Çok eski bir web tarayıcısı kullanıyorsunuz. Bu veya diğer siteleri görüntülemekte sorunlar yaşayabilirsiniz.. Tarayıcınızı güncellemeli veya alternatif bir tarayıcı kullanmalısınız.
TARİH BOYUNCA VE GÜNÜMÜZDE TÜRKLER TARAFINDAN KULLANILAN YAZILAR
Yazı, insanlar arasında ses unsuru olmaksızın anlaşma ve haberleşmeyi sağlayan işaretlerin tamamına verilen addır. Türkler tarih boyunca beş çeşit alfabe kullanmışlardır. Milâdî VII. asırdan beri metinlerini takip edebildiğimiz Orhun Alfabesi ilk Türk alfabesidir. İkinci Türk Alfabesi Uygur Alfabesidir. Milâdî VIII. ile XV. yüzyıllar arasında kullanılmıştır. Türklerin kullandığı üçüncü alfabe Arap asıllı Türk alfabesidir. Türklerin İslamiyeti kabulünden sonra kullanmaya başladıkları bu yazı, tam on asır bütün Türk dünyasında geçerli olmuştur. Dördüncü Türk yazısı 1928′ deki Harf İnkılabından beri Türkiye’ de kullanılmakta olan Lâtin menşe’ li “yeni yazı” dır. Beşincisi ise Kiril (Rus) alfabesidir. Bugün eski S . S . C . B sınırları içinde yaşayan müslüman Türkler, on dokuz değişik alfabe kullanmak zorunda bırakılmışlardır.
HAT SANATINDA OSMANLILAR
İstanbul'un fethinden itibaren Osmanlı devleti yalnız askeri ve siyasi bakımından değil, kültür ve sanat cihetinden de yüceliğe erişmişti. Hat sanatında da yine yakut ( ? -698/1298) gibi Amasyalı olduğu bilinen Seyh Hamdullah (833/1429-926/1520) önceleri Yakut uslübünü en güzel ve mükemmel biçimiyle yürütüyorken hamisi ve talebesi, Sultan II.Beyazıd'ın (1450/1512) teşvik ve tavsiyesi üzerine, Yakut'un eserlerini bir estetik kıymetlendirmeye tabi tuttu ve kendi sanat zevkini de katarak bunlardan yeni bir tarz çıkarmayı başardı. Kanuni Sultan Süleymen çağında Yakut tavrını en parlak biçimiyle yeniden canlandıran Ahmed Karahisar'ın ( ?-963/1556) yazı anlayışı kendisinden sonra unutulmuş; Şeyh Hamdullah yoluna karşı duramamıştır. Şeyh Hamdullah devrinde, Yakut yolu ile intikal eden altı cins yazıdan sülüs ve nesih, Türk zevkine çok uygun geldiği için sür-atle yayılmış; eski devirden farklı olarak, Kur’an-ı Kerim’in yazılmasında sadece “nesih hattı” kullanılmaya başlanmıştır. Altı yazının diğer ikisinden biri olan Rık’a daha cazip bir uslübe bürünerek hatt-ı hicaze adıyla bilhassa hattat imzalarında ve icâzetnamelerinde yer almış Tevkî ise pek ender kullanılmıştır. XVII. asrın ikinci yarısında İstanbul’un sanat ufku yeni bir hat nuruyla aydınlandı. Hâfız Osman (1052/1652-1110/1698) adındaki bu hat dehası, vaktiyle Şeyh Hamdullah’ın Yakut’tan yer yer seçip topladığı yazı güzelliğini bir elemeye tabi tuttu ve eskisine göre daha da safiyet kazanan, kendine has bir hat şivesi ortaya koyarak, o vadide yazmaya başladı. Artık şeyh uslübü, yerini Hâfız Osman ‘ın kine terk etti. Divânî ve Celi Dîvânî yazıları en mükemmel seviyeye XIX. Asır sonlarında ulaşmıştır. XV. Asrın ikinci yarısından beri kullandığımız bu yazı nev’inin bizde hakkıyla ele alınışı, İran’ın marûf Ta’lîk üstadı İmadü’l-Haseni (?-1024/1615) sonra olmuştur. Türk Hattatları bu uslübü öylesine benimsemişlerdir ki, üstün başarı gösterenlere İmâd-ı Rum (Anadolu’nun İmadı) denilmesi adet hükmüne girmiştir.
