G.H > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi..

ceylannur

Yeni Üyemiz
HAREM-İ ŞERİF

Kâbe-i Muazzama'yı çepeçevre kuşatan, etrafı kubbeli, ortası açık büyük câmi Ortasındaki küçük meydan (tavaf yeri, metaf) üzerinde bulunan Kâbe, Zemzem ve Makam-ı İbrahim (as), bu câminin birer parçasını teşkil eder Dilimizde daha çok Haremi Şerif olarak bilinen bu mescide, Mescid-i Haram veya Mescid-i Şerif de denilir Kur'ân-ı Kerîm'de onaltı ayette "el-Mescidü'l-Harâm" geçmektedir Bu ayetlerden iki taneşinin anlamı şöyledir: "Ey iman edenler, müşrikler murdarın murdarıdırlar bu yıldan sonra artık Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar Yoksulluktan korkarsanız bilin ki, Allah dilerse, yakında sizi büyük lütuf ve ihsanı ile zenginliğe kavuşturacaktır Şüphesiz Allah bilendir, hikmet sahibidir" (et-Tevbe, 9/28) "Muhakkak ki, o inkar edenler, Allah'ın yolundan ve bir de kendisinde yerli ve yabancının eşit hakka sahip olduğu ve bütün insanlar için meydana getirdiğimiz Mescid-i Haram'dan alıkoymaya çalışanlar, bilmelidirler ki, kim zor kullanarak orada bir dinsizlik ve zulme yeltenirse, ona acı azabı tattıracağız" (el-Hacc, 22/25) Bu ayetlerden de anlaşıldığı gibi, "haram" olarak isimlendirilmesi, hürmet duyulan yer olduğundandır Harem dahilinde kan dökmek, ağaç kesmek ve avlanmak haram kılınmıştır
Harem-i Şerif'in sadece tanıttığımız cami'den ibaret olduğu, ya da tüm haram beldeyi içine aldığı hususunda ihtilaf vardır Ancak genellikle söz konusu büyük cami olarak zikredilmiştir (Geniş bilgi için bkz el-Ezrakî, Ahbâru Mekke, neşr Rüşdi Salih Melhas, Beyrut 1979, II, 62,130 vd Eyüp Sabri, Mir'at-ı Mekke, İstanbul h 1301,127; el-Fâsî, Takiyyüddin Muhammed b Ahmed, el-Ikdu's-semîn, Beyrut 1986, I, 44)
Harem-i Şerif, İslâm öncesi dönemde herhangi bir duvar ile çevrili değildi Kâbe'yi tavafa mahsus, etrafı evlerle çevrili, kumluk dar bir saha (metaf)'dan ibaretti Oraya evler arasındaki sokaklardan girilirdi Asr-ı Saâdet'te ve Hz Ebu Bekir'in halifeliği esnasında bu şekilde kaldı Hz Ömer zamanında, İslâm ülkeşinin genişlemesi, müslüman nüfusun artması ve hacı sayısının büyük rakamlara ulaşması üzerine, tavaf yeri dar gelmeye başladı Tavaf esnasında büyük bir izdiham oluyordu Bu sebeple, Harem-i Şerif'in civarındaki bazı evler sahiplerinden satın alınarak yerleri yıkıldı ve mescide ilave edildi Hz Ömer'in yaptırdığı bu ilk genişletme esnasında, harem-i Şerif'in etrafına, yüksekliği bir adam boyuna ulaşmayan bir ihata duvarı inşa edildi Bu duvar üzerine kandiller konuldu (Belâzurî, Fütûhu'l-Buldân, Kahire 1901, 53; el-Ezrakî, age, II, 68 vd; Yâkut, Mu'cemu'l-buldân, VIII, 50) Daha sonra Hz Osman ve Abdulah b Zübeyr zamanlarında, civardaki bir takım evler daha satın alınarak yeni genişletmeler yapıldı
Emevî hükümdarlarından Abdülmelik b Mervan 75/694 yılında, oğlu Vetid de 91/709 yılında Mescid-i Haram'ı tamir ve bir miktar daha genişlettiler Mekke'ye birçok mermer direk gönderen Velid tarafından gerçekleştirilen tamirat ve genişletme esnasında, mescidin zemini mermer mozaikle döşendi Direkler üzerine Sac ağacından bir tavan yapıldı Anlaşıldığına göre, Harem-i Şerif'te ilk minareler bu tamirat sırasında yapılmıştır Harem-i Şerif'in genişletilmesi faaliyeti, bölgeye daha sonra hâkim olan devletler zamanında da devam etti Abbasîlerin ikinci halifesi Ebu Cafer Mansur tarafından 159/775-776 yılında yaptırılan tamirat sırasında, Harem-i Şerif'in Kuzeye düşen tarafı Bab-ı Nedve'ye, diğer tarafı Bab-ı Umre'ye kadar genişletildi Yapının dört tarafı altın ve gümüş kakmalı rengarenk mozaiklerle süslendi Kâbe'de Rükn-i Şâmî ile Rükn-i Irâkî arasında, Altın oluğun altında, iki arşın yüksekliğinde yay şeklinde bir duvar ile çevrili olan Hatîm (=Hicr)'in iç tarafı renkli mermerle tefriş olundu Mansur'un oğlu Mehdî zamanında (M 775-785) iki defa tamirat yapıldı Bu tamiratlarla Kâbe ile Mesâ' (=say yeri) arasındaki evlerin tamamı Harem-i Şerif'e katıldı Kahire'den getirtilen beşyüz'e yakın direk gereken yerlere dikilip, üzerlerine kubbeler inşa edildi Tavan ve revaklar ise ahşap olarak yapılmıştır (Bu tamiratlar hakkında bkz Belâzurî, age, 53 vd; el-Ezrakî, age, II, 68-81, 96 vd; Yâkut, age, VIII, 50 vd; Eyüp Sabrî, age, 631-637; M Es'ad, Tarih-i Din-i İslâm, İstanbul 1983, 334, vd)
Memlukler zamanında 802/1399-1400 yılında çıkan bir yangında Harem-i Şerif'in kuzey ve batı taraflarının ahşap tavanları yanmıştı Sultan Ferec'in emriyle 804/1401-1402'de başlayan inşaat sırasında tavanın tamamı yine ahşap olarak yeniden yaptırıldı O sırada revaklar üç sıra olup, mescidin beş minaresi vardı Harem-i Şerif Osmanlılar zamanına kadar bu şekilde kaldı Sultan II Selim'in emriyle, 979/1571 tarihinde Mısırlı Ahmed Bey'in nezaretinde başlatılan ve beş yıl süren inşaat esnasında, bu ahşap tavanlar yıkılarak yerlerine mermerden inşa edilmiş ve üzerlerine altın alemler konulmuş kubbeler yapıldı Sonraları Sultan Ahmed, I Hamid, IV Murad, II Mahmud ve Abdülmecid zamanlarında, Harem-i Şerif'in muhtelif tarafları tamir ve tezyin edildi Etrafında yeni bölümler yapıldı (E Sabri, age, 760-771)
Osmanlılar zamanındaki bu tamirât ve genişletmeler neticesinde, tavaf mahalli 537 x 550 zirâ' genişliğine çıkarıldı Revaklardaki yenilenen 892 sütuna yeni sütunlar ilave edildi Yenilenen kemerler üzerine Türk üslûbunda beşyüz küçük kubbe ilave edildi Mevcut on dokuz kapı yenilendi Tavaf yeri etrafına, ağaç şeklinde kandiller dikildi O sırada mescid'in yedi minaresi vardı
Suûdî yönetimi de, zamanına kadar dört defa genişletme faaliyetinde bulundu 1955 yılında Kral Abdülaziz zamanında başlatılan ve 1961'de bitirilen büyük genişletme faaliyetinde Safa ve Merve tepeleri arasındaki tavansız toprak bir yol halinde olan say mahalli (=mesa'), Harem-i Şerif'e ait yapıya dahil edildi Suûdiler, daha sonra Harem-i Şerif'i üç defa daha genişlettiler Bu tamirat ve genişletmelerin birincisi, 1961-1969, ikincisi 1969-1976 yılları arasında yapıldı Sonuncusu ise Fahd b Abdülaziz'in emriyle mescidin batı tarafında başladı Bu genişletmelerde, Harem-i Şerif'in alanının, üç yüz bin kişiyi alabilecek şekilde, 160000 m2'ye çıkarmak hedef alınmıştır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HAREMLİK SELÂMLIK HAKKINDA İLMÎ BİR ARAŞTIRMA

Kavramın Tarif ve Şumûlü

