Nitekim bak Kur’ân-ı Kerîm bunu nasıl anlatıyor:
“(İşte) o süreçte, cehennem de getirilir (Dünya’yı kuşatır)! (İşte) o süreçte, insan hatırlayıp düşünür... (Fakat) Zikra’nın (hatırlamanın) ona nasıl faydası olur (beden - beyin yok artık ruhu geliştirecek)? “Keşke hayatım (şu yaşamım) için önceden yararlı şeyler yapsaydım!” der.” (89.Fecr: 23-24)
“Doğrusu biz sizi yakın bir azap (ölüm) ile uyardık! O gün kişi, ellerinin (kendine) ne takdim ettiğine bakar; hakikat bilgisini inkâr eden de şöyle der ‘Keşke toprak olsaydım!’” (78.Nebe’: 40)
“ALLÂH”ın vasıfları ile vasıflanmış, O’ndaki mânâlarla bezenmiş olarak; var sandığın izafî-göresel “benliğini”, yani var kabul ettiğin “vehmi benliğini” terk et, şuurundan kaldır ki; gerçek “BEN”liğine eresin!..
Şayet, var kabul ettiğin, var ZANnettiğin, şartlanmalar dolayısıyla “var” diye düşündüğün benliğini, belli bir ilim ile kaldırabilirsen, “Benlik” perdesinden kendini kurtarabilirsen, bunun ardındaki gerçek “BEN”liğe erebilirsin!..
Bu meâldeki uyarıları yapan Hazreti Muhammed (sallâllâhu aleyhi vesellem) paralelinde, evliyaullâh da şöyle demiştir:
“Kaldır ‘ben’liğini aradan, ortaya çıksın Yaradan!..”
Aslında bu ifade;
“Nefsine ârif olan Rabbine ârif olur” hadisinin açıklamasından başka bir şey değildir.
Şimdi içinde bulunduğumuz sistemi ve insanın bu sistem ile bağlantısını hatırlayalım... Bu madde dünyasında görüp bildiğimiz her şey, Dünya’nın yerçekimine, manyetik çekim alanına bağımlıdır. İnsan da bu madde dünyasında var olmuş bir birim olarak Dünya’nın manyetik çekim alanına bağımlıdır.
“…Her diri şeyi sudan (H20’dan) oluşturduk” (21.Enbiya’: 30)
dendiğine; ve Dünya üzerinde bulunan her canlı sudan var olduğuna göre, insan da sudan meydana gelmiş bir varlıktır!..
İnsan, bu Dünya’da var olduğuna ve Dünya’nın çekim alanına tâbi olduğuna göre; insan beyninin ürettiği “holografik dalga beden” yani bilinen ismiyle “RUH” da bu Dünya’nın manyetik çekim alanına bağımlıdır!..
Öte yandan yine insan beyninde öyle bir özellik mevcuttur ki, şayet bu özellik faaliyete geçerse, o kişi neticede Dünya’nın ve Güneş’in çekim alanından uzaklaşarak, uzaydaki sayısız yıldızların boyutsal derinliklerinde oranın şartlarına uygun bir bedenle “cennet” yaşamına ulaşabilir.
Kişinin, şayet beynindeki antiçekim dalgası üreten devre açılmış ise, “NÛR”lu bir dalga bedene, yani “Işınsal bedene” sahip olacak; ve böylece de “nûru” yani “enerjisi” nispetinde hızlı bir şekilde kurtuluşa erecektir.
Eğer bu kişinin beyni, antiçekim dalgalarını üretip ruhuna yükleyemez ise, “nûr”u yetersiz olduğu için, önce Dünya’nın daha sonra da cehennemin güçlü çekim alanından kendini kurtaramayacak ve ebedî olarak Güneş’in içinde kalacaktır!..
Zaten daha sonraki safhada Güneş, Mars dâhil yörüngesindeki beş gezegeni yutacak ve bundan sonra da büzülerek bir nötron yıldızı hâline gelecektir.
Bu sebeple de içinde kalan nesnenin dışarıya kaçması imkânsız olacaktır. Bu olayı çok daha tafsilâtlı olarak “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda okuyabilirsiniz.
“Cehennem” vasfıyla tarif edilen Güneş’te yaşayan canlı varlıklara, yani dindeki tâbiriyle “zebânî”lere gelince... Ellerine düşenleri perişan edici, aşağılayıcı, azaplandırıcı, dolayısıyla “zebûn edici” vasfıyla isimlenen “zebânîlere” gelince...
