Karanlık Zamanlar Kayıp Uygarlıklar

MURATS44

Özel Üye
aids.jpg
Kur’an’da genel planda en çok iki milletten bahsedilir. İnananlar/Müminler ve İsrailoğulları. Neden İsrailoğulları denmiş?
Hz. Yakup’a attıkları mitolojik bir iftira bu. Peygamberlerini bile kendi sapık zihniyetleriyle tasvir etmişler. Tıpkı Hz. Süleyman’ı büyücü olarak adlandırdıkları gibi. Sözde, Yakup Allah’ın kaderine karşı geliyor ve bu kaderi yönlendirmek için onunla güreşmek istiyor. Kazanırsa kaderine hükmetme ayrı*calığını alacaktır. Neticede güreşiyorlar ve Yakup Tanrı’yla (burası biraz muallaktır) yenişemeyip berabere kalıyor.
Tanrı ile yenişememek ne demek? “En azından yenilme*yecek kadar güçlüyüm,” demektir. Burada da şeytanlık yapıp belki yandaş bulamazlar, diyerekten bu kısmı ayarda tutmuş*lar. Neticede İbranice’de Tanrıyla güreşen manasında kendile*rine Yakup’tan dolayı İsrailoğulları denmiş. Kuran bir çok kavmi ve peygamberi kimlik isminin dışında halk indinde bi*linen ismiyle anar. Bir insanın isminin ne olduğundan çok na*mının ne olduğu önemlidir. Yani ortaya nasıl bir kimlik koy*duğu ve toplumda nasıl tanındığı…
Nuh Tufanı’nı öncesine kadar geri gelelim. Bu zihniyeti çözebilmemiz için bu gemide geçen bir diyaloğu vermenin yararlı olduğuna inanıyoruz.
Hazreti Nuh, tufanın Tennur’un feveran etmesinden anlamış, son bir kez gemiyi denetlemek istemişti. Nuh, gemide hiç bilmediği, sünepe, üstelik davet etmediği birisini görmüş. Kendisine sert çıkıp derhal inmesini söylemiş. Bu yaşlı ve mendebur adam kendisinin Şeytan olduğunu söyleyince Nuh kendisini tepelemek istemiş. “Hem dünya insanlığını yoldan çıkarıyorsun, felaketlere sebep oluyorsun hem de utanmadan gemiye binip kurulacak yeni uygarlıkları zehirlemek için bi*zimle geliyorsun” demiş.
Şeytan hiç oralı olmayarak:
Biliyorsun, ben Allah’tan izinliyim. Hani benim kıyame*te kadar izinli olduğumu söylemişti ya! Ne çabuk unuttun? demiş
Hz. Nuh üzgün; ancak mecburen bu cevap karşısında sus*muş.
Şeytan:
Bak, öyle suratını asma, canım! Bizim de yol ücretini ve*recek bir şeyimiz vardır elbet! deyince, Nuh:
Senin verecek hayırlı neyin olabilir, pis lani!.. demiş.
Şeytan da:
Bak, benim yeryüzünde tüm insanları yoldan çıkardığım beş silahım (stratejim) vardır. Bunların üçünü sana öğretece*ğim ancak ikisini öğretmeyeceğim. Bunları evlatlarına öğretir*sen ve demuygularlarsa onlara hiçbir zararım dokunmaz, demiş.
Nuh:
Tamam, Ey Lani (lanetlenen)! Neymiş bu üç şeyin? diyecekmiş ki, Cebrail Aleyhisselamı görmüş.
Cebrail:
Ona söyle; sana öğreteceği üç şey kendine kalsın, öğretemem dediği iki şeyi söylesin…
Nuh hemen Şeytan’a aynen demiş. Şeytan şaşırmış.
Bunu sen akıl edemezsin, sana kim söyledi? Demiş.
Nuh:
Cebrail, diye cevap vermiş.
Şeytan, kendi kendine “demek ki bu Allah’ın istediği bir şey” diyerek ve devam etmiş:
Bak, benim bu iki silahımla yoldan çıkaramadığım pek nadir insan olmuştur. Tüm uygarlıkları perişan eden, toplum*ları birbirine düşürdüğüm şu iki şeydir.
Nuh, daha fazla dayanamamış:
Haydi söyle, söyle artık! demiş.
Şeytan, kibirli bir sesle:
Hırs ve Kışkançlık! demiş.
Nuh, henüz bu iki silahın ne kadar güçlü olduğunu anla*yamadığından:
Nasıl yani? demiş.
Şeytan sormuş:
Hz. Adem’i cennetten ne çıkardı?
Nuh:
Ne çıkardı?
Şeytan:
Hırsı değil mi?… Allah ona o kadar güzellikler, mekanlar, sonsuz imkanlar bahşetti; sadece ve sadece tek bir şeye dokunmamasını istedi. Buna rağmen gözü doymadı, uzana*mayacağı, haddi olmadığı şeye uzandı. Üstelik o kadar akıl almaz nimetler içindeyken.
Nuh atası Adem adına üzülmüş. Çünkü bu hırsın çok pa*halıya mal olduğunu anlamış. Ancak yine soramadan ede*memiş:
Peki ya kıskançlık?
Şeytan kısa bir cevap vermiş:
BEEEEEN!…
Nuh yine şaşırmış:
Nasıl?
Şeytan:
Ben Allah’ın indinde değerli, âlim bir varlık değil miy*dim? Üstelik yeryüzünde daha önce yaşamış ve yoldan çıkmış kavimlerin halini görmüştüm. Onların arasından seçilmiştim. Buna rağmen Allah’ın eşrefi mahlukat dediği insana sırf onun sanatına yoktan var etmesine hürmet etmek yerine; çamurdan yaratılmış diye terbiyesizlik ettim. Oysa biliyordum ki Allah en adi şeyden bile en değerli şeyi yaratabilir. Buna rağmen aklımı kontrol edemedim, kıskandım ve sanatına hürmetsizlik ettim. Gördün mü kıskançlık beni ne hale getirdi? İnanan her*kesin lanet ettiği, Allah’ın katından kovulmuş adi bir varlık, deyip oradan uzaklaşmış.
Bir de insanları ve devletleri yoldan çıkaran hakimiyet dürtüsü var. Bu konuyu araştırdığımızda bu hakimiyet dürtü*sünün hem adalet, birlik, eşit paylaşım, hakça idare olduğu gibi insanları sömürmek için de kurulabildiğini görüyoruz. Hak ve batıl burada da karşı karşıya.
Araştırmacılar yeryüzünde 4 kişinin dünyaya hakimiyeti kurduğunu söylerler. Bunların ikisi ilahi menşeli olup Hazreti Süleyman ve Zülkarneyn. Diğer ikisi de Nebukadnezar ve Bühtünnasr. Bazı rivayetler bunların aynı kişiler olduğunu da söyler. Bu iki isim ise hegomonik, zulmeden Nemrut Krallarını temsil ediyor.
Buradan, az evvel değindiğimiz masonik yapılanmanın kurucusu Hiram Usta’ya gelmek mümkün. Hiram Usta’yı çözmek için önce Kral Süleyman dedikleri Hz. Süleyman’ı te*ferruatıyla anlamak gerekiyor. Ondan sonra da bu bilge kralı dünyaya nasıl tanıttıklarına da değinmek. Böylelikle dünya tarihinin nasıl yanlış bilgilendirildiği bir kez daha örneklenmiş olur.
Hz. Süleyman iktidar olduğunda, insanlar bütün işlerini adeta büyüyle görmeye çalışıyordu. Süleyman öncelikli olarak kullandığı metafizik güçlerle yeryüzündeki büyü reçetelerini toplatıyor, pek çoğunu yaktırıyor, bir kısmını ise tahtının al*tında saklıyordu. Demek ki bu ilmin yeryüzünden tamamen kalkması istenmiyordu. İnsanlığın büyüyle imtihanı henüz bitmemişti demek?!
Hz. Süleyman öldüğünde, kavminin ileri gelen bir takım hahamları bu büyüleri tahtın altından çıkardılar ve Resûllüğünü bilmelerine karşın ona iftira atmaya başladılar. Süleyman’ın bu ihtişamlı saltanatını büyüye dayandırıyorlardı. Büyü reçeteleriyle tüm dünyaya hakim olduğunu sanıyorlardı. Öyleyse “biz de olabiliriz” niyetiyle hareket etmeye başladılar. Her şey o zaman değişiyor ve ortaya Kabala değimiz bir büyü, büyü*cülük ilmi çıkıyor. O günden bu yana dünya bu büyülerle ida*re edilmeye çalışılıyor.
Orkun Uçar: Bakara suresinde; yeryüzünde iki ilim var, biz bu iki ilmi Harut ve Marut ismiyle indirdik, diye bu gizli ilmin bir imtihan vesilesi olduğundan söz edilir.