"Harem" kelimesi Arapça bir kelime olup, "kişinin özenle koruduğu ve ugrunda savaştığı şey"( el-Mu'cemül-vasît, (ha-ra-me) md) demektir "Harâm", "hürmet", "muhterem" ve "ihtiram" kelimeleriyle aynı köktendir Bu türevlerinden de anlaşılacağı gibi kelimemizde "saygınlık", "saygın" "korunmaya ve savun maya değer" gibi anlamlar saklıdır Bir hadîs-i şerîfte "Malı ugrunda öldürülen şehittir, canı ugrunda öldürülen şehittir, dini ugrunda öldürülen şehittir, ırzı ugrunda öldürülen de şehittir "(Buhari, mezalım 33; Müslim, imhan 226; Tirmizi, diyyât 21) buyurulmuştur ki, bu hadîs bir bakıma Islâmda "özenle korunması gereken" değerleri saymaktadır Kişinin "ırzı"da bu korunması gereken değerlerin önemlilerinden olmakla"harem" telakki edilmiş ve "kötü ellere", "kem gözlere" karşı titizlikle korunmuştur "Hurmet" kelimesi de, saygınlığı çiğnenemeyecek zimmet, hak ve sohbet vBulletin manalara geldiği gibi, yine bu manayı taşıması itibari ile "kadın" anlamına da gelir( el Mu'cemu'1-vasît agy) "Harîm" kelimesi de aynı kökten olup yaklaşık manalar taşırBütün bu anlamlar göz önünde bulundurularak "harem", herkesin girmesine müsaade edilmeyen, saygıdeğer ve kutsal yer,( bk Devellioğlu (harem) md) diye tanımlanmıştır Mukaddes Mekke ve Medine şehirlerini çevreleyen ve sınırları Hz Peygamber tarafından çizilip "mü'min" olmayanların girmelerine müsaade edilmeyen bölgelerin her birine de "harem" adı verilir ve "Harem-i Mekke" (Mekke'nin kutsal bölgesi) ile "Harem-i Medîne"nin ikisine birden, iki kutsal bölge, anlamında "Haremeyn" tâbir edilir"Harem-i şerif", şerefli harem, anlamında olarak, hem Kâbe ile Hz Peygamber Mescidi ve civar larına, hem de Devellioğlu'na göre, büyük islâm konaklarında bulunan kadınlar dairesine denir(agy) Ancak "Büyük Islâm Konakları" ifadesi pek yerinde görülmediğinden, onun yerine "Islâm öğretisine göre inşa edilmiş evler" denmesi daha isâbetli olduğu kanaatindeyiz
Bu konuda Pakalın'ın tanımlaması daha güzeldir: "Harem, sarayla konakların ve evlerin kadınlara mahsus kısmına verilen addır Bu yere "Harem Dairesi" de denilirdi Erkeklerinkine ise "selâmlık" adı verilirdi Harem; zevce mânasına da gelir Arapça bir kelime olan Harem, girilmesi memnun olan yer, mukaddes ve muhterem olan şey demektir Bundan dolayı ki, eskiden harem ve selâmlık diye ikiye ayrılan saray ve konakların girilmesi memnun olan harem kısmı, kadınların ikametine mahsustu" Türk Ansiklopedisi'nin "harem" maddesine yaptığı tarif ise daha da şumüllü ve efradını câmîdir: "Islâm toplum hayatında ve kadınların yabancı erkeklere karşı şer'an tarif edilmiş şekilde örtünme (tesettür) ye mecbur oldukları devrede, çatısının altında âileye mensup olmayan ve çeşitli hizmetler gören erkeklerin de yaşadığı, barındığı büyük evlerde, konaklarda ve saraylarda kadınlara mahsus olan daire Sadece Harem denildiği gibi, Harem Dairesi de denilir; padısahlara mahsus köşklerde de, sahilsaray ve saraylardaki Harem dâireleri de Harem-i Hümâyun adm taşır"(Türk Ansiklopedisi (Harem) md) Burada da "şer'an örtünmeye mecbur oldukları devrede" ifadesi hatâlıdır, zirâ Islâm gerçeğinin varolduğu her dönemde, inanan kadınların örtünmeye mecbur olacakları da bir vâkiadırAnlaşılan "Harem" ve "Harem dâiresi" "selâmlik" la birleşerek Türkçe yapım eki olan -lik eki almış ve kadınların bulunduğu yeranlamında "Haremlik" haline gelmiştir Buna göre, daha sonra Islâmî menşe ve kökenini araştırmaya çalışacağımız "Haremlik": Maddî imkânlarına bağlı olarak evlerini büyükçe yapabilen müslümanların, erkeklerin oturma mekânına mukabil, kadınlar için inşa ettikleri ve yabancı erkekler girmeksizin sadece kadınların bulunduğu, böylece de oturma ve sohbet sırasında üstbaşları tabiatıyla dağınık olacak kadınların "hicab" emrine uymuş olacakları ev bölmesi diye tanımlanabilir
"Selâmlık" ise yine Arapça bir kelime olan "selâm"a, yine yapım eki olan Türkçe -lık takısı eklenerek yapılmış "selâm ve selâmlama yeri" anlamında bir terimdir Ancak anlaşılan o ki, bunda "selâm" kelimesinin etimolojik anlamları olan "selâmet, esenlik, bariş, güven" gibi manalar gözetilmemiş, sadece bu manalarıda içine alan "selâmlama"dan hareketle "Haremlik"in mukabili mekâna "selâmlık" demiştir Yani, "selâmlık" konaklarda erkeklere mahsus daireye verilen addır Bunun yerine "Selâmlık Dâiresi" de kullanılırdı"Selâmlık" tâbiri, konak sahibinin selâm ve arz-i ihtiram için gelenleri burada kabul etmesinden meydana gelmiştir Konaklarda selamlıklar ayrı bir dâire halinde idi Ev sahibi sabahleyin hâremden çıkar, işine gidinceye kadar misafirlerini burada kabul ettiği gibi, işinden döndükten sonra da yatma zamanına kadar yine burada oturup gelenlerle vakit geçirirdi Orta hallilerin evlerindeki selâmlık dâireleri konaklardakilere nisbetle basit şekilde idi(Pakalın, (selâmlık) md) Bir başka ifade ile: "Büyük evler, konaklar ve saraylarda aile hizmetindeki yabancı erkeklerin (erkek asçılar, asçı yamakları, uşaklar, ayvazlar, kâhyalar, vekilharçlar, erkek çocuğu lalaları, kâtipler, arabacılar, kayıkçılar, seyisler, bahçıvanlar, efendi tarafından himaye altına alınmış genç erkekler, âileye intisap etmiş şeyhler, dervişler, bulûg çağını idrak etmiş köleler, günlük misafirler, gece yatışı misafirleri, diyar garibi misafirler) bulunduğu, yaşadığı kısma da selâmlık denilmiştir"(Türk Ansiklopedisi (TA) (Harem) md)"Haremlikle selâmlık arasındaki bağlantı kısmına "Mabeyn" (arayer, arabölme) ismi verilirdi Büyük mutfak selâmlıkta bulunurdu, fakat ekseriye Haremlik'in de ayrı mutfağı olurdu
Konak ve saraylarda Haremlikle Selâmlıkta mutlaka iki hamam bulunurdu, büyük evlerde haremlikte mutlaka bir hamam yapılır, selâmlık halkı için civardaki bir çarsı hamamından faydalanırlardı Uşaklardan biri külhancılık hizmeti görürdü Binada hamam külhanları selâmlıkta olurdu Harem lik'in ve selamlığın bahçeleri de ayrı olurdu"(agk)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HAREMLİK VE SELÂMLIK'IN MENŞEİ Önce konumuzla çok yakından ilgili bir âyet-i kerime ve bazı hadisleri ele alacak, sonra da "Haremlik-Selâmlık" ın tarihi seyrine kısaca temas etmeye çalışacağız
Söz konusu âyet-i kerîme Rasûlüllah'ın Zeynep'le evlendiklerinde verdikleri ziyafet sırasında bazı sahâbîlerin oturma ve sohbeti sıkıntı verecek biçimde uzatmaları üzerine; onları ikaz için gelmiş bir âyet-i Kerimedir: "Ey mü'minler, size yemek için izin verilmeden ve vaktine de bakmaksızın Peygamberin hücrelerine girmeyin, ancak çağırılırsanız girin, yemeği yiyince de dağılıverin Söz ve sohbet için de girmeyin Gerçekte bu, peygambere eziyet vermekte ve o da sizden sıkılmaktadır; oysa Allah hak'tan sıkılmaz Onlardan (peygamberin eşlerinden) bir şey isteyeceğiniz zaman, perde (hicap) arkasından isteyin Bu sizin kalpleriniz için de, onların kalpleri için de dâha temizdir"(K Ahzab (33) 53)