Nasıl, Dünya üzerinde insanlar veya Dünya’da ve uzayda yaşayan cinler var ise; onlar gibi her gezegende ve yıldızda da yaşayan varlıklar vardır!.. Dolayısıyla Güneş’in de kendine has ışın yapılı sâkinleri mevcuttur. İşte bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de “zebânî” diye tarif edilmişlerdir... Bu isimle adlandırılmışlardır!..
Bizler nasıl Dünya üzerinde yaşayan varlıklar olarak, elimize düşen güçsüz varlıklara istediğimizi yapıyorsak; aynı şekilde Güneş’in içine gidecek insanlara da, Güneş’in canlıları olan “zebânî”ler, oranın şartları içinde dilediklerini yapacaklardır... Ki bu davranışlar insanlara eziyet olacaktır.
“RUH”, yani “holografik ışınsal beden” Güneş’in içine gittiği zaman, oradaki yüksek radyasyonun etkisiyle deforme olur, eğrilir, büzülür, yanar(!), fakat yok olmaz!.. Bunun misali, rüyada, bedeninin ezilip-büzülmesi, kırılması, yaralanması, parçalanması ertesinde yeniden yaşamına aynen devam etmesidir.
İşte “cehennem” denen Güneş’in (1) içindeki yaşantıda da, dalga beden tahrip olur, ezilir, uzar, genişler, yassılaşır, yıpranır, yanar ve akabinde eski hâline döner... Ve bu durum tekrar tekrar sürer gider.
**(1) Bu konudaki hadisler ve bilgiler “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda tetkik edilebilir.
“Azabı daha fazla hissetmeleri için derileri (dışsal bağlılıkları dolayısıyla) yandıkça yerine yeni deriler (dışsallıklar) oluşturacağız.” (4.Nisâ’: 56) meâlindeki âyeti kerîme işte bu anlattığımız olayı teyid eder.
Esasen burada çok iyi anlaşılması gereken bir husus vardır...
GÜNEŞİN “CEHENNEM” OLUŞU, ATOMALTI BOYUTU İTİBARIYLADIR!
Nasıl bizim bir biyolojik, maddi, atomüstü boyuta ait bir bedenimiz varsa ve buna karşılık bu bedenin dalga, atomaltı boyuta ait “İKİZİ” mevcutsa; aynı şekilde Güneş’in de bir atomaltı boyuta ait ışınsal ikizi mevcuttur ki, işte esas “CEHENNEM” oluşu o boyutu itibarıyladır.
Ve bu sebepledir ki biz şu anda bu bedenin duyularıyla cehennemi göremeyiz!.. Tıpkı atomaltı boyuta ait ışınsal türler olan insan ruhlarını, cinleri ve melekleri göremeyişimiz gibi!
Buna karşın, madde beden yaşamından “ruh beden=dalga beden” yaşamına geçmiş kişiler ise hem ortamlarına geçmiş oldukları ruhları görürler, hem o ortamda yer alan cinleri görürler, hem de o boyutun meleklerini görürler.
Ve dahi cehennemi, içindeki canlıları tıpkı yanıbaşlarını seyrediyormuşcasına seyrederler. Çünkü ruh görüşünde mesafe kavramı yoktur!
İşte dinde bahsedilen, ölümü tatmış kişilerin kabir âlemlerinde cehennemi seyretmeleri olayı bu şekilde gerçekleşir... Bu konunun tafsilini “İNSAN ve SIRLARI” kitabımızda bulabileceksiniz inşallâh...
Keza, “Samanyolu” dediğimiz yıldızlardaki cennetler dahi, bu görünen madde yanları itibarıyla değil; algıladığımız madde yapılarının atomaltı boyutunu teşkil eden dalga ikizleri itibarıyladır!
Ne var ki, bugün bizim madde beden algılayıcılarımıza göre içinde bulunduğumuz ortam nasıl madde kabulümüzü oluşturuyorsa; aynı tarzda, o boyutta da içinde bulunduğumuz ortam -şu an bize GÖRE dalga boyut olmasına rağmen- bize madde ortam olarak gelecektir.
Buna karşılık “cennet”ler denilen sayısız gezegenlere giden holografik dalga bedenler (ruhlar) ise kendi türünden olan oradaki sayısız varlıklarla görüşüp konuşmak, ilişki kurmak; orada kendisindeki üstün güçler dolayısıyla dilediği gibi tasarruf edebilmek imkânına kavuşacaklardır!..