İSLÂM YAZISININ MENŞEİ VE KÛFÎ YAZI
İslam yazısının menşei hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Ancak bulunan hicret öncesi asırlara ait kitâbeler, bu yazının esasının Nabatî yazısına dayandığını göstermektedir. Kur’ ân-ı Kerîm sahîfelerindeki yazılarda harflerin, bünyelerinde hem köşeli hem de yuvarlak karakteri bir arada bulundurması, İslam harflerinin, gelenekselleşmiş iddia ve görüşlerin aksine dik ve köşeli yazıdan meydana gelmediğini ; onun, sonraları “Nesh” adı ile ortaya çıkan yazı ile temelde büyük farklılıklar taşımayan bu özelliği sebebiyle , müteâkip asırlarda Kûfe, Basra, Bağdat ve hatta Endülüs’ te gelişerek gittikçe zenginleşen bir biçim armonisine kavuştuğu ve böyle bir inkişaf seyri içinde değişik yazı çeşitlerinin ortaya çıkmaya başladığını söylemek mümkündür.
Asr-ı Saadette Mekkî ya da Medenî gibi adlarla da anılan bu yazı, daha sonra Hz. Ali’ nin de büyük ilgi ve teşvikleri ile Kûfe’ de kullanılıp geliştirilmesi sonucu “Kûfî” adıyla tesmiye edilmiş, Emevî, Abbasî ve hatta Selçuklu dönemlerini de içine alan geniş bir zaman diliminin önemi yerine ve zamanına göre değişen vazgeçilemeyen yazısı olmuştur.Yazma eserlerde, sonraları bu eserlerin sadece bölüm başlarında, âbidevî yapıların dış ve iç dekorasyonunda tamamlayıcı unsur olarak kullanılmıştır.
HÜSN-İ HATT
Hat sanatı denilince Kur’an harfleri çevresinde oluşmuş güzel yazı sanatı akla gelir. Bu sanat Kur’an harflerinin VI. ve X.yüzyıllar arasında geçirdiği uzunca bir gelişme döneminden sonra ortaya çıkmıştır. Kuran-ı Kerim’in bir araya toplanmasından sonra, İslam dininin bilime verdiği özel önemin etkisiyle, çok sayıda kâtip yetişmiş, yazı da doğal olarak büyük aşamalar göstererek önemli sanat kolu olmuştur.
Bu yazının ilk biçimi olan ve adını Kûfe kentinden alan köşeli karakterli kûfi yazısının yerini IX. yüzyıldan sonra aklam-ı sitte (altı çeşit yazı) almaya başladı. Hat sanatı, tarihi seyir içersinde yer yer ve kol kol gelişmiş, mükemmelleşmiş ve güzel sanatlar arasında seçkin yerini fiilen almıştır. Bunun farkına varamayanlar, garp tarihçilerinin adetlerine uyarak hat sanatına “mimari süsleme” deyip geçmişlerdir. Oysa ki mushaflar, cüzler, hilyeler, fermanlar, murakkalar, meşkler, karalamalar gibi değişik konularda verilmiş nice eserler vardır ki mimari süsleme ile hiçbir alakası yoktur.
Hat sanatı;
“Cismâni aletlerle meydana getirilen ruhâni bir hendesedir” şeklinde tarif edilmiştir. Aslı Finikeliler’den gelen ve Nebat kavmince kullanılırken Araplar’a geçen ve basit şekillerden ibaret olan bu yazı çeşidi, İslamiyet’in gelişi ile beraber önem kazanmıştır. Kavim yazısı olmaktan çıkıp ümmet yazısı haline gelmiştir. Bu bakımdan “Arap harfleri” yerine “İslam harfleri” yahut “Kur’an harfleri” ifadesini kullanmak daha yerinde olacaktır. Kur’an ve hadislerin doğru tespiti için yapılan çalışmalar hat ilmini, o kutsal ibareleri güzel yazma gayreti ise hat sanatını meydana getirmiştir. Sadece okuma yazma vasıtası olan bir takım basit şekillerden böylesine güçlü bir estetik ortaya çıkıvermesi İslam’ın bir mucizesidir.
