14- Hakîkî bir müslimân olmanın şartları

HASAN CAN

Active member
Allahü teâlâ, seçdiği kullarına ihsân eder. İkincisi, madde âlemindeki gaybları bilmekdir. Bu kerâmet, seçilmiş kullara verildiği gibi, kâfirlere de verilir. Kerâmetlerin birincisi kıymetlidir. Bunlar, doğru yolda bulunanlara, Allahü teâlânın sevdiklerine verilir. Câhiller ise, ikincisini kıymetli sanırlar. Kerâmet deyince, yalnız bunları anlarlar. Açlıkla ve insanlardan kaçarak, nefslerini temizliyen her insan, mahlûkların gayblarını haber verir. İnsanların çoğu, hep dünyâyı düşündükleri için, böyle haber verenleri Evliyâ sanır. Hakîkatdan haber verenlere kıymet vermezler. Bunlar Evliyâ olsalardı, bizim hâllerimizden haber verirdi, derler. Bu bozuk ölçüleri ile, Allahü teâlânın sevdiği kullarını inkâr ederler).
İkiyüzaltmışıncı mektûbunda buyuruyor ki, (Evliyâlık, Allahü teâlâya yaklaşmak demekdir. Bu dereceye yetişenlere mahlûklara âid kerâmetler de verilebilir. Bu kerâmetin çok olması, Velînin yüksek olduğunu göstermez. Velînin kendinde kerâmet hâsıl olduğunu bilmesi lâzım değildir. Allahü teâlâ, bir Velînin şekllerini bir anda çeşidli memleketlerde herkese gösterir. Uzak yerlerde şaşılacak şeyleri yapdığı görülür. Hâlbuki, kendisi bunları bilmez. Bilenleri olur ise de, başkalarına belli etmezler. Çünki, kerâmete kıymet vermezler.)
Ehl-i sünnet âlimlerinin gözbebeği, sözleri huccet, sened olan İbni Hacer-i Mekkî “rahime-hullahü teâlâ”, (Zevâcir) kitâbında, (İhtikâr)dan önce, şu hadîs-i şerîfleri bildirmekdedir: (Allahü teâlâya yemîn ederim ki, bir lokma harâm yiyenin kırk gün ibâdetleri kabûl olmaz) ve (Harâm para ile alınan bir cilbâb ile, [ya’nî gömlekle] kılınan nemâz kabûl olmaz) ve (Harâm para ile verilen sadaka kabûl olmaz. Günâhı azalmaz). Süfyân-ı Sevrî diyor ki, (Harâm para ile hayrât, hasenât yapmak, pisliği bevl ile yıkayıp temizlemek gibidir).
Hakîkî bir müslimân, ibâdetini herkesin yanında gösteriş olarak yapmaz. Nâfile olan ibâdet gizli yapılır, farz ibâdetler açık veyâ toplu olarak câmi’de icrâ olunur. İyi bir müslimân, iyilik yapmak veyâ sadaka vermek isterse, bunu gizli olarak ve iyilik yapdığı veyâ sadaka verdiği insanın kalbini kırmadan, onu incitmeden, yapdığı iyiliği başına kakmadan yapar. Allahü teâlâ, bunun böyle yapılmasını Kur’ân-ı kerîmde birçok yerlerde emr buyurmakdadır.
Hülâsa, hakîkî müslimân, bütün iyi huylara sâhib, vakarlı, seciyeli, bedenen ve rûhen tertemiz, her dürlü i’timâda lâyık, mükemmel bir insandır
 

HASAN CAN

Active member
Büyük islâm âlimi İmâm-ı Gazâlî “rahime-hullahü teâlâ”, 450 [m. 1058] - 505 [m. 1111], bundan hemen hemen dokuzyüz sene evvel fârisî olarak yazdığı (Kimyâ-i se’âdet) ismindeki eserinde insanları dört kısma ayırmakdadır: Bunlardan birinci kısmdakiler, dünyâda yimek içmek ve zevk etmekden başka bir şey bilmiyenlerdir. İkinci kısmdakiler, cebr, şiddet, zulm ile hareket edenlerdir. Üçüncü kısmdakiler, hîlekârlık ve mürâîlikle etrâfındakileri aldatanlardır. Ancak dördüncü kısmdakiler yukarda bahsedilen güzel ahlâk sâhibi olan, hakîkî müslimânlardır.
Unutmamak lâzımdır ki, her insanın kalbinden Allahü teâlâya giden bir yol vardır. Bütün mes’ele, bu yoldan İslâm nûrunun insanlara ulaşdırılmasıdır. O nûru kalbinde hisseden bir insan, hangi kısmdan olursa olsun, yapdığı fenâlıklara pişmân olur ve doğru yolu bulur.
Eğer bütün insanlar, islâm dînini kabûl etseler, dünyâda ne fenâlık, ne hîlekârlık, ne harb, ne şiddet ve ne de zulm kalırdı. Bunun için, tam ve mükemmel bir müslimân olmağa gayret etmek ve müslimânlığın esâsını ve inceliklerini ve güzel ahlâkını îzâh ederek, bütün dünyâya yaymak, hepimizin boynuna düşen bir borçdur. Bunu yapmak cihâd olur.
Başka dinden de olsa, insanlara dâimâ tatlı dille ve anlayışla hitâb ediniz! Bunu, Kur’ân-ı kerîm emr etmekdedir. Müslimân olmıyanın yüzüne karşı, kâfir, dinsiz diyerek, onun kalbini incitmenin günâh olduğu, böyle söyliyenin cezâlandırılması lâzım olduğu, fıkh kitâblarında yazılıdır. Maksad, herkese islâm dîninin yüceliğini anlatmakdır. Bu cihâd da, ancak tatlı dille, sabr, ilm ve îmânla olur. Bir kimseyi bir şeye inandırmak isteyenin evvelâ kendisinin ona inanması şartdır. Mü’min ise, hiç bir zemân sabrını kaybetmez ve inandığını anlatmakda müşkilât çekmez. İslâm dîni kadar, açık ve mantıkî hiç bir din yokdur. Bu dînin esâsını anlıyan bir kimse, herkese bu dînin biricik hak din olduğunu kolaylıkla isbât edebilir.
Başka dinden olanların hepsini, fenâ huylu bir insan kabûl etmemelidir. Evet küfr, ya’nî müslimân olmamak, her zemân ve her yerde fenâdır. Çünki küfr, insanı dünyâda ve âhiretde felâkete götüren zararlı bir inanış ve bozuk bir yaşayışdır. Allahü teâlâ, İslâm dînini, insanların dünyâda râhat ve huzûr içinde, kardeşçe yaşamaları için ve âhiretde sonsuz azâblardan kurtulmaları için göndermişdir. Kâfirler, ya’nî müslimân olmıyanlar, bu se’âdet yolundan mahrûm kalmış zevallı kimselerdir. Bunlara, acımalı ve incitmemelidir. Bunları gîbet etmek bile harâmdır. İnsanın, sa’îd veyâ şakî olduğu son nefesde belli olur.
 