Buhâri'nin naklettiği habere göre, Ömer b Hattâb'in : "Ey Allah'ın Rasulü, senin yanına iyiler de giriyor kötüler de Mü'minlerin annelerine "hicâb" emretseniz nasıl olur?" demesi üzerine bu âyet-i kerime indirildi(Buhari, tefsir (Ahzâb) Enes b Mâlik'in anlattığına göre: "Düğün yemeğine gelenler dağıldıktan sonra geldim ve "Ey Allah'ın Rasulü, gittiler" dedim Hemen kalkıp odasına girdi Ben de girmek üzere kalktım ama, önüme perde (hicap) çekiverdi de bu âyet indirildi"(Buhari, agy; Ibn Kesir VI/441) Kurtubi'nin ifadesine göre, söz konusu âyetin "nüzul sebebi" ile ilgili en sağlam rivâyetler bu ikisidir(bk, Kurtubi, XIV/224) Âyette geçen "hicâb" kelimesi konumuz açısından anahtar kelimedir ve "Haremlik ve Selâmlık"ın anlaşılabilmesi için se mantık yönünden bu kavram üzerinde durmak gerekir:
"Hicâb": Örtü, perde "Hicablanmış kadın": Bir örtü ile perdelenen kadın "Hicâbul-cevf': Göğsü karından ayıran zar, diyafram "Hicâb" : Kendisi ile gizlenilen her şey Buna göre iki şeyi birbirinden ayıran her engel "hicâb" dır Bir şeye mâni olan her şey onu "hicâblamış" demektir Erkek kardeşlerin anneyi mirastan "hacb" etmesi de buradandır(Ibn Manzûr, Lisânii'1-Arab (Hacb) md) "Hacb" ve "Hicâb", ulaşmayı, kavuşmayı engellemektir Vahyin geliş biçimlerini anlatan âyette "ya da hicâb arkasından (getir)"(K Sura (42) 51) denir ki, konuşuların görülmeyeceği bir yerden demektir( Ragib el-Isfehânî, el-Müfredât 108) "Hacb" setr ve nihân eylemek, "Hicâb" isim olur, kendisiyle setr olacak perdeye denir"(Asim Efendi, Kâmûs, (hacb) md) Ayrıca hadîslerde Güneşi perdeleyen ufuk, müşrik olarak çıktığı için mağfirete engel olan can, öbür âleme muttalî olmayı önleyen ölüm gibi manalarda kullanıldığına bakılırsa(Ibnül-Esîr, en-Nihâye, I/340)"Hicâb" ın elbise gibi insana bitişik birşey olmadığı, insandan ayrı ve onun görülmesine tamamen engel olan bir hâil olduğu anlaşılır"Hicâb" a gerçi bazı müfessirler "setr", "tesettür" anlamı vermiş ve onu kadının örtünmesi karşılığında kullanmışlardır, ancak bu, kavramın ilk dönemlerdeki manası değildir(krs M Mutahhari, Islâmda Tesettür 68-69) Sanıyorum buna gerek de yoktur Çünkü kadının her yönüyle tesettürünü anlatan başka âyet-i kerimeler vardır (bk K Nûr (24) 31, 60; Ahzâb (33) 59) ve bunun da aynı anlamda algılanması tekrar demek olur Zaten "setr" ve "tesettür" manasına gelmiş olsaydı, o takdirde kök anlamı (etimolojisi) gereği kadının tamamen örtünmesini, yani yüzüne de peçe kullanmasını farz kılmış olurdu Gerçi kadının baştan ayağa avret olduğunu, yüzünü dahî kapatması, yani peçe kullanması gerektiğini söyleyen pek çok tefsirci ve fıkıhçı vardır ve bu konudaki delilleri de aksini söyleyenlere göre oldukça güçlüdür; ancak onlâr bu görüşe bu âyetle varmış değil, sadece bu âyeti de o görüşlerine destek olarak kullanmışlardır Imdi, kadının yüzünün ve ellerinin, hattâ bazılanna göre ayaklarının avret olmadığını söyleyen hatırı sayılır sayıda fıkıhçı bulunduğuna göre, onlar bu âyeti "tesettür" ve "peçe" anlamında görmemişler demektir Yani "hicâb" kadının bizzat üzerinde olup görülmesine mâni bir perde değil demektir
Sözkonusu âyeti ve nüzul sebebini anlatan hadîsleri tekrar gözden geçirirsek, konumuzla ilgili olarak su noktalar dikkatimizi çeker: Hz Peygamberin "beytlerine", yani geceleme yerleri olan odalarına çagrılmadan girmemelidirler Onun zevcelerinden bir şey isterlerse "hicâb" (perde) arkasından istemelidirler(Hz Peygamberin zevcelerinden istenecek "metâ" dört şeyle izah edilmiştir: Âriyet (yani ödünç gereçler), herhangi bir hâcet, fetvâ ve Kur'an sahifeleri, (Ibnü'1-Arabî, Ahkâmü'1-Kur'an NI/158) Rasulüllah'ın yanına iyi-kötü, herkes girip çıkmaktadır Enes b Mâlik içeri girmek isteyince önüne perde çekılmıştir Dikkat edilirse bütün bunlar, ev içi düzeniyle ilgili hususlardır Yani: Kadının evdeki kiyafeti elbette dışardaki gibi değildir Genellikle yabancı erkeklere görünemeyecek üst-başla dolasir O halde eve gelen yabancı erkeklerle evin kadın arasında bir engel (hicab, perde vBulletin) bulunmalı ve erkekler kadınlardan bir hacet isteyeceklerse bu engelin arkasından istemelidirler Tabiatiyla bu tür bir hâcet perde arkasından isteniyor ve ihtiyaç halinde dahî bir araya gelinemiyorsa, ihtiyacın olmadığı zamanlarda kadınların yabancı erkeklerle, ev içi oturmaları tarzında bir arada olmaları bu âyetin isteğine aykırı olmuş olur "Cilbâb", yani dış tesettürüne riâyet eden bir kadının, "halvet" olmamak kaydıyla, yabancı erkeklerin de bulunduğu mekânlara girmesinin câiz olmasıyla bu, farklı farklı şeyler olmalıdır Tamamen yabancı bir edâ ile, geçici olarak bir arada bulunmakla, ev içi sohbetleri ve beraber oturmalar arasında elbette farklar bulunmalıdır Çünkü sohbet ülfeti, ülfet de ilgiyi kolaylaştırır Bu yüzden olmalıdır ki, Islâm'da komşunun hanımı ile zinâ, diğerlerinden çok daha büyük görülmüş, kayınlar gibi yakın-yabancıyla halvet "ölüm" sayılmıştırElmalılı, âyetin tefsirine çok kısa değinmiş olmakla beraber meseleyi bizim vaz'ettiğimiz biçimde açıklamıştır: "Artık onlara bir hicab: yani görülmelerine mani bir perde, bir siper arkasından sorun Bundan böyle Harem farz kılınmıştır ki, o zamana kadar Arapta âdet değil idi"( Elmalıli Hamdi Yazır, VI/3921) Bedîüzzaman da aynı görüştedir Ayet-i kerime muktezâsınca irhâ-yı hicâb ile emrolundu ki , harem ile selâmlığı ayırmak demektir ( bk Yeni Ansiklopedi "Tesettür" md)Peki bu hüküm ya da uygulama sadece Rasulüllah'ın (sas) zevcelerine mi hastır yoksa bütün mü'min kadınlar için de istenmiş midir? Bu hükmün sadece Rasulüllah'ın (sas) zevcelerine has olduğunu söyleyenler yok değildir Ancak adı geçen âyette böyle bir tahsîs, işaretle dahî olsa, yoktur Hattâ hangi Ayette Rasulüllah'ın zevceleri zikredilerek bir hüküm bildirilmişse, o hüküm diğer bütün mü'min kadınlar için de geçerlidir Bundan sadece onun zevcelerinin kendisinden sonra hiç kimse tarafından nikâhlanamayacağı hükmünü istisna edebiliriz ki, bunun da sebebi açıklanmıştır "Onun zevceleri mü'minlerin anneleridirler" (K Ahzâb (33) Nitekim Kurtubî: "Bu hükme bütün kadınlar dahildirler( Kurtubî, XIV/27) derken Cessâs da : "Bu hüküm her ne kadar özellikle Rasulüllah ve onun zevceleri hakkında inmişse de, manası onlara da başkalarına da şâmildir Çünkü biz Allah'ın (cc) sadece ona has kıldıkları dışında Rasulüllah'a uymak ve onu örnek edinmekle memuruz" demiştir(Cessâs, V/249)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HÂRİCÎLİK (HÂRİCİYE, HAVÂRİC)