Yasak Elma’nın yenilmesini de, Yunan ve Roma mitoloji*sindeki Pandora’nın Kutusu’na, Ikarus’un güneşe yaklaştığı zaman kanatlarının yanıp düşmesine, Prometheus’un ateşi çalıp insanlara vermesine benzetebiliriz.
Nasıl bir ateş çalıp insanlara verildi, acaba burada üstün bir gökyüzü kenti mi vardı ve ilkel insanlara bir bilgi mi indi? Veya Pandora’nın Kutusu açıldı da laboratuarda üretilen has*talıklar mı yayıldı yeryüzüne? Ikarus gökyüzünde gezen bir uçan araç mı kullanıyordu? Bunlar da gizli ilimler ve maji içe*rikli olaylar olabilir.
Harut ve Marut’un yeryüzüne büyüleri getirmesi üzerin*de pek durulmuyor. Araştırmacı yazar Murat Bardakçı şunları yazmıştı:
“İsimleri Bakara suresinde geçen Harut ve Marut adındaki iki meleğin öyküsü zamanla efsane halini almış, söylentiler dini konu*lardan edebiyata kadar uzanmıştır. Kur’an’ın dışında kalan bütün bu rivayetler aslında İsrailoğulları ‘ndan alınmadır.
Harut ile Marut hikayesi efsanelere girmiş, haklarında birçok söz edilmiş iki meleğin öyküsüdür.
Rivayete göre; Harut ve Marut, İdris yahut Süleyman peygam*ber zamanında insanoğlunun kötülüklerine dayanamamışlar ve Tan*rı ‘ya şikayette bulunmuşlar. Tanrı, ‘Ben onlara şehvet verdim. Size de versem, onlardan kötü olursunuz!’ demiş. Melekler kötülük etme*yeceklerine dair söz vermişler. Tanrı her ikisine de şehvet vermiş ve Babil’e inmişler.
Kur’an’da ikinci sure olan Bakara suresinin 102. ayetinde bun*lardan bahsedilmektedir: Harut ile Marut, Babil’de halka sihir öğ*retmeye başlarlar. Öğrenmek isteyenlere önce ‘Biz, Tanrı tarafından imtihan için gönderildik. Sihir öğrenen kafir olur’ derler ama gelen*ler ısrar ederse sihir yapmayı öğretirler.
Kur’an dışındaki bir rivayete göre ise; Harut ile Marut, Babil’de bir kadına âşık olurlar. Kadın bunlara teslim olmak için şarap içmele*rini yahut putlara secde etmelerini şart koşar. Şarabı seçerler ama içtikten sonra putlara da secde ederler. Tanrı, kadını bir yıldız yapar, her iki melekten de dünya azabıyla ahret azabı arasında seçim yapma*larını ister. Dünya azabını seçtikleri için halen ayaklarından başaşağı olarak Babil kuyusunda asılı durmaktadırlar. Halk, güya bu kuyu*nun kenarına gidip sihir öğrenmeye devam etmektedir.
Başka bir rivayete göre ise hadisenin kahramanı Harut yahut ‘Aza’, Marut yani ‘Azaba’ ve ‘Azriyail adlı üç melektir ve insanları kınadıkları için Babil’e gönderilmişlerdir. Üçüncü melek gelişinin daha ilk günü zayıflığını anlayıp Tanrı’dan af diler ve tekrar göğe çıkar. Diğer ikisi, âşık oldukları kadına ism-i azamı öğretirler, kadın göğe çıkar ama Tanrı onu bir yıldız yapar, iki meleği de Babil kuyusunda asılı bırakır.
harun-marut.jpg

Temsili Resim. Harut ve Marut kıyamete kadar bir kuyuda başaşağı bağlı olarak cezalarını çekmektedirler. Bütün bu rivayetler İsrailoğulları’ndan alınmadır. Tevrat’ın ‘Tekvin’ kısmında adları Şamhazay ve Azael olarak geçer. Sözü edi*len Kadın ise Zühre yani Nahid’dir. Ermenilerin de eski devirlerde Horut ve Morut adında iki mabudları vardır.”
 

MURATS44

Özel Üye
İnsanlığın toplu hafızasında kalan korkutucu birçok unsur, kurt adamlar, vampirler, ecinniler, büyücüler esasında karanlık dönemden insanların hafızasında kaldı. Belki de “Dr. Monroe’nun Adası” adlı filmdeki gibi eski çağlarda bilim veya büyü yoluyla deneyler yapıldı. Karanlık çağlarda efsaneleri doğuran, insanlığa büyük acı veren güçlü krallar veya planlar oluştu. Böyle kayıp çağlar var.

Geleceğe bağlı korkularımız da acaba geçmiş dönemdeki korkularımızdan kaynaklanıyor, geçmiş korkularımız genetik olarak insanlık hafızamızı etkiliyor olabilir mi? Mesela birçok insan, robotlar tarafından ele geçirilmiş veya insanlığın köle edilmiş olduğu bir gelecekten korkuyor…
Hakan Yılmaz Çebi: Bu “giz” ilmi, daha doğrusu “giz imtihanı” Harut ve Marut denilen melek şeklinde iki melekle yeryüzüne indi ancak bu ilmin bir imtihan vesilesi olacağı kendilerinden bu ilmi talep eden herkese öğretildi. Bugün de bu tarz ilmi veren iyi insanlar, seçtikleri insanlara bu ilmi kötü niyetle kullanmayacaklarına dair kaç defa yemin ettirirler; an*cak insanoğlu ihtirasların varlığı. Akıbetini bile bile bu ilmi azami derecede suistimal edebiliyor.
“Geçiş Formu” denilen varlıklardan bahsetmek mümkün elbet. Ciddi ilim adamları mütekamil insan yani adem oluşana kadar oluşmuş geçiş formlarının olmadığından bahseder. Yani balıktan sürüngene, sürüngenden maymuna, maymundan ilkel insana, ilkel insandan da bugünkü görünümündeki insa*na geçebilmek için arada bir takım geçiş formlarının olması gerekir. Bir balık bir anda sürüngen olamaz. Haliyle hayal mahsulü karışık zihinlerin tezleri bunlar. İkincisi; bir geçiş formu olduğunda, o ara varlıkla asıl varlık arasında bir çatışma çıkmaz mı?
Şimdi bugünlerde bir takım insanlar çıkıp “İnsansı” de*dikleri varlıklardan bahsediyorlar. İnsanın evvelinde bu gelişmemiş varlıklar varmış. Bu tarz insanların kendilerine dik*kat! Çoğunlukla cinlerle uğraşan insanlardır bunlar. Bunlar bir süre bu varlıkları kullanırlar; ancak kullandıkları cinler hep tetiktedirler, zira kullanılmayı kendilerine yediremezler. Ama şifreleri başkalarının elindedir. Günü geldiğinde kendilerini kullanan insanları yanlış yapmalarını beklerler ve aradıkları fırsat ellerine geçtiğinde bu defa onlar bu insanı sezdirmeden kullanmaya başlarlar. Ona öyle bir yükleme yaparlar ki adeta ayaklarını yerden keserler. Adam “ben neymişim?!” demeye başlar. İşte bu tarz iddiaların ardında “ben neymişim” diyen adamlar vardır. İnsanlık tarihi ve öncesi ilahi eserlerde açıkça anlatılmış. Adem yeryüzüne indirilmiş ve bir batında doğan kardeşler diğer batında doğan diğer kardeşlerin farklı cinste olanlarıyla evlenerek çoğalmış.
Tamamen İsrailiyat kokuyor bu tarz çıkışlar. Halihazırda İslam dinine format atmak gibi bir gündem var ortada. Protes*tan Müslümanlık çalışmaları tüm hızıyla sürüyor. Bu modeli taşıyacak, yaşatacak, kullanılmaya müsait tiplere ihtiyaç var.
Az önce masonların simgesi olan Hiram Usta’dan bah*setmiştik. Hiram Usta, “zihin işleyen usta”yı simgeler! Hiram Usta’nın elindeki örs, insanların zihinlerinin masonik lobilerde dövüleceği yerleri; çekiç de telkin araçlarını, yani medyayı temsil eder.
Orkun Uçar: “G”nin de Geometri değil Gaia olduğu söylenir. Bir de Hiram Usta niye çırakları tarafından öldürülmüştür, bu da muallak.
Hakan Yılmaz Çebi: Şer de olsa elde ettikleri ilmi reddemeyiz. Bir kere çok profesyonel organize oluyorlar. Şimdi bunların 33 dereceli masonik bir yapılanma modelinden bahsediyoruz. Hiçbir ülkede bu 33 basamak tamamen sırlarıyla birlikte öğretilmez. Bir takım derecelendirmeler her ülkeye göre eksik bırakılır. Diyelim 7 ile 13 arası derecelendirme ve sırları Türkiye’de “es” geçilirken, Fransa’da 5 ile 9 arası “es” geçilir. Bu her ülkede farklı farklıdır. Niye tamamen sırlarının anlaşılmasını istemiyorlar? Çünkü sistemin çözülmemesi ge*rekiyor. Hep bir gizem içinde kendi kendine karizmatik dün*yalar kuran bir varlık olarak yaşasın diye?