Türkler, hat sanatıyla, Anadolu’ya geldikten sonra ilgilenmeye başlamışlar ve bu alanda en parlak dönemlerini de Osmanlılar zamanında yaşamışlardır. Yakut-ı Mustasımi’ nin Anadolu’daki etkisi XIII.yüzyıl ortalarından başlayıp XV. yüzyıl ortalarına kadar sürdü. Bu yüzyılda yetişen Şeyh Hamdullah (1429-1520) Yakut-ı Mustasımi’nin koyduğu kurallarda bazı değişiklikler yaparak yazıya daha sıcak, daha yumuşak bir görünüm kazandırmıştır. Türk hat sanatının kurucusu sayılan Şeyh Hamdullah’ın üslup ve anlayışı 17. yüzyıla kadar sürmüş, daha sonraları, Hafız Osman, Rakım Efendi, Şevki ve Sami Efendi gibi dahi sanatkarların hizmetleriyle varabilceği doruk noktasına yücelmiştir.
Türkler, altı tür yazı dışında, İranlılar’ın bulduğu tâ’lik yazıda da yeni bir üslup ortaya koydular. Önceleri İran etkisinde olan tâ’lik yazı XVIII. yüzyılda Mehmed Esad Yesari (ö. 1798) ile oğlu Yesarizade Mustafa İzzet’in (ö. 1849) elinde yepyeni bir görünüm kazandı.
Hat sanatının doğduğu dönemde ortaya çıkan altı tür yazı ile İranlılar’ın bulduğu tâlik dışında başka birçok yazı türü daha vardır. Bunların bir bölümü fazla yaygınlaşamamış, bir bölümü de belli alanlarda kullanılmıştır. Örneğin Türkler’in geliştirdiği divani yazı yalnızca Divan-ı Hümayun’da yazılan önemli belgelerde, yazılması ve okunması özel eğitim gerektiren siyakat ise mali kayıtlarda kullanılmıştır. Kolay yazıldığı için günlük yaşamda yaygın olarak kullanılan bir yazı türü olan rik’a da 19. yüzyılda sanat yazısı durumuna gelmiştir.
Sultanların imzası olan tuğralar ise, tuğrakeş adı verilen kimseler tarafından hazırlanmaktaydı. Sultanların mührü niteliğindeki tuğraların,doğal olarak her sultanla birlikte, biçimi ve metni değişmekte, böylece zengin bir tuğra dizisi elde edilmiş bulunmaktadır. Tuğralar, fermanlarda, anıtsal yapıların girişlerinde ve gerekli diğer bölümlerinde sultanların simgesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Fermanlardaki tuğraların tezhipli örneklerini bugün başta İstanbul olmak üzere müzelerde rastlamak mümkündür.
Hat sanatıyla uğraşan kişiye “hattat” adı verilir. Hattatlar yüzyıllar boyu usta-çırak ilişkisi içinde yetişmişlerdir. Hat sanatını öğrenmeye heveslenen kişi bir hattattan ders almalıdır. Başlangıçta harflerin tek tek yazılışları, sonra iki harfin birleşme biçimleri ve bunun kuralları öğrenilir. Ardından ikiden fazla harfin birleştirilmesine yani satır çalışmasına geçilir. Bunun için genellikle önce uzunca bir kaside, sonra bazı ayet ve hadisler, dualar özlü sözler yazılır. Ortalama üç beş yıl kadar süren bu eğitimin sonunda hattat adayı iki ya da üç hattatın önünde yazı yazarak bir çeşit sınav verir. Hattatlar bu yazıyı beğenirlerse altına imzalarını koyarlar. Buna, “icazetname” adı verilir. İcazetname almamış kişi hattat sayılmaz, dolayısıyla yazdığı bir yazının altına adını koyamaz. Osmanlılar döneminde, hattatlar arasında en kıdemli ve usta olana, hattatların reisi (reisü’l-hattatin) adı verilirdi. Onun ölümünde yerine bir başkası geçerdi.
AKLÂM-I SİTTE
SÜLÜS
Sülüs yazı, hicretin IV.yılında ortaya çıkmıştır. Kûfî yazıdaki düz ve köşeli şekiller bu yazıda yerini yuvarlaklığa ve eğri çizgilere bırakmıştır. Sülüs yazının, bir santim veya daha fazla genişlikte açılmış kalemle yazılmış olanına “ celi sülüs ” adı verilir. Büyük levhalar, kitabeler ve birçok mezar taşları bu yazıyla yazılmıştır.
Nesih, sülüs türünün gövde oluşları bakımından en ilkel olan şeklidir. Nesih yazısının gövdesi,sülüs ve celi tiplerine göre çok yalındır. Kalem uç genişliği sülüsünkinin üçde biri kadardır. Kur’an-ı kerim, Delail, En’am, Hadis kitapları, Tefsirler ve Divanların yazılmasında bu yazı kullanılmıştır.