Hz Ali döneminde ortaya çıkan siyasî ve itikadî mezhep Mezhebe Hâricı"lik adının verilmesi konusunda çok çeşitli yorumlar yapılır Mezhepler tarihçilerince en çok kabul gören yoruma göre, mezhep üyeleri, ümmetin başındaki hak imam olan Hz Ali'ye karşı çıkarak itâattan ayrıldıkları için Havâric (Hâriciler) olarak anılmış, mezheblerine de Hâricilik adı verilmiştir Kendi ifadelerine göre ise, Allah yolunda huruc etmelerinden dolayı hâricîler adını almışlardır
Hâricîler başka adlar ve lâkablarla da anılmış, tanınmışlardır Sözgelimi Hz Ali'nin ordusundan ayrıldıklarında ilk toplandıkları yer olan Harûra'nın adına izafetle Harûrîler (Harûrîye); Allah'tan başka kimsenin hüküm verme yetkisine sahip olmadığı gerekçesiyle hakem olayına karşı çıktıkları için el-Muhakkime adıyla anılmışlardır Kendilerinin ençok hoşlanarak kullandıkları isim ise Şürât'tır Satın alıcı anlamındaki Şârî'nin çoğulu olan Şürât'ı kendini Allah'a verenler, satanlar anlamında kullanıyorlardı Hâricîler iman sorununa yanlış bir usulle yaklaşarak bu konuda kimlerin kâfir olduğunu tartıştılar Hakem olayında hakemlik yapanları ve taraflarını kafir ilan ettiler Cemel Vak'ası'na karışanları ve taraftarlarını lânetlediler Adâletsiz hükümdara karşı isyanı bütün mü'minlere farı kabul ettiler Büyük günâhlar işleyen (mürtekîbü'l-kebâir) herkesi kâfir ilân ettiler (el-Bağdâdî, el-Fark beyne'l-Firâk, s 55)
Hâricîler, Hz Ali ile Şam valisi Muâviye arasında yapılan Sıffin savaşında, sorunun çözümü için tarafların birer hakem atamaları üzerine ortaya çıktılar Onlara göre Allah'tan başka kimsenin herhangi bir konuda hüküm verme yetkisi yoktur (lâ hukme illâ lillâh) Böyle bir yetkiyi kabul edenler kâfir olurlar Sorunu hakemler aracılığı ile çözmeyi kabul ettiği için Hz Ali de kâfir olmuştur Kâfir olduğuna inandıkları Hz Ali'den ayrılmanın farz olduğu düşüncesiyle Hâricîler, gizlice ordudan ayrılarak Harûra'da toplandılar Bu huruc (çıkış) hareketi ile İslâm tarihindeki ilk siyasî parçalanma gerçekleşti Harûra'dan sonra Nehrevân'da üslenen bu grup, İslâm tarihinin en katı, en savaşçıl partisini oluşturdu (Ahmet Emin, Duha'l-İslâm, III, 5)
İşin ilginç yanı, Kur'ân'ı mızraklarının ucuna takarak Hz Ali ve ordusunu kitab'ın hükmüne çağıranlar, bunu düpedüz yenilgiden kurtulmak amacıyla bir hile olarak yapmışladı ve ilk başta buna aldanarak savaşı durdurması ve isteklerini kabul etmesi için Hz Ali'yi zorlayanlar, hattâ tehdit edenler, sonradan hurûc edenlerle aynı insanlardı Savaşı kendileri durdurmuş, Hz Ali adına, onun hiç istemediği bir kişiyi hakem atamışlar, sonra da bütün bunlardan dolayı Hz Ali ve ona uyanları kâfir ilân ederek ayrılmışlardı Bu durum, en bağnaz düşmanlarınca bile teslim edilen doğruluk ve samimiyetleri konusunda şüphe uyandırdıktan başka, hareketin kökeninde sadece inanç farkının yatmadığını da düşündürmektedir
Mezhepler tarihçileri, Hâricîlerin ortaya çıkışını ünlü hakem olayına bağlamakla birlikte başka nedenlerin varlığından ve etkisinden de sözetmektedirler Bunların en önemlileri şöyle özetlenebilir:
1 Hâricîlik hareketi, kurra diye bilinen son derece dindar ve bilgili bir kesimin öncülük ettiği bir düşünceyi temsil etmektedir Bu kesim siyas"ı çalkantılardan ve toplumsal dengesizlikten rahatsız olmakta, İslâm'ın ilk yıllarındaki ideal toplumun özlemini duymaktadırlar Hâricîlik hareketi, bu idealist grubun özlemlerini gerçekleştirme girişimidir
2 Hâricîliğin ortaya çıkmasındaki önemli bir neden, merkezî yönetime karşı süregelen geleneksel direniş psikolojisidir Buna, câhiliye döneminin zihin yapısını karakterize eden bireysel bağımsızlık eğiliminin de önemli bir etkisi olduğu eklenebilir
3 Hâricîlik hareketinde, çeşitli Arap kabîleleri arasında eskiden beri süregelen kavmiyet psikolojisi ile babadan oğula geçen savaş ruhu da önemli ölçüde kendisini göstermektedir
4 Hâricîlerin ortaya çıkmalarına yol açan nedenlerden biri de, bu kişilerin aşırı Şii fırkalardan olan Sebeiyye ile olan bağlantılarıdır Hz Osman'ın şehid edilmesiyle sonuçlanan isyan hareketleri sebeiyye tarafından başlatılmış ve yürütülmüştü Hâricîler ve önderleri de bu hareketler içinde yeralmışlardı Hâricîler, Hz Osman'ın şehîd edilmesi sorumluluğuna katılıyorlar, hattâ bununla övünüyorlardı Haremlerin bir anlaşma sağlamaları durumunda hiç şüphesiz bundan en çok zarar görecekler Hâricîler olacaklardı bu riedenle Hz Ali'yi terkederek bu yoldaki muhtemel bir gelişmenin etkilerinden kendilerini kurtarmak istemişlerdi
Hz Ali'den ayrılarak önce Harûra'da, daha sonra Nehrevân'da toplanan ve Abdullah b Vehb er-Râsibî el-Ezdî'yi kendilerine halife seçen Hâricîler, kısa zamanda tam bir terör havası estirmeye başladılar Görüşlerine katılmayan, önderlerini halife olarak tanımayan, Ali ve Osman'ı kâfir ilân edip lânetlemeyen her müslümanı kâfir sayıyor, acımasızca öldürüyorlardı Başlangıçta sayıları on iki bin kadardı Hz Ali'nin çeşitli girişimleri sonucunda büyük bir bölümü isyandan vazgeçerek Ali saflarına katılmış, geride yalnız dört bin kişi kalmıştı Bunların bütün uyarılara rağmen eylemlerini sürdürmeleri, Hz Ali'nin ordusuyla üzerlerine gelmesine neden oldu Nehrevân'da, Hz Ali'nin ordusuyla Hâriciler arasında yapılan savaş, güçler arasındaki dengesizlik nedeniyle Hâricîler için tam bir felâketle sonuçlandı Bazı rivâyetler bu savaştan ancak sekiz-on Hâricînin kurtulabildiğini belirtir Bu büyük hezimetten sonra hayatta kalabilen Hâricîlerin her birinin başka bir yere kaçtıkları ve çok sayıda hâricî kollar oluşturdukları söylenir
Nehrevân bozgunu Hâriciler üzerinde silinmez bir etki bırakmış, onlar için Allah yolunda ölmenin, şehâdetin bir simgesi hâline gelmiştir Bu olaydan sonra hâricileri yönlendiren en önemli duygu, intikam duygusu olmuş ve bu, bir türlü tatmin edilememiştir Hz Ali bir Hâricî tarafından şehîd edilmiş; Hâricîler, Emevîler ve Abbasîler döneminde de sayısız isyan hareketiyle varlıklarını sürdürmüşlerdir (Taberî, Tarih, VI, 29 vd)