Bunun yanında tüm bu derecelerin üstünde bir de 34. derece var. Bu makama geçmiş bir insan şeytanla trans yapa*biliyor ve bu trans sırasında sol elini 3, sağ elini ise 4 yaparak 34. dereceye ulaştığını ifade eder. Bu, şu anda şeytan içimde, ağzımdan çıkan her şeyi not edin demektir. Bu durumda üstad mason tıpkı saralı bir insan gibi sürekli titrer, dişlerini sıkar ve ağzı köpükler içindedir.
Ayrıca “G”nin anlamı Siyonistlerce çok önemli. “Şeytan’ın Hakimiyeti”nin harfsel anlatımıdır.
“GRAM” en büyük şeytanlarının adıdır. Onun için bir çok markanın veya deyimin içinde bu ismi hakimiyet kurmak için sinsice yerleştirirler. İnsanlar da bu ismi bilmeden kullanırlar. Ayrıca mason localarındaki gönye ambleminin içinde hep bu “G” harfi vardır. Üstelik A.B.D’nin İran’ı vurmak için geçtik*leri alarm durumu da “G” alarmıdır!..
Şimdi bu açıklamadan sonra geniş açı değerlendirdiğimiz konuya dönecek olursak, işte Mu’nun da Atlantis’in de sonu*nu bu insansı şeytanlar getirdi. Diğerleri ise korkaklıklarının, teslimiyetlerinin bedelini onlarla birlikte ödedi. Bir avuç seçil*miş hariç.
Genelleme yaparsak, yeryüzünde belli başlı belirgin iki karakter var. Çakallar ve Arslanlar. 18. yüzyıl emperyalizm çağının başlamasıyla birlikte yeryüzünün iklimi çakallara uy*gun hal aldı ve o günden bu yana yeryüzüne çakallar hakim oldu. Şimdi konjonktür arslanlardan yana dönmeye başladı.
Ve çakallar yeryüzünden ya silinecek ya da dağlara çekilecek*ler. Zira Arslanlar mağaralarından çıkıyor. Bu açıklama birçok felsefeci tarafından bu şekilde yapılıyor. Herkes dünyada yeni bir dönemin, güzel bir dönemin başlayacağında iddialı. Şahsen bu konuda sır kitabımızın Metafizik İstihbarat verilerine ait bölümünde 144 Bin, Alnı Mühürden bahsettik. Bu bir yö*nüyle bir müjde. Zira dünyayı dönüştürecek adamlar bunlar.
Orkun Uçar: İsrail’in yeni dünya düzenindeki yeri, sırları nedir? Birçok şeyi yönlendiriyor, yönlendirmek istiyor.
Öte taraftan dünyaya hakim olan iki kötüden biri olarak saydığımız Nebukadnezzar, İsrail’in en azılı düşmanlarından biri sayılıyor…
Bu isim Kudüs’ü ele geçiren, tapınağı yıkan, Yahudilerin bir kısmını da sürgün olarak Babil’e götüren adam… Derler ki, bugünkü Yahudi milletinin dünyaya yayılmasında, kültürleri*nin kaybolmamasını sağlayan Talmut kanunları Torah Babil’de oluşturuluyor ve orada büyük kötülük örgütü Babil Kardeşliği kuruluyor.
nebukadnezar11.jpg
Yahudilerin bugünkü kültürlerinin temelini oluşturan kin ve insanlık düşmanlığı oradan mı kök buluyor acaba?
İsrail tarihi çalışılmış, kurgulanmış, ustaca yontulmuş bir iş gibi gözüküyor…
Peki, İsrailoğullarının Atlantis ve Mu gibi eski efsanelerde yeri var mı? Çünkü görece yeni bir ulus bu. Hz. İbrahimin oğlu Hz. Yakup, İsrail adını alıyor, oradan çıkıyor, ondan önce bir şey var mıydı? Bu soruların cevabını bulmak gerek.
Hakan Yılmaz Çebi: Milis General Cevat Rıfat Atilhan, Hitler’le birlikte dünyada en büyük Yahudi düşmanı olarak kabul edilir. Cevat Rıfat Atilhan’ın bir istihbarat subayı olma*sının yanında, Yahudiler ve gizli çalışmalarıyla ilgili 72 eseri vardır, Kendisi tam donanımlı bir İsrail uzmanıdır.
- “İsrailoğlu” kelimesinden yola çıkarsak, bir takım açıkla*malar yapılabilir. Atilhan, “İnsanlığın Katili Siyonizm” adlı eserinin ilk bölümünü, Beni İsrail Kabilesi’ne ayırır. Bunların tarihin göçebe ve bedevi bir kavmi olduğundan dolayı doğru dürüst tarihlerinin yazılamadığını söyler. Hatta Sümer tari*hinde adlarının “Habiru” yani “Hırsız” olarak geçtiğine vurgu yapar. Ve bu kavmin en belirgin özelliğinin, üretmeden kazanmak yani başkalarının emeğini pazarlayarak, sömürerek kazanmak olduğuna örnekler getirir. Zaten Avrupa’ya yayıl*dıklarında feodal dönemin ağalarının yanında yine bu tarz parayla iştigal eden işlerde çalıştıklarını görüyoruz. Feodal Avrupalı ailelerin vekilharçları olan bu adamlar, aynı zaman*da da tüm Avrupa’ya büyücülüğü yaymalarından dolayı bir*çok defa giyotinle cezalandırılmışlardır. Avrupa’da milliyetçi*lik akımı altında bölücülük yaparak devletleri parçalayanlar da bunlardır.
Orkun Uçar: Aslında “İsrailoğlu” diye bir kavmin olma*dığı da söyleniyor. Akhenaton adlı bir Mısır firavunu M.Ö. 1372-1354 yılları arasında tek tanrılı bir din kuruyor. Bazı teori*lere göre Hz. İbrahim’in Akhenaton olduğu, Musa’nın da bu*nun prensi olduğu söyleniyor. Hatta birkaç tane Musa var. Yaptıkları Tevrat’taki Musa’ya çok uyan Mısırlı bir generalden bahsediliyor:
Mısırlılar, Akhenaton öldükten sonra eski dinlerine dö*nerken, rahipler tarafından bu firavun neredeyse lanetleniyor. Onun inancında kalanlar sürülüyor. İşte bir görüş bunların İsrailoğlu olduğunu söylüyor. Bu bir görüş, fakat terslik şu: Akhenaton’un dini Yahudi dinine benziyor ve kaynaklık ede*bilir ama tersten baktığınızda Kenan ilinden gelen Hz. İbra*him’in soyunun tek tanrılı Akhenaton dinine kaynaklık ettiği daha akla uygun.
akhenaton12.jpg
Daha sonra Babil kralının oluşturduğu bir askeri birlikten, bu birliğin adinin “İsrail Efendinin Savaşçıları” anlamını taşı*dığından bahsediliyor. Komutanlarının adının Musa olduğu bir tür askeri birliğin, İsrailoğlu kabilesini oluşturduğu söyleniyor. Hatta “Mısır’dan çıkış” adı verilen olayın Mısır’da değil, Babil’de gerçekleştiği ama hahamların Babil kısımlarının Babilde esaret altında olduklarından dolayı Mısır diye değişti*rildiği söyleniyor.
Hakan Yılmaz Çebi: Bir Türk tarihi, bir Çin tarihi gibi oturmuş yerli yerinde bir kültür bulamıyoruz karşımızda. Cevat Rıfat Atilhan’ın eserleri bu konuda hayli yeterli açıklamalarla doludur. 1950-70 yılları arasında yazılmış bu eserlerde o za*manlardan öngörülmüş birçok konu hayret verecek derecede gerçekleşmektedir. Bir insan, Musevi olarak doğabilir ancak Siyonist bir Yahudi olmak ayrı bir şey. Bu bir tercih meselesi. Bir insanın Musevi olmasını kınayamazsınız ancak Siyonist olmasını da hoş göremezsiniz. Siyonizm, şovenist bir yapılan*madır. Ve dünyayı felakete sürükleyen gizli güçleri kullanan ezoterik bir yapısı vardır.