MUHAKKAK
Sülüs yazıdaki harflerin yatay kısımlarının daha genişletilmesi sonucunda ortaya çıkmış bir yazı çeşididir.Kûfî ile Sülüs arası bir yazıdır.1,5 mm.’den daha enli kalem ucu ile yazılır.
REYHÂNÎ
Muhakkak’ın daha ince kalemle yazılan metin yazısıdır. Muhakkak ve Reyhânî Kûfî’nin yerini almış ve fakat sonraları fevkalâde gelişen Sülüs ve Nesih karşısında varlıklarını daha fazla sürdürememiş ve XVI.yüzyıldan sonra terkedilmiştir.
RİKAA’
Bu yazıya, nesih yazının dişsiz, yuvarlak ve kıvrak bir çeşidi diyebiliriz.Kur’an-ı Kerimlerin ve diğer yazma eserlerin sonunda dua ve ketebe kaydı söz konusu olduğu zaman ,bir de diploma niteliğinde öğrenciye verilen İcazet belgesinde bu yazı kullanılırdı. İcazetler bu yazı ile yazıldığı için “ icazet yazısı ” da denilir.
TEVKÎ’
Sülüs yazının daha değişik ve ufaltılmış bir türüdür. Halîfe ve vezir mektupları ile vakıf belgeleri gibi devlete ait evrakta kullanılmıştır.
DİĞER YAZI ÇEŞİTLERİ
TA’LÎK
Ta’lîk, tüm harfleri köşeli Ma’kilî yazısının tam zıddı olup ,bütün harflerinde bir kavislik ,tatlı ve ahenkli eğimler ve kıvrımlar vardır.Hareke kullanılmadığı gibi, süs unsurları da yazıda hiç bir şekilde yer almaz.Bütün güzelliğini harflerin yalın duruş pozisyonlarından alır.Nesih kalemi ile yazılanına “ince ta’lik”, bunun güzellik endişesi taşımadan sür’atle yazılanına “ta’lik kırması” ya da “şikeste ta’lik”, çok ince kalemle yazılanına “Ta’lik Gubârîsi” denir.Osmanlı Hattatları şiir ve hikmet söz konusu olduğunda bu yazıyı ve celîsini tercih etmişlerdir.
DÎVÂNÎ
İranlıların “çep” adını verdiği, bizde ise Fatih devrinde görülen, lakin daha ziyade Yavuz’ dan sonra gelişen bir hat nev’ i dir.Hareketliliğini Tevkî’ den, pozisyonunu Ta’ lîk’ den almış gibidir.Divan-ı Hümayün da kullanıldığı için bu adı almıştır. Muâhedeler, fermanlar, beratlar bu yazı ile yazılır, şer’î mahkemelerde de Ta’ lîk ile birlikte kullanılırdı.
CELÎ DÎVÂNÎ
Celî Dîvânî, Dîvani yazının kelimelerin yer yer istifleşmiş ve harf araları hareke ve tezyînî unsurlar ve küçük noktacıklarla doldurulmuş şeklidir.Dîvân-ı Hümâyun’ da önemli fermanların, beratların, mühim belgelerin yazımında kullanılmıştır.
RIK’A
Son asırlarda Osmanlıların geliştirdiği, serî yazma ihtiyacından doğmuş pratik bir yazıdır.Hareke kullanılmadığı gibi, harflerin dişlileri tek bir çizgiye dönüşmüş, iki nokta birleşmiş, üç nokta ise küçük bir külah işareti ile ifade edilmiş ve alfabe şekli formalitelerden kurtarılmıştır.İncesine “ince rık’a”, harflerin adeta birbirine katarak daha sür’atlice ve serbestçe yazılanına ise “rık’a kırması” denir.Rık’acı İzzet Efendi(ö.1903), bu yazı çeşidinde adı unutulmaması gereken ünlü bir hattatımızdır.
SİYÂKAT
Osmanlı sarayında doğmuş,devletin mâlî kayıtlarında ve emlak defterlerinde kullanılmış bir şifre yazısıdır.Harekenin yer almadığı siyakatta,harfler birbirine kaynaşmış vaziyettedir.Sanat gözetilmez.
MA’KILÎ
Ma’kılî yazıyı, Kûfî yazı çeşidinden ayıran özellik, tamamen düz, köşeli ve geometrik karakteri, kalemle yazılarak değil de,aletler yardımıyla çizilerek meydene getirilmesidir.