Âdeta tâbiri câizse, o gittiği gezegenlerin tanrısı (!) gibi olacaktır!
Zira, kendisi, ALLÂH’ın yeryüzündeki Halifesi olarak meydana getirilmiş ve sayısız İlâhî güçlerle donatılmış ve bezenmiştir.
Hâlbuki o gezegenin kendine has varlıkları, insanda bulunan bu toplu güçlerden yoksundur.
Dolayısıyla, “cennet”e gidenler, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin söylemediği nimetlere kavuşacaktır... Bizim bu konudaki bütün tahayyülümüz yetersiz kalır.
O cennetlere giden kişiler yaş mefhumundan berîdirler. Orada, dede-nine, anne-baba, kardeş-evlât-torun gibi mefhumlar yoktur... Herkes aynı yaştadır.
O gidilen ortamda benzeri güçte veya ilim seviyesinde olanlar bir arada olacaklar; o ilim veya enerjiye daha az ölçülerle ulaşmış olanlar da kendi ortamlarında yaşayacaklardır.
Belki bu Dünya’da çok sevdiğin, yakınında olan bir kimse öbür dünyada çok uzak düşecektir.
Bir gün evvel neleri yaşarsan yaşa... Bir gece evvel uyku sırasında gördüğün rüyada neleri yaşarsan yaşa; sabah uyandığın zaman, hele üstünden birkaç saat geçtikten sonra, o gördüklerin senin için ne ifade ediyor?..
Dün dünde kalıyor, gece gecede kalıyor! Şayet hapiste işkence görüyorsan, gece en güzel rüyayı görsen de, uyandığın ortamda bu ne ifade eder?..
İşte bu madde dünyasına gözlerini kapattığın anda, yeni ortamında gözlerini açacaksın ve bu dünya yaşantısı senin için az evvel yaşadığın bir rüya gibi olacak... Uykudan kalkmışçasına, Dünya’da yaşadıkların bir değer ifade etmeyecek ve içinde bulunduğun ortamın şartları ile başbaşa kalacaksın!
Öyle ise bütün mesele senin, sadece bu Dünya’da bırakıp gideceğin şeyler için değil; yetecek ölçüde, ölüm ötesi yaşantıda sana lazım olacak şeyler için çalışma yapmandır... Bu dünya tarlasında, ruhuna ne ekersen, ölüm ötesindeki yaşantıda da onun mahsulünü toplayacaksın!
Eğer bu Dünya’da yaşarken, sana verilmiş bu İlâhî güçleri, beynine bahşedilmiş bu İlâhî özellikleri keşfedip kullanamazsan, ölümü tattıktan sonra bir daha bunları ortaya çıkarabilmen kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de tekrar edilen birçok âyet bu hususa işaret eder:
“Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: “Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür. Tâ ki (önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!”...
“Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği yoktur (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ’s olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)!” (23.Mu’minûn: 99-100)
“Yanma aşamasına geldikleri zaman: “Keşke geri döndürülsek, Rabbimizin delillerini yalanlamasak ve iman edenlerden olsak (Rabbanî özelliklerimizi, Esmâ’dan kaynaklanan kuvvelerimizi değerlendirsek)” dediklerini bir görsen!
Hayır, önceden gizliyor oldukları (kendilerine verilmiş hakikat bilgisi şimdi) kendilerine zâhir oldu! Eğer geri döndürülseler elbette (gene) yasaklandıklarına geri dönerlerdi! Şüphesiz ki onlar yalancılardır!
Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başkası yoktur! Yaşamımız devam etmeyecektir!”
Rablerini müşahede sürecinde (hakikatlerindeki Esmâ kuvvelerini fark ettiklerinde) bir görsen! “İşte, Hak bu değil miymiş!” dedi... “Evet, Rabbimizmiş!”dediler... “Öyle ise, hakikat bilgisini inkâr eden olmanızdan dolayı şimdi tadın azabı!” buyurur.” (6.En’am: 27-30)
Evet, söz “ÖLÜM”e gelmişken, halk arasında tamamıyla yanlış bilinen bu mevzuyu da elimizden geldiğince açıklayalım...