Karşımızda tam bir emperyalist zihin var. Avrupa’da kralların ve feodal derebeylerinin vekilharçları bunlar. Osmanlı döneminde, özellikle Kanuni döneminde saraya sızmalarına rağmen yine de toplumu sömürmeyi maharet bildiler. Zaten gizlenen Tevrat yasaları kendileri dışında her insanı sömürebileceklerini söylüyor. Nitekim onlar da Osmanlı İmparatorluğu tebaasıyken altın paraları dahi sağından solundan tel makaslarıyla kırpıp biriktirecek kadar aç gözlü ve hırsızdılar. Dünya tarihinde medeniyet kurdukları tek bir tarih var. O da yaklaşık 70 yıl süren Hz. Süleyman devri. Ancak, Süleyman öldüğünde ona dahi büyücü diyecek kadar nankördüler. Bunun yanında eski kaynaklarında Süleyman’la Hiram Usta’yı sinsice karşı karşıya getiren kıssalardan bahsederler. Bu kıssalardan birin*de, Hiram’ın yüz binlerce amele alayını idare edip tek bir ba*kışta kontrol edip yönetmesini “Süleyman’ın adeta nutku tu*tuldu” diye keyifle tasvir ederler. Kendi peygamberlerine dahi böylesi bir nankörlüğü sergileyen Siyonist düşünceye karşı tüm insanlığı uyarmak kutsi bir vazife olsa gerek.
Orkun Uçar: Tapınak Şövalyeleri de aslında bir tür masonik yapılanma şeklinde varlığını ortaya koyuyor.
Bilim kurgu yazarı Isaac Asimov’un “Vakıf” adlı ünlü bir serisi vardır. Vakıf serisinde şöyle bir hikaye anlatılır:
10 bin yıllık bir galaksi imparatorluğu çökmek üzeredir. Hari Seldon adlı bir bilim adamı çıkar, “psikotarih”le yani ma*tematik yoluyla galaksi imparatorluğunun çökeceğini görünce bir ansiklopedi yazılması gerektiğini düşünür ve çok uzak bir ortamda kaynakları yetersiz bir gezegen kullanır. Birinci vakıf kaynakları yetersizdir ama bilim gücü vardır, etrafındaki kral*lıkları yavaş yavaş ele geçirir. Bu sırada gizli olarak ikinci vakıf da kurulur. O da zihinleri kontrol eden bir vakıftır.
Çok güçlü bir düşmana karşı birinci vakıfa yardım eder ikinci vakıf… Fakat birinci vakfı yönetenler zamanla “bunlar bize niye yardım ediyor?” derler, herhalde kendi çıkarları için. Orada elli kişinin asıldığı bir olay olur.
Şimdi dünya masonlarının liderliğini yapmış Isaac Asimov bu seriyi gençken yazmış ve bazı insanlardan yardım almış. Astounding Magazines editörü John W. Campbell’ın himayesinde yazdığı belirtiliyor bunları.
Tapmak şövalyelerinin yok edilmesi sırasında 50 kişi kur*ban seçilir, bunların başı Jacques De Molay. Yüzyıllar sonra Fransız ihtilalinde kralın başı giyotine giderken kalabalıktan birinin, “Jacques De Molay, öcün alındı!” diye bağırmış.
 

MURATS44

Özel Üye
jaquesdemolay.jpg
Masonların veya Tapınak şövalyelerinin amacı, yeni tek dünya imparatorluğunu kurmak. Roma imparatorluğundan sonra tek dünyayı yönetecek yeni Roma imparatorluğunu kurmak; bütün plan bu. İskoçya’da Masonluk kuruluyor, Al*manya’da Gül Haç, Portekiz’de Katharlar … Bunların hepsi Tapınak Şövalyeleri’nin devamı olan planın parçaları ve planı gerçekleştirmek için hareket eden kimseler.
İlluminati kuruluş noktasında, aslında Luther ayaklanmasıyla ilgili. Yani “aydınlanma” adını alıyorlar. Bunlar için Lucifer yani Şeytan da ışık getirendir. Buradaki esas amaç, kilisenin baskısını, enginizasyonu yıkmak.
İlluminati, Almanya’da 1776′da kuruluyor. Fakat öncesi İtalya’ya dayanıyor. Daha sonra Masonlarla birleşmeden bah*sediliyor, fakat esasında hiçbiri değişmiyor, İlluminati’nin bir bilim tarikatı gibi algılanması, ışık getiren nisbetinde, bu bilimi dinle çatıştırma noktasında bir örgüt olduğunu düşünebiliriz. Vatikan’a ve Papa’ya karşı çıkan bilim adamları yani.
Günümüze gelirsek, II. Ortaçağ yaşanıyor artık. Bu kez Kuantum şifresiyle bilimin altına inanç, daha doğrusu Katolik dinini ve çıkarlarını koymaya çalışıyorlar.
II. Ortaçağ’dayız ve bu sefer, din bilimle barışık hale geti*rilecek. Batı’da Doğu’ya karşı bir güç birliği karşımıza çıkıyor.
Çatışmalar için zaman zaman milliyetçilik, ekonomik sa*vaş çıkıyor, ardından tekrar din çıkıyor, bu üçü dönüşüp du*ruyor… Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik çıktı, ardından SSCB ile komünizm ve ABD ile kapitalizm çatıştı… Sonra ABD ve Japonya ekonomik bir savaş yaptı.
Şimdi sıra Medeniyetler Çatışması, yani Yeni Haçlı Seferi’ne geldi. Ama altını çizelim: Din, bu sefer çok donanımlı ve geçmişten ders alarak geldi.
II. Ortaçağ’ın temeli şu: Bu sefer bilimi de arkasına alarak insanlığa tamamen hakim olmak…
Dikkat edin, Batı’daki politikacıların söylemlerinde dini mesajlar ön plana çıkmaya başladı. Amaç, teokratik bir dünya düzeni altında belki de sonsuza kadar insan suratının bir çiz*me altında ezilme si. Bu açıdan çok önemli bir noktaya geldik fakat birsoru akla takılıyor. Bu güçler çatışması içinde İsrail çıkarları ile Batı çıkarları çatışmıyor mu?
Ben Batı’nın İsrail’i kullandığını düşünüyorum…
Envanjelikler şuna inanır: Kader engellenemez ama hızlandırılabilir.
Onların mantığına göre, Ortadoğuda büyük bir İsrail dev*leti kurulması gerekiyor. Mesih gelsin diye… Armageddon savaşı yapılacak. Bunu bile bile İsrail’e yardım ediyorlar.
Hakan Yılmaz Çebi: Bugün İsrail’de, Meciddun Dağlarında bir bölge var. Bu bölgede özel bir mezarlık var. Bu me*zarlıkta yatabilmek için 1995 yılında ödenen para 100 bin do*lardı. Düşünebiliyor musunuz; bir Amerikan Yahudisi’nin küçük bir toprağa, üstelik mezara ödediği para bu. Bunlar yer*yüzünde bir kıyamet savaşı yaşanacağını bilen insanlar. Haliy*le de insanlığın yeniden dirileceğini, ancak ahirette ilk dirile*cekleri yerin Kudüs yakınlarındaki Meciddun Dağlarındaki mezarlık olduğuna inandıkları için bu parayı veriyorlar. Üste*lik burası Armageddon denilen büyük savaşın çıkacağı yer. Diğer taraftan, Türkiye’de de birçok iş adamının öldükten son*ra mezarlarındaki kemiklerinin ortadan kaybolmasının arka*sında bu neden vardır. Yani asli gördükleri topraklarına rücu etmiştir namzetler.
Orkun Uçar: Kutsal mekanlar, şehirler her zaman çok önemlidir. Bizim için Kabe sadece Hac mahalli olması nedeniyle önemli değildir. Kuran’ı Kerim’de, ‘biz dünyayı Kabe’nin altın*dan uzattık’ deniyor. İlk ibadethane. Kudüs var, İstanbul var, önemli şehirler var; Şam var, Semerkant var, Buhara var.
Hakan Yılmaz Çebi: Bir yerin kutsal olmasının yanında jeostratejik, jeopolitik bir önemi de olabilir. Uluslararası ilişki*lerde ve askeri terminolojide “Hinterland”, kalp sahaları deni*len merkezler var. Dünya hakimiyeti için önemli merkezler buraları. Bu konuda Prof. Dr. Ramazan Özey’in ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun gerçekten pek değerli çalışmaları var. Bu kalp sahaları, dönem dönem değişebiliyor; ancak Türkiye, üç aşağı beş yukarı her zaman bu kalp sahasının içerisinde olmuş bir ülke. Özellikle İstanbul’uyla. Jeostratejik ve jeopoli*tik çalışmalar da bunu gösteriyor.
Dünya tarihine baktığımızda dünyanın özellikle 30. ve 45 paralelleri arasında şekillendiğini görüyoruz. Neden? Çünkü dünya ikliminin en uygun olduğu kuşak burasıdır. Dünyanın en önemli ülkeleri ve birçok başkent de bu paraleller arasında sıralanır. Hatta birbirini teğet olarak kesen onlarca başkentin bir ipe dizilmiş gibi sıralanması da hayli ilginçtir. Bu arada dünyanın gelmiş geçmiş mistik bölgeleri de yine bu sahada. Mu ve Atlantis Uygarlıkları da bu paralellerde yer alıyordu. Bugün Bermuda Şeytan Üçgeni dediğimiz bölgenin yanı sıra Tibet’teki gizem şehri LHASA da bu paralelde yer alır. LHASA şehrinin gizemi ve eski dünya tarihiyle ilgili bilgiler Lobsang Rampa’nın “3. Göz” kitabında detaylarıyla anlatılır.
tibet_lhasa.jpg
Bu arada tarihi eserlerde yeryüzünün kaderinde etkin rol almış 8 şehirden bahsedilir. Bu sekiz şehir; Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Şam, Semerkand, Buhara ve İstanbul… Bu 8 şehrin, dünyanın kaderini belirlediği ifade edilir. Ayrıca bu eserlerde bu 8 şehrin dördünün cennette de bulunduğu ifade edilir. Bunlar; Mekke, Medine, Şam ve Bağdat’tır.
