TEFSİR AL-İ İMRAN Suresi Türkçe Okunuşu ve Tefsiri

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
AL-İ İMRAN SURESİ TÜRKÇE OKUNUŞU VE TEFSİRİ

AL-İ İMRAN Suresi 26. ve 27. Ayetler
AL-İ İMRAN Suresi 26. ve 27. Ayetler

Âl-i İmrân Sûresi Hakkında

Âl-i İmrân sûresi 200 âyettir. Medine’de nâzil olmuştur. İsmini, 33-34. âyetlerde bahsedilen ve “İmrân Ailesi” mânasına gelen “Âl-i İmrân” kelimesinden almıştır. Sûreye اَلْكَنْزُ (Kenz), اَلأمَانُ (Emân) ve الطيبة (Tayyibe) gibi isimlerin yanı sıra, seherlerde istiğfar edenlerden bahsettiğinden سُورَةُ الْإسْتِغْفَارِ (Sûretü’l-İstiğfâr) ve hidâyet nûrunun parlaklığı sebebiyle de اَلزَّهْرٰي (Zehrâ) ismi verilmiştir. Mushaf tertibine göre 3, nüzûl sırasına göre 89. sûredir. Büyük ihtimalle Bedir savaşından sonra başlayarak hicretin 9. senesine kadar peyderpey inmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’in Bakara sûresinden sonra ikinci uzun sûresidir.

Âl-i İmrân Sûresi Konusu

Sûrede bahsedilen temel konulardan bir kısmı şunlardır:

Kur’ân-ı Kerîm’in, aynen Tevrat ve İncil gibi tek ilâh, Hayy ve Kayyûm olan Allah tarafından insanlara hidâyet rehberi olarak indirilmesi; iman edenlerin, kalplerinde hastalık bulunanların ve Ehl-i kitabın Kur’an karşısındaki konumları ve buna göre gerçekleşecek âkıbetleri; kurtuluşa ve ilâhî muhabbete erebilmek için Allah Resûlü’ne itaat ve ittibânın vurgulanması,

Hz. Meryem, Hz. Yahyâ ve Hz. İsa’nın mûcizevî doğumlarından ve özellikle Hz. İsa’nın Allah’ın kulu olması ve yine O’nun izniyle gerçekleşen mûcizelerinden bahsedilerek başta hıristiyanların ve buna bağlı olarak tüm Ehl-i kitabın, yanlış düşünce, inanç ve davranışlarını terkederek Hak katında yegâne makbûl din olan İslâm’ı kabule davet edilmesi,

Müslümanların, Ehl-i kitabın kötü niyet ve sapık anlayışlarına karşı uyarılması; onların tarih boyu yapageldikleri Allah’ın âyetlerini inkâr, insanları hak yoldan saptırmak, peygamberleri haksız yere öldürmek, isyan ve azgınlık etmek gibi yanlışlıklardan uzak durarak söz ve davranış bütünlüğü içinde Allah’ın dinini en güzel şekilde tebliğ eden en hayırlı ümmet olmaya gayret göstermelerinin istenmesi,

Uhud savaşından ve bu savaşta uğranılan mağlubiyetin sebeplerinden; zafere erişmek için sabır, Allah ve Rasûlü’ne itaat ve Allah’tan korkmak gibi mânevî faziletlerle donanmanın gerekliliğinden; münafıkların karanlık ve şüphe dolu iç dünyalarından ve buna mukâbil Allah yolunda şehâdet rütbesine erişmiş bahtiyarların müjde, nimet, selâmet ve saadet dolu istikballerinden bahsedilmesi,

Ayakta iken, otururken ve yatarken dâimî olarak Allah’ı zikretmenin, O’nun azamet, kuvvet ve kudret nişâneleri üzerinde tefekkürün, azabından sakınıp rahmetini ummanın ve bunların gerçekleşmesine vesile olacak cihad, hicret, sabır ve takvâ gibi diğer amel-i sâlihlerin teşvik edilmesi.

Âl-i İmrân Sûresi Nuzül

Mushaftaki sıralamada 3, iniş sırasına göre 89. sûredir. Enfâl sûresinden sonra, Ahzâb sûresinden önce Medine’de nâzil olmuştur.

Müfessirlerin çoğunluğuna göre, sûrenin önemli bir bölümünün geliş sebebi, Necran hıristiyanları adına Medine’ye gelen heyetle Hz. Peygamber arasında geçen Allah inancı konusundaki tartışmalardır. Bu vesileyle nâzil olan âyetlerin sayısı ve sûrenin iniş zamanı hakkında farklı görüşler vardır. Necran heyetiyle ilgili rivayetten sonra bunlara yer verilecektir. Coğrafî kaynaklar Yemen’de, Kûfe civarında ve Havran’da Necran adını taşıyan birden fazla yerleşim biriminin bulunduğunu kaydeder. Burada söz konusu olan kişiler, Yemen Necranı’ndan heyet halinde gelen hıristiyanlardır. Hıristiyanlık aslî şekliyle Arap yarımadasının önce bu kasabasında yayılmış ve başlangıçta Yemen hükümdarlarının sert tepkileriyle karşılaşmıştır. Daha sonra burası Hıristiyanlığın önemli merkezlerinden biri olmuştur.

Nitekim tarih kaynakları burada inşa edilen ve Kâbe-i Muazzama’ya karşılık olmak üzere “Kâbe-i Necrân” adıyla anılan görkemli kilisede çok sayıda piskoposun görev yaptığını belirtmektedirler. Aralarında bu kiliseye mensup din adamlarının da bulunduğu altmış kişilik bir Necran heyeti (aşağıda açıklanacağı üzere hicretin 9. yılında veya daha önceki bir tarihte) Medine’ye bir ziyarette bulunmuştu. Bu heyet içinde on dört kişi temsilci konumundaydı. Bunlardan üçü heyetin en yetkilileri idi: Başkan Abdülmesîh (el-Âkıb), başkan yardımcısı Eyhem (es-Seyyid) ve piskopos Ebû Hârise b. Alkame. Bir gün ikindi namazını müteakip süslü ve ihtişamlı elbiseler içinde mescide gelip Hz. Peygamber’in huzuruna çıkan bu heyet mensupları, kendi ibadet vakitleri geldiğinde doğuya doğru dönüp hıristiyan usulüne göre âyin yapmak istediler. Resûlullah onlara müsaade etti. Heyet birkaç gün Medine’de kaldı ve müslümanlar tarafından ağırlandı. Bu süre içinde heyetin ileri gelenleriyle Hz. Peygamber arasında Allah inancı ve Hz. Îsâ’nın durumuna dair önemli tartışmalar cereyan etti. Heyet mensupları arasında tam bir inanç birliği olmadığı gibi, sorulan sorulara verdikleri cevaplar da tutarlı değildi. Hz. Îsâ için bazan “Allah” bazan “Allah’ın oğlu” bazan da “üçün üçüncüsü” diyorlardı. Hz. Peygamber onların iddialarını çürüttükten sonra, kendilerini bağlayacak sorular yöneltti. Sonunda sükût etmek zorunda kaldılar.

Bunun üzerine Resûlullah onları İslâm’a davet etti. Bu teklife karşı direnme yollarını denediler:

“Ey Muhammed! Sen Îsâ’nın, Allah’ın kelimesi ve O’ndan bir ruh olduğunu söylemiyor musun?” dediler. Resûlullah:– “Evet” deyince: – “İşte bu bize yeter” dediler. Allah Teâlâ resulüne onları “mübâhele”ye (açık biçimde lânetleşme) davet etmesini vahyetti (bu konuda ayrıntılı açıklamaya 61. âyetin tefsirinde yer verilecektir). Resûl-i Ekrem bu çağrıyı yapınca bir gün süre istediler. Bu konuda ne yönde bir karar alabileceklerini kendi aralarında müzakere ederlerken içlerinden biri şöyle dedi: “Îsâ efendimizle ilgili çekişmeyi çözüme bağlayışından anlaşılmış oldu ki Muhammed gerçekten Allah’ın gönderdiği bir peygamberdir. Bilirsiniz ki bir toplum peygamberle lânetleşmeye kalkışırsa Allah, büyüğüyle küçüğüyle onları mahveder. Dinimizde kalmaya kararlıysanız, bu zatla lânetleşmeye girmeyiniz ve iyilikle ayrılınız.” Sonunda Hz. Peygamber’e gelip şöyle dediler: “Ey Ebü’l-Kasım! Seninle lânetleşmeye girmemeye, seni dininle baş başa bırakıp kendi dinimiz üzere kalmaya karar verdik. Fakat biz senden hoşnuduz ve sana güveniyoruz. Ashabından uygun birini aramızdaki malî ihtilâfları çözmek üzere bize gönder.” Resûlullah bu talep üzerine Ebû Ubeyde b. Cerrâh’ı bu iş için görevlendirdi. Rivayete göre Hz. Ömer, hiçbir zaman yöneticilikten hoşlanmadığı halde, Hz. Peygamber’in söz konusu görev için karar verdiği gün, hayatında ilk defa içinde bu arzuyu duyduğunu ve kendisinin tayin edileceğini umduğunu ifade etmiştir (bk. İbn Hişâm, es-Sîretü’n-Nebeviyye, II, 222 vd.; İbn Atıyye, I, 396-397; Râzî, VII, 154-155; Elmalılı, II, 1011-1015; Necran’la ilgili bilgi için bk. A. Moberg, “Necrân”, İA, IX, 165-167). Necran heyetiyle yapılan tartışmalar vesilesiyle nâzil olan bölümün1-61, 1-82 ve 1-84. âyetler olduğu yönünde görüşler vardır (bk. Şevkânî, I, 345; İbn Âşûr, III, 143-144; Elmalılı, II, 1011). Necran heyetinin Medine’ye hicretin 9. yılında gelmiş olduğu yönündeki yaygın bilgiye mukabil, İbn Hişâm’ın bu heyet hakkındaki bilgileri tarih vermeksizin aktarması, Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu hususunda âlimler arasında görüş birliğinin bulunması ve sûrenin içerik ve üslûbu bazı müellifleri bu sûresinin ne zaman nâzil olduğu konusunda farklı değerlendirmeler yapmaya sevketmiştir. İbn Âşûr’un bu konudaki açıklamalarını şöyle özetlemek mümkündür (III, 143-144, 146): Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu ve bazı âyetlerinde Uhud Savaşı’ndan söz edildiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Enfâl sûresinden önce veya sonra indiği konusu ise ihtilâflıdır. Fakat Âl-i İmrân sûresinin, Bedir Savaşı sırasında indiği ittifakla kabul edilen Enfâl sûresinden de önce nâzil olduğuna dair rivayetin kabulü halinde, bu sûrede Uhud Savaşı’ndan söz edildiğini ve Bedir’de müslümanların kazandığı zaferin hatırlatıldığını söylemek mümkün olmayacaktır. Daha önce açıklandığı üzere aynı süre içinde birden fazla sûrenin inmesi mümkündür ve tefsir kitaplarında yer alan “Bu sûre filân sûreden sonra inmiştir” şeklindeki ifadeler, “Bu iki sûreden ilki tamamlanıp sonra diğeri inmeye başladı” anlamında değil, “Birincinin nüzûlü diğerinin nüzûlünden önce başlamıştır” anlamındadır. Necran heyetiyle ilgili bölümün iniş zamanının da bu ölçüye göre değerlendirilmesi uygun olur. Şu var ki, bu bölümün hicretin 9. yılında inmiş olduğuna dair ifadelerin, bu yılın “senetü’l-vüfûd” (elçiler yılı) olarak tanınmasından kaynaklandığı ve Âl-i İmrân sûresinin Medine’de inen ilk sûrelerden olduğu dikkate alınınca, Necran heyetinin sözü edilen elçiler yılından önce (muhtemelen hicretin 3. yılında) gelmiş olduğu söylenebilir. Derveze, Necran heyetinin, müslümanların Bedir Savaşı’nda Kureyş müşriklerine karşı zafer kazandıkları haberini yerinde tahkik etmek için–Uhud Savaşı öncesinde– Medine’ye gelmiş olabileceği ihtimali üzerinde durur. Aynı müfessir, Ebû Süfyân’ın –Mekke’nin fethinden sonraki bir zamanda– Hz. Peygamber’in Necran hıristiyanları için yazılı bir belge düzenlediğine tanıklığı ile ilgili haberin doğru olması halinde ise hicretin 9. yılında başka bir Necran heyetinin daha gelmiş olmasını muhtemel görür (VIII, 70-71). Abdülhamîd Mahmûd Tahmâz ise bunu zorlanmış bir yaklaşım olarak değerlendirir ve bir sûrenin âyetlerindeki sıralamanın daima nüzûl sebebi ve sırasına göre olmadığı noktasından hareketle burada Necran heyeti hakkında hicretin 9. yılında inen baş kısmın Uhud Savaşı hakkındaki orta kısımdan sonra inmiş olduğunu düşünmeye bir engelin bulunmadığını savunur (et-Tevrât ve’l-İncîl ve’l-Kur’ân fî sûreti Âli İmrân, s. 9-10). Âl-i İmrân sûresinin baştan 120. âyetine kadar olan bölümün hicretin ilk yıllarında nâzil olduğunu gösteren bir içeriğe sahip bulunduğuna işaretle, sûrenin ilk seksen küsur âyetinin Bedir Savaşı’ndan bile önce nâzil olduğu, muhtemelen Hz. Peygamber’in daha önce inen Âl-i İmrân âyetlerini Necran heyetine okuduğu için bunu duyan bazı kişilerin bu âyetlerin o zaman (hicretin 9. yılı) indiğini zannettikleri de ileri sürülmüştür. Fakat bu görüşün sahibi olan Süleyman Ateş’in konuya ilişkin açıklamaları kendi içinde tutarlı görünmemektedir. Zira Ateş “hicrî 5. yıldan sonra Medine’de yahudi kalmadığı” noktasından hareketle “bu sûrede yahudilerin yerinin bulunmadığı” tarzında ve kendisinin başka ifadeleriyle bağdaşmayan kesin bir kanaat de ortaya koymaktadır (krş. II, 6, 33, 60, 61, 65, 69, 70, 71, 84, 85; II, 48, 61, 62; II, 29-30; II, 63). Öte yandan bazı âyetlerin içeriği ile tarihî bilgiler arasında uyum arama çabasıyla, meselâ 64. âyetin bir Hudeybiye Antlaşması’ndan önce, bir de Mekke fethinden sonra olmak üzere iki defa inmiş olmasına ihtimal veren müfessirler de vardır (bk. İbn Kesîr, II, 46). Kanaatimize göre Âl-i İmrân sûresinde “Ehl-i kitap” olumlu ve olumsuz yönleriyle geniş bir biçimde ele alınmış, inanç esasları bakımından hıristiyanlara ağırlık verilmekle beraber birçok yerde yahudilere de atıfta bulunulmuştur. Özellikle Hz. İbrâhim hakkındaki tartışmaya gönderme yapan âyetler (65-68) bunun açık bir kanıtıdır. Hatta 64. âyetin tefsirinde açıklanacağı üzere Ehl-i kitaba yapılan diyalog çağrısını, aslî şekliyle tevhid inancına dayalı din mensuplarına yapılmış genel bir davet biçiminde anlamak mümkündür. Şevkânî’nin de belirttiği üzere, bu sûrede geçen Ehl-i kitap ifadelerinin sadece hıristiyanlar hakkında olduğuna dair bazı ilk dönem bilginlerinden nakledilen rivayeti mutlak biçimde doğru saymak mümkün değildir (I, 391); bu rivayeti, Bakara sûresiyle karşılaştırıldığında burada hıristiyanlara ağırlık verilmiştir şeklinde anlamak daha uygun olur. Âyetlerin sıralaması konusunda yukarıda işaret edilen bilgiler dikkate alındığında, daima nüzûl sırasına ilişkin rivayetlerden hareketle zaman tesbiti yapmanın isabetli olmayacağı açıktır. Âyetlerin anlaşılmasında tarihî bilgiler ve nüzûl bilgileri önemli bir yardımcı role sahip olmakla beraber, yorumu bu bilgiler içine hapsetmeksizin ve öncelikle Kur’an’ın içerdiği mesajlar üzerinde dikkatle durulduğu takdirde yorumun ufkunu genişletme ve sağlıklı sonuçlara ulaşma ihtimali artar. Tabii ki, bu yorumların da kesinlik taşıyan verilerle çatışmamasına özen gösterilmesi gerekir. Buna göre, sûrede geçen ifadelerin de kimlere uygun düştüğü noktasının esas alınması, kesinlik kazanmamış rivayet veya ihtimaller dolayısıyla yoruma kesin bir üslûp katılmaması uygun olur. Sonuç olarak sûrenin nüzûlü hakkında şu söylenebilir: Bakara ve Enfâl sûrelerinin ardından hicretin 3. yılında Uhud Savaşı’ndan sonra nâzil olmaya başlayan sûrenin tamamlanması muhtemelen hicretin 9. yılına kadar sürmüştür (Emin Işık, “Âl-i İmrân Sûresi”, DİA, II, 307).

Âl-i İmrân Sûresi Fazileti

Ele aldığı mevzulara, ihtiva ettiği ahkâm, kıssa, emir ve yasaklara bakıldığında Âl-i İmrân sûresinin de tıpkı Bakara sûresi gibi çok önemli, faziletli ve büyük bir sûre olduğu görülür. Onun fazileti hakkında Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Kur’an’ı okuyunuz; çünkü o, kıyamet gününde kendisiyle hemhâl olanlara şefaatçi olarak gelecektir. Zehrâvân’ı yani Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerini okuyun; çünkü onlar, kıyamet gününde iki büyük bulut veya iki gölgelik ya da iki kuş sürüsü hâlinde gelerek kendilerini okuyanları savunacak ve koruyacaklardır.” (Müslim, Mûsâfirîn 252)

Bakara ve Âl-i İmrân sûrelerine, hidâyet nûrlarının parlaklığı ve okuyanlara verilecek ecrin büyüklüğü sebebiyle, “Zehrâvân” ismi verilmiştir.

AL-İ İMRAN SURESİNİN TEFSİRİ


Bismillahirrahmanirrahim

1. Elif. Lâm. Mîm.


2. Allah ki, O’ndan başka hiçbir ilâh yoktur. O, ebedî diridir. Varlığı kendinden olup bütün kâinatı yönetendir.

Birinci âyette yer alan hurûf-i mukataalarla ilgili açıklama, aynı harflerin geçtiği Bakara sûresinin 1. âyetinde yapılmıştır. İkinci âyette yer alan Yüce Rabbimizin isim ve sıfatları hakkında izah ise Âyetü’l-Kürsî diye bilinen Bakara sûresi 255. âyetin tefsirinde beyân edilmiştir.

Kur’an’ın indirilmesinin şekil, sebep ve hikmetine gelince:

3. O, Kur’ân-ı Kerîm’i sana gerçeğin ta kendisi ve önceki ilâhî kitapları doğrulayıcı olarak parça parça indirmiştir. Tevrat ve İncil’i de indiren O’dur.

4. Daha önce bu kitapları insanlara doğru yolu göstermek için, toptan indiren O’dur. Böylece O, hakla bâtılı ayıran bütün delilleri indirmiştir. Allah’ın âyetlerini inkâr edenler yok mu, onlar için şiddetli bir azap vardır. Allah, kudreti dâimâ üstün gelen ve haksızlardan intikamını alandır.

Allah Teâlâ, Kur’ân-ı Kerîm’i Peygamber Efendimiz’e 23 senelik bir zaman dilimi içerisinde âyet âyet, kısım kısım indirmiştir. Kur’an, gerçeğin ta kendisidir. Onda bulunan bütün müjdeleyici ve korkutucu haberler, geçmiş ümmetlere ait kıssalar ve verdiği tüm bilgiler dosdoğru olduğu gibi, Kur’an aynı zamanda hakkın ve haklının yanında yer alıp, devamlı hakkı müdâfa ve tavsiye etmektedir. Bir bakıma Kur’an, bir hak ve adâlet kitâbıdır; Allah Teâlâ’nın kulları üzerindeki hakları ile insanların birbirlerine olan haklarını bildirmek üzere inmiştir.

Şunu ifade edelim ki Kur’an, kendinden önce indirilmiş olan Tevrât ve İncîl gibi ilâhî kitapları doğrular. Onların, Allah’tan geldikleri şekil itibariyle gerçek olduklarını haber verir. Kur’an bir yönden o kitapların, ileride büyük bir peygamber geleceğine dair verdikleri bilgilerin gerçekleştiğini bildirmek sûretiyle hem Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğini hem de onun şahsında önceki peygamberlerin peygamberliğini de doğrulamış olmaktadır. Böylece Allah’ın bütün kitapları ve peygamberleri arasında, birbirlerini tasdîk itibariyle karşılıklı bir dayanışma ve işbirliği olduğu görülür.

Diğer taraftan Kur’an, önceki kitaplarda yer alan iman esasları, Allah’ın birliğine davet, adâlet ve iyiliği emir, peygamberlerin ve önceki ümmetlerin kıssaları, asırların ve nesillerin değişmesiyle asla değişmeyecek olan sâbit hükümler gibi temel esasları daha da güçlendirerek ve genişleterek yeni baştan yürürlüğe koymuştur. Zaman, mekân ve sorumlu milletlerin özelliklerine uygun düşecek, maslahatları açısından işlerine yarayacak bütün dinî hükümleri yeniden tanzim edip düzeltmiştir. Bu şekilde her zaman ve mekânda bütün toplumların hayatında geçerliliği olan şumüllü bir din tâliminde bulunmuştur. Böylece Kur’an, öncekinden sonrakine bütün ilâhî kitapları onayından geçirip süzmek sûretiyle hepsinin doğru kâidelerini bizzat kendi uhdesine almış bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan hiçbirinin, Kur’ân’ın şehâdeti olmaksızın gerçek oldukları söylenemez. Daha açık bir ifadeyle önceki peygamberlere verilen ilâhî fermanların tasdik makâmı son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ve o fermanların geçerliliğinin devam edip etmediğini belirleyen ölçü de Kur’ân-ı Kerîm’dir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1021)

4. âyette yer alan اَلْفُرْقَانُ (furkân) kelimesi sözlükte “doğruyla eğriyi, hakla bâtılı, helâlle haramı birbirinden ayıran” anlamına gelir. Bu mânasıyla o, indirilen bütün ilâhî kitapların, özellikle burada isimleri zikredilen Kur’an, Tevrât ve İncîl’in ayrılmaz birer vasfını teşkil eder. Çünkü bunlar, hakla bâtılın ne olduğunu açıkça haber vererek insanları doğru yola sevkeden nur kaynaklarıdır. Bununla birlikte “furkân”ın, kitaba ilâve olarak peygamberlere verilen ve onların doğruluğunu kanıtlayan “mûcizeler” olması da mümkündür. Zira ancak mûcizeler sayesinde, dâvasında doğru olanla olmayanlar birbirinden ayrılabilir. Gerçek ortaya çıktıktan sora dileyen iman, dileyen ise inkâr edebilir. Fakat Allah’ın ister naklî ister aklî olsun âyetlerini inkâr edenlere âhirette çok şiddetli bir azap vardır. Özellikle Allah Teâlâ’nın birliğine, münezzehliğine uygun olmayan söz ve davranışta veya Peygamberlerin şânına lâyık olmayan isnatlarda bulunanların can yakıcı bir azaba uğrayacakları şüphesizdir. Çünkü Allah, asla karşı gelinmez ve mağlup edilmez bir kudret sahibidir. İstediği takdirde intikamını alır, işlenen cürümlere cezasını verir:

5. O Allah ki, ne yerdeki bir şey O’na gizli kalabilir, ne de gökteki bir şey.

6. Sizi rahimlerde dilediği gibi şekillendiren de Allah’tır. O’ndan başka ilâh yoktur. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Allah Teâlâ, her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi işiten ve her şeyden haberdar olan Yüce Zât olduğu için ona ne yerde ne de gökte hiçbir şeyin gizli kalması mümkün değildir. Dolayısıyla iman edenlerin imanını, inkâr edenlerin de inkârını bilir ve kıyamet gününde her birine layık olduğu karşılığını verir.
İmam Kuşeyrî der ki: “Kulun aldığı her bir nefesi sayan, yerde ve gökte olan zerre miktarı kadar olan şeyleri de var eden, herhangi bir kişideki en küçük bir vasfı bile ona veren şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Huzuruna arzedilen bir ihtiyacı mutlaka yerine getiren; kendisine müracaat edene de kâfî gelen yine O’dur.” (Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 132)

İşte o Allah, sonsuz ilim, irade ve kudretiyle insanları, annelerinin rahminde dilediği gibi şekilden şekle çevirir. Küçücük bir nutfe hâlinden başlayıp pek çok safhadan geçirerek en güzel yaratılışta mükemmel bir insan hâline getirir. Onu erkek-dişi, siyah-beyaz, uzun-kısa, tam-noksan gibi muhtelif şekillerde yaratır. Bunu sadece Allah yapabilir. Bu sebeple O’ndan başka ilâh yoktur. O, çok güçlü, karşı gelinmez kudret sahibi, her işi ve hükmünde hikmet sahibidir.

İnsanı yaratan Yüce Allah olduğu gibi, ona doğru yolu gösterecek âyetleri indiren de O’dur:

7. Sana kitabı indiren O’dur. O kitabın bir kısmı muhkem âyetlerden meydana gelir ki bunlar, kitabın esası ve özüdür. Bir kısmı da müteşâbih âyetlerdir. Kalplerinde eğrilik bulunanlar, sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak düşüncesiyle müteşâbih âyetlerin peşine düşerler. Halbuki bunların kesin anlamlarını Allah’tan başka kimse bilemez. İlimde derinleşmiş olanlar ise: “Biz bunlara inandık, hepsi de Rabbimizin katındandır” derler. Ancak gerçek akıl ve idrak sahipleri hakkıyla düşünüp öğüt alır.

Kur’ân-ı Kerîm, Yüce Allah’ın nihâyetsiz olan ilminin insanlık âlemine bir tecellisidir. Bu hâliyle o, Allah’ın ilminden haber vermekte, Allah’ın ilmi neleri ihata ediyorsa onlara temas etmektedir. Bu sebeple onun beyân ettiği mânalar sınırsızdır. Nitekim âyet-i kerîmelerde buna işareten şöyle buyrulur:

“Rasûlüm! De ki: «Rabbimin kelimelerini yazmak için denizler mürekkep olsa, hatta bir o kadar daha ilâve yapsak, Rabbimin kelimeleri tükenmeden o denizler tükenir.»” (Kehf 18/109)

“Eğer yeryüzündeki bütün ağaçlar kalem, denizler de mürekkep olsa, arkasından buna yedi deniz daha eklense, imkânı yok, Allah’ın kelimeleri yazmakla bitmez. Muhakkak ki Allah, kudreti dâima üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.” (Lokmân 31/27)

Bu sırra mazhar olan Kur’ân-ı Kerîm, aslında bir din kitabı olarak insanın itikat, ibâdet, ahlâk ve muamelât hayatını tanzim eden hükümler getirdiği gibi, kıyamete kadar onun düşünce, akıl ve tefekkür gibi melekelerini en iyi şekilde kullanıp geliştirmesini sağlayacak çeşitli mevzulardan da bahseder.

Âyet-i kerîme, bu kadar geniş çerçevedeki mevzuları beyân eden Kur’an âyetlerini umûmî olarak iki kısma ayırmaktadır. Birinci kısım muhkem âyetler olup bunlar, Kur’an’ın esasını ve temelini teşkil eder. İkinci kısım ise müteşâbih âyetlerdir.

اَلْمُحْكَمُ (muhkem) kelimesi sözlük olarak “bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam” mânalarına gelir. Terim olarak ise “mânası ve delâleti açık bir şekilde anlaşılan; ifade ettiği mânalar ihtimal ve benzerliklerden yâni karışıklıktan ve farklı şekillerde anlaşılmaktan uzak olan” demektir. İşte Kur’an’ın bir kısım âyetleri böyledir. Bunların ifade ettiği mânalar gâyet açıktır. Yoruma muhtaç değildir. Bunlarda şüpheye ve zihin karışıklığına yer yoktur. Gerekli bilgi ve tecrübeye sahip olan işin ehli kimseler, bunları kolaylıkla anlayabilir ve onlardan gerekli hükümleri çıkarabilirler. Bu âyetler, ilim ve amel bakımından uyulması gereken temel esasları ve insanı doğru yola eriştiren delilleri ihtiva ederler. Allah’ın bir olduğunu bildiren; O’na kulluk etmeyi, her türlü iyiliği yapmayı ve adâletli olmayı emreden; bütün ahlâkî faziletlerle donanmayı tavsiye eden; inkâr etmeyi, şirk koşmayı, putlara tapmayı, haksız yere cana kıymayı, içkiyi, kumarı, faizi, zinâyı, yetim malını yemeği yasaklayan âyetler buna misal verilebilir.

اَلتَّشَابُهُ (teşâbüh), iki şeyin birbirine eşit olarak benzemesi demektir. Bu tarzda birbirine benzeyenlerden her birine de اَلْمُتَشَابِهُ (müteşâbih) denilir. Her iki taraf aynı kuvvette ve eşit benzerlikte olduğundan, benzer yönleri, ayrıntıları ortadan kaldırmakta ve insan zihni onları birbirinden ayırmakta aciz kalmaktadır. İşte “müteşâbih âyetler”, birbirine benzer mânalar ifade etmesi sebebiyle, mânaları ve delâleti açıkça anlaşılmayan, birini diğerinden ayırdetmek güç olan âyetlerdir. Kur’ân-ı Kerîm’in büyük çoğunluğu bu âyetlerden oluşmaktadır. Allah’ın eli ve yüzü olduğunu, geldiğini, arşa istivâ ettiğini bildiren âyetler; kabir, kıyâmet, mahşer, hesap, cennet ve cehennemle alâkalı âyetler; hurûf-ı mukattaalar; Hz. Âdem’in anasız babasız, Hz. İsa’nın sadece babasız yaratılması, Hz. Üzeyr’in yüz sene ölü kaldıktan sonra diriltilmesi, Ashâb-ı Kehf’in üç yüz dokuz sene mağarada kalıp tekrar uyandırılması, peygamber mûcizeleri, kâinatın maverâsı ve derinlikleri, eşyanın hakikati gibi tefekkürî konulardan bahseden âyetler buna misâl verilebilir.