“(İşte) o süreçte, cehennem de getirilir (Dünya’yı kuşatır)! (İşte) o süreçte, insan hatırlayıp düşünür... (Fakat) Zikra’nın (hatırlamanın) ona nasıl faydası olur (beden - beyin yok artık ruhu geliştirecek)? “Keşke hayatım (şu yaşamım) için önceden yararlı şeyler yapsaydım!” der.” (89.Fecr: 23-24)
“Doğrusu biz sizi yakın bir azap (ölüm) ile uyardık! O gün kişi, ellerinin (kendine) ne takdim ettiğine bakar; hakikat bilgisini inkâr eden de şöyle der ‘Keşke toprak olsaydım!’” (78.Nebe’: 40)
“ALLÂH”ın vasıfları ile vasıflanmış, O’ndaki mânâlarla bezenmiş olarak; var sandığın izafî-göresel “benliğini”, yani var kabul ettiğin “vehmi benliğini” terk et, şuurundan kaldır ki; gerçek “BEN”liğine eresin!..
Şayet, var kabul ettiğin, var ZANnettiğin, şartlanmalar dolayısıyla “var” diye düşündüğün benliğini, belli bir ilim ile kaldırabilirsen, “Benlik” perdesinden kendini kurtarabilirsen, bunun ardındaki gerçek “BEN”liğe erebilirsin!..
Bu meâldeki uyarıları yapan Hazreti Muhammed (sallâllâhu aleyhi vesellem) paralelinde, evliyaullâh da şöyle demiştir:
“Kaldır ‘ben’liğini aradan, ortaya çıksın Yaradan!..”
Aslında bu ifade;
“Nefsine ârif olan Rabbine ârif olur” hadisinin açıklamasından başka bir şey değildir.
Şimdi içinde bulunduğumuz sistemi ve insanın bu sistem ile bağlantısını hatırlayalım... Bu madde dünyasında görüp bildiğimiz her şey, Dünya’nın yerçekimine, manyetik çekim alanına bağımlıdır. İnsan da bu madde dünyasında var olmuş bir birim olarak Dünya’nın manyetik çekim alanına bağımlıdır.
“…Her diri şeyi sudan (H20’dan) oluşturduk” (21.Enbiya’: 30)
dendiğine; ve Dünya üzerinde bulunan her canlı sudan var olduğuna göre, insan da sudan meydana gelmiş bir varlıktır!..
İnsan, bu Dünya’da var olduğuna ve Dünya’nın çekim alanına tâbi olduğuna göre; insan beyninin ürettiği “holografik dalga beden” yani bilinen ismiyle “RUH” da bu Dünya’nın manyetik çekim alanına bağımlıdır!..
Öte yandan yine insan beyninde öyle bir özellik mevcuttur ki, şayet bu özellik faaliyete geçerse, o kişi neticede Dünya’nın ve Güneş’in çekim alanından uzaklaşarak, uzaydaki sayısız yıldızların boyutsal derinliklerinde oranın şartlarına uygun bir bedenle “cennet” yaşamına ulaşabilir.
Kişinin, şayet beynindeki antiçekim dalgası üreten devre açılmış ise, “NÛR”lu bir dalga bedene, yani “Işınsal bedene” sahip olacak; ve böylece de “nûru” yani “enerjisi” nispetinde hızlı bir şekilde kurtuluşa erecektir.
Eğer bu kişinin beyni, antiçekim dalgalarını üretip ruhuna yükleyemez ise, “nûr”u yetersiz olduğu için, önce Dünya’nın daha sonra da cehennemin güçlü çekim alanından kendini kurtaramayacak ve ebedî olarak Güneş’in içinde kalacaktır!..
Zaten daha sonraki safhada Güneş, Mars dâhil yörüngesindeki beş gezegeni yutacak ve bundan sonra da büzülerek bir nötron yıldızı hâline gelecektir.
Bu sebeple de içinde kalan nesnenin dışarıya kaçması imkânsız olacaktır. Bu olayı çok daha tafsilâtlı olarak “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda okuyabilirsiniz.
“Cehennem” vasfıyla tarif edilen Güneş’te yaşayan canlı varlıklara, yani dindeki tâbiriyle “zebânî”lere gelince... Ellerine düşenleri perişan edici, aşağılayıcı, azaplandırıcı, dolayısıyla “zebûn edici” vasfıyla isimlenen “zebânîlere” gelince...
Nasıl, Dünya üzerinde insanlar veya Dünya’da ve uzayda yaşayan cinler var ise; onlar gibi her gezegende ve yıldızda da yaşayan varlıklar vardır!.. Dolayısıyla Güneş’in de kendine has ışın yapılı sâkinleri mevcuttur. İşte bunlar Kur’ân-ı Kerîm’de “zebânî” diye tarif edilmişlerdir... Bu isimle adlandırılmışlardır!..
