Hasret ruzgari
Aktif Üyemiz
İşte, zât-ı Ahmediye (a.s.m.) yetmiş bin perde arkasında o Sultân-ı Ezel ve Ebedin marziyâtını doğrudan doğruya Mi'rac semeresi olarak hakkalyakîn işitip, getirip beşere hediye etmiştir.
Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü'l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervâz eder, küre-i arz pervâne gibi şemsin etrafında uçar, şems binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâlin bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir Zât-ı Zülcelâlin şuûnâtını ve acâib-i san'atını ve âlem-i bekâda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
ÜÇÜNCÜ MEYVE: Saadet-i ebediyenin defînesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mi'rac vâsıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâlin rahmetinin bâkî cilvelerini müşâhede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki; bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firâk içindeki mevcudâtı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firâk-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu ve idâm-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadetâver olduğu tarif edilmez. Bir adama idâm edileceği anda, onun affıyla, kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürûra sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
DÖRDÜNCÜ MEYVE: Rü'yet-i Cemâlûllah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o meyve ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas ebedilirsin. Yani, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecâtına nisbeten tezâyüd eder, perestiş derecesine gelir, canını fedâ eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını fedâ etmek derecesine çıkar. Halbuki, bütün mevcudâttaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyâka elyak bir Zât-ı Zülcelâli ve'l-Kemâlin saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olması ne kadar saadetâver ve medâr-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.
Evet, beşer, kamerdeki hali anlamak için ne kadar merak eder ki; biri gidip, dönüp haber verse. Hem ne kadar fedakârlık gösterir. Eğer anlasa, ne kadar hayret ve meraka düşer. Halbuki, kamer öyle bir Mâlikü'l-Mülkün memleketinde geziyor ki, kamer bir sinek gibi küre-i arzın etrafında pervâz eder, küre-i arz pervâne gibi şemsin etrafında uçar, şems binler lâmbalar içinde bir lâmbadır ki, o Mâlikü'l-Mülk-ü Zülcelâlin bir misafirhanesinde mumdarlık eder. İşte zât-ı Ahmediye (a.s.m.), öyle bir Zât-ı Zülcelâlin şuûnâtını ve acâib-i san'atını ve âlem-i bekâda hazâin-i rahmetini görmüş, gelmiş, beşere söylemiş. İşte beşer, bu zâtı, kemâl-i merak ve hayret ve muhabbetle dinlemezse, ne kadar hilâf-ı akıl ve hikmetle hareket ettiğini anlarsın.
ÜÇÜNCÜ MEYVE: Saadet-i ebediyenin defînesini görüp, anahtarını alıp getirmiş, cin ve inse hediye etmiştir. Evet, Mi'rac vâsıtasıyla ve kendi gözüyle Cenneti görmüş ve Rahmân-ı Zülcelâlin rahmetinin bâkî cilvelerini müşâhede etmiş ve saadet-i ebediyeyi katiyen, hakkalyakîn anlamış, saadet-i ebediyenin vücudunun müjdesini cin ve inse hediye etmiştir ki; bîçare cin ve ins, kararsız bir dünyada ve zelzele-i zevâl ve firâk içindeki mevcudâtı, seyl-i zaman ve harekât-ı zerrât ile adem ve firâk-ı ebedî denizine döküldüğü olan vaziyet-i mevhume-i canhıraşânede oldukları hengâmda şöyle bir müjde ne kadar kıymettar olduğu ve idâm-ı ebedî ile kendilerini mahkûm zanneden fânî cin ve insin kulağında öyle bir müjde ne kadar saadetâver olduğu tarif edilmez. Bir adama idâm edileceği anda, onun affıyla, kurb-u şâhânede bir saray verilse, ne kadar sürûra sebeptir. Bütün cin ve ins adedince böyle sürurları topla, sonra bu müjdeye kıymet ver.
DÖRDÜNCÜ MEYVE: Rü'yet-i Cemâlûllah meyvesini kendi aldığı gibi, o meyvenin her mü'mine dahi mümkün olduğunu, cin ve inse hediye getirmiştir ki; o meyve ne derece leziz ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu bununla kıyas ebedilirsin. Yani, her kalb sahibi bir insan, zîcemâl, zîkemâl, zîihsan bir zâtı sever. Ve o sevmek dahi, cemâl ve kemâl ve ihsanın derecâtına nisbeten tezâyüd eder, perestiş derecesine gelir, canını fedâ eder derecede muhabbet bağlar. Yalnız bir defa görmesine, dünyasını fedâ etmek derecesine çıkar. Halbuki, bütün mevcudâttaki cemâl ve kemâl ve ihsan, Onun cemâl ve kemâl ve ihsanına nisbeten, küçük birkaç lemeâtın güneşe nisbeti gibi de olmaz. Demek, nihayetsiz bir muhabbete lâyık ve nihayetsiz rü'yete ve nihayetsiz bir iştiyâka elyak bir Zât-ı Zülcelâli ve'l-Kemâlin saadet-i ebediyede rü'yetine muvaffak olması ne kadar saadetâver ve medâr-ı sürur ve hoş ve güzel bir meyve olduğunu insan isen anlarsın.