Peki Kur’ân-ı Kerîm’de müteşâbih âyetlerin bulunmasının hikmeti nedir?

Kur’ân-ı Kerîm, kıyamete kadar geçerliliğini sürdürecek bir kitaptır. Bu sebeple onun, indiği andan itibaren bütün zaman ve mekanlar için uygun düşecek neticelerin ve çeşitli mânaların çıkarılmasına imkân tanıyan ifadelere sahip olması tabiidir. Yine her dönemin ihtiyaçlarına cevap verebilecek ehliyette âlimlerin yetişebilmesi, zor ifadelerden bir kısım hedefler bulup çıkarabilme melekesini haiz kişilerin yetişmesine, bu da araştırma ve incelemeye yönelten motivasyonun bulunmasına bağlıdır. Şayet dinin bütün tâlimatları kolay bir üslûpla ve tek düze ifadeler içinde gelmiş olsaydı herkes önündeki hazır malzemeyle yetinme alışkanlığı kazanır, aklını çalıştırmaya ihtiyaç hissetmez, ilmî gayretlere soyunmaz, böylece ilerleme ve gelişme mümkün olmazdı. Bunun için Kur’an, müteşâbih âyetleri vasıtasıyla gerek hukukî meselelerde, gerek her türlü bilimsel konularda, gerekse ailevî ve ictimâî hayatı ilâhî kanunlar çerçevesinde tanzim etmede, medeniyetler kurup geliştirmede insan aklına geniş yer ayırmıştır. Az kelimeyle çok mâna ve hüküm beyân edip, bazı hükümlerinde esneklik getirerek akıl, deney, tecrübe ve araştırma mahsûlü ilmî gelişmelere kapı aralamıştır.

Sahip olduğu kalbî, aklî ve zihnî melekeleri itibariyle insan, ilim ve medeniyet ne kadar gelişirse gelişsin, hep yeni şeylerin peşinden koşmak, onları bilip öğrenmek ihtiyacı hisseder. Bu ihtiyacını karşılamaya çalışırken, kendi ötesinde bilinmeyen bîr âlemin varlığını sezmesi, mârifet yolunda ilerlerken ve ilimde yeni mertebelere ulaşırken önündeki meçhullerin tükenmediğini fark etmesi bu bakımdan büyük önem arzetmektedir. Zira bu his ve idrak, bir taraftan onu bu nevi araştırmaları sürdürme yolunda kamçılayacak, diğer taraftan da ilimde ne kadar ileri giderse gitsin, her bilenin üzerinde daha iyi bilen birinin olduğunu ve yüce Allah’ın ilminin sonsuzluğunu yürekten kabullenme erdemine ulaştıracaktır. İşte müteşâbih âyetler insana bu yönde de ışık tutmakta ve ona istikâmet vermektedir.

Kur’ân-ı Kerîm’in mânalarını anlamaya çalışırken öncelikle muhkem âyetler esas alınmalı, müteşâbih âyetler ise onlarla mîzân edilerek anlaşılmaya çalışılmalıdır. Bu çalışmalar sayesinde âyetler arasında herhangi bir çelişkinin olmadığı, hepsinin aynı gerçeği anlatan parçalar olduğu anlaşılacak, böylece Kur’an’ın hak bir kitap olduğuna dair mü’minin kalbinde bulunan iman daha da kuvvetlenecektir.

Âyet-i kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan” kimselerden bahsedilmekte ve bunların “sırf fitne çıkarmak ve kendi arzularına göre onun yorumunu yapmak arzusuyla” Kur’an’ın müteşâbih âyetlerinin peşine düştükleri beyân edilmektedir. Bu ifade, kendi bâtıl görüşünü desteklemek ve tervic etmek için müteşâbihlerin peşine düşen ve onları delil olarak kullanmaya çalışan kâfir, zındık, câhil ve ehl-i bidat herkese şâmildir. Hıristiyanların Hz. İsa’nın “Allah’ın kelimesi ve ruhu” olduğunu beyân eden âyetten (bk. Nisâ 4/171) kendi bâtıl itikatlarını destekleyecek şekilde mânalar çıkarmaları, yahudilerin sûre başlarındaki hurûf-ı mukattaalardan hareketle ümmet-i Muhammed’in ömrünü çıkarmaya çalışmaları, bir kısım bâtıl mezheplerin Allah’ın sıfatlarıyla alakalı “el, yüz, yan, ayak, parmak” gibi bazı müteşâbih lafızlardan hareketle Cenâb-ı Hakk’ı insan sûretinde tasvir etmeleri buna misal verilebilir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 150; Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 13-14)

Kalbî durumu bu şekilde olanlar, şahsî düşüncelerini ve nefsânî arzularını putlaştıran, bunlardan başka bir gerçek tanımayan, dinin emirlerini oyuncak yerine koyan bir anlayışa sahiptirler. Halbuki dinde aslolan kayıtsız şartsız hakka tabi olmaktır. Onlar, dinin emirleri doğrultusunda amel etmekten hoşlanmadıklarından, dâimâ zihinleri kararsızlık, şüphe ve vehimlere sürüklemek için müteşabih ifadelerden esinlenerek ortaya attıkları hayal mahsulü boş şeylerin peşine düşerler. Böylece her şeyi şüpheli hâle getirmek, hep garip ve acaip şeylerden bahsetmek, en açık gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek isterler.

Âyet-i kerîmede “kalplerinde eğrilik bulunan”ların karşısına “İlimde derinleşmiş olanlar” konmaktadır. Bunlar eğrilikten hoşlanmayan, ilim yolunda sağlam duran, bildiğini ve bilmediğini seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe çözebilen, Allah katından gelen bilgiler hakkında en küçük bir şüphe duymayan gerçek ilim sahibi kimselerdir. Onlar: “Biz Kur’an’a inandık, muhkemiyle, müteşâbihiyle hepsi Rabbimizin katındandır” derler. Hakikaten ancak böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahipleri, Allah’ın âyetlerini tefekkür edip ondan gerekli dersi, ibret ve öğüdü alabilir. Aklı karışmış, kalbi eğrilmiş ve anlayışı bozulmuş olanlar ise bunları gereği gibi düşünebilme imkânından mahrumdurlar.

Bu gerçek âlimler, sahip oldukları ilme ve mânevî mevkiye güvenmez, kalplerinin eğrilmemesi ve hallerini daha da iyileştirmesi için devamlı Allah Teâlâ’ya sığınıp yalvarırlar:

Âyetteki, “İlimde derinleşmiş olanlar” ifadesi, aynı zamanda Kur’an âyetlerinin tefsirini yapabilecek ve ondan hükümler çıkarabilecek âlimlerin kimliğini açıklamaktadır. Bunlar; muhkem âyetler ile müteşabih âyetlerin mertebelerini seçebilen, te’vili caiz olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan çıkarmaktan sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri Allah’a havale eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı, doğru düşünmesini bilen ve seven, hâsılı hikmete mazhar olmuş hakiki âlimlerdir. (Elmalılı, Hak Dini, II, 1045)

8. “Rabbimiz! Bizi doğru yola erdirdikten sonra kalplerimizi eğriltme, bize tarafından bir rahmet bağışla! Çünkü bağışı pek bol olan yalnız sensin!”

9. “Rabbimiz! Sen, insanları geleceğinde asla şüphe olmayan bir günde kesinlikle bir araya toplayacaksın! Doğrusu Allah, verdiği sözden caymaz.”

Mutlak irade ve kudret sahibi olan şüphesiz Cenâb-ı Hak’tır. Dilediğine mülkü verir, dilediğinden mülkü alır. Dilediğini izzete eriştirir, istediğini zillete düşürür. Hidâyet ve dalâlet de O’nun iradesine bağlıdır. Dilediğine rahmet eder, kalbine katından rahmet bahşeder, istediğine gazab eder. Bu sebeple Peygamberler ve onların izini takip eden âlimler, O’nun sonsuz ihsan edici olduğuna inandıklarından hep Allah’a niyâz hâlinde olmuşlardır. O’ndan hidâyet ve rahmet talep etmişler, azabından yine O’na sığınmışlardır.

Allah Resûlü (s.a.s.): “Hiçbir kalp yoktur ki Rahmân’ın iki kudret parmağı arasında bulunmasın. Onu doğru tutmak istediğinde doğru tutar, dilediği zaman da eğriltir” buyurmuş ve devamlı olarak: “Ey kalpleri sâbit kılan Allahım! Kalplerimizi dînin üzere sâbit kıl” diye dua etmiştir. (İbn Mâce, Mukaddime 13) Müslim rivayetine göre ise Efendimiz: “Ey kalpleri evirip çeviren Allahım! Bizim kalplerimizi taatin üzere sâbit kıl” diye dua etmiştir. (Müslim, Kader 17)

Yine Peygamber Efendimiz (s.a.s.) kalple alâkalı mânevî durumların hassasiyetine dikkat çekmek üzere:

“Kalb, boş bir arazide duran ve rüzgarın kendisini sağa sola evirip çevirdiği kuş tüyüne benzer” buyurmuştur. (İbn Mâce, Mukaddime 10)

Sirri Sakatî (k.s.) der ki:
“Kalpler üç türlüdür. Şöyle ki:
- Bir kalp vardır dağa benzer. Böyle bir kalbi, hiçbir şey yerinden sökemez, kaydıramaz.
- Bazı kalpler hurma ağacı gibidir. Böyle bir kalbin kökü olduğu yere çakılıdır. Rüzgâr onu biraz eğer; fakat bu eğilme önemli değildir.
- Bazı kalpler ise kuş kanadı gibidir. Böyle bir kalbi esn rüzgâr sağa sola kaydırır.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 185.

Anlaşılan o ki kulun selamete erip selamette kalabilmesi için kalbi korumak, onu sürekli iman ve hidâyet üzere bulundurmak zarureti vardır. Çünkü bunu başaramayıp küfre düşenleri çok feci bir akıbet beklemektedir:

10. İnkâr edenlerin malları da evlatları da, Allah’ın azabına karşı kendilerine hiç bir fayda sağlamayacaktır. İşte onlar, cehennemin yakıtıdırlar.
 
Son düzenleme:

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
11. Bu kâfirlerin hâli, tıpkı Firavun hânedânı ile daha önceki kâfirlerin hâline benzer. Onlar da, âyetlerimizi yalanlamışlardı da Allah onları günahları sebebiyle kıskıvrak yakalamıştı. Allah’ın cezalandırması pek şiddetlidir.

Âhirete inanmadıklarından dolayı kâfirler için “dünya hayatı” büyük bir kıymet taşımaktadır. Onlar, bu fânî hayatı ne kadar zevk ü safâ içinde ve nefsânî arzuları tatmin istikâmetinde kullanabilirlerse kendilerini o kadar mutlu hissederler. İnsanın dünya hayatında güvendiği ve bel bağladığı unsurların başında “mallar” ve “evlatlar” gelir. İnsan bunlarla ihtiyaçlarını karşılar ve bir sıkıntıya düştüğünde de bunlara sığınır. Bu sebeple bir başka âyet-i kerîme malların ve evlatların birer fitne, birer imtihan vesilesi olduğunu haber verir. (bk. Enfâl 8/28)

Dünyadan küfür üzere âhirete göçenlere, orada malları da evlatları da hiçbir fayda vermeyecek ve onları Allah’ın azabından koruyamayacaktır. O gün ancak insana getirilen “kalb-i selîm” yani her türlü günah kirlerinden ve kötü sıfatlardan arınmış tertemiz bir kalp yarar sağlayacaktır. (bk. Şuarâ 26/88-89) Halbuki kâfirlerin dünyada iken düşünceleri böyle değildir. Onlar mallarının ve evlatlarının çokluğuyla övünüyor ve bunların kendilerini tehlikelerden kurtaracağını zannediyorlardı. Onların bu hallerini şu âyet-i kerîme ne güzel açıklar:

“Kâfirler: «Bizim malımız da, evladımız da sizinkinden daha fazla. Biz öyle azap filân da görecek değiliz» demişlerdir.” (Sebe’ 34/35)

Yüce Rabbimiz, onların bu asılsız iddalarına şöyle cevap vermektedir:

“Sizi bize yaklaştıracak olan ne mallarınız ne de evlatlarınızdır. Ancak iman edip sâlih ameller işleyenler müstesnâ. Onlara, yaptıklarına karşılık kat kat mükâfat verilecek ve onlar cennetin yüksek köşklerinde güven ve huzur içinde kalacaklardır.” (Sebe’ 34/37)

Buna göre mal ve evlatlar, ancak sâlih amel işleyen, malını ve evladını Allah yolunda kullanmasını bilen kimselerin Allah’a yaklaşmalarına yardımcı olabilir. Fakat yukarıda da ifade edildiği gibi kâfirler için bu geçerli değildir. Orada onlar için ağır bir ceza ve şiddetli bir azap vardır. Çünkü bir taraftan dünyada faydalandıkları imkânlardan mahrum kalacaklar, diğer taraftan acılara düçar olacaklardır. Üstelik cehennemde sadece yanmayacaklar, onun yakıtı olacaklardır.

11. âyette Kur’an’ın indiği dönemdeki ve ondan sonra gelecek kâfirlere, Firavun hânedânı ve daha önce geçen Âd ve Semûd kavmi gibi Allah’ın âyetlerini yalanlayan ve günahları sebebiyle ilâhî kahra uğrayan kimseler örnek olarak verilmektedir. Onların yolundan gidenlerin de aynı fecî âkıbete, Allah’ın pek şiddetli azâbına uğrayacakları ikâzı yapılmaktadır. O halde inkârcıların hem dünya hem de âhiretteki fecî durumlarından ibret alıp küfürden vazgeçmeli ve Allah’a gönüllü kulluk yapanlardan olmaya gayret gösterilmelidir:

12. İnkâr edenlere de ki: “Sizler yakında mağlup edilecek ve topluca cehenneme sürüleceksiniz. Orası ne kötü bir yataktır.

Âyet-i kerîmenin iniş sebeplerinden biri şöyledir:

Allah Resûlü (s.a.s.), Bedir savaşında Mekke müşriklerini mağlûp edince Medineli yahudiler: “Vallahi bu bize Hz. Mûsâ’nın müjdelediği ve kitabımızda özelliklerini bulmakta olduğumuz, sancağı asla yere düşmeyecek olan ümmî peygamberdir” deyip onu tasdik etmek ve ona tâbi olmak istediler. Ancak içlerinden bazısı: “Hele durun bakalım, acele etmiyelim. Bir ikinci savaşını görelim” dediler. Fakat Uhud savaşında Hz. Peygamber’in ashâbı bozguna uğrayıp sancakları yere düşünce aralarında tekrar konuştular ve: “Hayır, vallahi bu o değilmiş” dediler. Bedbahtlığı tercih ederek müslüman olmadılar. Üstelik Peygamber (s.a.s.) ile yapmış oldukları ve henüz süresi dolmamış olan antlaşmayı da bozdular. İçlerinden Ka‘b b. Eşref altmış atlıyla birlikte Mekke müşriklerine, Ebu Süfyan ve arkadaşlarına varıp onları tebrik ettiler. Güçlerini birleştirmeyi teklif edip: “Sözümüz bir olsun” dediler, sonra da Medine’ye döndüler. İşte bu hâdise üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 100)

İniş sebebinin bu ve benzeri hâdiselerin olması mümkün olmakla birlikte âyet, indiği dönemdeki ve ondan sonra gelecek tüm inkârcılara, mutlaka mağlup olacaklarını, bundan daha fenâsı, dünyada küfürde birleştikleri gibi âhirette de çok berbat bir yatak olan cehenneme topluca sürüleceklerini haber veren bu gerçeği tekitli bir şekilde ilan etmektedir.

Âyetteki, “Yakında mağlûp edileceksiniz” ifadesi, yakın zamanda vuku bulacak bir olayı haber vermektedir. Bu, Kur’an’ın istikbâle dâir verdiği haberlerle ilgili bir mûcizedir. Nitekim bu mûcize gerçekleşmiş, kısa bir süre sonra İslâm düşmanları kesin bir yenilgiye uğramışlardır. Bunlardan Mekke müşrikleri ancak Mekke’nin fethine kadar direnebilmişler, sonra teslim olmak durumunda kalmışlardır. Medine’deki yahudi kabileleri ise müslümanlarla yaptıkları antlaşmaları ihlâl durumlarına göre değişik muamelelere tâbi tutulmuşlar, Peygamber Efendimiz henüz hayatta iken Medine ve çevresindeki tesir ve hâkimiyetlerini tamamen kaybetmişlerdir.

Gelen âyette ise ilâhî kudretin, kâfirleri mağlup edip mü’minleri zafere eriştiren tecellilerinden birine yer verilir:

13. Birbiriyle savaşan o iki orduda sizin için büyük bir ibret vardır: Bunlardan biri Allah yolunda savaşıyordu, diğeri ise kâfir olup, karşılarındaki mü’minleri baş gözleriyle kendilerinin iki katı görüyorlardı. Allah, dilediğini yardımıyla destekler ve güçlendirir. Elbette bunda, görecek gözleri olanlar için kesin bir ibret vardır.

Âyetin haber verdiği ibretli hâdise Bedir savaşında gerçekleşmiştir. O savaşta mü’minler 313 kişi, müşrikler ise 1000 kişi kadar idiler. Savaş hazırlıkları bakımından da müslümanların durumu, düşmanlarına göre oldukça zayıftı. Üstelik harp niyetiyle yola çıkmadıklarından dolayı psikolojik olarak da savaşmaya hazır değillerdi. Bu bakımdan Allah Teâlâ, kâfirlerin azim ve cesaretlerini kırmak ve kalplerine korku salmak maksadıyla müslümanları gözlerine iki katları olarak göstermiştir. (bk. Enfâl 8/43-44) Böylece mü’minlere ilâhî yardımını göndererek onları zafere eriştirmiştir. Burada “Az sayıdaki nice topluluk, çok sayıdaki nice kalabalığı Allah’ın izniyle yenmiştir” (Bakara 2/249) gerçeği tecelli etmiştir. Allah’ın yardımı sadece Bedir veya başka bir savaşa ait bir durum değildir. O, dilediği takdirde, ilâhî yardımı celbedecek kalbî kıvam, hal ve davranış içinde bulunan bütün kullarına çeşitli yollarla yardımını gönderir. O halde idrak ve anlayışları açık, basîret sahibi olanlar, bu gibi hâdiselerden ibret almalı, ilâhî nusret ve inâyete nâil olmanın yollarını aramalıdırlar. Hele inkâr yoluna saparak, Allah’ın yardımına mazhar olan, bizzat Cenâb-ı Hakk’ın nusratıyla desteklediği mü’min topluluklara düşman bir mevkide asla bulunmamalıdırlar.

Bunun için de insanın, nefsini iyi tanıması, iç âlemini ve duygularını tahlil etmesi ve kendini kötülüklere sevkedecek tehlikelerin başında gelen “dünya sevgisi”ni dengelemesi, hatta mümkün oldukça gönlünden silmesi gerektiğini öğretmek üzere şöyle buyrulmaktadır:

14. Kadınlara, oğullara, yüklerle altın ve gümüş yığınlarına, iyi cins salma atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere olan düşkünlük isteği insanlara câzip gösterildi. Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah yanındadır.

Âyet-i kerîme, insanın iç dünyasını, gönül yapısını ve en derin hislerini tahlil ederek, onun fıtrat itibariyle nelere karşı zâfiyeti, düşkünlüğü ve muhabbeti olduğunu haber verir. Bunların başında karşı cinse alâka, nesli devam ettirmek, zengin olmak, makam, mevki ve şöhret sahibi olmak, neşeli ve keyifli bir hayat sürmek, hayvanî ve nebâtî her türlü nimetlerden istediği gibi istifade etmek gelir. Gerçekten de topraktan yaratılan, gözünü sayısız dünya nimetleri içinde açan ve dâimî bir surette o nimetlerle perverde olan insan, bu nimetlere gönlünü bağlar ve nefsânî arzuların da desteğiyle aralarında kuvvetli bir muhabbet bağı oluşur. Yüce Rabbimiz, insanı bu fıtrat üzere yaratmıştır. Cenâb-ı Hakk’ın iradesi istikâmetinde insan hayatının devamı ve neslin bekâsı için dinin koyduğu belirli ölçülere göre bu nimetlerden istifade etmek insanın en tabiî hakkıdır. Helâl ve temiz olmak şartıyla dünya nimetlerinden istifade etmeyi emreden (bk. Bakara 2/172) ve Allah’ın helâl saydığı şeyleri haram kılmayı yasaklayan âyet-i kerîmeler bize bu gerçeği öğretmektedir. (bk. Mâide 5/87; Tahrîm 66/1) Bunlar içinde özellikle şu âyet-i kerîme, dünya-âhiret dengesinin sağlanabilmesi açısından konunun nirengi noktasını ortaya koyar:

“Rasûlüm şöyle de: «Allah’ın kulları için yarattığı zînetleri, temiz ve hoş rızıkları kim haram kılabilir?» De ki: «Bunlar, dünya hayatında iman edenler içindir; kıyamet günü ise sadece mü’minlerin olacaktır.» İşte biz, bilen bir toplum için âyetleri böyle açık açık beyân ediyoruz.” (A‘râf 7/32)

Buna karşılık dünya hayatının kısa bir süre sonra sona erecek bir zînet, görüntü ve oyalanmadan ibaret olduğunu bildiren şu âyet-i kerîmeler ise terazinin diğer kefesini dengelemektedir:

“Mal ve oğullar dünya hayatının zînetidir. Asıl kalıcı olan sâlih ameller ise Rabbinin katında hem mükâfat bakımından daha hayırlı, hem de ümit bağlamaya daha layıktır.” (Kehf 18/46)

“İyi bilin ki dünya hayatı ancak bir oyundan, bir eğlenceden, bir süs ve gösterişten, aranızda bir öğünmeden, mal ve evlatta çokluk yarışından ibarettir. Tıpkı bir yağmur gibi ki, onun bitirdiği ekinler çiftçilerin hoşuna gider. Sonra kuruyuverir de sen onu sapsarı kesilmiş görürsün. Ardından da çerçöp hâline gelirler. Âhirette kâfirlere şiddetli bir azap, mü’minlere ise Allah’tan bir bağışlama ve rızâ vardır. Evet, dünya hayatı, aldatıcı bir menfaatten başka bir şey değildir.” (Hadîd 57/20)

Dolayısıyla burada en mühim husus, bu nimetleri Allah ve Rasûlü’nün tarif ettiği şekilde helâl ve temiz yollardan kazanmak ve yine helâl ve temiz olarak bunlardan istifade etmektir. Bu hususta harama düşmemek ve aşırıya gitmemektir. Tefsir edilen âyet-i kerîme fıtrî bir hakikate işaret etmekte, sayılan fânî nimetlere normalin ötesinde gönül bağlamanın âhiret saadetini tehlikeye düşürebileceğine dikkat çekmektedir. Nitekim âyetin devamındaki, “Bunlar, dünya hayatının geçici birer metâından ibarettir. Asıl varılacak güzel yer, Allah katındadır” (Âl-i İmrân 3/14) ifadesi, bu gerçeği açıkça göstermekte; değeri oldukça sınırlı olan dünya nimetlerine aşırı arzu duymaktan ziyâde, Allah katında yüce bir mertebeye erişmek için gayret göstermenin daha hayırlı olacağı vurgulanmaktadır.
Nitekim devam eden âyetler, aynı vurguyu daha da derinleştirmektedir:

اَلْمَتَاعُ (meta‘); kazanmak ve faydalanmak demektir. Bundan hareketle yenilecek, içilecek, giyilecek ve benzeri faydalanılabilecek her bir şeye meta‘ denilir. Satılık kumaşlar, kullanılacak alet ve edavatlar, mallar ve kendisinden yararlanılan az çok gerekli şeyler de buna dâhildir. Dünya hayatı için kullanılan مَتَاعُ الْغُرُورِ (metâ‘u’l-gurur) ise (bk. Âl-i İmran 3/185), müşteriyi kandırmak için allanıp pullanarak hoş gösterilen ve alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan mal demektir. Gurûr, aldanmak demek olduğu gibi, اَلْغَارُّ “gârr”ın çoğulu olarak aldatıcılar da demek olabilir.

15. Onlara şöyle söyle: “Size bunlardan daha güzelini haber vereyim mi? Takvâ sahiplerine Rableri katında altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler, tertemiz eşler ve hepsinden öte Allah’ın rızâsı vardır. Allah, kullarını hakkiyle görmektedir.

16. O takvâ sahipleri: “Rabbimiz! Şüphesiz biz iman ettik; ne olur günahlarımızı bağışla ve ateşin azâbından bizi koru!” derler.

17. Onlar sabreden, söz ve davranışlarında dürüst olan, ilâhî emirlere gönülden itaat eden, mallarını Allah yolunda harcayan ve seher vakitlerinde Allah’tan bağışlanma dileyenlerdir.

Âhiret hayatı, dünya hayatından daha değerlidir. Dünya bir oyun ve eğlence olduğu halde esas hayat âhiret hayatıdır. O, ebedîdir, sonu gelmeyecek bir hayattır. Dolayısıyla Allah Teâlâ’nın müttakî kullarına hazırladığı cennet nimetleri de dünya nimetleriyle kıyas edilmeyecek derecede kıymetli ve güzeldir. Orada hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin tatmadığı ve hiçbir aklın düşünemediği muhteşem güzellikte nimetler vardır. Aklını kullanabilen insanlar, fânîlere, gel-geç sevdâlara değil, aslında bu nimetlere gönül bağlamalıdır. Burada bu nimetlerin üçünden haber verilir:

Altlarından ırmaklar çağıldayan bağlar, bahçeler,
Maddeten ve mânen tertemiz eşler,
Yüce Allah’ın rızâsı: Cennette ulaşılabilecek ve insan ruhunun en çok haz alacağı makam, Cenâb-ı Hakk’ın hoşnutluğu olacaktır.

Rivayete göre Allah Teâlâ cennet ehline:

“– Râzı oldunuz mu? Hoşnut musunuz?” buyuracak, onlar da:
“– Ey Rabbimiz, nasıl râzı olmayız ki! Bize başka kullarından hiç birine vermediğin nimeti verdin” diyecekler. Bunun üzerine Allah Teâlâ buyuracak ki:
“– Size bundan da büyüğünü vereceğim.”
“– Bundan daha üstün ne olabilir ya Rabbî” diyecekler. İşte o zaman Allah Teâlâ:

“– Sizden râzı olacağım ve artık size sonsuza kadar hiç gazap etmeyeceğim” buyuracak. (Buhâri, Rikâk 51; Müslim, Cennet 9)
Gönlü Allah korkusuyla dopdolu olup O’na karşı gelmekten sakınan ve dünyada takvâ üzere bir hayat süren mü’minler işte bu nimetler içinde ebedî kalacaklardır. Ancak, devam eden âyetlerde, bahsedilen takvâ seviyesine erişebilmek için yapılması lazım gelen ameller ve kazanılması gereken mühim ahlâkî vasıflar sayılmaktadır. Hülasa olarak bunlar:

Gerçekten iman etmek ve günahların affı ve cehennem azabından kurtuluş için Allah’a yalvarmak,
İbâdetleri ifâya, haramlardan kaçmaya, dünya hayatının musîbetlerine ve hoşumuza gitmeyen şeylere sabretmek,
Sâdık yani özünde, sözünde ve işinde doğru, samimi ve dürüst davranmak,
Gönüllü itaat etmek; boyun büküp Allah’a ihlasla ve huşû içinde kulluk yapmak,
Allah’ın verdiği mallardan ve her türlü rızıktan gece gündüz, gizli açık O’nun yolunda harcamak,
Seherlerde kırık bir gönülle gözyaşı içinde istiğfar etmek, samimi bir kalple Yüce Allah’tan bağışlanmasını dilemek.

Bütün vakitlerde istiğfarla meşguliyet faydalı olmakla birlikte, günün diğer vakitlerine göre müstesnâ bir feyiz ve berekete sahip olan “seher vakitleri” özellikle zikredilmiştir. Bu vakitlerde yapılan duaların mutlaka kabul edileceğine dair Allah Resûlü’nün müjdesi vardır. Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Her gece Rabbimiz, gecenin son üçte biri kalınca rahmet ve mağfiretiyle en yakın göğe iner ve: «Bana dua eden yok mu kabul edeyim, benden bir şey isteyen yok mu ona vereyim, benden bağışlanma dileyen yok mu onu bağışlayayım» buyurur.” (Buhârî, Teheccüd 14; Müslim, Müsâfirîn 168)

“Gecede bir saat vardır ki, Allah’tan dünya veya âhiretle ilgili bir iyilik isteyen bir müslüman o saate rastlarsa, Allah istediği şeyi ona mutlakâ verir. Bu saat her gecede vardır.” (Müslim, Müsâfirîn 166)

İşte kulları önce takvâya, sonra cennete, oradan da Rabbimizin sevgisine ve hoşnutluğuna ulaştıracak ameller bunlardır.