Hâricîlerin büyük çoğunluğunu bedevî çöl Arapları oluşturuyordu Yaşama şartları ve biçimleri, çoğu yoksul olan bu insanları sertliğe, şiddete ve kabalığa sürüklemişti Taşkın bir ruha, atılgan bir mizaca sahiptiler İslâm'a samimiyetle inanmışlardı ancak ufukları dar, düşünceleri yüzeyseldi Onlar için hareket her zaman bilgiden önce geliyordu Bu nedenle inançlarındaki samimiyet onları bağnazlığa, katılığa, hoşgörüsüzlüğe götürmüştü Kendilerini bilgi değil, bir din hâline getirdikleri slogan ve heyecanları yönlendiriyor, muhâlif olma düşüncesi gerçeğe ulaşmalarını engelliyordu Kur'ân'ı çok okuyor, zâhir anlamına sarılıyor, kendi anladıklarının dışında başka bir anlam tanımıyorlardı Kendilerinin haklılık ve doğruluğundan öylesine emindiler ki, her an ölmeye, kendilerini fedâ etmeye hazırdılar Hiçbir önemli neden olmadan tehlikelere atılmaktan sakınmıyorlardı Kendileri gibi düşünmeyen bütün insanları kâfir sayıyor, öldürülmeleri gerektiğine inanıyor ve bu yolda son derece acımasız davranıyorlardı Başlangıçta tek bir slogan (lâ hukme illâ lillâh) etrafında toplanan Hâricîler, Nehrevân olayından sonra çeşitli kişileri önder tanıyarak kollara ayrıldılar ve kendilerine özgü kimi inanç ve düşünce ilkeleri belirlediler Bu kollar arasında, aynı kökten geldiklerinden şüpheye düşürecek kadar derin görüş ayrılıkları görülür Muhâlif tavırları ve savaşçılıkları bir yana, düşünce ve inanç açısından paylaştıkları görüşler son derece azdır Mezhepler tarihçilerinden Ka'bî ve Şehristânî'ye göre bütün Hâricîler yalnızca şu üç noktada görüş birliği içindedirler
1 Hz Ali ve Hz Osman'ı, hakemler Amr b el-Âs ve Ebû Musa el-Eş'arî'yi, Cemel savaşına katılan Hz Âişe, Talha ve Zûbeyir'i hakemlerin hükmüne razı olan herkesi kâfir kabul etmek
2 Büyük günâh işleyen kimseyi cehennemde ebedî olarak kalacak kâfirlerden saymak
3 Zâlim devlet başkanına karşı isyanı farz kabul etmek Bunlara göre ayrıca devtet başkanının Kureyş'ten olması gerekli değildir Hür seçimle işbaşına gelmesi şartıyla herkes İmam olabilir Hattâ zulme saptığında görevden alınması daha kolay olacağı için İmam'ın Kureyş'ten olmaması daha iyidir Seçimle başa geçirilen kişi doğru yoldan saparsa görevden alınması, hattâ öldürülmesi farz olur
Eş'arî ve Bağdâdî'ye göre hâricîler yukarıda sıralanan maddelerden yalnızca birinci ile üçürıcüde sözbirliği içindedirler İsferâyînî ve Razi'ye göre ise, yalnız birinci ve ikinci maddede ittifak edebilmektedirler Bu bilginlere göre Hâricîler yalnız büyük günâh işleyenleri değil, küçük günâh işleyenleri, hattâ bir hata yapanları bile kâfir saymaktadırlar
Muhakkime-i Ulâ da denilen ilk Hâricîlerden sonra Hâricîlik çok sayıda kola ayrıldı Bunlar içinde en önemlileri, kendilerinden de birçok kollara aynlan Ezânka, Necâdât, Sufriyye, Acâride, İbâdiyye ve Şebibiye'dir
Ezârika, Ebû Râşid Nâfi b el-Ezrâk'ı İmam tanıyan Hâricîlerin oluşturduğu koldur el-Ezrâk, taraftarlarıyla birlikte 64/683 yılında Basra'da isyan etti, Ehvâz'da Basra valisinin kuvvetleriyle savaşırken öldürüldü (ö 65/684) Ezârika'nın görûşleri şöyle özetlenebilir: Hz Ali, Hz Osman, Hz Âişe, Hz Talha, Hz Zübeyir, Hz Abdullah b Abbâs ve bunlarla birlikte hareket edenlerin tümü kâfirdir ve cehenemde ebedî kalacaklardır Savaşlarda kendilerine katılmayarak bir kenarda oturmayı seçenler de kâfirdir Hem bunlar, hem de kadın ve çocuklarının öldürülmesi mübahtır Zinâ suçunun cezası kırbaçtır, recm uygulamak yanlıştır Müşriklerin çocukları da babaları ile birlikte cehennemde ebedî olarak kalacaklardır Takiyye hiçbir şekilde câiz değildir Büyük günâh işleyen kimse İslâm'dan çıkmıştır İmam'ın emrine itâat, emri ister haklı, ister haksız olsun, farzdır İmamın emrine karşı gelen kâfir olur ve öldürülmesi gerekir
Necedât, Necde b Âmir el-Hanefiyye'yi İmam tanıyan Hâricîlik koludur Necde, Yemâme'de isyan etti Yemen, Hadramût ve Taif'i istilâ etti Kendisi ve taraftarları Haccac tarafından öldürüldü (ö 69/688) Necedât'a göre din iki bölümdür Birincisi, Allah'ı, Peygamber'i, müslümanların (yani kendilerinin) kanlarının haram olduğunu ve Allah katından gelen şeylerin tümünü bilmektir Bunları bilmek farzdır, bilmemek özür sayılmaz İkincisi ise bu sayılanların dışında kalan hususlardır İnsanlar, haram ve helâl olan hususlarda kendilerine delil gösterilene kadar bilgisizliklerinden dolayı mazurdurlar Kendileriyle anlaşma yapılan kişilerin kan ve malları helâldir Küçük, zararsız bir yalan söyleyip bu yalanında ısrar eden kişi müşriktir Buna karşılık zinâ eden, içki içen, hırsızlık yapan fakat bu hareketinde ısrar etmeyen kimse müşrik değildir Can korkusu varsa takiyye câizdir İnsanların başında bir imam'ın bulunması şart değildir
Sufriyye Ziyâd b el-Asfar'a uyanların oluşturdukları koldur Buna Ziya'diyye de denir Sufriyye'ye göre kendileriyle birlikte isyan ettikleri halde savaşa katılmayanlar, inançları kendilerininkine uyuyorsa, tekfir edilmez Zinâ eden recmedilir Müşriklerin çocukları cehennemlik değildir Takiyye, amelde değil, ancak sözde câizdir Zinâ, içki ve iftira gibi dünyada cezayı gerektiren fiilleri işleyenlere kâfir ya da müşrik denilemez Fakat bu dünyada cezası olmayan namazı terk gibi büyük günâhları işleyenler kâfirdir Birisi şeytana uymak, diğeri putlara tapınmak olmak üzere iki çeşit şirk vardır Küfür de, birisi nimeti inkâr, diğeri Allah'ı inkâr olmak üzere iki çeşittir Berâet de ikiye ayrılır; birisi, sünnet olan, haddi gerektiren fiilleri işleyenlerden uzaklaşmak; diğeri de farz olan ve Allah'ı inkâr edenlerden uzaklaşmak
Acâride, Abdulkerim b Acred'e uyanların oluşturduğu Hâricîlik koludur Kurucusu hakkında hemen hiçbir şey bilinmeyen bu kolun başlıca görüşleri şunlardır: Yûsuf sûresi Kur'ân'dan değil, yalnızca bir kıssadır Böyle bir aşk kıssasının Kur'ân'da yer alması câiz değildir Büyük günâh işleyenler dinden çıkmışlardır Savaşa katılmayanlar, aynı inancı paylaşıyorlarsa düşman sayılmazlar Acâride kolu, kendi içinde Hazımiyye, Şu'aybiyye, Halfiyye, Ma'lûmiyye, Mechuliyye, Saltıyye, Hamziyye ve Sa'lebiyye olmak üzere sekiz kola ayrıldı Sa'lebiyye'den de Ma'bediyye, Ahnesiyye, Şeybaniyye, Rûşeydiyye, Mukremiyye adlarıyla anılan kollar sürdü
İbâdiye, Abdullah b İbâd tarafından kurulan Haricilik koludur Günümüze kadar varlığını sürdüren tek Hâricîlik kolu budur Haliç ülkelerinden Umman sultanlığı ve Zengibar'da resmî mezheb durumundadır Bu kola göre kendi görüşlerini paylaşmayanlar kâfirdir Ama bunlarla evlilik ilişkisi kurulabilir, mirasları helâldir Bu kimselerle savaşıldığı zaman ele geçirilen ganimetler helâl, kalanları haramdır Muhâliflerin şâhitliği câizdir Büyük günâh işleyenler mü'min değildirler Müşriklerin çocuklarını ne olacağım yalnız Allah bilir İntikam amacıyla işkence câizdir Nifak çıkaran kimse müşrik değildir İbâdiyye'nin Hafsıyye, Harisiyye ve Beyhesiyye adlarıyla anılan üç kolu vardır (bk E Ruhi Fığlalı, İbadiyenin Doğuşu ve Görüşleri, s 53)