Orkun Uçar: Mesela Mekke’nin diğer şehirlerden farkını da belirtmek gerek. Dünyada kurulan ilk şehir olduğu iddia edilir.
Hakan Yılmaz Çebi: Dünya’nın, Güneş’ten kopan bir par*çayla oluştuğu kabul edilmiştir. Güneşten kopan ve dünyayı oluşturan ilk kopma noktasının Kabe’nin bulunduğu yerden olduğu iddia edilir. Yani sadece Allah’ı hatırlatan, Hz. İbra*him’in inşa ettiği, Hac mahalli değil. Bir de dünya hayatının başlangıç noktası. Yani dünyanın kodlarının çözüldüğü yer. Tersi de olabilir, dünyanın kodlarının bulunduğu yer de diye*biliriz.
Orkun Uçar: Kudüs’te deHz. Muhammed’in Miraç a çıktığı mekanda ayak izleri var. Ayrıca Hz. Süleyman’ın yaptırdı*ğı Mabed var. Kudüs’te Kuran’ın da kutsiyet atfettiği özellikler var. Ancak Kız Kulesi’yle ilgili iddialar da var.
Hakan Yılmaz Çebi: 1800′lü yılların sonlarında yayınlanmış eski bir kitap var. “Enternasyonal Kavga ve Kızıl Ya*hudi Kadrolar”.
Bu eserin yanında Barış Pirzade imzalı ince bir kitap da az sonra aktaracağımız bilgiler yer alıyor. Hatta Barış Pirzade, eserinde YAHUDİ KAREASI diye bir başlık at*mış. Bu “kareası” oluşturan 4 şehirden bahsederken İstanbul’a da yer veriyor.
Diyor ki Pirzade:
Dünya hakimiyeti şu dört şehirden idare edilir:
Londra – Altın Borsasının kontrol edildiği şehir.
New York – Dünyanın Sosyal ve İktisadi yaşamının belir*lendiği şehir.
İstanbul – Balkanlar, Avrasya ve Ortadoğu kontrol merke*zi.
Ve bu üçünün oluşturduğu hakimiyet sahası, Kudüs Mer*kezi.
Diğer taraftan eski tarihlerde İstanbul’un adlarından biri*nin “Dasitan” yani “İlahların Şehri” olduğu söylenir. Neticede, İstanbul üzerine hep bir kutsiyet atfedilmiş. Üstelik bu şehir Hz. Muhammed tarafından da övülmüş ve O’nu fetheden Türk-İslam hakanı ve ordusu yüceltilmiştir.
Az evvel 8 hususi şehirden bahsederken Kudüs ve İstan*bul’u da saymıştık. Eski tarihi kitaplarda İstanbul ve Kudüs arasında geçen tarihi bir hadiseden bahsedilir. Her eşyanın olduğu gibi şehirlerin de ruhu vardır. Eskiler bur tarz varlıkla*rın şahıs planında değerlendirilmelerini “şahsı manevi” olarak nitelendirirler. Yani cansız sanılan varlığın şahıslaşması…
İstanbul’un da böyle şahıs planına geçtiği bir andır ve fet*hedilen acılar içinde olan Kudüs’le alay eder. O’na kendisinin üç tarafının denizlerle kaplı olduğunu hatırlatıp fethedilemeyeceğini söyler. Kudüs’ün yaralı kalbi bu sözler üzerine iyice kanar. Bu kibirlenmesi üzerine Hakk’ın gazabını çeker İstanbul. Ve ahir zamanda iki zillet yaşayacağı söylenir. Bu bilgiyi aktaranlar bu zilletlerden birinin İstanbul’un gemilerle kara*dan fethedilmesiyle boynunun ölçüsünü pek acı aldığını söy*lerlerken, ikinci zilletin de bugün yaşadığımız İstanbul’u İs*tanbul yapan değerlerden sıyrılıp, şehri ‘kötü yola düşmüş bir kadın’ gibi kullanmamızı gösterirler.
İstanbul, Hz. Muhammed’in övdüğü bir İstanbul değildir artık. Sürekli taciz edilen namuslu bir kadın gibidir.
İstanbul, 21. yüzyılın metafizik savaşının yaşandığı çok önemli bir şehir. Bu şehre giren de çıkan da sanki üçüncü bir göz tarafından izlenir! Ve İstanbul’un insanlık tarihinin 23. kategorisine başkentlik edeceği söylenir. Nedir bu kategoriler? diyeceksiniz. İnsanlık tarihi boyunca insanların yaşadığı dö*nemleri kategorilere ayırmışlar. Ve günümüzde yaşanan Kategori’nin 23. Kategori olduğu şeklinde görüşler var ortada. Daha önceki 22. Kategori’nin(33) İsrailiyat olduğu ki bu rakam onlarda “Sevginin Birliği” manasında gizemli bir rakamdır. Şimdi yaşanacak olanın 23. kategori olmasıyla dünyada yeni bir dönem başlayacağı ifade ediliyor.
Kur’an yeryüzüne 23 yılda indi. Bu 23. Kategori, Kuran’ın yeryüzünde ilmen yaşanacağı bir dönem olacak deniyor. Buna ek olarak bir bilgi daha eklemek gerek. İnsanlık tarihi boyunca (ki biz Hz. Ademi 65 milyon yıl önce dünyaya gelmiş olarak kabul ediyoruz) jeomanyetik kutuplar 114 defa yer değiştir*miştir. Yine bu rakamla ilgili olarak Kuran 114 Ayettir denile*rek bir takım tevafuklara işaret ediliyor.
Bu arada jeomanyetik kutupların değişmesiyle birlikte dünyadaki yaşam sahaları Ortadoğu’ya kayıyor. İskandinavya ülkeleri dediğimiz, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerin yıllar geçtikçe yaşanmaz hale geleceği ifade ediliyor. Hatta Türki*ye’nin de kısmen biraz daha soğuyacağı bu bilgiler arasında. Yeni yaşam sahalarının Ortadoğu’ya kayacağı, buraların daha çok yağış alacağını duyunca aklımıza Hz. Muhammed’in bir hadisi geldi:
“Çöller vaha olmadan kıyamet kopmaz.”
Bu yüzden kıyamete yakın İstanbul ve Ortadoğu’nun de*ğeri artacak tabi bu bölgelerdeki metafizik gelişmeler ve efsa*neler de anlam kazanacak. Aynen Kızkulesi için olduğu gibi. Klasik olarak Kız Kulesi ile ilgili bilinen iki üç rivayet var. En bilineni, Kral Baba çok sevdiği prenses kızının rüyada öleceği*ni görmesi üzerine onu ölüm meleğinden kaçırıyor. Kız kule*sine adeta hapsediyor. Ancak yılan her tedbire rağmen üzüm sepeti içinde gelip, kızı sokup öldürüyor. Yani bir yönüyle ölümden kaçılmıyor.
Diğer taraftan, Kız Kulesi’nin bilinen 2500 yıllık bir tarihi var. Bir dönem karakol olmuş, bir dönem fener görevi görmüş, bir dönem zindan. Bunun dışında efsanelere bile girmeyen bir söylenti daha vardır. Bu kız kulesinin aslında 2500 yıllık tari*hinden daha eski bir hatırasıdır belki de.
kizkulesi-4.jpg
Bu kulenin bir anıt taşı olduğu söyleniyor. İki deniz, Ka*radeniz’in ve Marmara’nın birleştiği yerde ne arar bu kule? Bilmediğimiz başka bir mesajı var. İki denizin birleştiği yer… Bu iki denizin birleştiği yerde, kritik buluşmalar yapılır. İki deniz iki derya adamın buluşma yeridir burası.
Hz. Musa dememiş miydi Allah’a “benim gibi bir derya yarattın mı” diye? “Yarattım ancak onun ilmi senin ilmin gibi değil” denmiş ve Hz. Hızır’dan bahsedilmişti. Musa, “bu nasıl ilimdir” diye bu ilmi temsil eden adamı bulmak için yanındaki Yuşa’yla birlikte yollara düşmüştü. Sözde yanında getirdiği ölü balığın canlanmasını işaret kabul edecek, öyle bulacaktı onu. Uyudu, balık canlandı ve suya karıştı. Yolda akılları başı*na geldi, geri döndüler ve Hızır’la buluştular. Nerde mi? Kız Kulesinin olduğu yerde. O yüzden de Hz. Yuşa, bu kuleye te*peden bakan Beykoz sırtlarında yatmaktadır.