Kur’an’ın haber verdiği bu müjdeler ve ikazlar, emir ve yasaklar, mesnedi olmayan boş bir söz, kuru bir iddia, gerçekliği şüpheli, kendini bilmezlerin karşı çıkmasıyla zayıf düşüp ortadan kalkacak, insanı aldatan hayal ürünü şeyler değildir. Tam aksine aslı, şâhidi ve delili olan sağlam ve sarsılmaz gerçeklerdir. Çünkü:

18. Allah, adâleti ayakta tutarak, kendisinden başka hiçbir ilâhın olmadığına bizzat şâhittir. Ayrıca bütün melekler ve kendilerine ilim verilmiş olanlar da tam bir doğruluk, adâlet ve hakkâniyet içinde aynı gerçeğe şâhittirler. Evet, O’ndan başka bir ilâh yoktur. O, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

Bu âyet-i kerîme, Kur’ân-ı Kerîm’deki en büyük şâhitliği içine almaktadır. Âyetin iniş sebebiyle ilgili şu rivayet bunu haber verir:

Allah Resûlü (s.a.s.) Medine’ye hicret edince Şam papazlarından ikisi Medine-i Münevvere’ye geldiler. Medine şehrini görünce birisi arkadaşına: “Bu şehir, âhir zamanda çıkacak peygamberin şehrine ne kadar benziyor!” dedi. Peygamber (s.a.s.)’in yanına girince, daha önceden bildikleri vasıflarıyla onu tanıdılar ve: “Sen Muhammed misin?” dediler. Efendimiz: “Evet” buyurdu. “Sen Ahmed misin?” diye sordular, Efendimiz yine: “Evet” buyurdu. Onlar: “Sana bir şâhitliği soracağız, eğer onu bize haber verirsen sana iman edip seni tasdik edeceğiz.” dediler. Peygamberimiz: “Buyurun, sorun” deyince onlar: “Allah’ın kitabındaki en büyük şâhitliği bize haber ver” dediler. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyeti indirdi. O iki papaz da müslüman olup Efendimiz (s.a.s.)’i tasdik ettiler. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 101)

Allah’tan başka ilâh olmadığına ve her işinde âdil olduğuna en büyük şâhid, yine Allah Teâlâ’dır. Cenâb-ı Hak, indirdiği ilâhî kitaplarda, özellikle Kur’ân-ı Kerîm’de bu şâhitliğini haber vermektedir. Yine O, bütün varlık âleminde, din ve dünya işlerinde adâleti ayakta tutarak bu şâhitliği fiilî olarak gerçekleştirmektedir. Hiç şüphe yok ki, varlık âlemi mutlak bir düzen içinde, şaşmayan kanunlarla ezelden ebede hareketini sürdürmektedir. Her şey çok mükemmel bir nizam içinde ve hassas ölçülere bağlı olarak yaratılmaktadır. Zerreden küreye her şeyde bu ince nizamın tesiri açıkça görülmektedir. Her hâdise bir sebebe, her sebep mükemmel bir programa dayanmakta ve bütün bunlar yegâne ma‘bûd ve sonsuz kudret sahibi olan Allah Teâlâ’ya işaret etmektedir. Melekler ve hakiki âlimler de, gerek öğrendikleri naklî deliller, gerekse müşâhede ettikleri aklî delillerden hareketle Allah’tan başka ilâh olmadığına şâhitlik ederler. O’nun birliğini ikrar edip inanırlar. Melekler bunu peygamberlere, peygamberler âlimlere, âlimler de bütün insanlara bu hakikati açıklarlar. Burada bahsedilen âlimler, Al-i İmrân sûresi 7. âyette özellikleri anlatılan “râsih âlimler”dir. Gerçek bu olduğuna göre, mü’minler Allah’tan gelen bu sapasağlam İslâm dinine sımsıkı sarılmalı ve bu din, düşmanlarının saldırılarıyla zayıf hâle düşürülmemelidir.

Âyetin sonunda Allah Teâlâ’nın “Azîz” ve “Hakîm” ismi zikredilmiştir. Azîz ismi O’nun kudretinin, Hakîm ismiyse O’nun ilminin mükemmelliğine işaret eder. Bunlar, gerçek bir ilâh’ta mutlaka bulunması gereken mühim vasıflardır. Zira ilâhın adâleti ayakta tutması, ancak yaratıkların ihtiyaçlarını en ince ölçüleriyle bilip, bunları yaratmaya gücü yetmekle gerçekleşir.

İşte kendisinden başka ilâh olmayan o Allah, insanlığın kurtuluşu için yegane din olarak yalnız kendisine kulluk ve teslimiyeti esas alan İslâm’ı belirlemiştir:

19. Şüphesiz Allah katında tek makbul din İslâm’dır. Ehl-i kitap, ancak kendilerine Peygamber’in hak olduğuna dâir bilgi geldikten sonra, aralarındaki kıskançlık yüzünden anlaşmazlığa düştüler. Artık kim Allah’ın âyetlerini inkâr ederse, şunu bilsin ki Allah, elbette hesâbı çok çabuk görendir.

اَلدّ۪ينُ(din), sözlükte “hesap, taat, kulluk, mükâfat veya ceza olarak amellerin karşılığı” gibi mânalara gelir. Bu yönüyle kelime, itaat edenle itaat edilen arasındaki ilişkiyi ifade etmektedir. İtaat edilen ve hâkimiyeti elinde bulunduran taraf itibariyle sevap ümidi veya azap korkusuyla muhatapları, sorumluluklarını yerine getirmeye çağrıdır. İtaat eden taraf itibariyle ise selamet arzusu, korkuyla ümit arasında çarpan bir kalple itaat ve emre bağlılık mânası ifade eder. Terim olarak din, akıl sahiplerini kendi istek ve iradeleriyle iyiliğe ve mutluluğa yönlendiren, onların seçme özgürlüklerine bağlı fiillerini uhrevî kurtuluş ve saadetleri istikametinde düzenleyen ilâhî bir kanundur.

اَلْاِسْلَامُ (İslâm), sözlükte “teslim olmak, itaat etmek, bağlanmak, sulh ve selâmet içinde olmak” anlamlarını ifade eder. Terim olarak ise İslâm, “Allah Teâlâ’nın peygamberleri vasıtasıyla bildirdiği dinî emir ve yasakların tamamını bütün varlığıyla kabul etmek, gereğini yapmak ve bunu ortaya koyan bir teslimiyet içinde olmaktır.” Genelde Allah’tan gelen bütün hak dinlerin ortak adı, özelde de son olarak PeygamberEfendimiz (s.a.s.)’e indirilen dinin adı, İslâm’dır. Bu dine bağlananlara da “müslüman” denilir. İslâm, bir taraftan insanlarla Allah arasında bir mutabakatı ifade edip böylece yaratanın iradesiyle yaratılmışların iradesi arasında bir uyumu temin ederken, diğer taraftan irade ve akıl sahibi varlıklar arasında anlaşmazlık ve çekişmeleri önleyip uzlaşma sağlamakta, böylece bütün varlık âlemini mükemmel bir barış ve selâmet iklimine ulaştırmayı hedeflemektedir. Şu âyet-i kerîme bu gerçeği dile getirmektedir:

“Yoksa onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde bulunan herkes isteyerek veya istemeyerek Allah’a boyun eğip teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp götürülmektedir.” (Âl-i İmrân 3/83)

Bu hakîkate binâendir ki İslâm’dan başka bir din kabule şâyan olamayacaktır:

“Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, şunu bilsin ki, aradığı din ondan asla kabul edilmeyecektir; o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır.” (Âl-i İmrân 3/85)

İşte bu itibarla Allah katında geçerli olan tek din, İslâm’dır; Allah’ın emirlerine kayıtsız şartsız tam teslimiyettir. Allah Teâlâ’nın gönderdiği peygamberler ve indirdiği kitaplarla kullarına öğrettiği din budur. Cenâb-ı Hak, kullarına bu ilâhî kanununa göre muamele edecek, nimet ve mükafatını bununla verecek ve neticede ebedî selâmete ermek de sadece bununla mümkün olacaktır.

Şâirin dediği gibi:

“Hiç ululuk yok cihanda rütbe-i İslâm’dan bihter.
İzzet ü rif’at istersen, ni’met-i İslâm yeter.”


“Dünyada İslâm rütbesinden, müslüman olmaktan daha iyi, yüce, şerefli ve güzel hiçbir ululuk yoktur. Eğer sen izzet, şeref ve yücelik istersen İslâm nimeti yeter!”

Ancak kendilerine kitap verilen ve önceden dinin ne olduğu hususunda bilgileri bulunan yahudi ve hıristiyanlar, kendilerine gerçek ilim yani vahiy, Kur’an ve apaçık deliller geldikten sonra, sırf menfaat düşüncesi, nefsâni arzu, hırs ve hasetleri sebebiyle anlaşmazlığa düşmüşlerdir. Bununla birlikte kendilerine gerçek din tebliğ edildiği böylece dinin mâhiyet ve maksadının ne olduğunu tam olarak anladığı halde, buna itaat etmeyen ve şahsî çıkarlarını dinin üstünde tutan herkes âyetin şumûlüne dâhildir. Âyette, Allah’ın hesap görmesinin çok çabuk olduğu hatırlatılarak, Cenâb-ı Hakk’ın âyetlerini inkâr edenler uyarılmaktadır. Bununla birlikte Yüce Mevlâmız, kullarının peşini bırakmayıp kitaplısı ve kitapsızıyla hepsini ısrarla İslâm’ı kabule çağırmaktadır:

20. Buna rağmen Allah’ın dinî hakkında seninle tartışırlarsa onlara de ki: “Ben bütün varlığımla Allah’a teslim oldum; bana tâbi olanlar da O’na teslim oldular.” Kendilerine kitap verilenlere ve dinden imandan habersiz ümmîlere de: “Siz de teslim oldunuz mu?” diye sor. Eğer teslim olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer yüz çevirirlerse sana düşen sadece tebliğ etmektir. Allah, kullarını hakkiyle görmektedir.

Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.), bu âyeti Ehl-i kitaba okudu, onlar da “müslüman olduk” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz yahudilere: “Siz İsa’nın, Allah’ın kelimesi, kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musunuz?” diye sordu. Onlar: “Bundan Allah’a sığınırız!” dediler. Aynı şekilde hıristiyanlara: “Siz İsa’nın Allah’ın kulu ve rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musunuz?” diye sordu. Onlar da İsa’nın kul olduğunu söylemekten Allah’a sığınırız” dediler. İşte âyette “yok eğer yüz çevirirlerse” diye haber verilen husus budur. (Bursevî, Rûhu’l-Beyân, II, 19; Elmalılı, Hak Dini, II, 1067)

Burada hak din olan İslâm hakkında bir tartışma sözkonusu olduğunda Peygamber Efendimiz’in şahsında bir müslümanın nasıl bir tavır alması gerektiği öğretilmektedir. Şöyle demelidir: “Ben kendimi, kalbimi ve bütün varlığımı bana tâbi olanlarla birlikte sadece Allah’a teslim ettim. Allah’a yöneldim. Tertemiz, şeksiz, şüphesiz, hâlis ve muhlis bir sûrette Allah yolunu tuttum ve O’nun dinine bağlandım. O’na hiçbir şeyi ortak tutmadım. İbâdetimi ve duamı yalnızca O’na tahsîs ettim. Bu da tevhid dininin ta kendisidir.”

Âyetteki, “Kendilerine kitap verilenlere ve dinden imandan habersiz ümmîlere de” (Âl-i İmrân 3/20) hitâbı, Allah Resûlü’nün peygamberliğinin bütün insanlığa şamil olduğunun bir ilânıdır. Zira bu tasnifin dışında hiçbir insan zümresi kalmamaktadır. “Kitap verilenler”, yahudi, hıristiyan ve benzerlerini içine alır. “Ümmîler” ise Arap müşrikleri ile kitapsız dinlere mensup olan herkesi içine alır. Peygamberin vazifesi sadece tebliğ etmektir. O tebliğe uyanlar doğru yolu bulacaklardır. Uymayıp yüz çevirenler ise bu nimetten mahrum kalacaklardır. Ancak sorumlulukları peygambere değil, sadece kendilerine ait olacaktır.

Bu uyarıyı dikkate almak gerekir. Zira doğru yoldan yüz çevirip inkâra saplanan ve pervasızca büyük günahlara cür’et edenleri pek acıklı bir azap beklemektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
21. Şüphesiz Allah’ın âyetlerini inkâr eden, peygamberleri haksız yere öldüren ve kendilerine adâletli davranmayı öğütleyenleri de öldürenler yok mu, onları pek elem verici bir azap ile müjdele.

22. Onların bütün yaptıkları dünyada da âhirette de boşa gitmiştir. Onları azaptan kurtaracak hiçbir yardımcıları da yoktur.

Burada, Allah Resûlü (s.a.s.)’in tebliğ ettiği Kur’an âyetlerini ve ilâhî gerçekleri inkâr eden, bunlar karşısında inatla ve ısrarla direnen, içlerinden hidâyeti seçenlere baskı uygulayan, Peygambermiz’i ve beraberindekileri ortadan kaldırmak sûretiyle menfaatlerini güvence altına alabileceklerini düşünen bütün inkârcılar tesirli bir üslupla ikaz edilmektedir.
Bu iki âyette üç günahtan ve bunlara verilecek üç cezadan bahsedilir. Üç günah; âyetleri inkâr etmek, peygamberleri öldürmek ve adâleti emreden insanları öldürmektir. Verilecek üç ceza ise can yakıcı bir azap, dünya ve âhirette amellerin boşa gitmesi ve hiçbir yardımcının bulunmamasıdır.

Ehl-i kitap’tan durumları sözkonusu şu kimseler böyle bedbahtlara etkili bir örnek olarak verilebilir:

23. Kendilerine kitaptan bir nasip verilenleri görmedin mi? Onlar, aralarında hakem olması için Allah’ın kitabına çağrılıyorlar da, sonra onlardan bir gürûh Allah’ın hükmünü kabulden yüz çeviriyor. Zâten bunlar dâimâ yüz çevirirler.

24. Bunun sebebi onların: “Sayılı birkaç gün dışında bize ateş asla dokunmayacak” demeleridir. Uydurdukları bu tür yalanlar, dinleri hususunda kendilerini aldatmıştır.

25. Geleceğinde hiç şüphe olmayan kıyâmet günü hesaba çekmek için onları bir araya topladığımızda halleri nice olacak? Çünkü o gün herkes iyi-kötü ne yapmışsa karşılığını eksiksiz alacak ve hiç kimseye haksızlık edilmeyecektir.

Âyetlerin iniş sebebiyle alakalı şöyle bir olay anlatılır:

Resûl-i Ekrem (s.a.s.), bir defasında yahudileri îmana davet etmek için okullarına gitmişti. Başkanları olan Nuaym b. Amr Efendimiz’e: “Sen hangi dindensin?” diye sordu. Peygamberimiz de: “İbrâhim’in dinindenim” dedi. Nuaym: “Fakat İbrâhim yahudi idi” deyince Peygamberimiz: “Öyleyse bu konuda bizimle sizin aranızda hakem Tevrat’tır. Onu getirin bakalım!” dedi, fakat onlar getirmek istemediler. Aynı durum, yahudilerle ilgili bir recm hâdisesinde de tekerrür etmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 188) Bu şekilde iniş sebepleri olmakla birlikte, âyetlerden asıl hedeflenen mâna, belirli bir zaman ve zeminde vuku bulmuş bir hâdiseye değinmenin ötesinde, bir taraftan Allah’a inandıklarını söyleyen, diğer taraftan da O’nun emir ve yasaklarına tâbi olmaktan ve Allah’ın kitâbını hakem kılmaktan kaçınan kimselerin, özellikle din âlimleri ve toplum önderlerinin çelişkilerini ortaya koymaktır.

Ehl-i kitab’ın “Sayılı birkaç günden başka bize ateş asla dokunmayacak” (Âl-i İmrân 3/24) şeklindeki kuruntularıyla alakalı izah Bakara sûresi 80. ayette yapılmıştı. Onların bu tarz uydurdukları asılsız şeyler, kendilerini oyalamakta, hak dini öğrenip ona tabi olmalarını engellemekte ve aldanmalarına sebep olmaktadır. Tabii olarak doğrunun yerini eğri, hakkın yerini bâtıl almaktadır.

Halbuki “din”, ciddîye alınması gereken bir husustur. Çünkü dünyadaki amellerimiz dinin kaidelerine göre değerlendirmeye tabi tutulacak ve âhiret hayatımız buna göre tanzim edilecektir. Ölüm, tekrar diriliş ve mahşerde Allah’ın huzurunda toplanmak kaçınılmazdır. Hiçbir ferdin bunun dışında tutulması mümkün değildir. Orada inceden inceye hesaplar görülecek, ilâhî takdire göre herkese amelinin karşılığı tam olarak verilecek ve kimseye en küçük bir haksızlık yapılmayacaktır. O halde bütün insanların din hususunda kuruntu ve hayallerden vazgeçip Hak katında gerçek din olan İslâm’ı seçmeleri ve ona göre bir hayat yaşamaları zaruridir.

Zira kullarına bir lutuf olarak hak dini gönderen Allah Teâlâ, istediği her şeyi yapabilecek, va‘dettiklerini yerine getirebilecek sonsuz kudret ve izzet sahibidir:

26. De ki: “Ey mülkün gerçek sahibi olan Allah! Sen dilediğine mülkü verirsin, dilediğinden mülkü çekip alırsın; dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin. Bütün hayırlar yalnız senin elindedir. Şüphesiz sen, her şeye kâdirsin.

اَلْمُلْكُ (mülk) kelimesi; “peygamberlik, kudret, idare etme kuvveti, zafer, hâkimiyet, ilim, servet, itibar, akıl ve sıhhat gibi maddî ve manevî imkânlar” mânalarını ihtiva eder. Buna göre مَالِكُ الْمُلْكِ (mâlikü’l-mülk) olan Allah Teâlâ, sayılan bu imkânların hepsinin mutlak olarak sahibidir. O, bu nimetlerden istediği kullarına dilediğini vermekte nihâyetsiz bir kudret ve iradeye maliktir.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili iki rivayet şöyledir:

Birincisi; Mekke’nin fethi üzerine Allah Resûlü (s.a.s.), ümmetine, bir gün Bizans ve İran imparatorluklarını ele geçireceklerini müjdelemişti. Bunun üzerine münafıklar ve yahudiler, “Olacak iş değil. Muhammed nerede, İran ve Rum nerede! Onların güç ve kuvvetleri bundan çok fazla. Üstelik Muhammed’e Mekke ve Medine yetmedi mi ki, bir de İran ve Rum devletlerini istiyor?” dediler.

İkincisi; Hendek savaşının yapıldığı yılda Resûlullah, kazılacak hendeği belirlemiş, Medine halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. Aralarında Selman-ı Farisi’nin de bulunduğu grup, kendilerine düşen yeri kazarlarken hendeğin orta yerinde büyük bir kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraştılar, fakat başaramadılar. Durumu Allah Resûlü’ne arzettiler. Efendimiz gelip hendeğe indi, Selman’ın elinden balyozu aldı, taşa bir vurdu, taş çatladı ve öyle bir kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi etrafı aydınlattı. Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir getirdiler. İkinci bir darbe daha indirdi, yine öyle bir şimşek çaktı ve yine tekbir getirdiler. Üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir şimşek daha çaktı. Aynı şekilde bir tekbir daha getirdiler. Sonra Efendimiz birinci çakan ışıkta kendisine Hıyre’nin ve Kİsrâ’nın şehirlerinin köşkleri göründüğünü; ikinci ışıkta Rum diyarının kırmızı köşkleri göründüğünü; üçüncü ışıkta ise San‘a’nın köşkleri göründüğünü haber verdi. Cebrâil (a.s.) da, ümmet-i Muhammed’in kısa zaman sonra bunları ele geçireceklerini müjdeledi. Buna müslümanlar çok sevindiler. Münafıklar ise: “Ne tuhaf insanlarsınız! Muhammed sizi boş ümitlerle oyalıyor, asılsız va‘dlerde bulunuyor, Medine’den Hıyre ve Rum kralının şehirlerinin köşklerini gördüğünü ve sizin bunları fethedeceğinizi söylüyor. Halbuki savaşa çıkmaya bile gücünüz yetmiyor da korkunuzdan hendek kazıyorsunuz” dediler. Bu ve benzeri hâdiseler üzerine bu âyet-i kerîme indi. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 168; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 4-5)

“Mülk”ten maksat ister peygamberlik, ister dünya hâkimiyeti, isterse yukarıda zikredilen diğer mânalardan biri olsun, fark etmez, Cenâb-ı Hak bunları dilediğine lütfeder, dilediğinden de çekip geri alır. Nitekim peygamberler asırlar boyu hep İsrâiloğulları neslinden devam etmiştir. Bu sebeple onlar, Tevrat’ta gelmesi müjdelenen son peygamberin de yine kendilerinden olmasını bekliyorlardı. Bunu tabii bir hak olarak görüyorlardı. Fakat Allah Teâlâ, işledikleri günahlar ve nankörlükleri sebebiyle bu nimeti onların elinden aldı ve Araplar’ın seçkin kolu Kureyş’ten Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ihsan etti. Efendimiz Medine’de İslâm devletini kurdu ve kısa zamanda Arap Yarımadası’na hakim oldu. Fazla zaman geçmeden de Bizans ve İran imparatorlukları fethedildi, İslâm devletinin sınırları İstanbul’a, Kafkaslar’a ve İspanya’ya kadar genişledi.

Âyetin “dilediğini yüceltip aziz kılar, dilediğini alçaltıp zelil edersin” (Âl-i İmrân 3/26) ifadesi, hem dinî hem de dünyevî açıdan değerlendirilebilir. Dinî açıdan izzet, Allah’a gönülden inanmak ve bu imanın gereğini tam olarak yapmaya çalışmaktır. Kul için en büyük şeref budur. Nitekim: “Asıl güç, izzet ve şeref Allah’a aittir, Rasûlü’ne aittir ve mü’minlere aittir; fakat münafıklar bunu bilmiyor” (Münafıkûn 63/8) âyetinde “izzet” bu mânadadır. Dinî açıdan zillet ise hakikati gördüğü halde imansızlık yolunu tutmak, inkârda direnmek ve bunun savunucusu konumunda olmaktır. “Allah ve Rasûlü’ne karşı çıkanlar, evet onlar, mağlubiyete uğrayıp en zelîl ve en alçak kimseler arasında olacaklardır” (Mücâdile 58/20) âyeti de bu mânadaki “zillet”ten bahseder.

Maddî mânevî, dinî dünyevî her türlü hayırlar, iyilikler ve bereketler Allah Teâlâ’nın kudretindedir. O, aynı zamanda her şeye gücü yetendir. Bize göre olması imkânsız veya zor olan şeyleri yapmak Allah’a güç değildir. Dolayısıyla, âyetin iniş sebeplerinde örnekleri geçtiği üzere, müslümanlar için imkânsız görülen başarı ve zaferleri onlara lütfetmek kesinlikle Allah’ın kudretindedir. Mü’minler her daim bu iman ve tevekkül anlayışı içinde olmalıdırlar.

Nitekim O’nun sınırsız kudret tecellilerinden biri de şudur:

27. Geceyi gündüze katar, gündüzü de geceye katarsın. Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın. Dilediğin kimseyi de hesapsız rızıklandırırsın.

Gece ile gündüz, bir saniye durmaksızın birbirlerini takip ederler. Mevsimlere göre bazan gece uzar gündüz kısalır, bazan de gündüz uzar gece kısalır. Bu bakımdan âyet-i kerimeyle ilgili olarak iki mâna üzerinde durmak mümkündür.

Birincisi; Allah Teâla bazan geceyi kısaltır, ondan kalan kısmı gündüze ilâve eder. Bazan de tam aksine gündüzü kısaltır, ondan kalan kısmı geceye ilâve eder. Zaman gelir, mevsimlerin normal şartlarda işlediği yerlerde, gece on beş saat, gündüz dokuz saat; zaman gelir tam tersine gündüz on beş saat, gece de dokuz saat olur. Cenâb-ı Hak, dünyanın nizamını buna bağlamıştır.

İkincisi; Allah, gündüzün peşinden geceyi getirir, dünyayı karanlığa büründürür. Sonra gecenin peşinden gündüzü getirir ve dünyayı aydınlatır. Böylece biri diğerinin peşinden birbirini takip eder dururlar.

Burada yeryüzünün peygamberlerin getirdiği hidâyet, ilim ve irfan nurlarıyla aydınlandıktan sonra, bunların tesirinin azalmasıyla tekrar küfür ve cehalet karanlıklarına bürünebileceğine; yeni bir peygamberin gelmesiyle karanlıktan sonra tekrar etrafı aydınlığın sarmasının mümkün olabileceğine de bir işaret vardır. (bk. Kuşeyrî, Letâifü’l-işârât, I, 140)

Âyetin, “Ölüden diri, diriden de ölü çıkarırsın” (Âl-i İmrân 3/27) ifadesi, maddî hayatla ilgili olabileceği gibi mânevî hayatla ilgili de olabilir. Kur’ân-ı Kerîm’in “öldürme ve diriltme” kelimelerini kullandığı mânaları dikkate aldığımızda her ikisi de mümkündür. Allah Teâlâ dâneden başağı, başaktan dâneyi; çekirdekten ağacı, ağaçtan çekirdeği; meniden canlı organizmayı, canlı organizmadan meniyi; yumurtadan kuşu, kuştan yumurtayı çıkarır. Aynı şekilde Yüce Rabbimiz, kötüden iyiyi, iyiden kötüyü; kâfirden mü’mini, mü’minden kâfiri; âlimden câhili, câhilden âlimi çıkarır. Cenâb-ı Hakk’ın günah ve bozgunculukta çok ileri gitmiş toplumların içinden peygamberler çıkarmış olması buna güzel bir misaldir. Dolayısıyla ümmî bir topluluktan tüm insanlığa rahmet olacak son peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.)’i çıkarması ve onun getirdiği dine gönülden bağlananları şan ve şerefin zirvesine yükseltmesi ve onları insanlık için örnek bir ümmet kılması normal karşılanmalıdır. Çünkü O, istediğini hesapsız ve sayısız nimetlerle rızıklandırmaya kadirdir; mutlak hak ve tasarruf sahibidir.

İşte Allah Teâlâ’yı bu sıfatlarıyla tanımak ve bu irfanla O’na kulluk etmek gereklidir. Bu bakımdan mü’minler, Allah’a imanın kıymetini bilmek ve onu kaybetmemek hususunda şöyle ikaz edilmektedirler:

28. Mü’minler, sakın mü’minleri bırakıp da kâfirleri dost edinmesinler. Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur. Ancak kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korkarsanız ölçülü bir şekilde onlara dostluk gösterebilirsiniz. Yine de Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü sonunda dönüş, yalnız Allah’adır.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili şu olaylar nakledilir:

· Medine’de bir kısım yahudiler, belki dinleri hakkında fitneye düşürürüz arzusuyla Ensâr’dan bazı müslümanlarla dostluk kuruyorlardı. Rifâa b. Munzir ve Abdullah b. Cubeyr gibi sahâbeler Ensâr’dan o kişilere: “Bu yahudilerden uzak durun, onlarla birlikte bulunmaktan ve onlara dost olmaktan sakının ki sizi dininizde fitneye düşürmesinler” dediler. Fakat onlara dostluk beslemekte ve onlarla birlikte olmakta ısrar ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 309; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 104)

· Bu âyet, münafıklardan Abdullah b. Ubeyy ve arkadaşları hakkında nâzil olmuştur. Onlar, yahudileri ve müşrikleri severler, onlara dost olurlar, belki Allah’ın Rasûlü (s.a.s.)’e karşı zafer kazanırlar umuduyla müslümanların haberlerini onlara taşırlardı. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105)

Âyet-i kerîmenin, bu ve benzeri olaylar gibi, iniş sebebi hususi olsa da hükmü ve mânası umûmîdir. Kıyâmete kadar bu muhtevâya dâhil olabilecek bütün grup ve şahısları içine aldığında hiç şüphe yoktur.

Bir mü’minin, küfrüne râzı olmak sûretiyle bir kâfirle dost olması kesinlikle yasaktır. Çünkü bu tarz bir davranış, kâfiri dininde ve inkârında tasvip etme mânası taşır. Küfrü tasvip ise küfürdür. Ancak başka bir kısım âyetlerin (bk. Mümtehene 60/8) ve Peygamber Efendimiz’in uygulamalarının gösterdiği gibi dünyevî meselelerde kâfirlerle güzel ilişkilerde bulunmak caizdir. Müminler, hiç kimseye karşı iyi davranmaktan, adâlet ve ihsandan menedilmiş değillerdir. İnsan haklarına riâyet, ahde vefâ, ciddiyet, merhamet ve yardımseverlik aslında imanın gereği olan güzel huylardır. Güzel huy ise müminin şiarıdır. Fakat bu, mânevî değerleri zedelemeyecek, İslâm’ın insana bakışını, ona sevgi, hoşgörü ve iyilik duygularıyla yaklaşma anlayışını simgeleyecek ve dünya hayatının barış ve istikrara kavuşmasına yardımcı olacak bir tarzda olmalıdır. Burada çok hassas bir denge vardır. O dengenin iyi korunması ve müslümanların fert ve toplum olarak hiçbir zarar görmeyecekleri bir usulün takip edilmesi gerekir.

Bu bakımdan âyet-i kerîmede bahsedilen dostluk “inanç birliği veya yakınlığı sebebiyle muhabbet besleme, gönül verme, güven duyma ve bel bağlama” mânasında kullanılmıştır. Çünkü âyetin devamında gelen “Kim böyle yaparsa, artık onun Allah ile irtibatı tamâmen kopmuş olur” (Âl-i İmrân 3/28) tehdidi, yasaklanan dostluğun İslâm’ın ruhuyla bağdaşmayan, imanı tehlikeye sokan ve müslümanların zararına olan dostluklar olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı kesinlikle müminler, kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan sakınmalıdırlar.