Şebibiyye, Şebib b Yezid eş-Şeybâni'ye uyanların oluşturduğu koldur Abdulmelik b Mervan zamanında huruç eden Şebib, Haccac ve Abdulmelik tarafından üzerine gönderilen yirmi ayrı askerî birliği bozguna uğrattı Sonunda Kûfe'yi bastı Mescide giderek orada bulunanları öldürdü Ancak sabahleyin toplanan Haccac'ın askerlerince kaçmak zorunda bırakıldı Şebib, Duceyl (Küçük Dicle) ırmağı üzerindeki asma köprüden geçerken, Haccac'ın askerlerinin köprüden iplerini kesmesi üzerine ırmağa düşerek boğuldu Şebib, kişisel isteklerinin yerine getirilmemesi üzerine isyan ettiği için düşünce ve inançları konusunda bilgi yoktur Fakat kendisinin ve taraftarlarının Hâricîliğin genel inançlarını benimsediği bilinmektedir
Hâricîler "Allah'ın vahyettiği ile hükmetleyenler kâfirdirler" (el-Mâide, 5/47) âyetini "Lâ hukme illâ lillâh" (Allah'tan başka kimse hükmedici değildir) şeklinde formüle ediyorlardı Akîdelerini de mâsum mü'minleri kılıçlarıyla katlederek tatbike geçtiler ve öldürülünceye kadar öldürmeye doymadılar (el-Malatî et-Tenbîh, Neşr İzzet el-Attar el-Hüseynî, s 51)
Hâricîler Allah'ın sıfatlarında teşbihe karşıdırlar Kur'ân'ın mahluk olduğunu, çünkü yalnızca Allah'ın Kadîm olduğunu ifade ederler İmâmet hakkında imamların Kureyş'ten olmasına karşıdırlar Son derece sert ve acımasız bir adâlet görüşüne sahiptirler Emr-i bi'l-ma'ruf ve nehy-i ani'lmünker ilkesini şiddet yoluyla müslümanlara tatbik etmişlerdir Hâricîler bu görüşleriyle Mu'tezile'ye tesir etmişlerdir
Bazı görüşlerinde Kur'ân ve Sünnet'e dayandıklarından ehl-i sünnet'e uygun görüşleri de vardır Ancak ehl-i sünnet'le temel de ters düştükleri meseleler de vardır Allah'ın hem dünyada hem âhirette görülemeyeceği, haktan ayrılan imamı azletmek için isyan etme, ehl-i kıbleyi tekfir, İslâm'ın imandan olduğu, Kur'ân'ın yaratılmış olması, Hz Peygamber'in günahkârlara şefâatini red, büyük günâh işleyenin ebedî cehennemde kalacağı gibi görüşleriyle ehl-i sünnet'e karşı çıkmışlardır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HAŞR SURESİNİN SON AYETLERİNİ OKUMAK Sabah ve akşam namazlarından sonra çeşitli "Eûzü"lerle "Lev-enzelnâ" okunuyor Her yerde de ayrı uygulanıyor Bunun aslı var mıdır, doğrusu nasıldır?
Bu konuda kitaplarımızda bulunan çeşitli rivayetlere baktığımızda şu hadis-i şerife benzer çeşitli hadislerin olduğunu görürüz "Malik b Yesâr'dan rivayet edildiğine göre Rasûlüllah (sav) şöyle buyurmuştur: Kim sabahleyin üç defa "euzubillahis-Semî'il-Alîmi mines-şeytanirracım" der, sonra Haşr suresi'nin sonundaki üç ayeti okursa Allah kendisine yetmiş bin melek vekil kılar, bunlar akşama kadar o kişiye dua ve istigfar ederler Eğer o gün vefat ederse şehid olarak ölür Bunu akşamleyin okuyan da aynı derecededir" (Tirmizî, Fedâilü'l-Kur'ân, 22; Müsned, V/26; Ayrıca Darimî, Beyhakî ve Taberani'de rivayet etmişlerdir bk Ibn Kesîr, IV/537; Tuhfetü'1-Ahvezi, VNI/240; Fethu'1-Beyân, IX/363)
Rivayetlerin çoğunda son üç ayetten bahsedilmekle beraber, "Levenzelnâ'dan aşağısı" diyen rivayetler de vardır (bk Kurtubî, XVNI/1) Bazı rivayetlerde de sadece "Haşr sûresinin sonu" denir ve ayet sayısı bildirilmez (bk Kurtubî, XVNI/1) "Ism-i A'zam" Haşr Sûresinin son altı ayetindedir," rivayeti de vardır (bk Kurtubî, XVNI/49; Fethu'1-Beyân, IX/368 (Ibn Adıy, Ibn Merdüye, Hatip Bagdâdî, Beyhakî (Su'abu'1-Iman) rivayet etmişlerdir) Ama bu, sabah-akşam okunmasıyla alâkalı değildir Yine "on defa e'uzü çekerek" diyen rivayet de vardır (Suyûti, Ed-Dürrü l-Mensûr, VNI/123; Alûsî, XXVNI/64) Dikkat çeken bir nokta da, bu ayetlerin sabah ve akşam namazlarını müteakip okunacağına dair bir açıklığın bulunmamasıdır Sabah ve akşam denmiş ama sabah ve akşamın neresinde okunacağı söylenmemiştir Bunun sabah ve akşam namazlarının bitiminden sonraya alınması, alimlerimizce belli bir yer tesbitiyle düzenli okunmalarını sağlamak için olmalıdır
Bütün bu rivayetlerden çıkacak sonuç sudur: Rivayetler çok sahih olmamakla beraber sabah ve akşamleyin, tercihen namazların bitiminde, üç defa "Euzü billahi's-semî'il-Alimi mine'ş-şeytânirracîm" diyerek "Lev-enzelnâ"dan aşağı dört ayeti (iki rivayetin arasını bulmuş olarak) okumak müstehaptır Bu "Eûzü"nün değiştirilip, "Merdûdil-mekhûril-la'înirracîm" gibi ilaveler yapılması, ya da ayetlerin sonuna başka sûrelerden ayetler katılması bidâttır ve keyfi davranışlardır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HASTA BİR KADININ ERKEK DOKTOR VEYA HASTA ERKEĞİN KADIN DOKTORA MUAYENE OLMASI CAİZ MİDİR? Hasta bir kadın, muayene, tedavi ve ameliyat gibi şeylere muhtaç olabilir Ancak kadın, hasta olduğunda ehliyetli bir kadın doktor varsa ona yaptırır Aksi takdirde erkeğe gitmesi günah ve vebaldir Kezalık bir erkek hasta olursa, ehliyetli erkek bir dokor varsa ona gitmeye mecburdur Yoksa bir kadın doktora gidebilir (Beda'i al-Senai)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HASTA NAMAZI

Sıhhatini kaybeden bir müslümanın namazın tüm şartlarını yerine getirme imkânı olmadığı durumlarda yüce Allah bazı kolaylıklar göstermiş ve namazı "imkânı elverdiği" şekilde kılmasına izin vermiştir Hasta müslümanın tüm rükünlerini yerine getirmeyerek kıldığı bu namaza hasta namazı adı verilir
İslâm'daki ibâdetlerin amacı insanı zora koşmak olmadığı için ibâdetler katı şekilci kurallarla çevrili değildir En önemli ibâdet olan namaz, günde beş defa müslümanlara farz kılınmıştır; ancak namazın amacı Allah'ı sürekli olarak hatırlamak, günde beş kez O'nun huzuruna çıkıp iki namaz arasında yaptıklarının muhâsebesini yapma fırsatını ona vermektir Bu şekilde günde beş kez Allah'ın huzuruna çıkan bir müslüman kötülük duygusunu kalbinden atıp onun yerine Allah korkusu ve sevgisini yerleştirir Namazın amacı bu olunca, yani insanları kendi rızalarıyla Allah'ın gözetimine sokmak olunca sıhhatli ya da sıhhatsiz olması bunu yapmaya, yani Allah'ın huzurunda boyun eğmeye engel değildir O halde hasta olan bir müslüman bu görevini gücünün yettiği şekilde yerine getirir Bunun bazı kuralları vardır: Namazda; farzlar, sünnetler, müstehablar vardır
"Sıhhatli müslüman tüm bunları dosdoğru yerine getirerek namaz kılar Allah, "namazı dosdoğru kılın" emrini şekil açısından, sadece sıhhatli olanlara farz kılmıştır Hasta olanlar ise görünen şekil yönünün dışında kalben, ruhen ve tüm düşüncesiyle "dosdoğru kılmak" zorundadır Ona gösterilen kolaylık yapacağı hareketler yönündendir