Buranın hikayesi, yani yazılmayan hikayesi sadece böyle bitmiyor. Bir de bu kulenin altında pek değerli hazinelerin ol*duğu, yitik bir şehirden bahsediliyor. Adalar civarında tespit edilen yitik bir şehrin, bu şehrin uzantıları olduğu birileri tara*fından ifade ediliyordu. Hz. Hızır’ın, Kız Kulesi ve Beyazıt Cami’yi sık sık ziyaret ettiği de verilen bilgiler arasında.
İstanbul’un çeşitli yerlerinde çeşitli amaçlarla dikilmiş taş*lar vardır. Teşvikiye’de, Sultanahmet’te dikilen bu taşların ya*nında Karaköy’de Ziraat Bankasının limana bakan ön yüzünde Hiram Usta’nın heykeli vardır. Üstelik elinde zihin yonttuğu çekici de vardı. Bu taşlar süs olsun diye dikilmediler elbette. Hepsinin derin bir anlamı vardır. Taşların zamana çok iyi direnebildiklerini daha önce belirtmiştik. İşte bu taşlar yüzyıllar evvelinden belli bir gayeyi gerçekleştirmek için yollanan in*sanların buluşma ve strateji geliştirme taşları olmuştur. Bir yönüyle de koloni oluşturma, çoğalma yerleri. Eğer bir taş siv*ri ve süngü şeklindeyse, üremeyi temsil eder. İstanbul’da, Tuzla’da özel bir kamu kurumunun bahçesinde bile bu tarz taşlar vardı. Bu taş, “burada üreyeceksin, hakimiyet kuracaksın” an*lamındadır. Diğerlerinin daha farklı anlamları vardır.
karakoy-hiram.jpg
Yahudilikte dik, uzunlamasına dikilen iki sütün çok ö- nemlidir. Dişilik ve Erkekliği temsil eder ve “J” ve “B” adlarıyla temsil edilir. Bugün bu simgeleri bir içki markası olarak gö*rebiliriz.
Orkun Uçar: Bu topraklarda birkaç açıdan büyük bir zen*ginlik var. Fırat ve Dicle arasında yer alan ve ‘kıyamet savaşı’na sahne olacak büyük bir zenginlik var. Daha önce de söz ettiğimiz gibi, geleceğin enerji kaynağı olan Hidrojen için ‘Bor’ gerekiyor. Dünya Bor rezervinin yüzde 85′i bu topraklarda. Su’yun nasıl bir değer olduğunu ise “Su Savaşları” senaryola*rından anlayabiliriz.
İşte böyle bir gerçeği insanlara iletmek gerekiyor. Neden bu topraklar üzerinde bu kadar gizli planlar var ve niye bu kadar komplo teorisinden bahsediliyor? Bunların altında bir gerçek olmadığına inandırılmaya çalışılıyoruz. Burada çok büyük bir düzen var, yani siyasi olarak da bunun etkilerini gördüğümüz entrikalar söz konusu.
Hakan Yılmaz Çebi: Şeytan, tahakküm kurduğu insanlara kendini inkar ettirir. Çünkü açığa çıkmaması gerekir. Hiç kim*se alkolik olduğunu kolay kolay kabul etmez, çünkü tedaviyi reddedecektir. Eskiler bu varlıklara “habis-i ervaha” diyorlar. Habis; pis, kirli ruhlar.
Habisi ervaha ile iç içe geçmiş insanlara bakın, hayatların*da sözde pek realist pek materyalist tavır içindedirler. Cin, ruh dediğinizde gülerler; hatta onlar Ortaçağ’da kaldı diye düşü*nürler. Ancak özel dünyalarına çekildiklerinde hepsinin bir Astrolog’u, yıldız yükselticisi, medyumu, büyücüsü vardır. En ufak yatırımları bile onlara danışmadan hareket edemiyorlar. Bu kadar habis ruhlarla iç içe geçmelerine karşı dışarıda son derece pozitif bilime inanır gibi görünürler.
Yıllarca masonluk adı altında dünyada örgütlenen Siyo*nist çobanların tornadan geçirdikleri adamların hepsi kariyerli, akademik lisanlı adamlar değil mi? Niye 33. derecelik bir şifre*leme kullanıyorlar? Niye önlük takarlar, niye bu önlüklerin önünde örs ve çekiç vardır? Niye hep yeraltı faaliyetlerine yeltenirler. Ritüellerinde karanlık odalarda tütsüler, insanların boynuna geçirilen ipler vb. argümanlar vardır. Niye ellerini, göğüs ceplerine atarlar?
Kullandıkları hipnoz ve telkinlerden olsa gerek, insanlar bugün uykudalar. Rabbi sınıfından bir haham, “Biz hiç kimse*yi Yahudi yapmayız, çünkü seçkin olan biziz; ancak Yahudi gibi düşündürürüz” demişti. “Biz adamı zihinde Yahudi ya*parız” der gibi bugünkü toplumun zihinsel haritasını çizmişti.
Orkun Uçar: Hz. Musa, Hz. Hızır der ki; biz senin ne yap*tığını anlamakiçin senle seyahat etmek istiyorum. Hızır benim neyi neden yaptığımı bilemezsin, sabredemezsin diyor ama Hz. Musa ısrar ediyor.
Seyahate başlarlar. Bir nehir kıyısına gelirler. Karşıya geçmeleri gerekiyordur. Orada nemrut karısı olan bir balıkçı vardır. Karısının itirazlarına rağmen bu yolcuları karşıya geçi*rir. O sırada oğluyla beraber geçmişlerdir.
Karşı kıyıya geçince hava kararmıştır. Balıkçı burada kala*lım, der.
Gece sabaha karşı kalkan Hızır, Hz. Musa’yı uyandırır. Hadi gel gideceğiz, der ve eline aldığı taşla kayığın dibine za*rar verir.
Hz. Musa; balıkçı bize iyilik etti, sen ne yaptın adama? Malına zarar verdin, diye tepki verir.
Hızır o zaman yolculuk için söz verdiği sabrı hatırlatır.
Bir köyden geçerken, köylüler buna çok kötü davranır. Peşlerine askerler düşünce kaçmaya başlarlar ama bu sırada Hızır tehlikeye rağmen durup, yıkılmakta olan bir duvarı ta*mir eder.
Bir deniz kıyısına gelirler, çok güzel bir çocuğa onu çok şımartacak şekilde davranan bir ailesi vardır. Hızır gelir, o gü*zel çocuğu herkes sevecek zannederken sert bir tokat vurarak öldürür, artık Hz. Musa dayanamamaktadır,
“Sen ne yaptın?” der. “Artık ayrılacaksak ayrılalım, bak!” der, “bize iyilik etti balıkçı, kayığını mahvettin, bize kötü dav*ranan köyden geçiyorduk, duvarlarını yaptın, bu güzel çocuğu öldürdün. Niye yaptın?”
Hz. Hızır, “Tamam anlatayım,” der.
“O balıkçının kayığına zarar verdim, çünkü öbür kıyıda savaşa hazırlanan bir kralın askerleri buldukları her sağlam kayığı alıyorlardı. O yüzden ona bıraktım. Duvarı tamir ettim, çünkü duvarın altında iki öksüzün, annesi babası tarafından çocuklara bırakılan hazinesi vardı. Duvar zamanından önce yıkılıp, hazine ortaya çıksaydı, o hazineyi köylüler el koyacak*lardı, İşte bu nedenle tamir ettim. Ve bu güzel çocuk, herkese zulmedecekti. Güzelliğini bozdum ki, zalim olmasın.”
Hızır aleyhisselamla ilgili en güzel hikayelerden biri bu*dur.
Hakan Yılmaz Çebi: Hızır’ı, Kehf Suresi’nde layıkıyla ta*nıyoruz. Ancak Anadolu’da sıkışanların derdine koşan, noel baba gibi biri olarak düşünülmüştür. Hızır, Hz. Zülkarneyn’in teyzesinin oğlu ve bir harp sanatı uzmanı, başkomutandır. Türk askeri tarihinde pek çok hatırası vardır. Türk tarihi bir yönüyle Hz. Hızır ve kuvvetleriyle yazılmıştır. Üstelik bu ko*nuda “Ladikli Ahmet Ağa” diye yeni bir kitap çıktı. Konya Ladik’te yaşayan bu Ümmi Gayb Askeri’nin bu ilmi nasıl aldı*ğı ve askeri operasyonlarda nasıl kullandığının onlarca hatırası vardır. Bu alemde bir Tayy-i mekan hadisesi vardır. Adeta bir ışınlanma. Konya Ladik-Washington arası dört dakikadır. La*dikli Ahmet Ağa için. Üstelik gittiği yerlerden ufak tefek hediyeler de getirir.