Ancak mü’minlerin, kâfirlerden gelebilecek tehlikelerden korunabilmek için kalplerindeki imanın kıvâmına dikkat ederek “takiyye” yapmaları mümkündür. Takiyye, “insanların şerrinden korunmak için, gerçek niyetini belli etmeden onların arzusuna uygun hareket etmek” demektir. Nitekim “Kalbi imanla dopdolu ve doygun olduğu halde baskı altında kalarak inkâra zorlanıp da bunu ancak diliyle yapan hâriç; bu durumda kalan kimse inkâr sözünü söyleyebilir” (Nahl 16/106) âyeti de bu hususa dikkat çekmektedir. Nitekim şu hadise burada sözkonusu edilen takiyyenin boyutlarını daha net ortaya koymaktadır:

Yalancı peygamberlik iddiasında bulunan Müseylimetü’l- Kezzâb, ashâb-ı kirâmdan iki kişiyi yakaladı Onlardan birisine: “Sen, Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdet ediyor musun?” deyince o: “Evet, evet, evet!” dedi. Müseylime: “Benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehadet eder misin?” deyince, o sahâbî bu soruya da “Evet” diyerek cevap verdi. Bunun üzerine onu bırakıp diğerini çağırdı ve: “Muhammed’in Allah’ın Rasûlü olduğuna şehâdette bulunur musun?” dedi. Sahâbî, “Evet” dedi. Daha sonra, “Benim de Allah’ın Rasûlü olduğuma şehâdette bulunur musun?” deyince, o sahâbî üç kere, “Ben sağırım...” dedi. Müseylime bunun üzerine onu öldürdü. Hâdise Allah Resûlü (s.a.s.)’e intikal edince şöyle buyurdu: “Öldürülen kimseye gelince, o yakînî imanı ve sıdkı üzere gitti, Allah mübârek etsin. Diğeri ise Allah’ın tanımış olduğu ruhsatı kullandı. Bundan dolayı ona bir günah ve vebal yoktur.” (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 12)

Dolayısıyla âyette bahsedilen takiyye, zarûretten doğan ve ruhsat ifade eden istisnâi bir durumdur. müslüman, mecbur kalmadığı sürece bu yollara tevessül etmemelidir. Zira bu zaruret sınırını aşıp alışkanlık hâline gelmeye başladığında imanın zâfiyete uğramasına, müslümanın şahsiyetinde bozulmalara ve beşeri münâsebetlerde güven bunalımına yol açabilir. Bu bakımdan Allah, nihâî dönüşün kendisine olduğunu hatırlatarak azâbına uğramaktan kullarını sakındırmaktadır.

Şimdi gelen âyetlerde de benzeri uyarı ve sakındırmalar devam ediyor:

29. De ki: “İçinizdekini gizleseniz de açığa vursanız da Allah onu bilir. O, göklerde ve yerde olan her şeyi bilir. Allah’ın her şeye gücü yeter.

Göklerde ve yerde olanları bilen Allah, elbette kullarının kalplerinden geçenleri de bilir. Dolayısıyla, ister gizli tutun ister açığa vurun, kalplerinizde kâfirlere karşı oluşan dostluk meylini Allah mutlaka bilmektedir. Ayrıca o kâfirlerle dostluk kurmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi cezalandırmaya da gücü yeter. Hâsılı Allah’ın muttali olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre O’nun emrine aykırı davranmaktan sakınmak gerekir. Çünkü yapılan bütün ameller en sağlam usullerle kayda geçirilip, kıyamet günü kulun karşısına çıkarılacaktır. Hayır veya şer her ne yaptıysa orada onları hazır halde bulacaktır. Günahlarından uzaklaşmayı ve onlarla kendi arasında çok uzun mesafeler konmasını isteyecektir. Fakat bu talebin ona bir faydası olmayacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hususa daha da açıklık getirmektedir:

“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)

Yüce Rabbimiz, gönderdiği ilâhî tâlimatlarla bizleri kendi azabından ve gazabına uğramaktan sakındırmaktadır. Çünkü O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Ancak O’nun şefkat, merhamet ve muhabbetine erişmek için de insanlığa Üsve-i Hasene olarak lütfettiği Resûl-i Ekremi’ne ittiba şarttır:

Üsve-i Hasene: Kendisine uyulması gereken ve son derece faydalı olan en güzel örnek. Resûlullah (s.a.s.)’in vasfı. Ahzâb sûresi 21. âyette Efendimiz (a.s.) böyle vasfedilmektedir.

30. Kıyâmet günü herkes dünyada iken yaptığı iyilik ve kötülükleri önünde hazır bulacak; ama kendisi ile günahları arasında çok uzun bir mesafe olmasını isteyecek. Allah sizi azabından sakındırıyor. Çünkü Allah, kullarına çok şefkatlidir.

Göklerde ve yerde olanları bilen Allah, elbette kullarının kalplerinden geçenleri de bilir. Dolayısıyla, ister gizli tutun ister açığa vurun, kalplerinizde kâfirlere karşı oluşan dostluk meylini Allah mutlaka bilmektedir. Ayrıca o kâfirlerle dostluk kurmanızı yasaklamasına rağmen, yine de siz bundan vazgeçmezseniz, Cenâb-ı Hakk’ın sizi cezalandırmaya da gücü yeter. Hâsılı Allah’ın muttali olmadığı ve cezalandırmaya gücünün yetmediği hiçbir kötülük ve isyan bulunmadığına göre O’nun emrine aykırı davranmaktan sakınmak gerekir. Çünkü yapılan bütün ameller en sağlam usullerle kayda geçirilip, kıyamet günü kulun karşısına çıkarılacaktır. Hayır veya şer her ne yaptıysa orada onları hazır halde bulacaktır. Günahlarından uzaklaşmayı ve onlarla kendi arasında çok uzun mesafeler konmasını isteyecektir. Fakat bu talebin ona bir faydası olmayacaktır. Nitekim şu âyet-i kerîme bu hususa daha da açıklık getirmektedir:

“Herkesin amel defteri önüne konulacak; sen günahkârların o defterde yazılı olanlardan dolayı ödleri patlayacak şekilde korktuklarını göreceksin. Hayretler içinde: «Yazıklar olsun bize! Bu nasıl defter ki, küçük büyük demeden, hiçbir şeyi dışarıda bırakmadan ne yapmış, ne söylemişsek hepsini saymış dökmüş!» diyecekler. Böylece yaptıkları her şeyi amel defterlerinde bulacaklar. Rabbin hiç kimseye zulmetmez.” (Kehf 18/49)

Yüce Rabbimiz, gönderdiği ilâhî tâlimatlarla bizleri kendi azabından ve gazabına uğramaktan sakındırmaktadır. Çünkü O, kullarına karşı sonsuz şefkat ve merhamet sahibidir. Ancak O’nun şefkat, merhamet ve muhabbetine erişmek için de insanlığa Üsve-i Hasene[1] olarak lütfettiği Resûl-i Ekremi’ne ittiba şarttır:

Üsve-i Hasene: Kendisine uyulması gereken ve son derece faydalı olan en güzel örnek. Resûlullah (s.a.s.)’in vasfı. Ahzâb sûresi 21. âyette Efendimiz (a.s.) böyle vasfedilmektedir.
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
31. Rasûlüm! De ki: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.

Bu âyetin iniş sebebi hakkında tefsirlerde şu bilgilere yer verilmiştir:

Rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.) yahudileri İslâm’a çağırdığında onların: “Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz. (bk. Mâide 5/18) Biz Allah’ı, senin söylediğinden daha çok severiz” demeleri üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 16)

Başka bir rivayete göre ise Peygamberimiz (s.a.s.), Kureyşliler Mescid-i Haram’da putlara taparken yanlarına uğrayıp: “Ey Kureyş topluluğu, Allah’a yemin olsun ki siz babanız İbrâhim’in dinine karşı çıkıyorsunuz” buyurdu. Kureyşliler de: “Biz bu putlara Allah Tealâ’ya olan sevgimizden ve bunlar bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye tapınıyoruz” (bk. Zümer 39/3) dediler de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Râzî, VIII,16; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 105)

Muhabbet; gönlün, gördüğü olgunluk, yücelik ve güzellik sebebiyle bir şeye meyletmesidir. Bu sebeple insan, kendini sevdiklerine yaklaştıracak tutum ve davranışlara daha fazla önem verir. Gerçek mânasıyla mükemmelliğin Allah Teâlâ’ya mahsûs olduğunu bilen, başka varlıklarda görülen olgunluk izlerinin de Allah’ın izni ve yardımıyla olduğunu, dolayısıyla Allah’a nisbet edilmesi gerektiğini anlayan kul, şüphesiz en çok Allah’ı sever. Kulun Allah’a muhabbeti, gönlünde bulduğu son derece latîf ve ince bir histir. Bu his onu hiç zorlanmaksızın gönüllü olarak Allah’a itaata ve O’na yaklaştıracak amellere yönlendirir. Allah’ı ve O’nun rızâsını her şeyin üzerinde tutmasına vesile olur. Allah’ın kuluna muhabbeti ise onun iyiliğini murad etmesi ve ona sayısız lutufta bulunmasıdır.

İnanç ve ameli ne olursa olsun herkes Allah Teâlâ’yı sevdiğini iddia edebilir. Fakat muhabbet, sadece iddiadan ibaret değildir; onun varlığını gösteren delil ve işaretlere ihtiyaç vardır. Âyet-i kerîme, Allah’ı seven bir kişinin, O’nun gazabını çekecek şeylerden mutlaka kaçınması ve hidâyet rehberi olarak gönderdiği Resûlullah (s.a.s.)’e ittiba etmesi gerektiğini şart koşmaktadır.

Hasan Basrî (k.s.) şu öğüdü verir:

“Sakın ola ki, «Kişi sevdiği ile beraberdir» (Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165) hadis-i şerifi senin için bir aldanma sebebi olmasın. Sen iyileri sevsen de, onlara ancak yararlı işler yapmakla katılabilirsin. Yahudiler de, hıristiyanlar da peygamberlerini severler. Ne var ki onlarla hiç bağlantıları yoktur.”

Nitekim Hasan Basrî’nin bu cümlesi üzerine İmam Gazalî (k.s.) şu açıklamayı yapmıştır:

«Kişi sevdiği ile beraberdir» (Buhârî, Edeb 96; Müslim, Birr 165) hadis-i şerifi, yapılan işlerin pek çoğunda, hiç değilse bir kısmında ortak yan bulunmaz ise, kuru sevgi hiçbir mâna ifade etmez.” (el-Hadâiku’l-Verdiyye, s. 318-319)
Şu misâller Resûlullah (s.a.s.)’in izinden yürüme ve onun sünnetine uyma bakımından ne kadar ibretlidir:

Bişr-i Hafî (r.h.) der ki:

“Bir gece rüyamda Fahr-i Âlem Efendimiz (s.a.s.)’i gördüm. Bana dedi ki:
«–Ey Bişr! Allah senin değerini niçin yüceltti, bilir misin?»
«–Hayır yâ Resûlallah!» dedim. Buyurdular ki:

«–Benim sünnetime uyman, sâlih kimselerin hizmetinde bulunman, din kardeşlerine öğüt vermen, ashâbımı ve Ehl-i Beyt’imi sevmen, seni sâlihlerin makâmına yükseltti.»” (Mahir İz, Tasavvuf, İstanbul, 1969, s. 184)

Hak dostlarından Abdülhâlık Gücdüvânî Hazretleri, gerçek kulluk için Peygamberimiz (s.a.s.)’in getirdiklerine uymanın lüzûmunu ne güzel açıklar:
Bir gün kendisine sordular:

“–Nefsin istediklerini mi yapalım, istemediklerini mi?”

Hazret-i Pîr şöyle cevap verdi:

“–Bu ikisinin farkını tespit edebilmek oldukça zordur. Nefis, bu isteklerin Rahmânî mi yoksa şeytânî mi olduğunu bilme husûsunda insanları çoğunlukla yanıltır. Bunun içindir ki, yalnızca Allah’ın emrettiği yapılır, yasakladığı yapılmaz. Gerçek kulluk budur.”

Sünnet-i seniyyeye ittibaya güzel bir misal de şanlı tarihimizden verelim:
II. Abdülhamid Hân’ın hanımı şöyle anlatıyor:

“Abdülhamid Hân, yatağının başında dâimâ temiz bir tuğla bulundururdu. Yataktan kalktığında çeşme mahalline gidene kadar abdestsiz yere basmamak için tuğlayla teyemmüm ederdi. Bir keresinde bunun sebebini sorduğumda:

«–Bunca müslümanların halîfesi olarak, biz sünnet ölçülerine dikkat etmezsek, ümmet-i Muhammed bundan zarar görür!..» diye karşılık verdi.”

Şair ne güzel söylemektedir:
Hâric-i dâire-i fermân-ı Peygamber olan
Kendi nefsin İslâm’a dâhil bilmesun
İşte mikyas-ı şeriat ölçmeyen a’mâlini
Beyhûde İslâmım deyu dâvâ etmesun.

Zira insan, Peygamber’e uyarak Allah’a itaat etmiş, Allah’a etmek sûretiyle de O’nun sevgisini kazanmış olur. Çünkü Allah, kendisine itaat edenleri sever. Dolayısıyla eğer Peygamber’e ittiba yoksa, bahsedilen sevgi de yok demektir. Bu sebepledir ki bir sonraki âyet Allah ve Resûlü’ne itaati emretmektedir:

32. De ki: “Allah’a ve Peygamber’e itaat edin.” Eğer yüz çevirirlerse, bilsinler ki Allah, kâfirleri sevmez.

Rivayete göre, bir önceki âyet-i kerîme nâzil olunca Abdullah b. Ubeyy: “Muhammed kendine itaati Allah’a itaat gibi kıldı. Bize, hıristiyanların İsa’yı sevdiği gibi kendisini sevmemizi emrediyor” dedi de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Râzî, VIII, 17)

“Allah ve Rasûlü’ne itaat”, Allah Teâlâ’nın Peygamberi vasıtasıyla bildirmiş olduğu emirlerine uymak ve yasaklarından kaçınmaktır. Peygamber, Allah’ın emirlerini tebliğ eden kişidir. Bu sebeple ona itaat vâcip kılınmıştır. “Peygamber’e itâat eden, Allah’a itaat etmiş olur” (Nisâ 4/80) âyetinin beyânıyla Peygambere itaat Allah’a itaat; diğer açıdan Peygambere yüz çevirmek de Allah’a yüz çevirmektir. Allah ve peygamberine yüz çevirmek, küfürdür. Küfre düşen ve onda ısrar edenleri ise Allah asla sevmez.

Peygamber Efendimiz (s.a.s.), kendisine itaatin gerekliliği konusunda şöyle buyurmuşlardır:

“Ümmetimin hepsi cennete gireceklerdir. Ancak inad edenler müstesna.” Bunun üzerine ashâb: “Cennete girmeyi kim istemez ki?” dediler. Allah Resûlü (s.a.s.):
“Bana itâat eden cennete girer. Kim de bana âsî olursa o cennete girmeyi istememiştir.” (Buhârî, İ‘tisâm 2)

Câbir b. Abdillah (r.a.)’ın rivayet ettiği şu hâdise de dikkat çekicidir:

Peygamberimiz (s.a.s.) bir defasında uyurken melekler geldiler. Biri diğerine, “O şimdi uyumaktadır” dedi. Öteki ise, “Onun gözü uyumakta fakat kalbi uyanıktır?” dedi. Birbirlerine: “Bu arkadaşınızın bir misâli vardır; onu bu misalle anlatınız” dediler ve şöyle anlattılar:

“O, bir adama benzer ki bir ev yaptırmış, sonra o evde ziyâfet hazırlamış ve bir davetçi göndermiştir. Kim davetçiye kulak vermişse o eve girmiş ve hazırlanan yemekten yemiştir. Kim de davetçiye kulak vermemişse o eve girmemiş ve yemekten de yememiştir.”

Sonra, “Bunu açıklayınız da o iyice anlasın” deyip şöyle devam ettiler:

“Bu ev cennettir. Davetçi Hz. Muhammed (s.a.s.)’dir. Muhammed’e itâat eden Allah’a itâat etmiş, Muhammed’e âsî olan Allah’a âsî olmuştur…” (Buhârî, İ‘tisâm 2)

Şimdi de Cenâb-ı Hakk’ın cennet davetine uyan ve insanları da bu davete uymaya çağıran peygamberler silsilesine dikkat çekmek üzere buyruluyor ki:

33. Muhakkak ki Allah Âdem’i, Nûh’u, İbrâhim âilesini ve İmrân âilesini tertemiz bir hülâsa hâlinde seçip bütün insanlık üzerine üstün kılmıştır.

اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini, en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir.

İşte Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem, Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk. Bakara 2/253; İsrâ 17/55)

Bu âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı söylenebilir.

Öncelikle Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki:

34. Bunlar birbirininin zürriyetinden gelmedir. Allah, hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.

اَلْإصْطِفَاءُ “ıstıfâ” sözlükte bir şeyin en temizini, en saf ve hâlis olan özünü seçip almaktır. “Tasfiye” ise bir şeyin karışığını giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık olandan süzüp ayırmaktır. Mesela bir madeni eritip ayıklayarak cevherini almak bir ıstıfa olduğu gibi, o cevherler arasından herhangi bir işe elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. Âyette bahsedilen “ıstıfa”, sonsuz ilim ve hikmet sahibi olan Allah Teâlâ’nın yaratılış sırasında uyguladığı ıstıfa kanunudur. Bu ilâhî kanun gereğince Cenâb-ı Hak, bir yönden saf ve temiz olanı yaratıp ona vücut verirken, diğer yönden temiz olanları da olmayanlardan ayırmaktadır. Bu çift yönlü oluş, birlikte cereyan etmektedir.

İşte Allah Teâlâ, başlangıçtan kıyamete kadar insanlığa hidâyet önderleri kıldığı peygamberleri seçmiş, hususi bir şekilde yaratmış ve onları bir taraftan peygamberliğe yakışmayan sıfat ve özelliklerden temizlediği gibi, diğer taraftan güzel hasletler ve alışkanlıklarla da tezyin etmiştir. Burada Hz. Âdem, Hz. Nûh ve nesillerinden peygamberler gelen İbrâhim ve İmran ailesi misal verilmiştir. Peygamberler, peygamber olmayan bütün insanlardan daha faziletli kılınmışlardır; ancak kendi aralarında da fazilet farkı bulunmaktadır. (bk. Bakara 2/253; İsrâ 17/55)

Bu âyetlerde, İmran ailesinden gelen Hz. Meryem’den doğup ileride peygamber gönderilecek olan Hz. İsa’nın da Allah’ın seçkin bir kulu olduğu, bunun ötesinde başka bir vasıf taşımadığı hususunda fikrî bir hazırlık yapıldığı söylenebilir.

Öncelikle Hz. Meryem’in doğumundan söz edilerek buyruluyor ki:

35. Bir zamanlar İmrân’ın hanımı şöyle demişti: “Rabbim! Karnımdaki çocuğu her kayıttan azâde olarak senin hizmetine adadım; bunu benden kabul buyur. Şüphesiz sen, duaları işiten, maksat ve niyetleri bilensin.”

İmrân’ın hanımı, Hz. Meryem’in annesidir. İsmi kaynaklarda “Hanne” olarak geçer. İmrân da Hz. İsa’nın dedesidir. Hanne, hamile olduğunu hissedince, karnında bulunan çocuğu kayıtsız şartsız Allah’a kulluğa veya mâbette hizmete adamış ve Allah’tan bunu kabul etmesini istemiştir. Fakat Hanne erkek çocuk beklerken, bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Çünkü mâbette hizmet edecek birinin erkek olması örf ve adetlere daha uygundu. Hizmetin keyfiyeti, adâbı ve devamlılığı bakımından da güzel olan buydu. Bu sebeple bir üzüntü ve mahcubiyet ifadesi olarak “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir” (Âl-i İmrân 3/36) demiştir.[1] Ona Meryem ismini vermiştir. Onların dilinde “Meryem”, “ibâdete düşkün, âbid kadın” mânasına gelmekteydi. Burada İslâm’ın çocuklara güzel isimler koyma emrinin bir tatbikatı ve bu konuda örnek bir davranış görülmektedir. Yine Hane, bizlere numûne-i imtisâl olacak şekilde, çocuğu ve onun zürriyeti için Allah’a dua etmiştir. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması, hepsinin ihlâslı birer müslüman olabilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmiştir. Anne-babanın, evlatları için yaptıkları dualar, geri çevrilmeyecek dualardandır. Nitekim sonraki âyet bu gerçeğin bir şâhidi niteliğindedir:

Bu sözüyle Hanne, kız çocuğunu erkek çocuğa tercih etmiş de olabilir. Sanki o şöyle demiştir: “Benim arzum bir erkek çocuk idi; bu kız çocuk ise bana Allah’ın bir ihsanıdır. Arzum olan erkek çocuk, Allah’ın hibe ettiği bir kız çocuk gibi olamaz.” Bu sözden, Allah’ın kulu için murad ettiği şeyin, kulun kendi için istediğinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 24)

36. Nihâyet çocuğu doğurunca, Allah onun ne doğurduğunu pek iyi bildiği halde: “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir. Ona Meryem ismini verdim. Onu ve zürriyetini kovulmuş şeytandan korumanı senden istiyorum” dedi.

İmrân’ın hanımı, Hz. Meryem’in annesidir. İsmi kaynaklarda “Hanne” olarak geçer. İmrân da Hz. İsa’nın dedesidir. Hanne, hamile olduğunu hissedince, karnında bulunan çocuğu kayıtsız şartsız Allah’a kulluğa veya mâbette hizmete adamış ve Allah’tan bunu kabul etmesini istemiştir. Fakat Hanne erkek çocuk beklerken, bir kız çocuğu dünyaya getirmiştir. Çünkü mâbette hizmet edecek birinin erkek olması örf ve adetlere daha uygundu. Hizmetin keyfiyeti, adâbı ve devamlılığı bakımından da güzel olan buydu. Bu sebeple bir üzüntü ve mahcubiyet ifadesi olarak “Rabbim, ben bir kız çocuk doğurdum. Halbuki erkek kız gibi değildir” (Âl-i İmrân 3/36) demiştir. Ona Meryem ismini vermiştir. Onların dilinde “Meryem”, “ibâdete düşkün, âbid kadın” mânasına gelmekteydi. Burada İslâm’ın çocuklara güzel isimler koyma emrinin bir tatbikatı ve bu konuda örnek bir davranış görülmektedir. Yine Hane, bizlere numûne-i imtisâl olacak şekilde, çocuğu ve onun zürriyeti için Allah’a dua etmiştir. Onu ve neslini kovulmuş şeytanın şerrinden koruması, hepsinin ihlâslı birer müslüman olabilmeleri için Cenâb-ı Hakk’a niyaz etmiştir. Anne-babanın, evlatları için yaptıkları dualar, geri çevrilmeyecek dualardandır. Nitekim sonraki âyet bu gerçeğin bir şâhidi niteliğindedir:

Bu sözüyle Hanne, kız çocuğunu erkek çocuğa tercih etmiş de olabilir. Sanki o şöyle demiştir: “Benim arzum bir erkek çocuk idi; bu kız çocuk ise bana Allah’ın bir ihsanıdır. Arzum olan erkek çocuk, Allah’ın hibe ettiği bir kız çocuk gibi olamaz.” Bu sözden, Allah’ın kulu için murad ettiği şeyin, kulun kendi için istediğinden daha hayırlı olduğu anlaşılır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 24)

37. Hemen Rabbi Meryem’i memnûniyetle kabul buyurdu, onu en güzel şekilde büyütüp yetiştirdi ve onu Zekeriya’nın himâyesine verdi. Zekeriya ne zaman mâbette onun yanına girse, orada değişik bir rızık bulur da: “Ey Meryem! Bu sana nereden ve nasıl geliyor?” diye sorardı. Meryem ise: “O, Allah’tan geliyor. Şüphesiz Allah, dilediğini hesapsız olarak rızıklandırır” derdi.

Allah Teâlâ, Hanne’nin duasına icâbetle hem adadığı kız çocuğunu, hem de onun hakkında yaptığı duayı kabul etmiş, Meryem ve neslini şeytanın şerrinden korumuştur. Allah Resûlü (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Doğan her çocuğa şeytan dokunur da bu dokunma sebebiyle o çığlıklar atarak doğar. Meryem oğlu İsa bundan müstesnâdır.” (Buhârî, Enbiyâ 44; Müslim, Fezâil 146)

Mâbette Meryem’in bakımı, teyzesinin kocası Hz. Zekeriya’ya verilmiştir. Bu haliyle o, Meryem’i himâyesine alabilecek en uygun kişidir. Hz. Zekeriya, mâbette Meryem’in kalması için merdivenle çıkılır özel bir oda tahsis etmişti. Bu oda âyette اَلْمِحْرَابُ (mihrap) kelimesiyle ifade edilmiştir. Bizim kültürümüzde ise mihrap, bilindiği üzere cami ve mescitlerin ön tarafında imamın duracağı belli yerdir. Dolayısıyla burada bu kelime, dilimizdeki yaygın anlamında kullanılmamıştır.

Hz. Zekeriya, Meryem’in kaldığı yere her gittikçe onun yanında güzel rızıklar, yiyecek ve içecekler; kışın yaz meyveleri, yazın kış meyveleri görürdü. Hayretle bu rızıkların nereden ve nasıl geldiğini sorar, Meryem de “O, Allah katındandır” (Âl-i İmrân 3/37) derdi.

Bu gerçeği yakînî olarak görüp hisseden Hz. Zekeriya, Allah’ın sonsuz kudretine olan imanı kat kat artmış bir halde şöyle yalvarmaktan kendini alamaz:

38. Orada Zekeriya Rabbine şöyle niyazda bulundu: “Rabbim! Bana katından tertemiz bir evlat ihsân eyle. Şüphesiz ki sen, duaları hakkiyle işitensin.”

39. Zekeriya, mâbette durmuş namaz kılarken melekler ona şöyle seslendi: “Allah sana Yahya isminde bir evladın olacağını müjdeliyor. O, Allah’tan bir kelime olan İsa’yı doğrulayacak, hem kavminin efendisi olacak, dünya zevklerinden uzak bir hayat sürecek, hem de sâlih kullar arasından seçilmiş bir peygamber olacaktır.”

40. Zekeriya: “Rabbim! Bana ihtiyarlık gelip çatmışken ve hanımım da kısırken, benim nasıl oğlum olabilir?” dedi. Rabbi de: “İşte Allah, dilediğini böyle yapar” buyurdu.

Hz. Zekeriya, Meryem’in yanında gördüğü hârikulâde hallerden etkilenerek, kendisi ihtiyar ve hanımı da kısır olmasına rağmen Cenâb-ı Hak’tan temiz bir zürriyet, sâlih bir evlat istedi. Allah Teâlâ da, onun duasını kabul buyurdu ve kendisine Yahyâ’yı ihsan etti. 39. âyet-i kerîmede Hz. Yahyâ’nın dört mühim hususiyetine dikkat çekilmektedir:

Allah’tan bir kelime olan Hz. İsa’yı tasdik edici olması. Hz. İsa, babasız bir şekilde sırf Allah Teâlâ’nın “Ol!” emriyle dünyaya geldiği için “kelime” olarak isimlendirilmiştir. Bu tasdik, Yahyâ’nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü hayız ve nifastan kesilmiş, kısır, çok ihtiyar bir kadının hamile kalması âdetullâha aykırı bir durumdur. Dolayısıyla Yahyâ, Cenab-ı Hakk’ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine ve dilediğini yapabileceğine fiilen bir şâhittir. Şu halde burada Meryem’in de, normal şartların dışında hamile olabileceğini bir tasdik sözkonusudur.

Seyyid olması. Hz. Yahyâ mü’minlerin efendisi; ilim, hilim, kerem, ibâdet ve takvâ hususlarında toplumun önderi; bâtıla tenezzül etmeden en güzel şekilde insanların rızâsını kazanabilen; yaşıtlarına üstün ve liderliğe layık bir insandı. Çünkü o, hiçbir hatâya bulaşmamış, hiçbir günahla kınanmamış ve hiçbir mâsiyeti de arzu etmemiştir.

Hasûr olması. اَلْحَصُورُ (hasûr); nefsine hâkim; kudreti olduğu halde nefsini bütün şehvetlerden, arzulardan hapseden, muhâfaza eden, bunu fazlasıyla ve lâyıkıyla yapan demektir.

Sâlihlerden bir peygamber olması. اَلصَّلَاحُ (salâh), hayrın her türlüsünü içine alan bir sıfattır. Hz. Yahyâ, peygamberlerin sulbünden gelmiş, sâlihler içinde yetişmiş ve vakti geldiğinde de ilâhî vahye mazhariyetle peygamberlik rütbesine erişmiştir.

Zekeriya (a.s.), melekler tarafından kendisine verilen müjdeye çok sevinmiş, imkânsız gibi gözüken bir şeyin gerçekleşecek olmasına hayretini gizleyememiş, hamileliğin gerçekleştiğine dair kendisine bir alametin gösterilmesini istemiştir. Bu, sadece aciz bir kul olarak merakını gidermek için dile getirdiği bir talepti. Çünkü hamilelik gizli bir durumdu ve o zamanın tıbbî imkânlarıyla bugünkü gibi hamileliği hemen tesbit mümkün değildi. Bu talep üzerine Allah Teâlâ da ona, işaretle anlaşmanın dışında insanlarla üç gün konuşamama gibi bir alâmet vermiştir. Âyetin devamında ise, “Bu esnâda Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” (Âl-i İmrân 3/41) buyrulmuş, özellikle bu üç günlük süre içerisinde Allah’ın fazıl ve kereminin hâsıl olması için Rabbini çokça zikretmesi istenmiştir. Ancak bir taraftan “konuşmama”, diğer taraftan ise “zikirle” emredilmesiyle alakalı olarak iki farklı tefsir yapılabilir:

Birincisi; bu konuşmama sadece dünya işleriyle alakalı idi. Fakat Allah’ı zikir ve tesbih konusunda ise dili normal olarak çalışıyordu. Görüldüğü üzere bu da ayrı bir mûcizedir.

İkincisi; buradaki çok çok zikirden maksat kalple zikirdir. Zekeriya (a.s.), diliyle sükût etmekle birlikte, kalbiyle daima zikir hâlinde bulunmak ve Allah’ı asla unutmamakla emrolunmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 37)

Burada söz tekrar Hz. Meryem’e gelmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
41. Zekeriya: “Rabbim! O halde oğlum olacağına dâir bana açık bir delil göster” dedi. Rabbi de: “Senin istediğin delil, işaretle anlaşman dışında üç gün insanlarla konuşamamandır. Bu esnâda Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” buyurdu.