Hastalığı eğer ayakta duramayacak kadar şiddetliyse ve ayakta durması hastalığı arttıracaksa oturarak; oturarak kılınamayacaksa, yattığı yerde; hareket edemeyecek durumdaysa baş ile başını dahi oynatamıyorsa göz hareketiyle, bu da olmuyorsa düşünceyi yoğunlaştırarak namaz kılınır Ama hiçbir zaman terkedilmez
Temel ölçü yapılabileceğinin en son şeklini yapmaktır Örneğin bir yere yaslanarak kılabilecekken yatarak kılmak nefsin kontrolüne girmenin göstergesidir ki bu yanlıştır
Namazın diğer bir farzı olan okuyuşlarda da durum böyledir, dili ile okuyamıyor, dilini kullanamıyorsa kalbinden okur
Diğer bir kolaylık okuyuşlarını kısaltabilir ve eksiltebilir Örneğin uzun süre rükû ve secdede kalması rahatsızlık veriyorsa, ta'dili erkan üzere kılınan namazda en az üç kez okunan
"Sübhane rabbiyel azim" ve "sübhane rabbiyel a'lâ" cümlelerini birer kez söyler Örneğin son oturuşlardaki
"Allahûmmâ salli ve barik" dualarını okumadan selâm verebilir Mümkün olanı en iyi şekilde yapmak, gücünün yettiği kadarını yapmak, terketmemek esastır Çünkü insanın açığa vurduğunu da kalplerde gizli olanını da bilen Allah, hastalığın şiddetini hastadan daha iyi bilir Ufak hastalıkları bahane edip namazları hafifletmek ve kolaya kaçmak ancak imanı zayıf olanların yapacağı bir tercihtir İmanda samimi olanların yapacağı, gücünün tamamını kullanarak namazı hâlis bir kalp ile kılmaktır
Namaz öncesinde farz olan "maddî ve manevî pisliklerden temizlenmek" hasta için de farzdır Gusül abdesti ve namaz abdesti alması o an hastalığına zarar verecekse teyemmüm alarak namazını kılar Yatalak bir hastanın istenmeyen durumlar sonucunda yatağında maddî pislikler varsa ve yatağının değiştirilme imkânı yoksa görünen yüzeysel pislikler temizlenerek namazını kılabilir Elbise için de durum aynıdır
Hastalık durumunda şartları tam olarak yerine getirilmeden kılınan namazlar hastalıktan kurtulduktan sonra tekrar kılınmaz Hasta, daha önceden kazaya kalan namazlarını da kılabildiği şekilde kılar Abdesti bozan durumlardan herhangi biri sürekli olsa; örneğin sürekli kanama durumu devam ettiği halde namaz kılınır Ancak bir sonraki namaz için yeniden abdest alınır, Özürlü halde kılınan bir namazın vakti çıkmadan özür hali sona erse kılınan namaz tekrar edilir Özür, bir namaz vaktinin tamamında sürerse geçerlidir Özür nedeniyle elbiseye bulaşan pislikler de bu hal devam ettiği sürece namaza engel değildir Ancak imkânı varsa Allah'ın huzuruna en güzel "zinetlerini (elbiselerini) giyip durmak daha güzeldir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HASTA OLAN KİMSE SECDE İÇİN BAŞINI YERE KOYAMAZSA NASIL NAMAZINI KILACAKTIR? Hasta olan kimse secde için başını yere koyamazsa İmam-ı Harameyn ve Gazali'ye göre yastık ve masa gibi yüksekce bir şeyin üzerine başını koyup secde eder Rafi'i gibi başka ulemaya göre ise imkan nisbetinde başını eğerek secdesini eda eder Otobüs gibi vasıtalarda vasıtanın durakta durmaması sebebiyle namaz kılma mecburiyeti hasıl olursa aynı ihtilaf mevcuttur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HASTALIK KANI (İSTİHAZA) Dinî terminolojide "istihaza" denen ve kadının fercinden âdet ve lohusalık sebebiyle değil de bir hastalıktan dolayı gelen kandır ki, biz ona "hastalık kanı" tâbirini kullanacağız
"Hastalık Kanı" diyeceğimiz "Istihaza"da kadının fercinden, yani üreme organından geldiğine göre bunu âdet ya da lohusalık kanından ayırabilmek, öncelikle âdet ve lohusalık kanlarının ve özellikle de âdet kanının iyi tanınmasına bağlıdır Bu yapıldıktan sonra, âdet ve lohusalık kanı olmayan kanlar hastalık, yani istihaza kanıdır, denebilir Bu yüzden âdet kanından sözederken; "Temizlik ve çeşitleri" ile "Kan ve Çeşitleri" başlıkları altında söylenenleri burada da var kabul edip tekrar okumak gerekir Böylece normal (sahih) kanın âdet ya da lohusalık kanı, anormal (fasit) kanın da hastalık yani, istihaza kanı olduğunu görecegiz Oradaki bilgilere dayanarak hastalık kanının (anormal yani fasit kanın) çeşitlerinin aşağıdakiler olduğunu görürüz
Çeşitleri
1 Dokuz yaşınıdoldurmamış kızdan gelen kan,
2 Ümitsizlik yaşına ulaşan kadından siyah ve kırmızı dışında gelen kan,
3 Hamilenin doğum olmaksızın gördüğü kan,
4 Âdetin ve lohusalığın en çok sınırını geçen kan,
5 Âdet süresince üç günden az gelen kan,
6 Kanın on günü aşması ve âdet günlerinde en az sürenin (nisab) bulunması şartıyla, âdeti aşıp başka bir âdete geçen kan Meselâ: Âdeti, ayın ilk beş günü olan bir kadın, bu beş günde ya da bunun üç gününde kan gördükten sonra, kan ikinci aydaki ikinci âdete kadar sürse, âdeti olan beş günden sonraki diğer âdete kadar olan günler, anomial kan, yani hastalık kanıdır
7 Düzgün âdetin sayısı dolduktan sonra, on günü aşması ve içinde en az sürenin bulunmaması şartıyla yine başka bir âdete dek süren kan
Meselâ: Âdeti yine ayın ilk beş günü olan kadın, bu beş günden önce bir gün kan görse, bu beş günde ya da üç gününde temiz kalsa, sonra yedi ya da daha fazla gün kan görse, bu durumda kan on günü aşmıştır ve âdet günlerinde en az süre (nisab miktarı) olan üç tam gün kân görmemiştir, dolayısıyla hem zaman hem de sayı olarak eski âdetine döner ve ona itibar eder Yani, eski âdeti olan beş gün âdetli, geri kalan ilk kan gördüğü gün ve beş günden sonra ikinci âdete kadar olan günler hastalık kanı yani, anormal kan sayılır
Bu maddede on günü aşması şartı, aşmadığı takdirde âdetin değişmiş olacağı ve kan gördüğü günlerin âdet sayılacağındandır Içinde en az sürenin bulunmaması şartı ise, bunu altıncı maddeden ayırmak içindir
8 Lohusalıkta âdeti aşıp kırk günü geçen kan
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
HASTALIK KANIYLA İLGİLİ HÜKÜMLER Kadınlar özel hastalık kanının, hüküm bakımından, burundan akan kandan farkı yoktur Eğer sürekli akarlarsa böyle bir özrü bulunan kimseye; "özürlü","özür sahibi" ya da "mazur" denir
Kısaca; üreme organından âdet ve lohusalık dışında kan gelen kadın (istihazali), sürekli burnu kanayan, kanı giden, idrarını kaçıran, yel kaçıran, akıntısi dinmeyen, yarası bulunan, hastalık sebebiyle gözü yaşaran kadın ve erkek özürlü sayılır ve aşağıda sayacağımız hükümler hepsi için geçerlidir