Bizler nasıl Dünya üzerinde yaşayan varlıklar olarak, elimize düşen güçsüz varlıklara istediğimizi yapıyorsak; aynı şekilde Güneş’in içine gidecek insanlara da, Güneş’in canlıları olan “zebânî”ler, oranın şartları içinde dilediklerini yapacaklardır... Ki bu davranışlar insanlara eziyet olacaktır.
“RUH”, yani “holografik ışınsal beden” Güneş’in içine gittiği zaman, oradaki yüksek radyasyonun etkisiyle deforme olur, eğrilir, büzülür, yanar(!), fakat yok olmaz!.. Bunun misali, rüyada, bedeninin ezilip-büzülmesi, kırılması, yaralanması, parçalanması ertesinde yeniden yaşamına aynen devam etmesidir.
İşte “cehennem” denen Güneş’in (1) içindeki yaşantıda da, dalga beden tahrip olur, ezilir, uzar, genişler, yassılaşır, yıpranır, yanar ve akabinde eski hâline döner... Ve bu durum tekrar tekrar sürer gider.
**(1) Bu konudaki hadisler ve bilgiler “İNSAN ve SIRLARI” isimli kitabımızda tetkik edilebilir.
“Azabı daha fazla hissetmeleri için derileri (dışsal bağlılıkları dolayısıyla) yandıkça yerine yeni deriler (dışsallıklar) oluşturacağız.” (4.Nisâ’: 56) meâlindeki âyeti kerîme işte bu anlattığımız olayı teyid eder.
Esasen burada çok iyi anlaşılması gereken bir husus vardır...
GÜNEŞİN “CEHENNEM” OLUŞU, ATOMALTI BOYUTU İTİBARIYLADIR!
Nasıl bizim bir biyolojik, maddi, atomüstü boyuta ait bir bedenimiz varsa ve buna karşılık bu bedenin dalga, atomaltı boyuta ait “İKİZİ” mevcutsa; aynı şekilde Güneş’in de bir atomaltı boyuta ait ışınsal ikizi mevcuttur ki, işte esas “CEHENNEM” oluşu o boyutu itibarıyladır.
Ve bu sebepledir ki biz şu anda bu bedenin duyularıyla cehennemi göremeyiz!.. Tıpkı atomaltı boyuta ait ışınsal türler olan insan ruhlarını, cinleri ve melekleri göremeyişimiz gibi!
Buna karşın, madde beden yaşamından “ruh beden=dalga beden” yaşamına geçmiş kişiler ise hem ortamlarına geçmiş oldukları ruhları görürler, hem o ortamda yer alan cinleri görürler, hem de o boyutun meleklerini görürler.
Ve dahi cehennemi, içindeki canlıları tıpkı yanıbaşlarını seyrediyormuşcasına seyrederler. Çünkü ruh görüşünde mesafe kavramı yoktur!
İşte dinde bahsedilen, ölümü tatmış kişilerin kabir âlemlerinde cehennemi seyretmeleri olayı bu şekilde gerçekleşir... Bu konunun tafsilini “İNSAN ve SIRLARI” kitabımızda bulabileceksiniz inşallâh...
Keza, “Samanyolu” dediğimiz yıldızlardaki cennetler dahi, bu görünen madde yanları itibarıyla değil; algıladığımız madde yapılarının atomaltı boyutunu teşkil eden dalga ikizleri itibarıyladır!
Ne var ki, bugün bizim madde beden algılayıcılarımıza göre içinde bulunduğumuz ortam nasıl madde kabulümüzü oluşturuyorsa; aynı tarzda, o boyutta da içinde bulunduğumuz ortam -şu an bize GÖRE dalga boyut olmasına rağmen- bize madde ortam olarak gelecektir.
Buna karşılık “cennet”ler denilen sayısız gezegenlere giden holografik dalga bedenler (ruhlar) ise kendi türünden olan oradaki sayısız varlıklarla görüşüp konuşmak, ilişki kurmak; orada kendisindeki üstün güçler dolayısıyla dilediği gibi tasarruf edebilmek imkânına kavuşacaklardır!..
Âdeta tâbiri câizse, o gittiği gezegenlerin tanrısı (!) gibi olacaktır!
Zira, kendisi, ALLÂH’ın yeryüzündeki Halifesi olarak meydana getirilmiş ve sayısız İlâhî güçlerle donatılmış ve bezenmiştir.
Hâlbuki o gezegenin kendine has varlıkları, insanda bulunan bu toplu güçlerden yoksundur.