Hz. Zekeriya, Meryem’in yanında gördüğü hârikulâde hallerden etkilenerek, kendisi ihtiyar ve hanımı da kısır olmasına rağmen Cenâb-ı Hak’tan temiz bir zürriyet, sâlih bir evlat istedi. Allah Teâlâ da, onun duasını kabul buyurdu ve kendisine Yahyâ’yı ihsan etti. 39. âyet-i kerîmede Hz. Yahyâ’nın dört mühim hususiyetine dikkat çekilmektedir:

Allah’tan bir kelime olan Hz. İsa’yı tasdik edici olması. Hz. İsa, babasız bir şekilde sırf Allah Teâlâ’nın “Ol!” emriyle dünyaya geldiği için “kelime” olarak isimlendirilmiştir. Bu tasdik, Yahyâ’nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır. Çünkü hayız ve nifastan kesilmiş, kısır, çok ihtiyar bir kadının hamile kalması âdetullâha aykırı bir durumdur. Dolayısıyla Yahyâ, Cenab-ı Hakk’ın âdete aykırı şeyler yaratabileceğine ve dilediğini yapabileceğine fiilen bir şâhittir. Şu halde burada Meryem’in de, normal şartların dışında hamile olabileceğini bir tasdik sözkonusudur.
Seyyid olması. Hz. Yahyâ mü’minlerin efendisi; ilim, hilim, kerem, ibâdet ve takvâ hususlarında toplumun önderi; bâtıla tenezzül etmeden en güzel şekilde insanların rızâsını kazanabilen; yaşıtlarına üstün ve liderliğe layık bir insandı. Çünkü o, hiçbir hatâya bulaşmamış, hiçbir günahla kınanmamış ve hiçbir mâsiyeti de arzu etmemiştir.
Hasûr olması. اَلْحَصُورُ (hasûr); nefsine hâkim; kudreti olduğu halde nefsini bütün şehvetlerden, arzulardan hapseden, muhâfaza eden, bunu fazlasıyla ve lâyıkıyla yapan demektir.
Sâlihlerden bir peygamber olması. اَلصَّلَاحُ (salâh), hayrın her türlüsünü içine alan bir sıfattır. Hz. Yahyâ, peygamberlerin sulbünden gelmiş, sâlihler içinde yetişmiş ve vakti geldiğinde de ilâhî vahye mazhariyetle peygamberlik rütbesine erişmiştir.

Zekeriya (a.s.), melekler tarafından kendisine verilen müjdeye çok sevinmiş, imkânsız gibi gözüken bir şeyin gerçekleşecek olmasına hayretini gizleyememiş, hamileliğin gerçekleştiğine dair kendisine bir alametin gösterilmesini istemiştir. Bu, sadece aciz bir kul olarak merakını gidermek için dile getirdiği bir talepti. Çünkü hamilelik gizli bir durumdu ve o zamanın tıbbî imkânlarıyla bugünkü gibi hamileliği hemen tesbit mümkün değildi. Bu talep üzerine Allah Teâlâ da ona, işaretle anlaşmanın dışında insanlarla üç gün konuşamama gibi bir alâmet vermiştir. Âyetin devamında ise, “Bu esnâda Rabbini çok zikret ve O’nu sabah akşam tesbih et” (Âl-i İmrân 3/41) buyrulmuş, özellikle bu üç günlük süre içerisinde Allah’ın fazıl ve kereminin hâsıl olması için Rabbini çokça zikretmesi istenmiştir. Ancak bir taraftan “konuşmama”, diğer taraftan ise “zikirle” emredilmesiyle alakalı olarak iki farklı tefsir yapılabilir:

Birincisi; bu konuşmama sadece dünya işleriyle alakalı idi. Fakat Allah’ı zikir ve tesbih konusunda ise dili normal olarak çalışıyordu. Görüldüğü üzere bu da ayrı bir mûcizedir.

İkincisi; buradaki çok çok zikirden maksat kalple zikirdir. Zekeriya (a.s.), diliyle sükût etmekle birlikte, kalbiyle daima zikir hâlinde bulunmak ve Allah’ı asla unutmamakla emrolunmuştur. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 37)

Burada söz tekrar Hz. Meryem’e gelmektedir:

42. Bir vakit melekler şöyle demişti: “Meryem! Şüphesiz ki Allah seni seçti, tertemiz yaptı ve seni dünyadaki bütün kadınlara üstün kıldı.”

43. “Meryem! Rabbine gönülden itaat et, secdeye kapan ve rukû edenlerle beraber sen de rukû et.”

Allah Teâlâ, Hz. Meryem’i mühim bir vazife için seçmiş ve bu sebeple ona başka hanımlarda olmayan bir takım hususiyetler ihsan etmiştir. 42. âyette onun “iki kez seçildiği”nden ve “tertemiz kılındığı”ndan bahsedilir. “Birinci seçiliş”i şöyle izah etmek mümkündür: Allah onu, kadın olmasına rağmen geleneğe aykırı bir şekilde Beyt-i Makdis’in hizmetine seçmiştir. Onu kendi katından cennet nimetleriyle rızıklandırmıştır. Sadece ibâdetle meşgul olabilmesi için diğer meşgalelerden uzaklaştırmış, bu bakımdan ona çeşitli lutuf ve ihsanlarda bulunmuştur. Ona meleklerin konuşmalarını duyabilme mertebesini lutfetmiştir. “İkinci seçiliş”ten maksat ise şudur: Hz. İsa’yı babasız dünyaya getirmiştir. Hz. İsa, doğar doğmaz konuşarak, annesiyle alakalı ileri sürülen iftira ve töhmetleri bertaraf etmiş; onun tertemiz olduğuna şehâdette bulunmuştur. Allah onu ve oğlunu bütün insanlar için bir mûcize kılmıştır. Bununla birlikte Cenab-ı Hak Hz. Meryem’i tertemiz kılmıştır: Onu günah ve isyandan uzaklaştırmış, her türlü çirkin söz ve fiilden beri kılmış, erkeklerin dokunmasından, hayız ve nifastan da temiz tutmuştur. Özellikle yahudilerin iftiralarından uzak olduğunu açıkça beyân etmiştir. (bk. Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 174; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 38) Bu şekilde sahip olduğu mümtaz vasıflarıyla Hz. Meryem, dünyadaki bütün kadınlardan üstün bir dereceye yükselmiştir. Onlardan hiçbirine Hz. Meryem’e verilen husûsiyet ve vazîfe verilmemiştir.
Resûlullah (s.a.s.), Hz. Meryem’in faziletiyle alakalı olarak şöyle buyurur:

“Cennet ehlinin en hayırlı kadını İmrân kızı Meryem ve yine onların en hayırlısı Huveylid kızı Hatice’dir.” (Buhârî, Enbiyâ’ 45; Müslim, Fezailü Sahâbe 69)

“Erkeklerden kemâle erenler çoktur. Fakat hanımlardan sadece İmrân kızı Meryem, Firavun’un hanımı Âsiye kemâle ermiştir.” (Buhârî, Enbiyâ’, 46; Müslim, Fezailü Sahâbe 70)

Melekler Hz. Meryem’e, bu kadar büyük ilâhî ihsanlar karşısında ihlâslı ve devamlı bir kulluk halinde olmasını emir ve tavsiye etmişlerdir. Huşû içinde, boyun bükerek, gönülden taatte bulunmasını, secdelere kapanarak ibâdet etmesini, rukû edenlerle beraber rukû ederek mâbette cemaatle namaza devam etmesini istemişlerdir.

Resûlüm unutma ki:

44. Bunlar, sana vahiyle bildirdiğimiz gayb haberlerindendir. Yoksa içlerinden hangisi Meryem’i himâyesine alacak diye kalemlerini kur‘a için atarken sen onların yanında değildin. Birbirleriyle çekişirken de sen onların yanında değildin.

Buraya kadar anlatılan İmran’ın hanımı, Hz. Zekeriya, Hz. Yahyâ ve Hz. Meryem kıssaları, bütün gerçekliğiyle sadece Allah’ın bildiği gayb haberlerindendir. Cenâb-ı Hak bunları Peygamberimiz’e vahiy yoluyla bildirmiştir. Okuma yazma bilmeyen ümmî bir kişiye böyle bilgilerin verilmesi, hem onun peygamberliğinin hem de kendine indirilen kitabın ilâhî kaynaktan geldiğinin ve bunlara itaatin gerekliliğinin açık bir delilidir.

Peki Hz. Meryem’in mûcizevî olarak dünyaya getirmekle görevlendirildiği Hz. İsa kimdir:

Âyet-i kerîmede Meryem’i kimin himâye edeceğini tesbit etmek üzere çekilen bir kur‘adan ve bunun etrafında cereyan eden bir münakaşadan bahsedilir. Tefsirlerin verdiği bilgilere göre bu hâdise şöyle olmuştur: Hz. Zekeriya ve Beyt-i Makdis’te vazifeli din adamları, taliplerin çokluğu sebebiyle Hz. Meryem’i kimin himaye edeceği hususunda anlaşamadılar. Neticede kur‘a çekmek mecburiyetinde kaldılar. Tevrat’ı veya diğer kitapları yazdıkları kalemleri getirdiler ve onları akan bir suya attılar. Kalemi, suyun akış istikmetinin tersine giden bu himayeye hak kazanacaktı. Neticede sadece Hz. Zekeriya’nın kalemi suyun akışına ters hareket edince Hz. Meryem’in himâyesi de ona verilmiş oldu. (Razi, VIII, 40)

45. Hani melekler demişti ki: “Meryem! Şüphesiz Allah sana, kendisinden bir kelimeyi müjdeliyor. Onun ismi, Meryem oğlu İsa Mesih’tir. O dünyada da âhirette de şerefli, itibarlı ve Allah’a yakın kullardan olacaktır.”

46. “O, hem beşikte hem yetişkin halde iken insanlara ilâhî gerçekleri anlatacak ve sâlihlerden olacaktır.”

Cenâb-ı Hak, büyük bir ilâhî kudret nişânesi olarak Îsâ (a.s.)’ı babasız dünyaya getirmesini murad ettiğinden dolayı Hz. Meryem’i, husûsi şartlarda yetiştirmiş, onu meleklerin yardımıyla teyid etmiş ve onların konuşmalarını duyabilecek bir mânevî mertebeye yüceltmiştir. Âdeta onu, doğumundan başlayarak meleklerinin şefkat ve merhamet kanatları altında muhafaza etmiştir. Belli bir yaşa ve kemâle erişince melekler Hz. Meryem’e, bir oğlu olacağına dair ilâhî müjdeyi getirdiler. Bu müjdede, hârikulâde bir şekilde dünyayı şereflendirecek olan Hz. İsa’nın belli başlı hususiyetleri beyân edilmektedir.

Bunlar:

Allah’tan bir kelime olması: Hz. İsa, diğer insanlar için zaruri olduğu üzere, bir babanın aracılığı olmaksızın, sırf Cenâb-ı Hakk’ın “Ol!” emriyle vücut bulmuştur. Gerçi bütün varlıklar, Allah’ın “Ol!” emriyle meydana gelir. Ancak bu emir, normalin dışında bir yaratma olarak Hz. İsa’da daha hususi mânada tecelli etmiştir. Bu sebeple ona “Allah’tan bir kelime” veya “Allah’ın kelimesi” denebilir, fakat asla tanrı denilemez.

Onun ismi Meryem oğlu Mesîh’tir. “Meryem oğlu” olarak vasıflandırılması, onun babasız yaratıldığını ifade eder. Çünkü âdet olan çocuğun anneye değil, babaya nispet edilmesidir. Bu ifade, aynı zamanda Îsâ (a.s.)’ın Allah’ın oğlu değil, insan olan bir kadının çocuğu olduğunu beyân ederek hıristiyanların bu husustaki yanlışlarını tashih eder. Mesih kelimesinin “mübârek kılınmış”, “günahlardan temizlenmiş” ve “kutsanmış” mânaları vardır. Burada Hz. İsa’nın bir lakabı olarak kullanılmıştır. Nakledilen bilgilere göre onun dokunup meshettiği hastalar iyileşirdi. Yetimlerin hâmisi idi ve başlarını okşardı. Günah ve kötülüklerin silinip yok olmasına vesile olurdu. Kendisine doğduğunda peygamberlik kokusu sürülmüştü. Ayakları düz olup ortasında çukur yoktu. Çok seyahat ederdi. Bu özelliklerinin biri, hepsi veya birkaçı sebebiyle o, “Mesîh” lakabını almıştır.

Dünya ve âhirette şerefli ve itibarlı olması. Âyette geçen اَلْوَج۪يهُ (vecîh) kelimesi “yüksek mertebeye sahip, şerefli, itibarlı ve kuvvetli” anlamlarına gelir. Hz. İsa’nın dünyadaki itibarı, Allah’ın seçkin bir peygamberi olmasından ve fârik vasıflarıyla diğer insanlara üstün tutulmasından ileri gelmektedir. Âhiretteki şeref ve itibarı ise şefaat yetkisine sahip kılınması ve cennette yüksek derecelere erişmesi sebebiyledir.
Allah’a yakın olması. Hz. İsa, Allah’a pek yakın olan ve O’nun rızâsına eren seçkin kullardan biridir. Onun Allah’a kul olarak yakınlığını, ulûhiyetle karıştırmamak gerekir.
Hem beşikte iken hem de olgunluk yaşında insanlara hep aynı ilâhî hakîkatleri söylemesi. Nitekim Meryem sûresinin 30-33. âyetlerinde Hz. İsa’nın henüz çok küçük bebek iken Allah’ın kudretiyle konuşmaya başladığı; kendisinin Allah’ın kulu ve peygamberi olduğunu, kendisine kitap verildiğini… söylediği anlatılır. Burada Hz. İsa’nın olgunluk yaşına kadar yaşayacağına dair bir müjde, aynı zamanda istikbâle dair bir mûcize haber verildiği gibi, özellikle onun sonradan meydana geldiğine, çocukluk ve olgunluk gibi halden hale, tavırdan tavıra geçişini anlatarak hakkındaki ilâhlık iddiasının bâtıllığına açık bir tenbih bulunmaktadır.
Sâlihlerden olması. Bütün peygamberler gibi, Hz. İsa da sâlih kullardandır. Başta peygamberlik vazifesi olmak üzere, bütün hayırlı işleri en güzel şekilde yapabilme salâhiyetine sahiptir.

Zahiren gerekli şartlara aykırı olarak böyle seçilmiş ve çok değerli bir erkek çocukla müjdelenen Hz. Meryem acaba neler hissetti:

47. Meryem: “Rabbim! Bana bir erkek eli değmemişken benim nasıl çocuğum olabilir?” dedi. Rabbi de: “İşte Allah, dilediğini böyle yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir” buyurdu.

Hz. Meryem, evli olmadığı, normal şartlar altında kendisine bir erkek eli değmediği ve kendisinin iffetinden hiçbir şüphesi bulunmadığı halde bir çocuğunun olacağına taaccüp etmiş ve şaşkınlığını gizleyememiştir. Hayretler içinde doğrudan doğruya Rabbine yönelip tazarrû ve niyâz halinde işin hikmet ve sırrını öğrenmek istemiştir. Cenâb-ı Hak da, onun bu hayretini yatıştıracak ve işin hikmetini çözmesini sağlayacak bir beyânda bulunmuştur: “İşte Allah, dilediğini böyle yaratır. O, bir şeyin olmasını dilediğinde ona sadece «Ol!» der, o da hemen oluverir”. (Âl-i İmrân 3/47) İşte İsa’da Allah Teâlâ’nın böylece “Ol!” demesiyle oluveren istisnaî bir şahsiyettir:

48. Allah İsa’ya okuyup yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek.

49. Allah onu İsrâiloğulları’na peygamber olarak gönderecek, o da onlara şöyle diyecek: “Şüphesiz ben size Rabbinizden büyük bir mûcize getirdim: Size çamurdan kuş sûretinde bir şey yapıp ona üfleyeceğim, o da Allah’ın izniyle gerçek kuş olacak. Allah’ın izniyle anadan doğma körleri ve alaca hastalarını iyileştireceğim. Yine Allah’ın izniyle ölüleri dirilteceğim. Evlerinizde ne yiyip, neleri biriktirdiğizi size bir bir haber vereceğim. Eğer inanmak isterseniz bunda sizin için kesin bir delil vardır.”

50. “Benden önce gelen Tevrat’ı doğrulayıcı olarak ve size haram kılınan bazı şeyleri helâl kılmak için gönderildim. Size Rabbiniz’den açık bir mûcize getirdim. O halde Allah’a karşı gelmekten sakının bana itaat edin.”
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
51. “Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse artık O’na kulluk edin. İşte en doğru yol budur.”

Allah Teâlâ, Îsâ (a.s.)’a okuma yazmayı, hikmeti, Tevrat ve İncîl’i öğretmiş; onu İsrâiloğulları’na peygamber olarak göndermiştir. Bu esnada ona peygamberliğini ispat etmesine yarayacak bir kısım mûcizeler ihsan etmiştir. Bunlar kısaca şöyledir:

Çamurdan kuş sûretinde bir şey yapıp üfleyince, onun Allah’ın izniyle uçabilen canlı bir kuş hâline gelmesi.
Anadan doğma körleri ve alaca hastalarını iyileştirmesi,
Allah’ın izniyle ölüleri diriltmesi,
İnsanların evlerinde yedikleri ve biriktirdikleri şeyleri olduğu gibi haber vermesi.

Hz. İsa’nın bir vazifesi de kendinden önce gelen Tevrât’ı tasdik etmek, bununla beraber İsrâiloğulları’na daha önce haram kılınmış olan bir kısım şeyleri tekrar helâl kılmaktı. Nitekim Nisâ 160, En‘âm 146 ve Nahl 118. âyetlerde yahudilere, zulüm ve isyanları yüzünden bazı şeylerin haram kılındığına temas edilmektedir. Dolayısıyla burada Hz. İsa’nın şeriatının, bu haramları kaldırmak sûretiyle, Hz. Mûsâ’nın tebliğ ettiği bir takım hükümleri neshettiği ortaya konulmaktadır.

Hz. İsa, Allah’ın izniyle gösterdiği bu mûcizelerden hareketle kendinin peygamber olduğunu, dolayısıyla kendisine iman ve itaat edilmesi gerektiğini hatırlatarak: “O halde Allah’a karşı gelmekten sakınınve bana itaat edin. Şüphesiz Allah benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. Öyleyse artık O’na kulluk edin. İşte bu en doğru yoldur” (Âl-i İmrân 3/50-51) demiştir. Onun bu sözünden maksat, kendisi hakkında bâtıl şeyler ileri sürüp onun ilâh veya ilâhın oğlu olduğunu söyleyenlere bir cevaptır. Çünkü o, bu ifadeleriyle Allah’a boyun eğdiğini ortaya koymakta ve O’nun kulu ve peygamberi olduğunu haber vermektedir.

Din, ferdî olmaktan çok toplumsal bir gerçektir. Dinin tam olarak tebliği, yaşanması ve yaşatılması ancak el ele, gönül gönüle veren sağlam bir cemiyetle mümkündür. Bu sebeple peygamberler, dini insanlara ulaştırma ve din düşmanlarına karşı metin durabilme hususunda hep kendilerine yardımcı olacak samimi insanlar aramışlardır. Hz. İsa’nın da aynı yolu takip ettiği şöyle beyân buyrulur:

52. İsa onların inkâr edeceklerini sezince: “Allah’a dâvet yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” dedi. Havârîler: “Allah yolunda yardımcıların biziz. Biz Allah’a inandık. Şâhid ol ki, bizler müslümanız!” dediler.

53. Sözlerine şöyle devam ettiler: “Rabbimiz! İndirdiğin kitaba inandık ve gönderdiğin peygambere uyduk. Artık bizi gerçeğe şâhitlik edenlerle birlikte yaz.”

Hz. İsa İsrâiloğullarını tevhid akidesine ve bir olan Allah’a kulluğa davet etti. Bunun üzerine onlardan pek azı müstesnâ, çoğunluğu iman etmedi. Üstelik bu münkirler, küfürlerini, kötü niyetlerini hatta Hz. İsa’yı öldürme planlarını açıktan hissettirmeye başladılar. Durumun ciddiyetini gören Hz. İsa, düşmanlarının sû-i kasdına karşı kendisine yardım edecek kimseler bulmaya karar verdi. Etrafındakilere “Allah’a davet yolunda benim yardımcılarım kim olacak?” (Âl-i İmrân 3/52) dedi. Öncelikle bu yolda kendine yardımcı olacakların, Allah’a iman etmiş, müslüman olmuş, nefsini Allah’a teslim etmiş ve Allah rızâsından başka bir şey düşünmeyerek yardım yapacak kişiler olması gerektiğini bildirmiştir.

Hz. İsa’nın bu çağrısına havârîler icâbet ederek, kendilerinin “Allah’ın yardımcıları” olduklarını, Allah rızâsı için ona yardım edeceklerini söylediler. Çünkü peygambere yardım Allah’a yardım ve peygambere dostluk Allah’a dostluk demekti. Onlar aynı zamanda “Biz Allah’a inandık. Şâhit ol ki biz müslümanız” demekle, Hz. İsa’nın sadece Allah’ın kulu ve peygamberi olduğuna, Yüce Allah’ın ise gerçek mânada inanılıp teslim olunacak müteâl bir varlık olduğuna, dolayısıyla Îsâ (a.s.)’a herhangi bir ulûhiyetin izafesinin asla mümkün olmadığına bir işarette bulunmuşlardır.

Havârîler, yardım konusundaki niyet ve düşüncelerini Hz. İsa’ya arzettikten sonra, bu kez Yüce Allah’a yönelerek gönüllerini O’na açmışlar, indirdiği kitaba inandıklarını ve gönderdiği peygambere tabi olduklarını ikrar etmişlerdir. Kendilerini, birliğine şâhitlik eden melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve hususiyle âhirette bütün ümmetlere şâhit olacak olan Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ümmetiyle beraber kılmasını istemişlerdir. Bununla birlikte:


اَلْحَوَارِيُّ (Havârî) kelimesi Arap dilinde “beyaz, beyazlık, seçilmiş, kusursuz, hâlis, kendisini bir davaya adamış, candan dost ve yardımcı” gibi mânalar taşımaktadır. Terim olarak ise Hz. İsâ tarafından seçilmiş, dini tebliğ ve halkı irşad vazifesinde ona yardımcı olmayı gönüllü olarak tercih etmiş on iki kişilik grubu ifade eder. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 390-391) Hatta bir görüşe göre, Hz. İsa ile havârîler arasındaki bu yardım anlaşması sebebiyle hıristiyanlara “yardımcılar” mânasında “Nasârâ” denilmiştir.

54. Yahudiler İsa’yı gizlice öldürmek için tuzak kurdular, Allah da onların tuzaklarını boşa çıkardı. Allah, tuzakları bozanların en hayırlısıdır.

İsrâiloğulları’ndan az bir kısım Hz. İsa’ya inandıkları halde, pek çoğu onun peygamberliğini kabul etmemiş ve ona düşman olmuşlardır. Âyette geçen المكر (mekr); tuzak kurmak; bozgunculuk için gizli gizli çaba harcamak; karanlık, gizli ve hissedilemeyecek hileyle birine zarar vermeye çalışmaktır. Gerçekten de yahudiler, bir taraftan Hz. İsa’yı öldürmek, diğer taraftan da tebliğ ettiği ilâhî dini ortadan kaldırmak için gizli gizli tedbirlere teşebbüs ettiler. Bu yolla hıristiyanlığa, aslında olmayan bir hayli şeyler karıştırmaya çalıştılar, fakat bunda başarılı olamadılar. Ne İsa’yı öldürebildiler, ne de hıristiyanlığı ortadan kaldırabildiler. Çünkü Allah Teâlâ, onların kurdukları tuzakları ve yaptıkları gizli planları boşa çıkardı. Başarılı olmalarına imkân tanımadı.

Yahudilerin Hz. İsa’yı öldürme teşebbüslerinin neticesini haber vermek üzere şöyle buyruluyor:

55. O vakit Allah şöyle buyurdu: “Ey İsa! Seni vefat ettirip kendi yanıma yükselteceğim; inkârcıların kötülüklerinden ve çirkin iftiralarından seni uzak tutacağım; sana tâbi olanları kıyâmet gününe kadar kâfirlere üstün kılacağım. Sonra dönüşünüz bana olacak ve ben de dünyada iken anlaşamadığınız konularda aranızda hüküm vereceğim.”

Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’ı yahudilerin elinden kurtarmış, öldürmelerine mâni olmuş ve onu kâfirlerin her türlü şerlerinden temizlemiştir. Ona ulaşma ve zarar verme imkânlarını ellerinden almıştır. Sonra onu kendi katına yükseltmiştir. Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle mânevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır. Mevzuyla alakalı hadis-i şeriflerin ifade ettiği gibi o kıyametten önce tekrar dünyaya gönderilecektir. Dünyada kaldığı müddetçe Kur’an’la hükmedecek; haç, domuz vb. gibi yanlış uygulamalara son verecek ve cizyeyi kaldıracaktır.

55. âyette Hz. İsa’ya tâbi olanların kıyâmete kadar kâfirlerden üstün bir mevkide tutulacağı ifade olunmaktadır. Hz. İsa’ya tabi olanlar, onun Allah’ın kulu ve resulü olduğuna inananlardır. İslâm geldikten sonra, onlar müslümanlardır. Peygamberimize inanmayan hıristiyanlar ise her ne kadar Hz. İsa’ya tâbi olduklarını söylüyor olsalar da, Hz. İsa’nın onların bu iddialarını kabul etmesi aklen ve naklen mümkün olmadığına göre, bunlar Hz. İsa’ya son derece muhalefet etmektedirler. Buna rağmen dünya tarihi itibariyle hıristiyanların devlet ve güçlerinin, yahudilerin durumundan daha üstün ve güçlü olduğu görülmektedir. Yahudilerin ise nerede olurlarsa olsunlar hep sürgün, zillet ve meskenet içinde oldukları bilinmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 61-62) Bu âyet yahudilerin kıyamete kadar hep zelil ve makhur olacaklarını da haber vermektedir. Âyette bahsedilen “üstünlüğ”ün delil ve hüccet bakımından üstünlük olduğu da söylenebilir. Bu açıdan da yine Hz. İsa’nın yolundan gidenler kâfirlerden hep üstün olacaklardır.

Kıyâmet günü inanan ve inanmayan herkes Allah’a dönecek, Allah, dünyada anlaşamadıkları hususlarda onların arasında hüküm verecektir. Burada özellikle Hz. İsa’ya inananlarla onun peygamberliğini kabul etmeyenler arasında bir hüküm vermenin kastedildiği anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak her grup hakkında layık oldukları hükmü verecektir. İnkâr yolunu tutanları, dünya ve âhirette şiddetli bir azapla cezalandıracaktır. Onların dünyada görecekleri cezalar; şavaşılıp öldürülmeleri, köle edilmeleri, cizye verme mecburiyetinde kalmaları, çeşitli hastalık ve musibetlere uğramalarıdır. Âhiretteki cezaları ise küfür ve günahlarının durumuna göre takdir edilecek olan yakıcı ateştir. İman edip sâlih amel işleyenlere, mükâfatları tastamam ödenecektir. Kulluktaki ihlâs ve samimiyetlerine göre amellerinin karşılığı katlanarak kendilerine ikramda bulunulacaktır.
Resûlüm:

Bu mevzu Nisâ sûresi 157-158. âyetlerde daha detaylı ele alınmaktadır. Bu sebeple gerekli açıklamalar orada yapılmıştır.

İlgili hadis-i şerifler için bk. Buhârî, Büyû‘ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ’ 49; Müslim, İman 242, 243, 247, Hac 216, Fiten 34, 39, 110; Ebû Dâvûd, Melâhim 12, 14 (4324); Tirmizî, Fiten 21, 54, 59, 62.

56. “İnkâr edenleri dünyada da âhirette de şiddetli bir şekilde cezalandıracağım. Onlar için hiçbir yardımcı olmayacaktır.”

57. İman edip sâlih ameller yapanlara gelince, Allah onlara mükâfatlarını tam olarak verecektir. Çünkü Allah, zâlimleri sevmez.

Allah Teâlâ Îsâ (a.s.)’ı yahudilerin elinden kurtarmış, öldürmelerine mâni olmuş ve onu kâfirlerin her türlü şerlerinden temizlemiştir. Ona ulaşma ve zarar verme imkânlarını ellerinden almıştır. Sonra onu kendi katına yükseltmiştir.[1] Âlimlerin çoğunluğuna göre, Allah onu kudretiyle mânevî semâlardaki hususi mevkiine kaldırmıştır. Mevzuyla alakalı hadis-i şeriflerin ifade ettiği gibi o kıyametten önce tekrar dünyaya gönderilecektir. Dünyada kaldığı müddetçe Kur’an’la hükmedecek; haç, domuz vb. gibi yanlış uygulamalara son verecek ve cizyeyi kaldıracaktır.

55. âyette Hz. İsa’ya tâbi olanların kıyâmete kadar kâfirlerden üstün bir mevkide tutulacağı ifade olunmaktadır. Hz. İsa’ya tabi olanlar, onun Allah’ın kulu ve resulü olduğuna inananlardır. İslâm geldikten sonra, onlar müslümanlardır. Peygamberimize inanmayan hıristiyanlar ise her ne kadar Hz. İsa’ya tâbi olduklarını söylüyor olsalar da, Hz. İsa’nın onların bu iddialarını kabul etmesi aklen ve naklen mümkün olmadığına göre, bunlar Hz. İsa’ya son derece muhalefet etmektedirler. Buna rağmen dünya tarihi itibariyle hıristiyanların devlet ve güçlerinin, yahudilerin durumundan daha üstün ve güçlü olduğu görülmektedir. Yahudilerin ise nerede olurlarsa olsunlar hep sürgün, zillet ve meskenet içinde oldukları bilinmektedir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 61-62) Bu âyet yahudilerin kıyamete kadar hep zelil ve makhur olacaklarını da haber vermektedir. Âyette bahsedilen “üstünlüğ”ün delil ve hüccet bakımından üstünlük olduğu da söylenebilir. Bu açıdan da yine Hz. İsa’nın yolundan gidenler kâfirlerden hep üstün olacaklardır.