Kadından gelen hastalık kanı ve yukarıda saydığımız diğer özürlerin özür sayılmaları, sürekli olmalarıyla olur Sürekliliğin ölçüsü ise, bir namaz vakti boyunca devam etmesi öyle ki, bir abdest alıp o vaktin namazını kılabilecek zaman kadar bir süre kesilmemesi, yani bir vakti hükmen ya da hakikaten kaplamasıdır Hükmen kaplaması, abdeste ve namaza yetmeyecek kadar kısa bir süre kesilmesi ile olur Ama özrün bundan sonraki vakitleri kaplaması şart değildir Her vakitte en az bir defa görülmesi özrün devam ettiğini göstermek için yeterlidir Kısaca: Özrün özür sayılması için hükmen de olsa bir vakti kuşatması şarttır Devam ettiği için her vakitte en az bir defa görülmesi şarttır Özrün kalkması için bir vaktin tamamında kesilmiş olması şarttır
Hastalık kanı namaza, oruca engel olmadığı gibi cinsel ilişkiye de engel değildir Cinsel ilişki, ancak adil bir doktorun sağlıga zararlı olacağını bildirmesiyle sakıncalı (mekruh) olabilir
Özürlü kimse namaz kılabilmek için her farz namaz vaktinde ayrı bir abdest alır ve artık o vakit çıkıncaya kadar o özründen dolayı abdesti bozulmaz Ancak abdesti bozan bir başka sebepten ötürü abdesti bozulacağı gibi, o vaktin çıkmasıyla da abdesti bozulur Abdestin, vaktin çıkmasıyla bozulacağı Imam A'zam ve Imam Muhammed'e göredir Imam Züfer'e göre diğer vaktin girmesiyle, Imam Ebû Yûsuf'a göre ise hem o vaktin çıkmasıyla, hem de diğer vaktin girmesiyle bozulur Aralarındaki fark, sabahın vaktinin çıkmasında belli olur
Buna göre bayram namazı için abdest alan özürlü, Imam A'zam ve Imam Muhammed'e göre, bir başka sebeple bozulmamışsa o abdesti ile öğleyi de kılabilir
Özürlü, aldığıabdestle o vaktin farzını kılabileceği gibi, diledigi kadar nafile de kılabilir
Özürlü iken aldığı abdestle giydiği mestler üzerine ancak o vakit içerisinde meshedilebilir Bu, mestleri giyerken ve abdest alırken özrü devam etmekte idiyse böyledir Ama özrü kesikken abdest almış ve başlamadan giymişse mestlerine normal süresi zarfinda meshedebilir
Özürlü erkek diğer özürlüye imam olabilirse de, özürlü olmayana imam olamaz Ama özürlü erkek özürsüz kadına imam olabilir mi? Bu konuda birşey görmedim
Bir vakit girdikten sonra özür sahibi olan, o vaktin sonunu bekler Özrünün kesilmediğini görürse vaktin, bir abdest ve bir namaza yetecek kadarki son kısmında abdest alırve namazını kılar Ondan sonraki vakit dolmadan özür kesilirse kıldığıbu namazı iade eder Çünkü bir tam vakti kuşatmayan bu durum özür olmamış olur, kıldığı namaz da abdestsiz kılınmış sayılır ki, bu caiz değildir Ama ikinci vakti tamamen kaplarsa iade etmez, çünkü özür gerçekleşmiştir Başlangıcı ise ikinci vaktin girişi değil, özrün ilk başladığı zamandır Kısaca: Vaktin tamamını kaplama bulunduktan sonra, özrün sabit olması da düşmesi de ilk başladığı zamandan geçerlidir
Özürlü iken abdest aldığıbir vakit içerisinde bir başka özrü sabit olsa abdesti yine bozulur
Özürlü iken abdest aldığında özrü kesilmiş olsa ve kesilme, vaktin çıkmasına kadar sürse vaktin çıkmasıyla abdesti bozulmuş olmaz
Burnunun bir deliginden akan kandan dolayı özürlü olsa ve bu halde iken abdest aldıktan sonra kan öbür deliginden de aksa abdesti bozulur Ancak iki deliğinden aktığından dolayı özürlü olanın özrü bir deliğinden akanın kesilmesiyle kesilmiş olmaz ve bu kesilmeden ötürü vakit içerisinde abdesti bozulmaz
Çiçek hastalığından oluşan gözenekler ve çıban ve sivilceler bir yara değil, ayrı ayrı yaradırlar Yani birisinden ötürü özürlü iken diğeri de aksa abdesti bozulur
Özürlü iken aldığı abdestle namaz kılarken vakit çıksa, yeniden abdest alır ve o namazı yeniden kılar, kaldığı yerden devam etmez Çünkü namazın bozulması aslında vaktin çıkmasıyla değil o anda bozulan abdestin bozulma sebebinin önceden bulunmuş olmasıyladır
Özrü kesilmişken abdest alsa ve o şekilde vakit çıksa, abdesti sürmektedir Bu abdest bozulmadan üzerine bir abdest daha alsa, sonra özrü tekrar başlasa, abdesti bozulur Çünkü ikinci abdest abdesti varken alındığı için yok sayılmış ve birinci abdeste itibar edilmiştir
Özürlünün bir namaz için vakti girmeden aldığı abdest de vaktin girmesiyle bozulmuş olur
Özürlü, akmakta olan kan ve benzerlerini bağlamak gibi bir yolla durdurabilecekse bunu yapması gerekir Böylelikle özürlü olmaktan da çıkar Ancak, daha önce de görüldüğü gibi, bu hüküm lohusa ve âdetli için geçerli değildir Bunlar akıntıyı bez ya da pamukla durdursalar da kan akıyor sayılır
Akıntısı sadece secde halinde gelen özürlü secdeyi terkeder Sadece ayağa kalktığında gelen özürlü de kıyamı (ayakta durmayı) terkeder ve her ikisi de namazlarını imâ ile kılarlar Çünkü secdeyi, ya da ayakta durmayı terketmek, namazı abdestsiz kılmaktan daha hafif bir kusurdur
Ancak sadece sırt üstü yattığında özrünün akıntısı kesilen birisi sırtüstü yatarak değil, akıntısına rağmen abdest alıp normal şekilde kılar Çünkü namaz abdest bozan bir akıntı varken nasıl ancak zarûreten (zorunluluktan ötürü) kılınabilirse, sırtüstü yatarak da ancak zarûreten kılınabilir Madem ki, ikisinde de zorunluluk vardır, öyleyse bu bakımdan ikisi de eşit demektir Bu durumda akıntıya rağmen tam kılmayı, sırtüstü yatarak kılmaya tercih ettiren olaya, yani bu halde namazın rukünlerinin tam yapılabilmesine itibar edilir ve namaz normal şekilde özürlü niteliğiyle kılınır
Özürlünün, akıntısının elbisesine ya da yara bezi veya sargısına bulaşması durumunda, akıntı bir dirhemden (3,23 gr) fazla ise, yıkamakta da bir yarar varsa, yani yıkadığında en az bir namaz süresi kadar zamanda tekrar bulaşmayacaksa onu yıkaması gerekir Yok, namazını bitirmeden tekrar bulaşacak kadar sık geliyorsa yıkamaması câizdir
Kabul edilen bir görüşe göre de süreyi namaz kılmakla sınırlamadan, tekrar eden bir akıntı olması halinde yıkaması gerekmez
Göz ağrısından ötürü durmadan yaşları akan kimsenin de her vakit için abdest alması güzel (müstehap)'dir Çünkü bu yaşa irin karışıyor olması muhtemeldir Ancak bu durum âdil doktor raporuyla belirlenirse ona göre davranması ve irin karıştığını söylemesi halinde abdest alması gerekir, karışmadığını söylemesi halinde ise gerekmez
Özet Olarak Hastalık Kanı
l Hastalık kanı (istihaza), kadınların üreme organlarından, âdet ve lohusalık kanı dışında gelen ve bir hastalığın sebep olduğu anormal bir kandır
2 Genel olarak; âdet sırasında üç günden az ve on günden fazla, lohusalıkta da kırk günden fazla gelen kan, âdetten sonra onbeş gün temizlik görülmeden gelen kan hastalık kanıdır
3 Hastalık kanı gören kadın, özür sahibi demektir Ibadetlerini her vakitte alacağı abdestle yerine getirir Bir vakitte aldığı abdest bir başka şeyle bozulmadıkça vakit içerisinde o özürüyle bozulmaz ve o vaktin sonuna kadar abdestli sayılır
4 Hastalık kanı, sağlık açısından zararlı değilse, cinsel ilişkiye engel değildir
 
Üst Alt