HAT SAN’ATINDA ÂLET VE MALZEMELER
KALEM
Hat sanatında da yazının temel aracı kalemdir. Hat sanatında kalem olarak daha çok kamış kullanılır. Kamışın ucu yazılacak yazının kalınlığına göre makta denilen sert maddelerden yapılmış altlığın üstünde eğik olarak tutulur ve kalemtıraş olarak adlandırılan özel bir bıçakla yontularak belli bir açıda kesilir. Celi yazılar da ise ağaçtan yapılmış kalın uçlu kalemler kullanılır. KALEM ÇEŞİTLERİHüsn-i hatta, ekseriya, kamış kalem, cava kalemi, menevişli kalem, kargı kalem ve tahta kalem kullanılır. Kamış Kalem Kamış kalem, yazılarımızın en tabii aletidir. Hüsn-i hatta kullanılan kamış, ekseriya, İran ve Irak'tan getirilirdi. Tabii rengi sarı olan kamışlar, bir yıl boyunca at gübresinin içine yatırılır, bir takım yanmalardan sonra, koyu kahve rengini alır, sertleşirdi. Ancak bu ıslah ve terbiye ameliyesinden sonra kullanılırdı. Bu ıslah, sıcak ülkelerde güneş altında yapılırdı. Kamış kalem ne çok ince, ne çok kalın olmalı. Rengi parlak ve siyaha yakın, düzgün ve yuvarlak, boğum araları bir karış olmalıdır. Bu özellikteki bir kamış kalem, mermer, taş veya cam üzerine atıldığı zaman, tiz bir ses çıkarır. Yazma bir eserde, kamış kalemin özellikleri şöyle anlatılmaktadır: "Evvela, hüsn-i hat yazanlara kalemin alasını ve mürekkebin ranasın ve kâğıdın zibasın görmek gerektir. Kalemin alasın oldur ki, kızılı pek ola ve aklığı pek az ola ve damarları doğru ola, zira damarları doğru olmazsa, kalemi şak itdikte, eğri şak olur, doğru şak olmaz. Eğri şak olan kalemden hüsn-i hat gelmez ve kalemin kalınlığı evsat ola ve uzunluğu on parmak ola." Cava Kalemi Cava'da yetişen bir cins kamışın özüdür. Çok sert olması, uzun süre yazmakla bozulmaması sebebiyle, bilhassa, mushaf yazmakta hattatlarımız tarafından tercih edilmiştir. Yalnız ince olduğu için, bir kamış kalemin içine yerleştirilerek veya tutulacak kısmına bir bez parçası sarılarak kullanılır.Menevişli Kalem(Hindi Kalem) Hindistan'da yetişen içi dar, uzun boğumlu ve menevişli gayet sert bir kalemdir. Kargı KalemKargıdan yapılan bu cins kalem, celi yazıları yazmak için kullanılır.Tahta Kalem Adından da anlaşılacağı üzere, tahtadan yapılan bu kalem daha iri yazıları yazmada kullanılır. Son zamanlarda, kamış kalem yerine, madeni uçlar kullanılmışsa da, hattatlarımız, arzu edilen kalınlıkta açılması, sebebiyle kamış kalemi tercih etmişlerdir. Özellikle de ıhlamur ağacından yapılan kalemler spatulaya benzer bir şekil yapıldıktan sonra ucu "Z" tipi kesilir. Kalın yazılarda kullanılır. Hattat Sami efendinin çok geniş yazıları, iki kurşun kalemin arasına çıta çakarak yazdığı nakledilir.
MÜREKKEP
Hat sanatında kullanılan mürekkep de özel olarak hazırlanır. İs ile arapzamkının dövülmesi neticesinde elde edilen bu mürekkep akıcı biçimde yazı yazmayı sağlar, yanlış yazma durumunda da kolayca silinir.
