382] Talak, 65:12
[383] Taha, 20:7
[384] İnfitâr, 82:17-19
[385] Mutaffifîn, 83:8-10
[386] Beled, 90:12-17
[387] Karia, 101:1-11
[388] Ankebut, 29: 47,49
[389] Hac, 22:54
[390] Rad, 13:37
[391] ‘insanlara ufuklarda ve kendi nefislerinde âyetlerimizi göstereceğiz ki onun (Kur’an’ın) gerçek olduğu, onlara iyice belli olsun. Rabbinin her şeye şahit olması, yetmez mi?’ (Fussilet, 41:53) ‘Kesin olarak inananlar için yeryüzünde âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de öyle. Görmüyor musunuz?’ (Zariyat, 51:20,21)
[392] Casiye, 45:3-8,31
[393] Mülk, 67:19
[394] Duhân, 44:38, 39
[395] Rad, 13:16
[396] A’raf, 7:191
[397] Fâtır:35:40
[398] Tekvir: 81:7-9
[399] Bakara, 2:4
[400] Secde, 32:12
[401] Tekâsür, 102:1-8
[402] Müddesir, 74:3-6
[403] Rad, 13:37