Kıyâmet günü inanan ve inanmayan herkes Allah’a dönecek, Allah, dünyada anlaşamadıkları hususlarda onların arasında hüküm verecektir. Burada özellikle Hz. İsa’ya inananlarla onun peygamberliğini kabul etmeyenler arasında bir hüküm vermenin kastedildiği anlaşılmaktadır. Cenâb-ı Hak her grup hakkında layık oldukları hükmü verecektir. İnkâr yolunu tutanları, dünya ve âhirette şiddetli bir azapla cezalandıracaktır. Onların dünyada görecekleri cezalar; şavaşılıp öldürülmeleri, köle edilmeleri, cizye verme mecburiyetinde kalmaları, çeşitli hastalık ve musibetlere uğramalarıdır. Âhiretteki cezaları ise küfür ve günahlarının durumuna göre takdir edilecek olan yakıcı ateştir. İman edip sâlih amel işleyenlere, mükâfatları tastamam ödenecektir. Kulluktaki ihlâs ve samimiyetlerine göre amellerinin karşılığı katlanarak kendilerine ikramda bulunulacaktır.
Resûlüm:

Bu mevzu Nisâ sûresi 157-158. âyetlerde daha detaylı ele alınmaktadır. Bu sebeple gerekli açıklamalar orada yapılmıştır.

İlgili hadis-i şerifler için bk. Buhârî, Büyû‘ 102, Mezâlim 31, Enbiyâ’ 49; Müslim, İman 242, 243, 247, Hac 216, Fiten 34, 39, 110; Ebû Dâvûd, Melâhim 12, 14 (4324); Tirmizî, Fiten 21, 54, 59, 62.

58. Sana anlattığımız bu gerçekler, senin peygamberliğini gösteren bir takım mucizeler olup öğüt ve hikmet dolu Kur’an’dandır.

Hz. İsa’nın durumunu haber veren bu bilgiler, Allah’ın Efendimiz (s.a.s.)’e vahiy olarak indirdiği âyetlerden ve onun peygamberliğini gösteren mûcizelerdendir. Bunlar aynı zamanda öğüt ve hikmet dolu olan Kur’ân-ı Kerîm’de yer almaktadır. Âyette geçen “Zikr-i Hakîm”den maksat Kur’ân-ı Kerîm’dir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.s.), onu bu vasıfla vasıflandırmıştır. (bk. Tirmizî, Fezâilü’l-Kur’an 14) Zikir, Kur’an’ın öğüt ve ibret oluşunu; hakîm ise onun hükümlerin ana kaynağı, hikmetlerle dolu, hâkimâne bir üsluba sahip ve muhkem oluşunu ifade eder.

Hz. İsa’yla ilgili son olarak şu tespit yapılmaktadır:

59. Allah katında İsa’nın yaratılmasındaki durum, Âdem’in durumu gibidir. Allah Âdem’i topraktan yarattı, sonra ona “Ol!” dedi, o da oluverdi.

60. Bu konuda gerçek bilgi, sana Rabbinden gelmektedir; o halde sakın şüphe edenlerden olma!

Bu âyet-i kerîmeler, Medine’ye gelen Necran hıristiyanları heyeti, Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’in yanında bulunduğu sırada inmiştir. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 66) Onların ileri sürdüğü şüphelerden biri de: “Ey Muhammed! Hz. İsa’nın insanlardan bir babası olmadığını kabul ettiğine göre, o halde onun babasının Tanrı olması gerekir” şeklindeydi. 59. âyet-i kerîme onlara: “Âdem’in ne babası ne de anası vardı. Böyle olduğu halde onun Allah’ın oğlu olması gerekmemişti. Bu sebeple Hz. İsa hakkında söylenecek söz de, ancak bunun gibi olacaktır” mesajını vermektedir. Gerçekten de Allah Teâlâ, Âdem’i ilk olarak ana-baba olmaksızın topraktan yarattığı gibi, İsa’yı da bir babanın aracılığı olmaksızın Meryem’in karnında yaratmıştır. Kuru topraktan canlı bir insan varetmenin, anne karnında bir insanı yaratmaktan daha hârikulâde bir durum olduğu âşikârdır. O halde İsa’nın yaratılışındaki olağanüstülüğü bahane ederek yanlış inançlara kapı aralamanın doğru bir tarafı yoktur. Bunlar, Allah Teâlâ’nın pek çok hikmete binâen ortaya koyduğu kudret tezâhürleri ve imtihan vesileleridir. Kur’an’ın haber verdiği bu bilgiler, gerçeğin ta kendisidir. Bunlarda şüphe edilecek hiçbir husus yoktur. Haber verildiği gibi kabul etmek, düşünce ve inançlarımızı buna göre düzenlemek gerekir.

Şimdi de Medine’ye gelen hıristiyan Necran heyetiyle Peygamberimiz arasındaki tartışmaya temasla buyruluyor ki:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
61. Sana gerçek bilgi geldikten sonra, kim seninle İsa hakkında münâkaşa ederse onlara de ki: “İddianızda samimi iseniz gelin oğullarımızı ve oğullarınızı, hanımlarımızı ve hanımlarınızı, öz nefislerimizi ve öz nefislerinizi çağıralım, sonra gönülden dua edelim de Allah’ın lânetinin yalancılar üzerine inmesini dileyelim.”

Bu âyet-i kerîme “mübâhele âyeti” olarak bilinmektedir. “Mübâhele”, bir konuda haklı olanın ortaya çıkması için karşılıklı lânetleşmek demektir. Âyet, Resûlullah (s.a.s.) Efendimiz’in, Medine’ye gelen Necran hıristiyanları heyetini, Hz. İsa’yla alakalı sahip oldukları yanlış itikatlarından vazgeçirmek üzere davet ettiği bir lânetleşmeden bahseder. Özellikle bu âyetin, genelde ise bu sûrenin başından itibaren bir rivayete göre otuz küsür, bir rivayete göre de 83 âyetin nüzûlüne sebep olan hadise özetle şöyle vuku bulmuştur:

Necran hıristiyanları heyeti altmış kişi olarak Resûlullah (s.a.s.)’e geldiler. İçlerinde Akıb heyetin başkanı, Seyyid vezirleri ve Ebu Hârise piskoposları idi. Bunlar ikindi namazı kılınırken Medine-i Münevvere’ye geldiler ve Mescid-i Nebevî’de Peygamberimiz’in yanına girdiler. Kendi namaz vakitleri gelince Mescid-i Nebevî’de namaz kılmak üzere kalktılar. Efendimiz: “Bırakınız kılsınlar” buyurarak müsaade etti. Onlar da Mescid’de doğuya doğru yönelerek namazlarını kıldılar. Allah Resûlü (s.a.s.), yukarıda isimleri geçen Akıb, Seyyid ve Ebu Hârise ile konuştu. Onlar, “İsa Allah’tır, İsa Allah’ın oğludur, İsa üçün üçüncüsüdür” dediler ve sözlerini şöyle delillendirdiler:

“- İsa Allah’tır; çünkü o ölüleri diriltir, hastaları iyileştirir, gâibden haber verir, çamurdan kuş şekli yapar, ona üfürür, o da kuş olurdu.

- O Allah’ın oğludur; çünkü onun, bilinen bir babası yoktur. Kendisinden önce Âdem oğlundan hiç kimsenin yapmadığı bir şeyi yapmış, beşikte konuşmuştur.

- O, üçün üçüncüsüdür; çünkü Allah Tealâ’nın, “yaptık, ettik, emrettik, yarattık, hükmettik” şeklindeki çoğul ifadeleri buna delildir. Şayet Allah bir olsaydı tekil sigasıyla “yaptım, hükmettim, emrettim, yarattım” derdi. Dolayısıyla Allah; bizatihî kendisi, İsa ve Meryem’den ibarettir.”

Allah Resûlü onlardan İslâm’ı kabul etmelerini istedi. Onlar, kendilerinin önceden beri müslüman olduklarını söylediler. Bunun üzerine Efendimiz (s.a.s.): “Yalan söylediniz. Halbuki Allah’a oğul isnad etmeniz, haça tapmanız ve domuz eti yemeniz sizin müslüman olmanızı engelliyor” buyurdu. Peygamber Efendimiz bundan sonra, Allah Teâlâ’nın ebedi, hayy ve kayyûm, rezzâk, yaratan, dilediği gibi şekillendiren olduğuna, Hz. İsa da ise bunların hiçbiri bulunmadığına, dolayısıyla Hz. İsa’da bir uluhiyet vehmetmenin asla mümkün olmadığına dair açık deliller getirdi. Onlar bu gerçekleri tanımamakta ısrar edince, Allah Resûlü:

“Eğer getirdiğim delilleri kabul etmezseniz, şunu biliniz ki Cenâb-ı Hak bana, sizinle lânetleşmemi emrediyor” buyurdu. Onlar:
“- Ey Ebu’l-Kâsım! Hele bir dur da, arkadaşlarımızın yanına varıp, bu hususu aramızda konuştuktan sonra tekrar sana gelelim” dediler. Gidip aralarında istişare ettiler. İçlerinden söz sahibi olan biri onlara şu câlib-i dikkat nasihati verdi:

“- Ey hıristiyan topluluğu, Allah’a yemin ederim ki, siz Hz. Muhammed’in bir peygamber olduğunu anladınız. Yine O’nun, Hz. İsa hakkında gerçek bilgileri getirdiğine de yemin ederim. Allah’a yemin ederim ki, herhangi bir peygamberle lânetleşmeye giren topluluğun ne yaşlısı sağ kalır, ne çocukları büyür, hepsi mahvolur. Yine yemin ederim ki, eğer siz bu işe girişirseniz, sizin soyunuz ve nesliniz kurur ve tükenir. Fakat bundan kaçınır, dininiz üzere yaşamaya devam eder ve bulunduğunuz hali sürdürmek isterseniz, o adamla anlaşıp memleketlerinize geri dönmenizi tavsiye ederim.”

Bu esnada, Peygamber Efendimiz (s.a.s.) de, üzerinde siyah kıldan bir örtü olduğu halde evinden dışarı çıkmıştı. Torunları Hüseyn’i kucağına almış, Hasan’ın elinden tutmuş, Fatma Peygamberimizin, damadı Ali de Fatıma’nın peşindeydi. Peygamberimiz: “Ben dua ettiğim zaman, siz amin! deyin” buyuruyordu. Bunun üzerine Necrân piskoposu:

“-Ey hıristiyanlar, ben karşımda öylesine yüzler görüyorum ki, onlar Allah’tan bir dağı yerinden oynatıp yok etmesini isteseler, muhakkak ki Allah o dağı yerinden götürür. Binâenaleyh, lanetleşmeyin, aksi halde helak olur, yok olursunuz. Ve yeryüzünde, kıyamete kadar tek bir hıristiyan kalmaz” dedi. Bunun üzerine heyet Peygamberimiz’le lânetleşmemeye karar verdiler. Allah Resûlü onları tekrar müslüman olmaya davet etti, kabul etmediler. O zaman Efendimiz: “En kısa zamanda sizinle savaşıp, işinizi bitireceğim” buyurunca, onlar, “Bizim, Araplarla savaşacak gücümüz yok. Fakat bini Safer bini de Recep ayında olmak üzere, ikibin takım elbise ile, demirden yapılmış normal otuz zırh vermek üzere bizimle savaşmaman ve bizi dinimizde serbest bırakman şartıyla seninle anlaşma yapmak istiyoruz” dediler. Resûlullah (s.a.s.) onlarla, bu şartlar altında anlaşma yaptı ve şöyle buyurdu:

“Canımı kudret elinde tutan Allah’a yemin ederim ki, helak o Necrânlılara son derece yaklaşmıştı. Eğer lanetleşmeye girmiş olsalardı, maymunlar ve domuzlar haline getirileceklerdi. Bu vadi ateş olup onları yakacak, Allah Necrân halkının kökünü kurutacaktı. Ağaçların tepelerindeki kuşları bile yok olacaktı. Bir yıla kalmayacak bütün hıristiyanlar helak olacaklardı.” (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 407-409; Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VII, 134-135; VIII, 71)

Netice itibariyle:

62. Şüphesiz bu anlatılanlar, gerçek kıssalardır. Allah’tan başka hiçbir ilâh yoktur. Şüphesiz Allah, kudreti dâimâ üstün gelen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.

63. Eğer onlar bu gerçekleri kabul etmezlerse üzülme! Çünkü Allah bozguncuları çok iyi bilir.

Hz. Meryem ve Hz. İsa hakkındaki en doğru bilgiler, Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bu bilgilerdir. Çünkü bunları, her şeyi en iyi bilen Allah Teâlâ, en emin yollarla Peygamber’ine ulaştırmıştır. Hıristiyanların uydurdukları yalanlar, gerçeği tespitte bir anlam ifade etmemektedir. Burada hıristiyanların “teslis” akidesini çürütmek için “Allah’tan başka asla hiçbir ilâh yoktur” şeklinde tekitli bir ifade kullanılmıştır. Yine Yüce Allah’ın “Azîz: kudreti dâima üstün gelen, Hakîm: her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olan” isimleri zikredilerek, Hz. İsa’nın ilâh olabileceği fikri tamamen ortadan kaldırılmaktadır. Çünkü hıristiyan inancına göre Hz. İsa, yahudiler tarafından öldürüleceğinden korkmuş ve neticede de öldürülmüştü. O halde böyle endişe eden, korkan ve öldürülen birinin ilâh olması imkânsızdır. İlah olmaya yegâne hak sahibi, sonsuz güç, kuvvet, ilim ve hikmet sahibi Cenâb-ı Hak’tır. Buna rağmen gerçeği kabulden yüz çevirenler, bozgunculardır. Allah, bozguncuları çok iyi bilmektedir ve gereken cezalarını verecektir.

Fakat dünya durdukça insanların hidâyetinden ümit kesmeyerek onları en güzel usullerle tevhide davet etmenin yolları açıktır:

64. Rasûlüm! De ki: “Ey Ehl-i kitap! Sizinle aramızda ortak olan bir söze, şu ortak noktaya gelin: Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiçbir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp da birbirimizi rab edinmeyelim.” Eğer yüz çevirirlerse: “Şâhit olun ki, biz elbette müslümanlarız” deyin.

İniş sebebiyle ilgili bir kısım hususi olaylar rivayet edilse de bu âyet-i kerîme, yahudi ve hıristiyanlar başta olmak üzere, aslı itibariyle tevhid itikadına dayalı bütün din mensuplarına hitap etmektedir.

Âyette, “Sizinle aramızda ortak olan bir söz” diye meâl verilen كَلِمَةٌ سَوَاۤءٌ (kelimetün sevâün), “söylendiğinde ve gereği yapıldığında kimsenin birbirine insafsız davranmasının veya haksızlık yapmasının mümkün olmadığı bir söz” demektir. Zira “sevâ” lafzı “adâlet ve insaf” mânasındadır. İnsaf, bir şeyin yarısını vermek ve ortalamak demektir. Esas gaye, kişinin insaflı davranmak sûretiyle hem kendine hem de başkasına haksızlığı terk etmesidir. Bu da ancak yarısını vermek, ortalamak, ortayı gözetmek yani dengeyi sağlamakla mümkündür. Adâlet de zaten budur. Herhangi bir tarafa haksızlık yapıldığı takdirde ise denge bozulur.

Bu âdil, insaflı ve dosdoğru söz, kendisine inanan ve gereğini yapan herkesi eşitlik, adâlet ve istikâmete eriştirecek mübârek bir sözdür. Allah Teâlâ’nın, son Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.s.) diliyle özellikle yahudi ve hıristiyanları davet ettiği bu sözden maksadı şudur:

❂ Sadece Allah’a kulluk etmek ve O’ndan başkasına tapmamak,
❂ O’na hiçbir şeyi ortak koşmamak,
❂ Allah’ı bırakıp da başkalarını rab edinmemek.

Gerçekten de yahudi ve hıristiyanlar, bozulmamış aslî halleri itibariyle tevhid ve tek Allah’a kulluk anlayışına sahip olmalarına rağmen zamanla ihdâs ettikleri bazı yanlış inanç ve davranışlar sebebiyle “Allah’ın birliği ve O’ndan başka hiçbir varlığın rab sayılamayacağı inancını”, buna bağlı olarak da “yalnız Allah’a kulluk etme” kaidesini yıkmışlardır. Meselâ yahudiler Hz. Üzeyir’i, hıristiyanlar da Hz. İsâ’yı “Allah’ın oğlu” olarak telakki etmişlerdir. (bk. Tevbe 9/30) Yine hıristiyanlar Allah “üçün üçüncüsüdür” demişler (bk. Mâide 5/73); yahudiler ise inandıkları Allah’ı millî bir ilâh hâline getirerek Yüce Allah’ın bütün kâinatın yaratıcısı ve Rabbi olduğu gerçeğini perdelemeye çalışmışlardır.

Diğer taraftan yine Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği bilgilere göre hem yahudiler hem de hıristiyanlar, Allah’ı, O’nun emir ve yasaklarını bir tarafa bırakıp, şahsi kanaatlerine ve daha ziyâde nefsanî çıkarlarına dayalı olarak beyân ettikleri haram ve helâllere itaat etmek sûretiyle din adamlarını rabler edinmişlerdir. Böylece Allah’tan başka ve fakat O’nun benzeri bir otorite tanıyarak yalnız Allah’a ibâdet etme çizgisinin dışına çıkmışlardır. Nitekim Tevbe sûresi 31. âyette geçen “Ehl-i kitap Allah’ı bırakıp hahamlarını, râhiplerini ve Meryem oğlu Mesîh’i rab edindiler” ifadesiyle alakalı olarak Peygamber Efendimiz’le Adiy b. Hatim arasında geçen şu konuşma, “Allah’ın dışında rab edinme” ifadesini kolaylıkla anlamaya yardımcı olmaktadır:

Adiy: “Yâ Resûlallah! Biz onlara kulluk etmiyorduk ki!” dedi. Bunun üzerine Allah Resûlü (s.a.s.): “Peki, onlar size istediklerini helâl, istediklerini haram kılıyorlar ve siz de onlara itaat etmiyor muydunuz?” diye sordu. Adiy, “Evet” deyince Efendimiz: “İşte burada kastedilen de odur” buyurdu. (Zemahşerî, el-Keşşâf, I, 179)

İşte Kur’an bu hitabıyla, hangi din ve inanca mensup olursa olsunlar, çeşitli din, inanç ve kitaplarıyla birlikte bütün insanlığı hak bir sözde birleşmeye çağırmaktadır. Bu çağrı, İslâm’ın insanlık âlemine son derece açık, geniş ve dosdoğru bir hidâyet yolu öğretmiş olduğunu ve mesajının herkesi kuşatan evrensel bir mesaj özelliği taşıdığını göstermektedir. İnsanların hidâyete ermelerine, imanlarının kuvvetlenmesine ve dindarlıklarının gelişerek kulluk şuurlarının derinleşmesine vesile olacak en büyük âmil, Kur’an’ın bu evrensel mesajına kulak vererek onu hayata geçirmeye çalışmaktır. Bunun için de, bölücülük ve ayrımcılığı körükleyen, gönülleri birbirinden ayıran, ruhları bölüp parçalayan ayrıntılara değil, ilâhî kelâmın birleştiren, bütünleştiren, kafa ve gönülleri kaynaştıran ulvî davetine bütün kuvvetimizle icâbet etme mecburiyeti vardır. O da ancak tevhidi kavramak, sadece Allah’a kulluk etmek ve kullara kulluğa son vermekle gerçekleşecektir.

Hz. Mevlânâ’nın verdiği şu örnek, aslında ilâhî gerçek karşısında insanlar arasındaki anlaşmazlıkların pek de haklı bir sebebe dayanmadığının ve problemi çözecek yol bulunduğu takdirde insanları aynı gerçek etrafında toplamanın hiç de zor olmayacağının ip uçlarını vermektedir:

“Bir adam dört kişiye bir miktar para verdi. «Bu parayla işinize yarayanı alın!» dedi. Dört kişiden biri: «Bu parayı engür’e verelim» dedi. Öbür arkadaşı Arap idi. «Aksilik etme! Ben engür istemem, ‘ineb isterim» dedi. Onlardan birisi Türk idi. «Ben ‘ineb istemem, üzüm isterim» dedi. Rum olan bir başkası: «Bırakın bu lafları! Bu para ile istafil alalım» dedi.

Derken dört kişi birbirleriyle çekişmeye, döğüşmeye başladılar. Çünkü isimlerin anlamından haberleri yoktu. Onlar ahmaklıklarından, birbirlerine yumruk atıyorlardı. Çünkü bilgiden bomboş, bilgisizlikle dolu idiler. Orada çeşitli dil bilir, sır sahibi üstün bir er bulunsa idi onları uzlaştırır, barıştırırdı. Onlara derdi ki:

«- Ben bu parayla hepinizin istediğini alırım. Hiç bir yanlış düşünceye kapılmadan, hile yoluna sapmadan gönlünüzü bana verirseniz, bu paranız istediğiniz şeylerin hepsini yapar. Bu paranızla dördünüz de muradınıza erersiniz. Dört düşman uzlaşır, birleşir. Sizin her birinizin sözü ayrılık belirtir, savaş doğurur; fakat benim sözüm uzlaştırır, birleştirir.» Yazık ki; Türk, Rum ve Arab’ın kavgasından engür ve ineb şüphesi çözülemedi. Mâna dillerini bilen bir Süleyman gelmedikçe, bu ikilik ortadan kalkmaz.” (Mevlânâ, Mesnevî, 3681-3693. beyitler)

Tıpkı Mevlânâ’nın verdiği bu örnekte olduğu gibi, yahudi ve hıristiyanlar, ebedî saadet rehberi Kur’ân-ı Kerîm’in insanları tevhid inancı etrafında birleştiren ve bütünleştiren sözüne itaat etmek yerine bölmeyi, dağıtmayı ve parçalamayı tercih ettiler. Hatta çeşitli din mensuplarını birleştirme noktasında pek büyük bir âmil olan Hz. İbrâhim’i bile, itibarından istifade etmek üzere, “o yahudi idi” veya “hıristiyandı” demek suretiyle her biri kendilerine bağlamaya çalışmışlardır. Bunlara karşı cevap olarak şöyle buyruluyor:

“Engür” Farsça, “‘ineb” Arapça, “istafil” Rumca üzüm demektir.

65. Ey Ehl-i kitap! İbrâhim hakkında niçin tartışıp duruyorsunuz? Halbuki Tevrat da İncil de önce değil kesinlikle ondan sonra indirilmiştir. Hiç aklınızı kullanmıyor musunuz?

66. Haydi diyelim ki hakkında biraz bilginiz olan konuda tartıştınız; bu bir nebze normal karşılanabilir. Peki, ne diye bilmediğiniz hususlarda tartışıyorsunuz? Halbuki gerçeği Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.

67. O gerçek şudur ki; İbrâhim ne bir yahudi ne de bir hıristiyandı; fakat o tevhid ehli bir müslümandı. Allah’a ortak koşanlardan değildi.

68. İbrâhim’e en yakın insanlar, zamanında ona tâbi olanlarla şu Peygamber ve ona iman edenlerdir. Allah da mü’minlerin dostudur.

Necran hıristiyanları heyeti ile yahudi hahamları, Allah Resûlü (s.a.s.)’in huzurunda münâkaşa ettiler. Hahamlar, “İbrâhim ancak bir yahudi idi” dediler. Hıristiyanlar ise, “İbrâhim ancak bir hıristiyandı” dediler. İki taraf da iddialarını ispatlayabilmek için deliller getirmeye çalıştılar. Bu hâdise üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeleri indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 414)

Ehl-i kitabın elinde bulunan Tevrat ve İncil’de Hz. Mûsâ ve Hz. İsa hakkında bir kısım bilgiler mevcuttu. Dolayısıyla onlarla ilgili olarak fikir beyânında bulunmaları ve münâkaşa etmeleri bir nebze normal karşılanabilirdi. Fakat bu kitaplarda Hz. İbrâhim hakkında hiçbir bilgi mevcut değildir. Çünkü bu kitaplar, ismi geçen şahıstan uzun zaman sonra indirilmiştir. “Yahudi” ve “hıristiyan” kelimeleri de sonraları ortaya çıkmış ve Hz. İbrâhim ile hiç alakası olmayan isimlerdir. O halde kişinin, hakkında hiçbir bilgiye sahip olmadığı bir hususta münâkaşa etmesi son derece yanlış ve mantıkî olarak da tutarlı değildir. Aklını çalıştıran, böyle bir tartışmanın tuhaflığını derhal kavrar ve yanlışından vazgeçer.

Ehl-i kitabın Hz. İbrâhim hakkındaki iddiaları sağlam bir bilgiye dayanmadığına göre, bu hususta şüphesiz en doğru bilgiyi Peygamberimiz’e gelen ilâhî vahiy haber verecektir. Buna göre Hz. İbrâhim ne yahudi, ne hıristiyan ne de müşrikti. O, tevhid anlayışına yürekten bağlı, Allah’a teslim olmuş bir mü’mindi. Dolayısıyla Hz. İbrâhim’e yakın olmak ve onun itibarından yararlanmak için, onun getirdiği ve her dönemde gelen peygamberler tarafından da aynen tebliğ edilen tevhid inancına dönmek, geniş anlamıyla İslâm dairesine girerek her haliyle Allah’a teslim olmuş bir kul olmak gerekir. Zira Kur’an’ın da beyân ettiği gibi, Hz. İbrâhim’e en yakın olanlar, onun tebliğ ettiği dine gönülden tabi olanlardır. Yine aynı müstakîm çizginin devamı olan İslâm’ı ve Kur’an’ı bütün insanlığa tebliğ eden son Peygamber Hz. Muhammed (s.a.s.) ve ona bütün yürekleriyle inanıp tabi olan mü’minler, Allah’ın dostu Hz. İbrâhim’e yakın olma şerefine eren bahtiyarlardır. Allah’a yakın olabilmenin yolu da budur. Bu hedef, peygamberin getirdiği mesaja kulak vermek ve onun örneklediği hayat tarzını benimsemek ve tıpkı peygamberin yaptığı gibi Allah’ın varlığına ve birliğine yürekten inanarak yalnız O’na kulluk etmekle gerçekleşir. Nihâyetinde Allah’ın dostluğuna erebilme imkânı doğar.

Fakat anlaşılan o ki Ehl-i kitabın böylesine hayırlı bir yola girmeye hiç niyetleri yoktur. Kendileri bunu kabul etmedikleri gibi, mü’minleri de Allah yolundan uzaklaştırmaya çalışmışlardır:

69. Ehl-i kitaptan bir grup, sizi doğru yoldan saptırmak isterler. Halbuki onlar sadece kendilerini saptırırlar da bunun farkına bile varamazlar.

Medine’deki yahudi kabileleri olan Nadîr, Kurayza ve Kaynukâ oğulları, Muâz b. Cebel, Huzeyfe b. Yemân ve Ammâr b. Yâsir gibi bir kısım sahabîleri kendi dinlerine çağırmışlar, bir rivayete göre de onları, “kendi dininizi bırakıp Muhammed’in dinine uydunuz” diye kınamışlardı. İşte âyet-i kerîme, bu tür hâdiseler üzerine inmiştir. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 111) Onlar, “Hz. Muhammed, kendisinin peygamber olduğunu iddia ettiği halde, Hz. Mûsâ ve Hz. İsa’nın da peygamber olduğunu kabul ediyor” ve “Hz. Mûsâ, Tevrat’ta şeriatinin sona ermeyeceğini haber veriyor” gibi sözleriyle müslümanların kalplerine şüphe atıp, onları haktan saptırmaya çalışıyorlardı. Halbuki farkında olmadan kendilerini saptırıyorlardı. Çünkü onlar, böyle bir faaliyetten hayırlı bir netice elde edemeyecekleri gibi, üstelik kıyamet günü hem kendi günahlarını hem de saptırdıkları kimselerin günahlarını yükleneceklerdir. (bk. Nahl 16/25; Ankebût 29/13)

Burada dikkat çeken bir husus, mü’minleri Allah yolundan saptırmak isteyen kimselerin, Ehl-i kitabın hepsi değil, onlardan bir grup olmasıdır. Bir kısım âyet-i kerîmelerde, Ehl-i kitap içinde “aşırılığa kaçmayan, insaflı ve mutedil bir zümre” bulunduğu (bk. Mâide 5/66) ve “geceleri secdelere kapanarak Allah’ın âyetlerini okuyan kişiler” var olduğu (Âl-i İmrân 3/113) haber verilir. Bu sebepledir ki Ehl-i kitaba insaflı olmaları yönünde şu ilâhî telkinler yapılır:

70. Ey Ehl-i kitap! Gerçeği görüp durduğunuz halde ne diye Allah’ın âyetlerini inkâr ediyorsunuz?
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici

71. Ey Ehl-i kitap! Bile bile niçin hakkı bâtılla karıştırıyor ve gerçeği gizliyorsunuz?

Ehl-i kitabın bilip göre göre inkâr ettiği “Allah’ın âyetleri”, Tevrât ve İncil’deki Peygamberimiz (s.a.s.) ile alakalı müjdeler; İslâm’ın gerçek din olduğunu gösteren ifadeler; en büyük mûcize olan Kur’ân-ı Kerîm ve Allah Resûlü (s.a.s.)’in elinde ortaya çıkan diğer mûcizelerdir. Ehl-i kitap bütün bunların doğru olduğunu bildikleri ve kendi aralarında buna şâhitlik yaptıkları halde, menfaatlerine ters düştüğü için inkâr etmekte idiler. Bu âyetleri sadece kendileri inkâr etmekle kalmıyor, bir taraftan da başkalarını yanıltacak, şaşırtacak ve aldatacak faaliyetler içine giriyorlardı. Bunların başında da bile bile hakkı bâtılla karıştırmak suretiyle gerçeğin bütün açıklığıyla anlaşılmasını engellemek ve yine bile bile hakkı gizlemek gelmekteydi. Bu bağlamda onlar, Tevrat’ı tahrif ediyorlar, ilâhî kelamla kendi uydurduklarını birbirine karıştırıyorlardı. Yine Tevrat’ta yer alan Peygamberimiz’le ilgili açık ve kapalı âyetleri birbirine karıştırıp insanları aldatmak istiyorlardı.