KAĞIT
Hat sanatında kullanılan kâğıtlar da özeldir. Kağıtlar evvela hamurları ne olursa olsun, nebati ve madeni boyalarla çeşitli renklere boyanırlar. Mürekkebi emip dağıtmaması, kaleme akıcılık sağlaması için kâğıtların yüzeyine âhar denilen bir madde sürülür ve daha sonra da mührelenir. KÂĞIDIN BOYANMASI Ham kâğıtlar istenirse evvela bitkisel boyalarla, kırmızı, yeşil, mavi, siyah, pembe renklere boyanır. Boyama işi şöyle yapılır: Renk elde edilmek istenen bitki toplanır, derin ve genişçe bir kaba konarak bir miktar şapla, suda kaynatılır. Bir müddet sonra, bitkinin rengini alan su, başka bir kaba boşaltılır. Kâğıtlar renkli suya bir bir batırılarak banyo usulü ile boyanır; ayrı ayrı kurumaya bırakılır. Bazı yazma eserlerde, yaprakların orta kısmıyla kenar kısımları ayrı renkte boyanır; bu tarz boyamaya akkâse denir.Renk bilgisi ve zevki fevkalade gelişmiş olan Osmanlı Türklerinde, kağıt boyamada kullanılan bitkilerden bazıları şunlardır: Kına: Bir miktar su içine konarak kaynatılır, "Hünnap" rengi olur.Nohut: Bu bitkinin unu suda kaynatılır ve adını kendisinden alan "nohudi" renk elde edilir.Soğan: Dış kabukları şapla kaynatılarak kırmızımtırak, gayet güzel bir renk elde edilir. Kurt Kulağı: Safran ve şap su içinde kaynatılarak yeşil renk elde edilir. Badem Yaprağı: İlkbaharda toplanan bu yapraklar, 3- 10 gram şap ile bir miktar su içinde kaynatılarak altın sarısı, güzel bir renk elde edilir Ceviz ve Yaş Nar: Kabukları birlikte su içinde kaynatılarak, kahverengi elde edilir.Menekşe Yaprağı ve Mürver Çiçeği Tohumu: birlikte dövülür ve güzelce sıkılıp suyu şapla kaynatılır, menekşe rengi elde edilir. Ayrıca, cehri boyası su ile kaynatılarak sarı renk elde edilir. KÂĞIDIN AHARLANMASI (TILA)Ahar, yazı yazarken olabilecek hataların düzeltilmesinde silintinin belli olmaması ve iz bırakmaması için kâğıdın üzerine sürülen bir sıvıdır. Bu sayede ham ve pürüzlü kâğıtlar yazıya elverişli hale gelir. Üzerine bir defa ahar sürülmüş kâğıda tek aharlı, iki defa veya daha fazla ahar sürülmüş kâğıda da çift aharlı kâğıt adı verilir. Kâğıt ıslahında ekseriya, yumurta veya nişasta aharı tatbik edilmiştir.a) Yumurta Aharı: Taze ördek veya tavuk yumurtasının beyazı bir kâseye alınır. Yumruk büyüklüğünde bir şap parçasıyla yumurta akı kesilinceye kadar çalkalanır. Birkaç saat bekledikten bu köpüren malzemenin altında sabunlu suya benzeyen bir sıvı oluşur. Altta biriken bu sıvı, sünger veya tülbent sarılmış bir parça pamukla kâğıda sürülür. Ve gölgede kurutulur. Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey'in bizzat tarif ettiği ahar usulü şöyledir: "Şekersiz olarak muhallebi tarzında pişirilmiş nişasta gayet ince süngerle kâğıdın her iki yüzüne sürülür. Sonra kâğıt İpte kurutulur. Bundan sonra yumurta akı az miktarda şapla çalkalanarak köpürtülür. Bu suretle köpürtülen yumurta akı, bir müddet haliyle bırakılır. Köpükler tamamen sönüp zeytinyağı şeklini alınca nişasta sürülmüş ve kurutulmuş kâğıt üzerine ince süngerle bu yumurta akından sürülüp yine kurutulmaya bırakılır. Kağıt kurutulduktan sonra, evvela saplı mühre ile sonra billur mühre ile parlatılır." b) Nişasta Aharı: Bu tarz aharın yapımında buğday nişastası kullanılır. Önce soğuk suda eritilen nişastaya, bir miktar jelâtinle kaynar su ilave edilir. İyice piştikten sonra süzülür ve kâğıt üzerine sürülür. Ahar, yazının ve kâğıdın cinsine göre yapılır. Mushaf yazmak için hazırlanan kâğıtların her iki tarafına da ince bir ahar çekilir. Çok tashih ve emek isteyen celi yazıların kâğıtlarının, yalnız bir tarafı birkaç kat kuvvetlice aharlanır. Özellikle ta'lik kıt'alar için hazırlanan kâğıtların, aharlanmasına daha da özen gösterilmelidir. Kâğıdın aharlanması hat sanatında ayrı bir ustalık ister. HOKKA
Mürekkep hokka içinde saklanır. Camdan başka pişmiş topraktan, metalden, çeşitli ağaçlardan hokka yapılabilir. Kalem sokulduğunda uç dibine vurup bozulmasın diye hokkanın içine lika denen bir tutam ham ipek konur.