HASAN CAN

Active member
Bütün semâvî dinlerin, insanlar tarafından bozulmamış olanlarında, tek Allaha îmân esâsı vardır. Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde bütün insanları doğru yolda bulunmağa da’vet ediyor. Doğru yola kavuşan insanın, geçmişdeki bütün hatâlarını afv edeceğini va’d buyuruyor. Başka dinden olanlar, şeytânın veyâ müslimânlıkdan haberi olmıyanların aldatdıkları zevallı kimselerdir. Bunların çoğu, Allahü teâlânın rızâsına kavuşmak için, yanlış yola sapdırılmış tâli’siz insanlardır. Biz bunlara sabr ile, tatlı dille, akl ve mantık ile doğru yolu göstermeliyiz.
Allahü teâlânın var ve BİR olduğunu bildiren ilâhî dinlerin hepsi, insanlar tarafından bozulmadan evvel, inanılacak şeyler bakımından birbirinin aynı idi. Mûsâ aleyhisselâmdan başlıyarak Peygamberimiz Muhammed aleyhisselâma kadar gelen üç büyük din, ya’nî Mûsevîlik, Îsevîlik ve İslâm dinleri, hep Allahü teâlânın bir olduğunu ve Allahü teâlânın Peygamberlerinin “aleyhimüssalevâtü vetteslîmât” bizim gibi bir insan olduğunu bildirmişdir. Ancak Yehûdîler, Îsâ ve Muhammed aleyhimesselâma inanmamışlardır. Hıristiyanlar, putlara tapınmakdan bir dürlü kurtulamamışlar ve Îsâ aleyhisselâm, (Ben de, sizin gibi bir insanım. Allahın oğlu değilim) dediği hâlde, Îsâ aleyhisselâmı Allahın oğlu sanmışlar, Baba (Allahü teâlâ), Oğul (Îsâ aleyhisselâm) ve Rûh-ul-kuds ismi ile üç ayrı ilâha tapınmağa başlamışlardır. Bunun yalan ve yanlış olduğunu anlayan ve düzeltmeğe uğraşanlar arasında Honorius gibi papalar da vardır. Bu yanlış i’tikâdları, ancak Allahü teâlânın gönderdiği son Peygamberi, Muhammed Mustafâ “aleyhissalâtü vesselâm” vâsıtası ile neşr etdirdiği, islâm dîni ile düzeltilmişdir. O hâlde, bu üç dînin hakîkî esâslarını kendisinde toplayan ve bu dinleri içerlerine sokulmuş olan hurâfelerden temizleyen hakîkî, doğru dînin, İslâm dîni olduğunu kimse inkâr edemez.
Müslimânlığı kabûl etmiş bir İngiliz olan Fellowes diyor ki; (Hıristiyanlığın birçok yanlış akîdelerini [inançlarını] düzeltmeğe kalkan Martin Luther, bilmiyordu ki, kendisinden tam 900 sene evvel Muhammed “aleyhissalâtü vesselâm” İslâmiyyeti neşr ederek, bütün bu kusûrları düzeltmişdir. Bunun için, İslâmiyyeti, hurâfelerden temâmen temizlenmiş nasrâniyyetin mütekâmil bir şekli olarak kabûl etmek ve Muhammed aleyhisselâmın son Peygamber olduğuna inanmak lâzımdır.)
Kimseye bâkî değildir, mülk-i dünyâ, sîm-ü zer,
Bir harâb olmuş gönül, ta’mîr etmekdir hüner.
Buna fânî dünyâ derler, durmayıp dâim döner,
Âdem oğlu, bir fenerdir, âkıbet bir gün söner.
 
Üst Alt