Zira onlar günahlarının ağırlığından toprağa çakılmış in*sanlar değildir. Onlar akıllara gitmiş bir şekilde kuma, kirece, çimentoya çalışan insanlar olmadıkları için hayatın tüm boyutları kendilerine açılmıştır. İttihatçıların üstelik iman sahibi itti*hatçıların anlayamadığı Abdülhamid Han Hazretleri de bu il*me sahiptir. Lakin anlatamaz. 31 Mart vakasını bastıracak gü*cü olmasına rağmen bastıramamasının sebebini açıklayamaz. Yanında bir Ebül Hûda vardır. Herkes onu bir tasavvuf velisi sanır. Oysa başka bir boyuttur o.
O boyuttan Teşkilatı Mahsusa çıkar. Birilerini işine gel*mediği için Yıldız İstihbaratı hep herkes jurnalci oldu diye lekelenmeye çalışılır.
Yeryüzünde metafizik savaş sanatının öğreticisi. O yüz*den Ricali Gayb dediğimiz âlemin Genel Kurmay Başkanı, Hz. Hızır’dır. Hz. Hızır, ilmiyle yer yüzündeki negatif gizli ilimlere karşı kontr-savaş stratejilerini öğretir. Kimisi bu savaşı bile*rek oynar, kimisi bilmeyerek; kimisi zaman zaman bilir, zaman zaman bilmez. Metafizik Kontr-savaşın da bir ilmi ve bu ilminin ritüelleri vardır. Bu ritüeller içerisinde bazı insanlar ruhlar aleminden desteklendikleri, “melami birlikleri” denilen yeryüzü birlikleri de vardır. Bu “Melamilik” meselesi “Melami Tarikatıyla” karıştırılmamalıdır. Bu “melami birliği”, fizik bedende yaşayan insanlardan oluşur. Hz. Hızır Aleyhisselam ve onun onay verdiği insanlar tarafından seçilir. Seçildikten sonra bu gizli ilimlerle iştigal eden insanlar tıpkı bir askeri bir*likteki sınıflara ayrılır gibi sınıflara ayrılarak hizmet ederler…
Karşılarındaki negatif, “habisi ervaha” kuvvetlerinin de metafizik savaşçıları vardır.
Daha önce İsrail’de bir metafizik istihbaratçının daha doğmadan evvel nasıl tespit edildiğini ve 6 yaşından itibaren nasıl yetiştirildiğini söylemiştik. Bu çocukların hayatı, gün gün, saat saat rapor edilir. Dönemin en önemli, üstün ilimleri kendilerine verildiği gibi, son derece yeterli bir vücuda, fikri ve zihni ve fiziki gelişime sahip olmaları için sportif faaliyetler düzenlenir. Yiyeceklerine çok dikkat edilir. Eğilimleri araştırılır. Eğer kana eğilimliyse bu çocuk, ileride iyi bir suikastçı ve tertipçi olur. Bu çocuk bilime, elektroniğe eğilimliyse elektronik istihbaratçı veya stratejist-akademisyen istihbaratçı olarak değerlendirilir. Hiçbir işte başarılı olamıyorsa, bunları da po*püler kültür ikonu yaparlar. Kimilerini de muhbir olarak kul*lanırlar.
Muharref Tevrat’ta ajanlığın kutsal bir meslek olduğuna vurgu yapılmıştır. Fahişelik, bu meslek için önemlidir. Bu yüzden Muharref Tevrat’ta bu vazifeyi ifa eden bir takım ka*dın isimleri vardır; Ester, Hanna gibi… Reklamlarda, kadın cinsel obje olarak kullanılır. Bu dünya emperyalizminin zihin*leri güdüleme metodudur. 19. yüzyılın sonlarından itibaren “zaaf ilmi” diye bir ilim ortaya çıkardılar. İnsanların zaaflarını ortaya çıkarmak ve bu zaaflar üzerinden iş yapmak bilimsel bir çalışma oldu.
Tekrar Hz. Hızır konusuna dönecek olursak; bu ilim, insanlara rüyada da verilebilir, el verme şeklinde de olabilir. Bir yiyecek verilip yenilmesiyle birlikte seçilen kişinin vücudunda çeşitli hareketlerin, çeşitli animasyonların husule getirilmesiyle de açığa çıkarılabilir.
Bu ilmi kullanmaya selahiyat verilmiş insanlar her türlü şekil ve şemal altında çalışabilir. Son derece şık takım elbiseli kravatlı bir adam olduğu gibi, çaycı da olabilir, Belgrad or*manlarında ağaç kavuğunda yaşayan bir şimşirci, tahtakaşık oyucusu da olabilir.
Bu adamlar bazen Pentagon’daki ‘yuvarlak masa’ toplan*tılarını Edirnekapı mezarlığında da kurabilir. Kutsal gecelerde Davos zirvesi gibi Mekke’de Zemzem Kuyusu’nun başında da olabilirler. Yeri gelmişken bu konuda yaşanmış bir hadiseyle mevzuyu özetlemek istersek, velilerden Mesnevi Han Rıza Efendi’ye ait bir vakayı Milliyet gazetesinin 11 Nisan 1975 ta*rihli nüshasından alarak nakletmek yeterlidir sanırız. Bu vakada adı geçen Binbaşı ileride ordumuzun tanınmış generalle*rinden olmuştur.
“Rıza Efendi bazı meczuplar gibi harap kıyafetli bir adam imiş. Aklı nereye eserse oraya gider, nerede isterse orada otururmuş. O sırada bilardo oyunu İstanbul’a yeni gelmiş, bazı gazinolar kahveler bu masalardan edinerek müşterilerinin eğlenmesini sağlarlarmış. Tabii bu arada bayağı müşteri çekerlermiş.
Beyazıd’da Kahveci Ali Efendi de bu bilardo masasından bir ta*ne edindiği için o zaman ‘Serasker Kapısı’ olan şimdiki İstanbul Üniversitesi binasındaki subaylar fırsat buldukça gelir, burada bilardo oynarlarmış.
Rıza Efendi her gün öğleden sonra bu kahveye gelir, bir kenara oturur, kendi alemini yaşarmış. Bilardo meraklısı Binbaşı onun kılık kıyafetini harabatlığın tenkit ederek kahveciye:
Böyle pis herifleri buraya ne diye sokuyorsun? Defet şunu! demiş.
Kahveci:
Efendim, bu adamı buraya ben çağırmıyorum. Kendi geliyor, ona buradan git diyemem. Bir kenarda oturur, bir kahve içer. Çubu*ğuna tütün basar, çubuğuna bir ateş koyarım, bu benim borcumdur. Kah erken bırakır gider, kah kahve kapanıncaya kadar kalır. Bazen gitmez, üstüne kahveyi kilitler giderim. Sabah gelir, kilidi açar, içeri girerim ki ortalıktan kaybolmuş.

Binbaşı bu cevaptan pirelenir. Bir akşam geç vakte kadar kalarak Rıza Efendi’yi takibe karar verir. Kahve kapanacağı zaman Rıza Efendi kalkar, Binbaşı da arkasına düşer. Şehzadebaşı yolu ile Edirnekapıyı boylar… Rıza Efendi önde, Binbaşı arkada Edirnekapı’dan kale dışına çıkarlar. Zifiri karanlık bir gece, hafif bir rüzgarla salla*nan selviler çatırdıyor. Rıza Efendi mezarlığa girer, karanlığa dalar; Binbaşı, eli tabancasında takip eder. O sessizlik içinde Rıza Efendinin sesi duyulur:
Esselamunaleyküm.
Mezarlarda bir hareket olur, beş on ses selama karşılık verir.
Ve Aleykümselam…
Binbaşı bulunduğu yerde titremeye başlar, fakat merak korkuya galebe çalar. Bir kenara sinerek bu ölüler âleminin (Berzah Âlemi) ne konuşacaklarını dinlemeye başlar.
Bir ses:
• Ey ihvan! der, bu gece Moskof keferesinin İslamlara olan teca*vüzlerinden bahsedelim. Bu kafire bir ders vermek gerekti, ne çare ki devlet onu cezalandıracak kudrette değildir.
O zaman başka bir ses:
Öyleyse der, ona Japon kavmini musallat edelim.
Binbaşı daha fazla dayanamaz. Oradan evvela yavaş uzaklaşır ve bulvara çıkınca koşarak evine varır.
Ertesi gün tabiatıyla tüm olanları asker arkadaşlarına anlatır. Subaylar ve diğer memurlar ertesi gün Ali Efendinin kahvesine do*larlar. Kimse bilardo oynamaz, herkesin gözü yine bir kenarda çubu*ğunu tüttüren Rıza Efendidedir. Ondan olağanüstü bir hareket bek*lerler…
Rıza Efendi çubuğunu bitirir, ayağa kalkar, gözleri kalabalığın içinde Binbaşıyı arar. Onu görünce eli ile işaret eder:
- Gel, gel… Buraya gel!.. Paşa, der; Rus-Japon harbine hazır ol!..