Dolayısıyla, “cennet”e gidenler, hiçbir gözün görmediği, hiçbir kulağın duymadığı, hiçbir dilin söylemediği nimetlere kavuşacaktır... Bizim bu konudaki bütün tahayyülümüz yetersiz kalır.
O cennetlere giden kişiler yaş mefhumundan berîdirler. Orada, dede-nine, anne-baba, kardeş-evlât-torun gibi mefhumlar yoktur... Herkes aynı yaştadır.
O gidilen ortamda benzeri güçte veya ilim seviyesinde olanlar bir arada olacaklar; o ilim veya enerjiye daha az ölçülerle ulaşmış olanlar da kendi ortamlarında yaşayacaklardır.
Belki bu Dünya’da çok sevdiğin, yakınında olan bir kimse öbür dünyada çok uzak düşecektir.
Bir gün evvel neleri yaşarsan yaşa... Bir gece evvel uyku sırasında gördüğün rüyada neleri yaşarsan yaşa; sabah uyandığın zaman, hele üstünden birkaç saat geçtikten sonra, o gördüklerin senin için ne ifade ediyor?..
Dün dünde kalıyor, gece gecede kalıyor! Şayet hapiste işkence görüyorsan, gece en güzel rüyayı görsen de, uyandığın ortamda bu ne ifade eder?..
İşte bu madde dünyasına gözlerini kapattığın anda, yeni ortamında gözlerini açacaksın ve bu dünya yaşantısı senin için az evvel yaşadığın bir rüya gibi olacak... Uykudan kalkmışçasına, Dünya’da yaşadıkların bir değer ifade etmeyecek ve içinde bulunduğun ortamın şartları ile başbaşa kalacaksın!
Öyle ise bütün mesele senin, sadece bu Dünya’da bırakıp gideceğin şeyler için değil; yetecek ölçüde, ölüm ötesi yaşantıda sana lazım olacak şeyler için çalışma yapmandır... Bu dünya tarlasında, ruhuna ne ekersen, ölüm ötesindeki yaşantıda da onun mahsulünü toplayacaksın!
Eğer bu Dünya’da yaşarken, sana verilmiş bu İlâhî güçleri, beynine bahşedilmiş bu İlâhî özellikleri keşfedip kullanamazsan, ölümü tattıktan sonra bir daha bunları ortaya çıkarabilmen kesinlikle mümkün değildir. Çünkü Kur’ân-ı Kerîm’de tekrar edilen birçok âyet bu hususa işaret eder:
“Nihayet onlardan birine ölüm geldiğinde dedi ki: “Rabbim beni (dünya yaşamına) geri döndür. Tâ ki (önemsemeyip) uygulamadığım şeylerde (iman üzere yaşamda, kuvveden fiile çıkarmadıklarımda) sonsuz geleceğime yararlı çalışmalar yapayım!”...
“Hayır (geri dönüş asla mümkün değil)! Öyle bir şey söyler ki geçerliliği yoktur (sistemde yeri yoktur)! Arkalarında yeniden bâ’s olunacakları sürece kadar, bir berzah (boyutsal farklılık) vardır (geri dönemezler; reenkarnasyon da {ikinci defa dünya yaşamı} mümkün değildir)!” (23.Mu’minûn: 99-100)
“Yanma aşamasına geldikleri zaman: “Keşke geri döndürülsek, Rabbimizin delillerini yalanlamasak ve iman edenlerden olsak (Rabbanî özelliklerimizi, Esmâ’dan kaynaklanan kuvvelerimizi değerlendirsek)” dediklerini bir görsen!
Hayır, önceden gizliyor oldukları (kendilerine verilmiş hakikat bilgisi şimdi) kendilerine zâhir oldu! Eğer geri döndürülseler elbette (gene) yasaklandıklarına geri dönerlerdi! Şüphesiz ki onlar yalancılardır!
Dediler ki: “Dünya hayatımızdan başkası yoktur! Yaşamımız devam etmeyecektir!”
Rablerini müşahede sürecinde (hakikatlerindeki Esmâ kuvvelerini fark ettiklerinde) bir görsen! “İşte, Hak bu değil miymiş!” dedi... “Evet, Rabbimizmiş!”dediler... “Öyle ise, hakikat bilgisini inkâr eden olmanızdan dolayı şimdi tadın azabı!” buyurur.” (6.En’am: 27-30)
Evet, söz “ÖLÜM”e gelmişken, halk arasında tamamıyla yanlış bilinen bu mevzuyu da elimizden geldiğince açıklayalım...