Bunun dışında daha özel mânada tezgahladıkları saptırma planları da vardı. Onlardan bir kısmını haber vermek üzere şöyle buyruluyor:

72. Ehl-i kitaptan bir kısmı kendi aralarında şöyle konuştular: “Mü’minlere indirilen Kur’an’a günün başında inanmış gibi görünüverin; günün sonunda ise onu inkâr edin. Belki böylece dinlerinden şüpheye düşüp önceki inançlarına geri dönerler.”

73. Yine birbirlerine: “Siz siz olun, dininize uyanlardan başkasına sakın ha güvenmeyin” derler. Rasûlüm! De ki: “Uyulması gereken en doğru yol, Allah’ın gösterdiği yoldur. Birine size verilenin bir benzeri verilecek veya onlar Rabbinizin huzurunda sizinle münâkaşa edip aleyhinize delil getirecekler diye mi böyle söylüyorsunuz?” De ki: “Şüphesiz lutuf ve ihsân Allah’ın elindedir, onu dilediğine verir. Allah’ın lutfu pek geniştir ve O her şeyi hakkıyla bilir.”

74. Allah rahmetini kullarından kimi dilerse ona ihsân eder. Allah çok büyük lutuf ve ihsân sahibidir.

Rivayete göre yahudilerden 12 kişilik bir hahamlar grubu birbirlerine: “Günün başında Muhammed’in dinine girin; «Muhammed’in gerçek peygamber olduğuna, doğruluğuna şehâdet ederim» deyin; günün sonuna ulaşınca da inkâr edin ve: «Biz âlimlerimize, hahamlarımıza dönüp sorduk, onlar da bize Muhammed’in bir yalancı olduğunu, sizin din adına herhangi bir şey üzere bulunmadığınızı söylediler. Biz de önceki dinimize döndük. O bize sizin dininizden daha hoş göründü» deyin. Belki onlar da: «Bunlar günün başında bizimle beraberdiler, şimdi bunlara ne oldu?» diyerek dinlerinde şüpheye düşerler” dediler. Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyle Peygamberine onların bu durumunu haber verdi. (Taberî, III, 423)
Ehl-i kitabı bu tarzda bir davranışa sevkeden sebep, sırf kendilerine verilen kitap ve ilim üstünlüğünün bir benzerinin başka birisine yani Hz. Muhammed (s.a.s.)’e ve Araplara da verilmiş olmasıdır. Buna duydukları şiddetli hasetleri yüzünden böyle şeyler söylüyor ve birtakım tuzaklar hazırlıyorlardı. İkinci olarak da peygamberlik ve kitap verilen o insanların, kıyâmet günü Allah’ın huzurunda inkârlarına karşı delil getirip, bununla kendilerini susturmalarından korkuyorlardı. Zira peygamberlerin kıyamet günü Allah’ın huzurunda muhaliflerine karşı delil getirecekleri dini bir hakikattir. Onların bu hasetleri ve korkuları, Allah’ın hükmünü asla değiştirecek değildir. Sonsuz lutuf, ihsan ve ikramın yegâne sahibi olan Cenâb-ı Hak, peygamberliği, kitap, ilim ve hikmeti kullarından istediğine vermekte hürdür. Kimsenin buna engel olması veya müdâhalede bulunması mümkün değildir. Allah’ın lütfu geniştir, kudret ve kuvveti sonsuzdur. O, her şeyi en iyi bilendir; ilmi sınırsızdır. Bu sebeple O, dilediği kulunu istediği şekilde üstün kılabilir; rahmetini ona tahsis edebilir.

Ehl-i kitabın hepsi bir değildir; içlerinden son derece güvenilir olanlar bulunduğu gibi, en küçük dünyalığa tama eden güvensizler de mevcuttur. Şöyle ki:

75. Ehl-i kitaptan öylesi vardır ki, kendisine yüklerle mal ve altın emânet etsen onu sana eksiksiz geri verir. İçlerinden öylesi de vardır ki kendisine bir dinar para emânet etsen, tepesinde dikilip durmadıkça onu asla geri vermez. Bunun sebebi: “Bizim gibi bir kitaba sahip olmayan ümmîlere yaptığımız haksızlık yüzünden bize bir günah yoktur” demeleridir. Halbuki onlar, Allah hakkında bile bile yalan söylemektedirler.

Rivayete göre Kureyş’ten bir adam, yahudi âlimlerinden Abdullah b. Selâm’a bin iki yüz okka altını emanet bırakmıştı. Döndüğünde Abdullah onu tam olarak kendisine teslim etti. Bir diğer Kureyşli de yine yahudilerden Finhâs b. Azûrâ’ya bir dinar emanet bıraktı da o bu emanete hıyanette bulundu. İşte bunun üzerine bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 90)

Âyette geçen اَلْقِنْطَارُ (kıntâr) malın çokluğunu, اَلدّ۪ينَارُ (dînâr) ise azlığını ifade eder. Doğruyla yanlışı, hakla bâtılı birbirinden ayırmak üzere gelen ve bu vesileyle “Furkân” ismini taşıyan Kur’an, Ehl-i kitabın hepsini aynı kefeye koyup mahkum etmemekte, onların da iyilerini kötülerinden ayırmaktadır. Kur’an’ın övdüğü kimseler, önceden Tevrat’ın hükümleriyle amel ettiği gibi, Peygamberimiz geldikten sonra ona inanan müslüman Ehl-i kitaptır. Kur’an bunları yer yer övmekte ve kendilerine iki kat mükâfat verileceğini müjdelemektedir. (bk. Hadîd 57/28)

Âyet-i kerîmenin ifade burduğu gibi özellikle yahudiler, kendi dinlerinde olmayanların öldürülmesinin ve hangi yolla olursa olsun mallarının alınmasının helâl olduğunu söylüyorlardı. Yine onlar kendi dışındaki insanların onların köleleri olduğunu, dolayısıyla kölelerinin mallarını yemelerinden ötürü kimsenin bir hesap sorma yetkisinin bulunmadığını düşünüyorlardı. Bunun da Tevrat’ta yazılı bir hüküm olduğunu iddia ediyorlardı. Halbuki Allah Teâlâ, hiçbir kimseye, hiçbir din veya ırk mensubuna başkalarının haklarını haksız yollarla yeme müsaadesi vermemiştir. Dolayısıyla bu hususta kendilerinin imtiyaz sahibi olduğunu iddia edenler, açıkça yalan söylemiş ve Allah’a iftira etmiş olurlar.

Bunların bahsedilen olumsuz tutum ve davranışlarına karşılık:

76. Hayır! Kim sözünde durur, günah ve haksızlıktan sakınırsa, şüphesiz ki Allah takvâ sahiplerini sever.

Bu âyet, ister Allah’a verilen isterse kulların birbirlerine verdiği sözler olsun, ahde vefânın ve verilen sözün gereğini yerine getirmenin, ayrıca ahde vefasızlık ve emânete riâyetsizlik gibi günahların yanı sıra bütün günahlardan sakınmanın Allah’ın muhabbetini celbedecek fevkalade hayırlı amellerden olduğunu beyân eder. Bu hususlardaki ihmalkârlık ise nifak hastalığına yakalanmaya, böylece ilâhî rızâ ve muhabbetin elden gitmesine sebep olacaktır. Nitekim Resûlullah (s.a.s.) şöyle buyurur:

“Dört özellik vardır ki, kim bu özelliklere sahip ise katıksız bir münafıktır. Bu özelliklerin hepsine değil de bir tanesine sahip olan kişi ise onu bırakıncaya kadar münafıklık alâmeti taşıyor demektir: «Kendisine bir şey emânet edildiğinde emânete hiyânet eder, konuşunca yalan söyler, söz verdiği zaman yerine getirmez ve ahde vefayı terk eder. Biriyle hasım olunca da günaha girer, yani haktan ayrılır.»” (Buhârî, İman 24; Müslim, İman 106)

Böylesine küfür ve nifak özellikleri taşıyanlara can yakıcı bir azap uyarısı gelmektedir:

77. Allah’a verdikleri sözleri ve ettikleri yeminleri önemsiz bir dünya menfaatine satanlar var ya, işte onların âhirette hiçbir nasipleri yoktur. Allah kıyâmet günü onlarla konuşmayacak, onlara merhamet nazarıyla bakmayacak ve onları temize çıkarmayacaktır. Onlar için can yakıcı bir azap vardır.

Âyet-i kerîmenin iniş sebebiyle ilgili birkaç rivayet olmakla birlikte onlarda iki tanesi şöyledir:

1. Abdullah b. Ömer (r.a.)’den rivayete göre Allah Resûlü (s.a.s.): “Her kim bir müslüman kardeşinin malını gaspedip kendine geçirmek üzere yalan yere yemin ederse Allah’ın gazabına uğramış olarak O’na kavuşur” buyurdu. İbn Ömer bu hadis-i şerifi naklederken içeri Eş’as b. Kays girdi ve İbn Ömer’i kastederek: “Ebu Abdurrahman size ne rivayet etti?” diye sordu. Oradakiler de “Şöyle şöyle rivayet etti” dediler. Eş’as: “Ebu Abdurrahman doğru söylemiştir. Çünkü bu benim hakkımda nâzil oldu: Yemen’deki bir arazi yüzünden bir adamla aramda anlaşmazlık vardı. Onu alıp Peygamber (s.a.s.)’e götürdüm ve aramızda hükmetmesini istedim. Allah Resûlü (s.a.s.): «Bu arazinin sana ait olduğuna dair elinde delil var mı?» diye sordu. Ben: «Hayır, yok» dedim. «O zaman diğer adamın yemini gerekir» buyurdular. Ben: «O kişi yemin eder ve malımı elimden alır» dedim. Bunun üzerine Efendimiz yukarıda geçtiği gibi buyurdular ve hemen akabinde de bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Müslim, İman 220)

2. Bu âyet, yahudi âlimleri hakkında inmiştir. Onlar, Allah Teâlâ’nın Hz. Muhammed (s.a.s.)’in peygamberliğiyle ilgili olarak kendilerinden almış olduğu sözü gizlemişler, Tevrat’ta olmayan şeyleri oraya yazmışlar ve menfaatlerini elden kaçırmamak için de onun Allah katından olduğuna yemin etmişlerdi. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 92)

İniş sebebi hangi hâdise olursa olsun âyet-i kerîme, Allah adına verilen sözü tutmamanın ve yine Allah adına yaptığı yeminin arkasına sığınarak yani bir nevi Allah’ı kendine kalkan yaparak küçük veya büyük dünyevî menfaatler elde etmeye çalışmanın çok büyük bir günah olduğunu haber vermektedir. Bu öyle büyük bir günahtır ki, âhirette buna verilecek cezalar peş peşe beş madde olarak sıralanmıştır:

Bu günahı işleyenler cennetin sonsuz nimetlerinden tamamen mahrum kalacaklar ve onlara orada en küçük bir pay bile verilmeyecektir.

Allah onlarla konuşmayacak; onlara son derece gazap edecektir.

Onlara rahmet, lutuf ve ihsan nazarıyla bakmayacak; onlara hiçbir değer vermeyecektir.

Onları, günahlarını bağışlamak sûretiyle kirlerinden arındırıp temize çıkarmayacak, aksine onlara azap edecektir. Kendi temiz dostlarını övdüğü gibi onları asla övmeyecektir.

Bütün bunlara ilâveten onlar için cehennemde pek acıklı, can yakıcı bir azap olacaktır.

Hem maddeten hem mânen takdir edilen bu cezalar, kalbinde âhirete zerre kadar imanı olan herkesi bu ve benzeri günahlardan sakınmaya ve Allah’ın sevdiği bir kul olmak için ciddiyetle çalışmaya sevkedecek büyük bir tesire sahiptir.

Ehl-i kitap içinde, kutsal kitapla alakalı olarak ağızlarını eğen, bile bile yalan söyleyen ve insanları haktan ayırıp bâtıla saptırarak kula kul etmek isteyenlerin varlığı da şöyle haber verilmektedir:

78. Ehl-i kitaptan bir kısmı; aslında kitapta olmadığı halde, sizin kitapta öyle olduğunu sanmanız için kitabı okurken dillerini eğip büker; başka mânaya gelecek şekilde kelimelerin vurgu ve okunuşunu değiştirirler. Sonra bu yaptıklarını, asla Allah katından olmadığı halde: “Bunlar, elbette Allah katındandır” diye takdim ederler. Hayır onlar, Allah hakkında bile bile yalan söylemektedirler.

Rivayete göre bu âyet-i kerîme hem yahudiler, hem de hıristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Çünkü onlar Tevrat ve İncil’i tahrif etmiş ve bu kitaplarda bulunmayan bir kısım şeyleri oraya ilave etmişlerdir. Fakat bunun, özellikle Tevrat’ta, müslümanlar karşısında aleyhlerine delil olabilecek yerleri değiştirip tahrif eden bir kısım yahudiler hakkında nâzil olduğu da söylenmiştir. (Âlûsî, Rûhu’l-me‘ânî, III, 205-206) Böyle olmakla birlikte, ilâhî kitapların muhtevasıyla alakalı bu şekilde yanlış bir tutum ve davranış içine giren herkes âyetin şumûlüne dâhildir.

Görüldüğü üzere bir kısım Ehl-i kitap, insanları yanıltmak ve gerçeği öğrenmelerine mâni olabilmek için, tahrif kastıyla dillerini eğip bükerek kendi kitaplarında bulunan gerçekleri değiştirmekte ve bile bile Allah hakkında yalan söylemekte idiler. Bunu da iki türlü yapıyorlardı. Birincisi; bizzat Kitap’taki ifadeleri değiştiriyorlardı. İkincisi ise, Kitaptaki bilgileri, şahsi arzu ve temâyüllerine göre tefsir ediyorlardı. Her ikisi de tahriftir ve gerçeklerin bozularak yanlış anlaşılmasına sebeptir. Bu âyet, kötü niyetli kimselerin, dinin esasını teşkil eden Allah’ın kelâmını ve hadis-i şerifleri keyfî olarak yorumlayıp “Bunlar Allah katındandır” diyebilecekleri hususunda müslümanları da ikaz etmektedir. Nitekim tarih boyu bunun misalleri çok görülmüş ve halen de görülmektedir. Böyle bir işe cür’et etmek, Allah hakkında düpedüz yalan ve iftira uydurmaktan başka bir şey değildir. Halbuki peygamberlerin ve onların varisi konumundaki âlimlerin yapması gereken şudur:

79. Kendisine Allah’ın kitap, hüküm ve peygamberlik verdiği hiçbir kimse, kalkıp da insanlara: “Allah’ı bırakın da bana kul olun” diyemez, dememiştir. Onun ancak: “Öğretmekte ve okuyup okutmakta olduğunuz kitap sayesinde kendini Allah yoluna adamış samimi dindarlar olun” demesi uygundur.

80. O size, “Melekleri ve peygamberleri rab edinin” diye de emretmez. Siz müslüman olduktan sonra, hiç o size kalkıp da kâfir olmayı emreder mi?

Bir rivayete göre bu âyetler, Necran hıristiyanları Medine-i Münevvere’de bulundukları sırada cereyan eden münakaşalardan biri üzerine inmiştir: Yahudi hahamları ve Necran hey’eti Resûlullah (s.a.s.)’in huzurunda bir araya geldiler. Allah Resûlü onları İslâm’a davet ettiğinde Kurayza oğullarından Ebu Râfi’: “Ey Muhammed, hıristiyanların Meryem oğlu İsa’ya ibâdet ettikleri gibi bizim de sana ibâdet etmemizi mi istiyorsun?” dedi. Necranlılardan biri de aynı sözü tekrar etti. Allah Resûlü (s.a.s.): “Allah’ın dışında bir başkasına ibâdet etmemizden ya da Allah’ın dışında bir başkasına ibâdeti emretmemizden Allah bizi korusun. Allah beni bunun için göndermedi, bana bunu da emretmedi” buyurdu. Bunun üzerine bu iki âyet-i kerîme nâzil oldu. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 441)

Gerçekte hiçbir peygamber, insanlara Allah’ın dışında ne kendilerine ne de herhangi bir şeye kul olmalarını emretmemiştir. Melekleri ve peygamberleri rab edinmelerini de asla istememiştir. Böyle bir şeyi yapmaları da söz konusu değildir. Çünkü peygamberlerin istisnâsız hepsi, insanları yalnızca Allah’a kulluğa davet için gönderilmişler ve “Allah’a kulluk edin; sizin O’ndan başka ilâhınız yoktur” mesajını tekrarlamışlardır. (bk. Mü’minûn 18/23-32) Buna göre yahudi ve hıristiyanların Hz. Üzeyr ve Hz. İsa’yı rab edinmelerinin ve yine hıristiyanların melek olan Ruhu’l-Kudüs’ü teslisin bir rüknü saymalarının dinî bir mesnedi bulunmamaktadır.

Âyette geçen اَلرَّبَّانِيُّ (rabbânî) kelimesi Rabbe mensûp mânasındadır. İlim ve ameli tam, ilmiyle amel eden, Allah’ın dînine sımsıkı sarılan kişi demektir. Nitekim dilimizde kendini Allah’ı tanımaya ve O’na itâate adamış kişiye bu mânada “Allah adamı” denilmektedir. Buna erişmenin yolu da Allah’ın kitabını okumak, okutmak ve mânalarını inceleyip anlayarak gereğini yerine getirmektir. Elde edilen ilmin fayda sağlamasıdır. Zira Allah Resûlü (s.a.s.): “Fayda vermeyen ilimden ve ürpermeyen kalpten Allah’a sığınırım” buyurmuştur. (Müslim, Zikir 73)

Hz. Ali (r.a.) şöyle der: “İki tip insan beni çok endişelendirir. Bunlar, hayasız âlim ile câhil âbiddir. Çünkü birincisi hayâsız davranışlarıyla insanları ilimden soğuturken, câhil âbid, zâhidâne yaşayışıyla insanları bilgisizliğe teşvik etmiş olur.”

“Rabbânî” kelimesinin “ilim erbâbı” ve “mürebbiler, eğitimciler” mânası da vardır. Bûhârî, İbn Abbas (r.a.)’dan bu kelimenin tefsiriyle ilgili olarak; “âlim ve fakîh rabbânîler olun!” açıklamasını naklettikten sonra şu ifadelere yer verir: “Rabbânî âlim, insanlara büyük ilimlerden önce küçük ilimleri öğreten kimsedir.” (Buhârî, İlim 10) İlmin küçüğünden maksat, meseleleri açık ve kolay; büyüğünden maksat da meseleleri ince ve zor anlaşılanıdır. Dolayısıyla burada bütün insanlar bir taraftan “Allah’a gönülden kulluğa” davet edilirken, diğer taraftan da özellikle ilim emânetini üstlenen ve toplumlara önderlik yapacak olan kişilere, doğruları olduğu gibi öğretme ve kurtuluş yolunu gösterme hususundaki mesuliyetleri hatırlatılmaktadır. Peygamberlerin esas vazîfesi de budur. Bu sebeple gelen âyette onlardan bu minvâl üzere alınan sağlam bir sözden bahsedilmektedir:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
81. Allah, vaktiyle bütün peygamberlerden: “Size kitap ve hikmet verdikten sonra, sahip olduğunuz bu bilgileri tasdik eden bir peygamber size geldiğinde, ona mutlaka inanacak ve kesinlikle yardım edeceksiniz!” diye söz almıştı. Ardından: “Bunu kabul ettiniz, bu ağır yükümü sırtınıza aldınız mı?” diye sormuş, onlar da: “Kabul ettik” demişlerdi. Bunun üzerine Allah: “Öyleyse şâhit olun, ben de sizinle beraber şâhit olanlardanım” buyurdu.

82. Artık kim bundan sonra yüz çevirirse, işte onlar yoldan çıkmışların ta kendileridir.

Allah Teâlâ, kitap ve hikmet verdiği bütün peygamberlerden, kendilerine her ne zaman sahip oldukları bilgileri doğrulayan bir peygamber gelse, onu tasdik edip ona yardımcı olma hususunda söz almıştır. Peygamberler de bunu kabul etmiş ve bu mesuliyeti yüklenmişlerdir. Bunu kabulden yüz çevirenler, her kim olursa olsun, fâsık olarak nitelenmişlerdir. Dolayısıyla burada söz alan Allah, kendilerinden söz alınanlar da peygamberlerdir. Sözün esası, peygamberlerin birbirlerini desteklemeleri ve nihâyetinde Hz. Muhammed (s.a.s.) adında bir peygamberin geleceğini müjdelemeleridir. Bu sözün, bütün peygamberlerin ümmetlerinden, Hz. Muhammed (s.a.s.) peygamber olarak gönderildiğinde, onu doğrulayıp ona yardım etmeleri gerektiği hususunda almış oldukları söz olmasında şüphe yoktur. Dolayısıyla Ehl-i kitabın peygamberlerine bizzat veya hükmen verdikleri söz gereğince ahir zaman Peygamberine inanıp ona yardım etmeleri gerekmektedir. “Bana olan sözünüzü tutun ki, ben de size olan sözümü tutayım” (Bakara 2/40) âyetinde de bu söze bir hatırlatma yer almaktadır. Verilen sözü unutmak ve onu yerine getirmemek ise büyük bir günahtır. Hele hele Allah’ın dininden başka bir din aramak akıl kârı değildir:

83. Yoksa onlar Allah’ın dininden başka bir din mi arıyorlar? Halbuki göklerde ve yerde bulunan herkes isteyerek veya istemeyerek Allah’a boyun eğip teslim olmuş durumdadır ve hepsi O’na döndürülüp götürülmektedir.

Allah’ın dininden başka bir din aramak boşunadır. Zira Hak katında makbul tek din odur. O da İslâm’dır; Allah’a kayıtsız şartsız teslim olmaktır. Gerçekten de göklerde ve yerde olan herkes, gerek isteyerek gerekse istemeyerek Allah’a teslim olmuştur. Dönüş de yine O’nadır. Herkes buna mecburdur. Çünkü varlığı kendinden olan ve var olmak için bir başka şeye muhtaç olmayan tek zat Allah Teâlâ’dır. Yani O, “vâcibü’l-vücuttur.” O’nun dışındakilerin varlıkları ise Allah’a bağlıdır. Allah yaratmadan hiçbir varlığın kendiliğinden var olması mümkün olmadığı gibi, Allah yok etmeden de yine hiçbir varlığın kendiliğinden yok olması imkânsızdır. İşte bu açıdan bütün varlıklar Allah’ın iradesine teslim olmuş ve kudretine boyun eğmişlerdir. Bu da teslimiyetin zirvesidir.

Bir başka açıdan âyet-i kerîme şöyle izah edilebilir:

Allah Teâlâ’nın iki tür kanunu vardır: tekvinî ve teşriî. Tekvinî kanunları, O’nun insan vücudu ve hayatı dâhil kâinatın yaratılışı ve işleyişi için koymuş bulunduğu kanunlardır ki bunlar fizik, kimya, astronomi, biyoloji, zooloji, botanik, sosyoloji, psikoloji gibi bilimlerin konusunu teşkil eder. Teşriî kanunlar ise Allah’ın “din” adı altında koymuş bulunduğu kanunlardır. Bu kanunlardan tekvinî olanlarına bütün varlıklar kayıtsız şartsız itaat eder. Şu kadar ki, bunlar içinde insan hayatıyla ilgili olarak insaının iradesine bırakılmış bazı hayat kanunları da vardır: sabrın selâmet, çalışmanın servet, tedavinin sıhhat getirmesi gibi. Fakat bu kanunları da sebep ve sonuçlarıyla tespit eden yine Allah’tır. Bunun gibi teşriî kanunlara uyup uymamanın sebep ve neticelerini yaratan da Allah’tır. Dolayısıyla bütün kâinatta Allah’ın hükmü geçmektedir ve hiçbir varlık, bu hükmün hâricinde değildir. (Ünal, s. 157)

O halde akılla donatılmış insandan da kâinattaki bu hârikulâde işleyişten, bu eşsiz teslimiyet ve âhenkten ibret alarak Allah’ın emir ve yasaklarına böyle bir teslimiyet göstermesi beklenir. Bu teslimiyetin itikat boyutu gelen âyette şöyle beyân buyrulur:

84. Rasûlüm! De ki: “Biz Allah’a, bize indirilene, keza İbrâhim, İsmâil, İshâk, Yâkub ve torunlarına indirilene, yine Rableri tarafından Mûsâ’ya, İsa’ya ve bütün peygamberlere verilene iman ettik. Biz peygamberler arasında asla bir ayrım yapmayız. Biz, yalnız Allah’a teslim olmuşuzdur.”

Bu âyetle ilgili yeterli izah Bakara sûresi136. âyetin tefsirinde yapılmıştır. Çünkü bu âyetle o âyetin mevzu ve muhtevası aynıdır. İkisinde de özellikle peygamberler sözkonusu edilerek ve aralarında ayırım yapmaksızın bütün peygamberlere imanın gerekliği bildirilerek, temel iman esasları ele alınmaktadır.

İster itikat ister ibadet ve muamelat yönüyle olsun İslâm’dan başka bir din aramak boşunadır. Çünkü:

85. Kim İslâm’dan başka bir din ararsa, şunu bilsin ki, aradığı din ondan asla kabul edilmeyecektir; o, âhirette de kaybedenlerden olacaktır.

Allah katında makbul din, sadece İslâm’dır. İslâm’ın dışında hiçbir din kabule şayân değildir. Çünkü kabul edilecek ameller, şüphesiz, Allah Teâlâ’nın râzı olduğu ve karşılığında mükâfat vereceği amellerdir. Nitekim bir âyet-i kerîmede “Allah ancak takvâ sahiplerinin ibâdetini kabul eder” (Mâide 5/27) buyrulur. İslâm’ın dışındaki diğer dinler Hak katında makbul olmadığı için, onlara uyanlar âhirette büyük bir hüsrana uğrayacaklardır. Çünkü onlar yaptıkları iyi amellerin sevabından mahrum kalacakları gibi, bir de can yakıcı bir azaba gireceklerdir. Dünyada iken yapamadıkları amel-i sâlihlere hasret ve bâtıl dinleri uğruna katlandıkları çilelere pişmanlık da bu hüsrana eklenecektir. Buna göre inkâr içinde bulunanların bir an önce iman şerefine ermek için can atmaları gerektiği gibi, mü’minler de imanlarını koruma hususunda son derece gayretli olmalıdırlar. Çünkü:

86. İman ettikten, o şânı yüce Peygamber’in gerçekliğine bizzat şâhit olduktan ve kendilerine apaçık deliller geldikten sonra bile bile inkâra saplanan bir toplumu Allah nasıl doğru yola eriştirir? Çünkü Allah, öyle zâlimleri asla doğru yola erdirmez.

87. Onların cezası, Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğramaktır.

88. Onlar bu lânetin içinde ebediyen kalacaklardır. Azapları hiç hafifletilmeyecek ve kendilerine en küçük bir mühlet de verilmeyecektir.

89. Ancak bundan sonra tevbe edip hallerini düzeltenler müstesnâdır. Çünkü Allah, çok bağışlayıcı ve engin merhamet sahibidir.

Bu âyetler, önceleri iman edip sonra dinden dönerek Mekkelilere sığınan ve onlarla birlikte Fahr-i Kâinat (s.a.s.)’in başına zamanın belâ ve musîbetlerinin gelmesini bekleyen on kişilik bir grup hakkında inmiştir. Bunlar arasında tevbe edenler olduğu için “bundan sonra tevbe edenler…” (Âl-i İmrân 3/89) istisnâsı yapılmıştır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 111) Yine bu âyetlerin Ehl-i kitap, özellikle de yahudi Kurayza ve Nadîr oğulları hakkında nâzil olduğu söylenmektedir. Onlar, peygamber olarak gönderilmeden önce Hz. Muhammed’e inanıp peygamberliğine şehadette bulunuyorlardı. Fakat peygamber olarak gönderilip, kendilerine apaçık delil ve mûcizeler getirince, sırf haset ve kıskançlıklarından dolayı ona inanmamışlardır. (Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 111) Bu hususta gelen rivayetler değerlendirildiği zaman, bu âyetlerin irtidad edip de sonra tekrar İslâm’a dönmek isteyen herkese ve bu arada Ehl-i kitaba da şâmil olduğunu söylemek doğruya en yakın olandır. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, III, 462)

Bu âyet-i kerîmelerde, kendilerine Allah’ın hidâyet kapılarını tamamen kapatan nasipsizlerin üç mühim özelliği sayılıp sonra bunlara takdir edilen cezanın büyüklüğü gözler önüne serilmektedir. Söz konusu üç özellik şunlardır:
Önce iman edip sonra tekrar inkâra saplanmak,
Gelen peygamberin gerçekten peygamber olduğunu kabul edip buna gönülden şehâdette bulunduktan sonra inkâr etmek,
Kendilerine apaçık deliller ve mûcizeler geldikten sonra inkâr etmek.

Böyle bir inkâr, ilâhî gerçeklere karşı bilerek cephe almak, inat ve ısrarla onları yok saymak demek olduğundan buna takdir edilecek cezanın da o nispette büyük olmasını gerektirmiştir. Bunların cezası Allah’ın, meleklerin ve bütün insanların lânetine uğramaları, bu lânet içinde veya bunun tabii neticesi olan cehennem içinde ebedi olarak kalmaları, azaplarının hiçbir zaman hafifletilmemesi ve cezalarının vaktinden başka bir vakte geciktirilmemesidir. Ancak sonsuz merhamet sahibi olan Yüce Mevlâmız, günahkâr kullarına tekrar bir umut kapısı aralamakta ve tevbe edip amel-i sâlih işleyerek hallerini düzeltenlere af ve merhametini müjdelemektedir. Küfürde ısrar edenleri ise şöyle ikaz buyurmaktadır:

90. Önce iman edip sonra inkâr eden ve ardından inkârlarını daha da artıranların tevbeleri asla kabul edilmeyecektir. Onlar, doğru yoldan kayıp sapıklığa yuvarlananların tâ kendileridir.

Rivayete göre bu âyet yahudiler hakkında inmiş; onların Hz. İsa’yı inkâr etmeleri küfür olarak, peşinden gelen Hz. Muhammed (s.a.s.)’i inkârları da küfürlerini artırmak olarak değerlendirilmiştir. Bir başka rivayete göre âyet hem yahudiler hem de hıristiyanlar hakkında nâzil olmuştur. Bunlar önceden kendi peygamberlerinin müjdesi üzerine Hz. Muhammed (s.a.s.)’e iman etmişlerdi. O, peygamber olarak gönderilip, kendilerinden olmadığını görünce hemen küfür yoluna girmişlerdir. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 130;Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 114)

Bu şekilde inkâr yolunu tutan, sergilediği tutum ve davranışlarıyla günden güne inkârlarını daha da artıran kimselerin tevbesi kabul olmayacaktır. Çünkü böyleleri hayattan ümidini kesmedikçe tevbe edip imana gelmezler. Böyle bir durumda yapılan tevbe ise makbul değildir. Bu hususla ilgili olarak âyet-i kerîmede şöyle buyrulur:

“Yoksa hayatı boyunca günah işleyip işleyip de, nihâyet kendisine ölüm gelip çattığında: «Ben şimdi tevbe ediyorum» diyenlerin ve kâfir olarak ölenlerin tevbeleri kabul edilmeyecektir. Biz, böyleleri için can yakıcı bir azap hazırladık.” (Nisâ 4/18)

Dolayısıyla bu tip kişilerin çok fenâ bir durumda oldukları belirtilmiş ve halleri, Allah’ın rahmetinden ümid kesenlerin haline benzetilmiştir. Veya dinden döndükleri ve devamlı inkârları arttığı için yaptıkları tevbelerin samimi olması mümkün değildir. Samimi olarak yapılmayan tevbelerin ise kabul edilmeyeceği bir hakikattir. Onlar doğru yolu bırakıp sapıklığa düşenlerin ta kendileridir. İnkârda devam etmeleri ve kendilerinden artık hidâyet beklenemeyecek olması, bunların tam anlamıyla dalâlette ve sapıklığın en ileri derecesinde olduklarının açık bir göstergesidir.

Şu âyet-i kerîme ise kâfir olarak ölenlerin âhiretteki durumlarıyla alakalı olarak son derece korkutucu manzaralar sunulmaktadır:
 

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
91. İnkâr edip neticede kâfir olarak ölenler, kendilerini kurtarmak için dünya dolusunca altın verseler, yine de kabul edilmeyecektir. Onlar için pek acıklı bir azap vardır; onların hiçbir yardımcıları da yoktur.

Bu manzaralardan birincisi; kâfirlerin dünya dolusu altınları olsa ve bunları, kendilerini kurtarmak için fidye verseler, kesinlikle kabul edilmeyecektir. Nitekim bu konuda başka âyet-i kerîmelerde daha açık bilgiler yer almaktadır:

“İnkâr edenlere gelince, yeryüzünde bulunan her şey, hatta bir o kadarı daha onların olsa ve kıyamet gününün azabından kurtulmak için bunların hepsini fidye olarak verseler dahi asla kabul edilmez. Onlara can yakıcı bir azap vardır.” (Mâide 5/36)

“Oysa onlar birbirlerine de gösterilirler. Fakat inkârcı suçlu ister ki, mümkün olsa da o günün azabından kurtulmak için fidye olarak verse oğullarını! Eşini, kardeşini! Kendisine kol kanat geren bütün sülâlesini! Yeryüzünde kim varsa hepsini! Bunları verse de, sonra kurtarsa kendisini! Ama ne mümkün! O, alev alev yanar bir ateştir. Uzuvları bedenden ayıran, derileri soyup çıkaran, yakıp kavuran bir ateş!” (Meâric 70/11-16)

İkincisi; onların için cehennemde çok yakıcı ve son derece elem verici bir azap hazırlanmıştır. Peygamber Efendimiz (s.a.s.) şöyle buyuruyor:

“Allah Teâlâ kıyâmet gününde, cehennemliklerin azabı en az olanına şöyle buyuracak: «Senin dünya kadar malın olsa, kendini kurtarmak için verir miydin?» Cehennemlik: «Evet» deyince Allah Teâlâ: «Sen daha Âdem’in sulbünde iken, ben senden bundan çok daha hafif bir istekte; ‘bana hiçbir şeyi ortak koşmaman’ talebinde bulunmuştum, sen ise ortak koşmaktan başka bir şey yapmadın» buyuracak.”
(Buhârî, Rikāk 49; Müslim, Munafıkîn 51-52)

Üçüncüsü ise onları, ne mahşerin korkunç tehlikelerinden ne de cehennemin şiddetli ve sonsuz azabından kurtaracak hiçbir yardımcılarının olmamasıdır.

Bütün bu tehlikelerden kurtulmak için iman etmemiz ve inandığımız Allah’ın yolunda sevdiğimiz şeylerden cömertçe harcamamız gerektiği şöyle beyân edilmektedir:

92. Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe erişemezsiniz. Küçük büyük her ne verirseniz, Allah onu kesinlikle bilir.

اَلْبِرُّ (birr) kelimesi; “iyiliğin zirve noktası, çok iyi ve çok hayırlı, fazilet ve erdemlilik, insanların kendisiyle «iyi kimseler» olacakları her türlü makbul amel, Allah’ın rızâsı, rahmeti ve cenneti” gibi pek çok güzel mânalar ifade etmektedir. “Kişinin sevdiği şeyler” ise “mal, mülk, servet, makam, mevki, ilim ve beden kuvveti” gibi her türlü maddî ve mânevî imkânlardır. Mü’min, sevdiği bu şeylerin bir kısmını “farz, vacip ve nâfile” ölçüleri içinde Allah yolunda başkalarının iyiliğine harcadığı nispette âyette müjdelenen yüksek derecelere yükselme imkânı bulabilecektir. Bu aynı zamanda, kişinin mânen terakkisinde özellikle Allah yolunda “harcama”nın ehemmiyetine dikkat çekmektedir.

Asr-ı Saadette ve ondan sonraki dönemlerde sevdiğinden vermenin çok güzel örnekleri sergilenmiştir:

Rivayete göre bu âyet-i kerîme nâzil olunca Ebû Talha (r.a.) Allah Resûlü (s.a.s.)’e gelip:

“- Yâ Rasûlallah, en çok hoşuma giden malım, Beyraha’dır. Bu araziyi, Allah’ın sana göstereceği yere sarfet!” dedi.
Peygamberimiz (s.a.s.):

“- Gerçekten çok iyi. Burası, çok verimli ve değerli bir yerdir. Ben bu araziyi akrabaların arasında taksim etmeni uygun görüyorum” buyurdu ve Ebû Talha da burasını akrabaları arasında taksim etti. (Buhârî, Zekât 44; Müslim, Zekât 43)
Yine Hayber arazisi taksim edilirken Hz. Ömer’e de bir miktar yer düşmüş ve Peygamber Efendimiz’e gelerek:

“- Yâ Rasûlallah! Hayber’den bana bir miktar yer düştü ki, yanımda ondan daha kıymetli bir malım yoktur. Onu ne yapmamı istersin?” diye sorunca Allah Resûlü ona aslını elinde tutmasını ve mahsulünü muhtaçlara dağıtmasını tavsiye etmiştir.
Bunun üzerine Hz. Ömer, geliri lazım gelen yerlere sarfedilmek üzere bu araziyi vakfetmiştir. (Buhârî, Şurut 19)

Emevi halifelerinden Ömer b. Abdülaziz (r.h.), bol miktarda şeker alıp muhtaçlara dağıtırdı. Sebebi sorulduğunda şöyle cevap verdi: “Çünkü ben, şekeri çok severim. Allah Teâlâ da sevdiğimiz şeylerden kendi yolunda harcamadıkça gerçek iyiliğe eremeyeceğimizi haber vermektedir.” (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 133)

İmam Kuşeyrî bu âyetin tefsirinde şu açıklamayı yapar: “Birr’e ulaşmak isteyen, sevdiklerinden bir kısmını vermelidir. Bârî Teâlâ’ya ulaşmak isteyen ise, bütün sevdiklerini vermelidir. Birr’e ancak sevdiğini vererek ulaşabileceğine göre, zevklerini Allah’a tercih ederek Bârî Teâlâ’ya nasıl ulaşabileceksin?” (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 159)

Kâşânî de der ki: “Sahibini Allah’a ulaştıran her fiil birr’dir. Allah’a yaklaşmak ise, ancak O’ndan başka her şeyden el etek çekmekle mümkün olabilir. Allah’dan başka bir şeyi seven kişi, bu sevdiği sebebiyle Allah Teâlâ’yla arasına bir perde çekmiş; sevgisini Allah’tan başkasına yönelttiği için de mânen tehlikeli bir duruma düşmüş olur.”

Bu bakımdan müslüman, sevdiği mallar başta olmak üzere her türlü imkanıyla Hak yolunda cömertlik ve infak halinde olacak, fakat Allah’ın helal kıldığı şeyleri haram yapma yoluna cüret etmeyecektir. Hz. Yakub’un durumuna gelince:

Burası, Medine’de o dönem itibariyle Mescid-i Nebevî’nin karşısında bulunan verimli bir arazi idi. Şu an ise Mescid-i Nebevi’nin içinde kalmaktadır.

93. Tevrat indirilmeden önce, İsrâil’in bir sebeple kendine yasakladığı bazı şeyler dışında bütün yiyecekler İsrâiloğulları’na helâldi. Rasûlüm! De ki: “Eğer iddianızda doğruysanız, o zaman Tevrat’ı getirip okuyun.”

اِسْرَاۤء۪يلُ (İsrâil) ismiyle kastedilen kişi, Yakub (a.s.)’dır. Hz. Yakub’un, sıhhatine zarar vermesi ya da sırf zühd, takvâ ve ibâdet kastıyla nefsini meneylediği yiyeceklerin ne olduğu hususunda Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Yakub (a.s.) çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Bu sebeple Allah’ın kendisine afiyet vermesi halinde, en sevdiği yiyecek ve içecekleri nefsine yasaklamayı adadı. Onun en sevdiği yiyecek deve eti, en sevdiği içecek de deve sütüydü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 273)

Bu yiyeceklerin “etin damarları”, “hayvanın sırtındaki yağlar hariç iç yağı ve böbrek yağı” olduğu da rivayet edilir. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 121)

Resûlullah (s.a.s.) zamanında yahudiler: “Biz kendimize deve etini haram kılıyoruz, çünkü onu Yakub haram kılmış, Allah da onun haramlığını Tevrat’ta bildirmiştir” dediler de bunun üzerine: “Eğer iddianızda doğruysanız, o zaman Tevrat’ı getirip okuyun” (Âl-i İmrân 3/93) âyeti indi. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 135)

Diğer bir rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s.) bir gün: “Ben, İbrâhim’in dini üzereyim” demişti. Yahudiler: “Sen nasıl İbrâhim’in dini üzere olabilirsin ki, deve eti yiyor, sütünü içiyorsun?” dediler. Efendimiz: “Bunlar İbrâhim’e helâldi” buyurdu. Onlar: “Bizim haram kıldığımız her şey bize ulaşıncaya kadar Nûh’a, İbrâhim’e... haramdı” dediler de onları yalanlamak üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 118)

Netice itibariyle bunlar, Hz. Yakub’un sadece kendisine yasak kıldığı yiyecek ve içeceklerdi; İsrâiloğulları’nın tümüne haram kılınmamıştı. Tevrat’ta da bunların önceki toplumlara haram kılındığına dair bir kayıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla yahudilerin Peygamberimiz’i yalancılıkla suçlamak için ileri sürdükleri bu iddianın asılsız ve bizzat kendilerinin yalancı olduğu ortaya çıktı. Diğer taraftan Tevrat’ta yahudilere haram kılınan bir takım temiz yiyeceklerin, önceki toplumlara haram kılınmadığı, bilakis bunların, zulüm ve haksızlıkları sebebiyle sadece yahudilerin kendilerine haram kılındığı beyân edilmiştir. Nitekim Nisâ sûresi 160 ve En‘âm sûresi 146. âyetlerde yahudilere haram kılınan bu yiyeceklerin neler olduğu haber verilmektedir. Buna göre:

94. Artık bundan sonra kim Allah adına yalan uydurursa, işte onlar zâlimlerin ta kendileridir.

اِسْرَاۤء۪يلُ (İsrâil) ismiyle kastedilen kişi, Yakub (a.s.)’dır. Hz. Yakub’un, sıhhatine zarar vermesi ya da sırf zühd, takvâ ve ibâdet kastıyla nefsini meneylediği yiyeceklerin ne olduğu hususunda Peygamber Efendimiz şöyle buyurur:

“Yakub (a.s.) çok şiddetli bir hastalığa tutuldu. Bu sebeple Allah’ın kendisine afiyet vermesi halinde, en sevdiği yiyecek ve içecekleri nefsine yasaklamayı adadı. Onun en sevdiği yiyecek deve eti, en sevdiği içecek de deve sütüydü.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, I, 273)

Bu yiyeceklerin “etin damarları”, “hayvanın sırtındaki yağlar hariç iç yağı ve böbrek yağı” olduğu da rivayet edilir. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 121)

Resûlullah (s.a.s.) zamanında yahudiler: “Biz kendimize deve etini haram kılıyoruz, çünkü onu Yakub haram kılmış, Allah da onun haramlığını Tevrat’ta bildirmiştir” dediler de bunun üzerine: “Eğer iddianızda doğruysanız, o zaman Tevrat’ı getirip okuyun” (Âl-i İmrân 3/93) âyeti indi. (Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 135)

Diğer bir rivayete göre Peygamberimiz (s.a.s.) bir gün: “Ben, İbrâhim’in dini üzereyim” demişti. Yahudiler: “Sen nasıl İbrâhim’in dini üzere olabilirsin ki, deve eti yiyor, sütünü içiyorsun?” dediler. Efendimiz: “Bunlar İbrâhim’e helâldi” buyurdu. Onlar: “Bizim haram kıldığımız her şey bize ulaşıncaya kadar Nûh’a, İbrâhim’e... haramdı” dediler de onları yalanlamak üzere bu âyet-i kerîme nâzil oldu. (Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 118)

Netice itibariyle bunlar, Hz. Yakub’un sadece kendisine yasak kıldığı yiyecek ve içeceklerdi; İsrâiloğulları’nın tümüne haram kılınmamıştı. Tevrat’ta da bunların önceki toplumlara haram kılındığına dair bir kayıt bulunmamaktadır. Dolayısıyla yahudilerin Peygamberimiz’i yalancılıkla suçlamak için ileri sürdükleri bu iddianın asılsız ve bizzat kendilerinin yalancı olduğu ortaya çıktı. Diğer taraftan Tevrat’ta yahudilere haram kılınan bir takım temiz yiyeceklerin, önceki toplumlara haram kılınmadığı, bilakis bunların, zulüm ve haksızlıkları sebebiyle sadece yahudilerin kendilerine haram kılındığı beyân edilmiştir. Nitekim Nisâ sûresi 160 ve En‘âm sûresi 146. âyetlerde yahudilere haram kılınan bu yiyeceklerin neler olduğu haber verilmektedir. Buna göre:

95. De ki: “Allah doğru söylemiştir. O halde temiz bir kalp ve dupduru bir tevhid inancı içinde İbrâhim’in dinine tâbi olun. O, asla müşriklerden olmamıştı.”

Bütün temiz yiyeceklerin önceden İsrâiloğulları’na helâl olduğu, bunların, daha sonra günahları, zulüm, haksızlık ve taşkınlıkları sebebiyle yahudilere haram kılındığı hususunda şüphesiz Allah doğruyu söylemektedir. Dolayısıyla bu konuda yahudilerin iddiaları kesinlikle yalandır. O halde hanîf, yani temiz bir kalp ve dupduru bir tevhid inancı içinde İbrâhim’in dinine tabi olmaktan başka çıkar yol yoktur. Hz. Muhammed (s.a.s.)’in davet ettiği din de bundan başka bir şey değildir. Zira bütün hak dinler temelde hep aynı esasları ihtiva eder, birbirlerini destekler ve birbirinin devamı olarak sürüp gider. Hepsi tevhid inancını emreder ve şirki kesinlikle yasaklar. Allah’ın birliği, tek ilâh ve tek rab oluşu, helâl veya haram kılma yetkisinin sadece Allah’a ait oluşu gibi esasları tekrar eder. Bu bakımdan Hz. İbrâhim müşriklerden olmamıştı. Zaten şirki ortadan kaldırmak için gelen hiçbir peygamberin müşrik olması mümkün değildir. O halde, kendilerinin dindar olduğunu iddia eden fert ve toplumlar, durumlarını şirk açısından bir daha iyice gözden geçirmeli, bir yanlışları varsa hemen düzeltmelidirler.

Resûlullah (s.a.s.)’in getirdiği İslâm, tevhid dinidir. müslümanları tevhid inancı etrafında birleştiren en mühim nişânelerden biri ise, şüphesiz Kâbe’dir. Şimdi, her namaz kılışımızda yönümüzü kendisine, gönlümüzü ise kendisini bize kıble yapan Allah’a bağladığımız diğer ismi Beytullah olan Kâbe hakkında şöyle buyruluyor:

96. Yeryüzünde insanlar için yapılan ilk mâbed, bütün insanlık için bir bereket kaynağı, bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezi olan Mekke’deki Kâbe’dir.

97. Orada apaçık deliller, alâmetler ve İbrâhim’in makâmı vardır. Oraya giren herkes emniyette olur. Bundan dolayı hacca gitmeye gücü yeten insanlara, Beytullâh’ı ziyâret etmek Allah’ın bir emridir. Kim Allah’ın emrini inkâr ederse, şunu bilsin ki, Allah’ın hiç kimseye ve hiçbir şeye ihtiyacı yoktur.

Burada bahsedilen بَكَّةُ (Bekke) isminden maksat, bildiğimiz Mekke’dir. Bir görüşe göre Mekke bütün şehrin, Bekke ise üzerine Kâbe’nin inşa edildiği yerin ismidir. “Bekke” kelime olarak “birbirini savuşturmak, defetmek”, “insanların birbirine girerek sıkışık bir hal alması” veya “boynunu kırmak, unufak etmek” mânalarından gelmektedir. İnsanlar tavafta birbirlerini sıkıştırarak izdihama sebebiyet verdikleri için veya oraya düşmanlık niyetiyle girmek isteyenlerin ilâhî kahra uğrayıp boyunları kırıldığı için bu bölgeye Bekke ismi verilmiştir.

Allah Teâlâ’nın yeryüzünde insanların ibâdet etmeleri ve kıble olarak kendine yönelmeleri için inşa ettirdiği ilk mâbed, Mekke’de bulunan Kâbe’dir. Bunun bir ismi de “beyt” dir. Daha çok “Beytullâh: Allah’ın Evi” adıyla meşhur olmuştur. Bir rivayete göre Kâbe Hz. Âdem’den önce melekler tarafından, bir rivayete göre de Hz. Âdem tarafından yapılmıştır. Hz. İbrâhim de oğlu İsmâil’le birlikte Nûh tufanında harap olan Kâbe’yi eski temelleri üzerine yeniden yapmıştır. (bk. Bakara 2/127)
Tevhidin simgesi olan Kâbe’nin bu âyetlerde en mühim hususiyetlerinden bazılarına işaret edilmektedir:

Birincisi; Kâbe çok mübârek, çok bereketli bir mescittir. “Bereket”in artmak, çoğalmak ve devamlı olmak gibi mânaları vardır. Bu mânalar Kâbe için de geçerlidir. Zira orada yapılan ibâdetler, başka mescitlerde veya yerlerde yapılan ibâdetlerden kat kat daha fazla faziletlidir. (bk. Buhârî, Fazlu’s-salâti fî Mescid-i Mekke 1, 6) Hacca gelip orayı ziyaret edenlerin günahları bağışlanır. (Nesâî, Hac 4) Kabul edilmiş bir haccın mükafatı ise ebedî cennettir. (Nesâî, Hac 3) En büyük bereket, şüphesiz Allah’ın rahmet ve bağışlamasını elde edebilmektir. Yine Hz. İbrâhim’in duası hürmetine yeryüzünün bütün meyve ve sebzeleri oraya ulaştırılır. Bu da maddi olarak ayrı bir berekettir. Nitekim âyet-i kerîmede “Oysa tarafımızdan bir rahmet olarak biz, onları her türlü ürünün getirilip toplandığı, güvenli, dokunulmaz bir yer olan Mekke’ye yerleştirmedik mi?” (Kasas 28/57) buyrulur. Diğer taraftan Kâbe’de namaz kılanlar, tavaf edenler ve ziyaret edenler hiçbir zaman eksik olmaz. Dünyanın değişik yönlerinden günün her saatinde, her anında oraya namaz için yönelenler de sayısızdır. Kâbe’nin bu durumu binlerce senedir böyle devam edip gitmektedir. Bu da onun bereketli oluşunun ayrı bir tezâhürüdür.

İkincisi; bütün insanlık için bir hidâyet rehberi ve bir yönelme merkezidir; onların Allah’a yönelmesine vesile olur. Zira yeryüzündeki bütün müslümanlar namaz kılmak ve böylece Allah’ın rızâsını kazanmak için Kâbe’ye yönelmek mecburiyetindedirler. İslâm’ın beş şartından biri olan hac, ancak burası ziyaret edilerek yerine getirilmektedir. Diğer bir açıdan Kâbe, taşıdığı hârikulâde özellikler itibariyle mutlak irade sahibi bir yaratıcının varlığına ve Peygamberimiz’in doğruluğuna bir delildir. Bu yönüyle o, insanların iman edip hidâyet bulmalarına vesile olmaktadır.

Üçüncüsü; orada apaçık deliller, alâmetler ve İbrâhim’in makamı vardır. “Apaçık deliller”den maksat: Korkan kimsenin orada kendini emniyette hissetmesi; cemrede o kadar taş atılmasına rağmen taşların yok olup gitmesi; zemzemin binlerce yıldır eksilmeden devamlı çıkması; Hacer-i Esved, Safa, Merve ve Hatim gibi büyük alâmetlerin bulunması; kuşların Kâbe’nin üzerinden uçmaması; hastaların orada şifa bulması; ona saygısızlık edenin hemen cezalandırılması ve orayı harap etmeye yeltenen Fil ordusunun helak edilmesi gibi hususlardır. (bk. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-gayb, VIII, 131; Kurtubî, el-Câmi‘, IV, 139) “Makam-ı İbrâhim” ise en meşhur şekliyle Kâbe’nin inşası yükselip, yukarı doğru taş kaldırmak zorlaşınca Hz. İbrâhim’in üzerine basıp çıktığı ve ayaklarının içine gömüldüğü taştır. Bugün o haliyle Kâbe’ye yakın bir mahalde Mültezem’in karşısında muhafaza edilmektedir.

Dördüncüsü; oraya giren emniyette olur. Bu yerden maksat, içerisinde Kâbe’nin de bulunduğu Harem bölgesidir. Burada Allah’ın emriyle ilk günden itibaren her türlü can ve mal emniyeti sağlanmış ve otların koparılması dâhil canlıların öldürülmesi yasaklanmıştır. Allah Resûlü (s.a.s.), göklerin ve yerin yaratıldığı günden itibaren Mekke’nin harem bölge olduğunu ve kıyamete kadar da böyle devam edeceğini haber vermiştir. (Müslim, Hac 445-448)

İmam Kuşeyrî der ki: “İbrâhim’in makamına giren emniyette olur. İbrâhim’in gerçek makamı ise teslimiyettir. Kim bütün işlerini Allah’a teslim ederse, onun seçme hakkı kalmaz ve böylece emniyete kavuşmuş olur. Emniyet korkunun zıddıdır. Korku, arzu ettiğin şeyin istediğin biçimde gerçekleşmemesinden neş’et eder. Kul için herhangi bir irade ve ihtiyar olmadığı takdirde, onun için bir korkunun olması da mümkün değildir.” (Kuşeyrî, Letâifu’l-işârât, I, 161)

Âyette yer alan “Bundan dolayı hacca gitmeye gücü yeten insanlara, Beytullâh’ı ziyâret etmek Allah’ın bir emridir” (Âl-i İmrân 3/97) ifadesi, haccın müslümanlara farz olduğunun Kur’an’dan delilidir. Hacca gitmek için sıhhatin elverişli olması, gidip dönünceye kadar kendine ve geride bıraktığı ailesine yetecek kadar maddi imkânlarının bulunması ve yol emniyetinin olması şartları vardır. Bu şartları taşıyan kişi, ömründe bir defa hacca gitmek mecburiyetindedir. (bk. Müslim, Hac 412) İmkânları yerinde olup da bunlara nankörlük ederek hacca gitmeyen kimse, Allah’ın emrine uymadığından dolayı büyük bir günah işlemiş olur. Böyle yapmakla Allah’a bir zarar veremez. Çünkü O, ganîdir; insanların ibâdetlerine muhtaç değildir. (Hacla ilgili bk. Bakara 2/196-203)

Beytullâhı ziyarete gidecek insanın diğer dinî vazifelerini hakkiyle yerine getirmesi, din kardeşlerinin hukukunu gözetmesi ve üzerine düşen toplumsal görevleri de ihmal etmemesi lazımdır. Nitekim hacca nasıl bir niyetle gidilmesi ve bu yüce ibâdetin nasıl bir ruhâniyet içinde edâ edilmesi gerektiğiyle ilgili şu kıssa pek ibretlidir:

Tabiînden âlim, fâzıl, muhaddis ve sûfî bir zât olan Abdullah b. Mübârek, haccı îfâ ettikten sonra Mekke’de Harem’de yakaza hâlinde iken gökten iki meleğin indiğini görür. Meleklerden biri diğerine:

“–Bu sene 600 bin kişi haccetti. Hepsinin haccı, Şam’da Ali b. Muvaffak ismindeki bir ayakkabı tamircisinin yaptığı amelin hürmetine makbul oldu. Bu kişi hacca gitmeğe niyet etti, lâkin gidemedi. Onun yaptığı bir amel hürmetine bu kadar hüccâcın haccı kabul edildi” der.

Yakaza hâli geçince Abdullah b. Mübârek, merak ve hayret içinde kaldı. Bir kervan ile Şam’a gitti. O zâtı bulup sordu:
“–Sen hacca gitmediğin hâlde ne amel işledin?”
Ali b. Muvaffak, Abdullah b. Mübârek gibi meşhur bir zâtı karşısında görünce önce çok şaşırdı. Heyecanından kendinden geçti. Kendisine geldiğinde şöyle anlattı:
“–Otuz senedir hacca gitmeyi arzu eder dururdum. Eskicilikten 300 dirhem para biriktirdim. Hac yolculuğuna niyet ettim. Hâmile olan hanımım:
«–Komşudan et kokusu geliyor; gidip benim için bir parça et ister misin?» dedi. Komşuma gittim. Durumu anlattım. Komşum ağladı:
«–Yedi gün oldu ki, çocuklarım açtır. Yolda ölü bir hayvan buldum. Ondan bir parça kestim. Şimdi onu kaynatıp onları avutuyorum. Helâl bir gıdâ bulamazsam, mecbûren onu yedireceğim. İsterseniz vereyim, fakat bu kaynayan et, ölümle burun buruna geldikleri için bu çocuklara helâl, size ise haramdır» dedi.

Bunu duyunca, sanki içimden bir parça koptu. Binbir zorlukla biriktirdiğim bu 300 dirhemi ona verdim ve; «Yâ Rabbî, hac niyetimi kabul et!..» diye Rabbime ilticâ ettim.” dedi. Bunun üzerine Abdullah bin Mübârek:

“–Rabbim bana rüyâda doğruyu bildirmiş!” dedi.

Böyle bir gönülle niyet edilen, hazırlık yapılan ve ifa edilen haclar şüphesiz ki daha çok ruhaniyet, feyiz ve bereketlerle dopdolu olacaktır. Yine de aslolan, manevî durumumuz ne olursa olsun imkan bulanların zâhiren de olsa hacca gitmeleri istenmektedir.

Şimdi ise söz tekrar Yüce Rabbimizin maddi ve mânevî nimetlerine nankörlükte bulunan ve Allah’ın âyetlerini bile bile inkâr eden Ehl-i kitaba yönlendirilerek şöyle buyruluyor:

98. De ki: “Ey Ehl-i kitap! Allah’ın âyetlerini ne diye gizleyip inkâr ediyorsunuz? Halbuki Allah, bütün yaptıklarınızı açıkça görüp durmaktadır.”

99. De ki: “Ey Ehl-i kitap! Allah yolunun doğru olduğunu bile bile, onu eğri göstermeye yeltenerek, mü’minleri ondan niçin çeviriyorsunuz? Oysa Allah, yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.

Ehl-i kitap, Hz. Muhammed (s.a.s.)’in gerçek peygamber olduğunu haber veren Tevrat ve İncil âyetlerini inkâr ettikleri gibi, diğer insanlarla beraber kendilerini de irşad etmek üzere gelen Kur’an âyetlerini de inkâr ediyorlardı. Yine onlar gerçeği bile bile, zayıf müslümanların kalplerine şüphe düşürerek onları Allah’ın yolundan vazgeçirmeye çalışıyorlardı. “Hz. Mûsâ’nın şeriati neshedilmemiştir” diyerek ve Peygamberimiz’in sıfatlarını değişik göstererek Allah’ın müstakîm yolunu eğriltme ve tahrif etme gayreti içine giriyorlardı. Bu âyet-i kerîmeler, “Allah’ın her şeyi gördüğünü, bildiğini ve her şeyden en ince bir biçimde haberdar olduğunu” tekraren vurgulayarak onları bu yanlış yoldan vazgeçmeye çağırmaktadır.

Gelen âyetler ise müslümanları, Ehl-i kitabın bu tarz hile ve tuzaklarına karşı uyanık olmaya davet eder:

100. Ey iman edenler! Ehl-i kitaptan bir gruba uyacak olursanız, onlar sizi, imanınızdan vazgeçirip yeniden küfre döndürürler.
 
Üst Alt