Ve kapıdan çıkar gider. Sene 1904… Rus-]apon Harbi vuku bulmuş ve Rusya mağlup olmuş, Binbaşı da Paşa olmuştur. “
Orkun Uçar: Tüm bu gelişmeler ışığında medeniyetlerin ve uygarlıkların dayanaklarından ve güç aldığı noktalardan da bahsetmek gerek. Özellikle uzun yıllar İslamiyet’in bayraktar*lığını yapan Türkler’in manevi olarak üstlendikleri veya üstlendirildikleri(!) bir misyonu dile getirmek de mümkün. Türk*lerin manevi besin kaynaklarından bahsederken son yıllarda ortaya atılan İslam peygamberi Hz. Muhammed’in Türk olma iddiaları da bizce tartışılmaya değer.
Hakan Yılmaz Çebi: Şimdi bu konu peygamberlik mües*sesinin evrenselliğini bilerek ele alınması gereken bir konu. Zaten başka türlüsü akıllı bir insanın işi olmaz. Üstellik Hz. Muhammed tüm insanlığa gönderilmiş bir rehberdir. Bütünle*yici ve kuşatıcıdır. O yüzden o zamana kadar gelen tüm pey*gamberleri ve getirdikleri O’nun muhteşem şahsında muaz*zam bir eser haline gelmiştir. Bu yönüyle bizler Hz. Muham*med’in etnik kimliğiyle ilgili söylentileri ancak bir Halk Bilimi Kültürü olarak ele alırız, yoksa bunun dışında evrensel bir Peygamber olma özelliğinin dışında başka bir mana cüreti kimse göstermez, gösteremez de.
Hepimiz Hz. Ademin soyundan geliyoruz, ancak bir takım söylentilerin ilmi gerçekliği medenice tartışılabilmeli elbet.
Hz. Muhammed’in Hz. Nuh’un oğlu Yafes, onun da oğlu Türk’ten ve yine Hz. İbrahim’e kadar gelen silsileyle olan bağından bahsedilir. Bu konu zaman zaman bir takım araştırmacılar tasavvuf büyükleri hatta siyasiler tarafından dillendirilir. Ancak kimse detaylar üzerinde ilmi bir araştırma yapmak istemez. Bunun en önemli sebebi tüm kainatın O’nun yüzü suyuhürmetine inşa edilmesi, bu yönüyle yeryüzüne ait beşeri ai*diyetinin çok ehemmiyete alınmaması. Ancak bilinse ne olur? Haşimoğullarından, Adnanoğullarından daha aşağılara inilip soyu şeceresi tam ifade edilse; ha keza Hz. Muhammed, Hz. Nuh’un oğlu Türk’e kadar şeceresi dayandırılsa kıyamet mi kopar?! Maksadı aşmadan tartışılmasında hiçbir zarar oldu*ğunu düşünmüyorum.
O yüzden bu tarz bilgiler halkın içinde hep binlerce yıl yaşar ancak kitaplarda ciddiyetle ve genişçe yer almaz. Bu konu*yu ilk defe Beyazıt Camisi’nin avlusundaki Tarihi Çınaraltı çay bahçelerinin birinde bir yazardan dinlemiştim. Eski bir yayı*nevi sahibi olan yazar arkadaşım, beni değerli tarihçi ve yazar Dursun Gürlek ile tanıştırmıştı. Dursun Gürlek, Hz. Muham*med ve sülalesinin ve bölge insanlarının ”Arabi müteharabi” olarak adlandırıldığını hem anlatmış hem de bir kitabında yazdığını söylemişti. Bu konuyu daha önce Türk Mitolojileri dersi aldığım öğretmenlerimden de duymuştum.
Daha sonra bu konuyu kendisi bir halk bilgesi ve bir dönem Erzurum eşrafının en tanınmış âlimlerinden birinin de oğlu olan Nurullah Bilgin’e sordum. Nurullah Bilgin, ilmi gös*termemekte çok dirense de; konuyu açtığımda, güldü. Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri’nin Türkçe’ye şerh edilmemiş Osmanlı’dan da bahsettiği bir eserinde bu konuyu şu şe*kilde irdelediğini söyledi. Hatta Miraç’taki birçok sırlara da yine bu kitaba dayanarak genişçe değindi. Bu sırlar arasında bugün kullanılan Türkiye Cumhuriyeti bayrağı da vardı. Bu kutsal bayrak, günü geldiğinde ortaya çıkacak bir milleti tem*sil ettiği için gösterilmişti. Ve yine Nurullah Bilgin, Allah’ın Resûlüne, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet gibi Türk ulula*rının ruhlarının gösterildiğini de sözlerine eklemişti. Tabii bunların hepsini Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretlerinin eski yazma eserlerine dayanarak söylüyordu.
 

MURATS44

Özel Üye
Türk tarihiyle ilgili bilgileri mitoloji, efsane olmaktan çıka*ran analiz eden çok güzel bir çalışma yapıldı. Bu eser, araştırmacı-yazar Nihat Çetinkaya’ya ait; “Kızılbaş Türkler”. Bu kitapta da ve eski siyer eserlerde, zaten Hz. Muhammed’in tebliğe başladığı ilk dönemlerde Türk yurtlarına yönlendiril*diği ifade edilir. Niye Allah’ın Resûlünü sürekli olarak Türk yurtlarına gönderip uzaklaştırmak istediler?.. Niye İran, Irak, Suriye diyarlarına değil de Türk yurtlarına, Orta Asya’ya. Ne*yi ima ediyordu bu insanlar?.. Niye sürekli olarak kendisine Türk yurtları gösterilerek Etrak; Etrak deniliyordu?..

Bunların hepsi çok önemli işaretler. Tabii bu konuda çalışmalar da var
Araştırmacı Nihat Çetinkaya’nın, aynı eserinde kaynakları da göstererek verdiği önemli bir bilgi var. Bu bilgide, Hz. Ali’nin oğlu Hz. Hüseyin efendimizin evladı Zeynel Abidin haz*retlerinin Türklerle birlikte daha 6 aylık bir bebekken Türk yurtlarına emanet edildiğinden bahsedilir. Hz. Hüseyin kendi*si için Altay’lardan gelen 7 “Kıyat Borçıgın”ın (Eski Türklerde kırmızı yüzlü, ela gözlü savaşçılara verilen isim. Eski Türk inanışında bu fiziksel özellik onların iyi bir savaşçı olduğunun göstergesiydi.) teklifini kaderde şahadetini gördüğü için red*detmiştir ama oğlunu onlarla birlikte bu yedi Türk bahadırına emanet etmiştir. Neden?..
Kıyat Borçıgınlar’la İlgili şöyle söylenir:
Fizyolojilerine bakıldığında kızılımtrak yüzlü ve ela gözlü insanlardır. Eski Türkler, yıllarca sahada mücadele ederek edindikleri savaş sanatında bu insan tipinin en iyi savaşçı tipi olduğunu tespit etmişler. Onların çok iyi savaştıklarını bildiklerinden savaşın en kızıştığı anlarda insanlar bunların arkasına saklanarak savaşırlarmış. Kıyat, bugün kullandığımız “Kıyak” anlamında. Borçıgın ise Bahadır, yiğit demek.
Türkler, bu fizyolojide bir çocuk dünyaya geldiğinde onu özel savaşçı olarak yetiştirirlerdi. Osmanlı’da da Akıncılar’ın en önemli kolu olan ‘Deliler’ de bu tip insanlardan seçilirdi. Bugün bir benzetme yaparsak, bu birlikleri kamuoyunda bili*nen adıyla “Bordo Bereliler” olarak nitelendirebiliriz.
İşte bu 7 genç böyle. Elit bahadır yani bir anlamda özel kuvvetler Hz. Hüseyin efendimize gelerek, kendisini Altaylar’a getirmek için “ulularından” emir aldıklarını söylüyorlar Sanki arada bir metafizik istihbarat var gibi. Nitekim binlerce kilometre uzaklık bugünkü gibi ne İnternet var ne de telefon. “Biz bilgilendirildik senin başına böyle bir olay gelecekmiş, yaimam, gel misafirimiz ol, toprağına dön, yani başımızın tacı ol” deniyor kendilerine. Fakat Hz. Hüseyin Efendimiz gözleri*ni kaderlerin yazıldığı levh-i mahfuza çeviriyor; bilmeyenler için bu semalara nazar etmektir, başına geleceklerin “kazay-ı mübrem” yani tehir edilemez kader dairesinde olduğunu söy*lüyor ve kendilerinden oğlu Zeynel Abidin’i almalarını rica ediyor. Üstelik Hazreti Zeynel Abidin de çok hasta. Ve sevgili İmam emaneti teslim ettikten sonra gönlü müsterih olarak Al*lah’ın Resûlünün torunu olduğunu ispatlayarak kahramanca şahadet şerbetini içiyor.
Akabinde Allah’ın Resûlünün o pak kanı torunu üzerin*den bir kez daha Türk kanıyla birleşiyor. Bu kandan ortaya çıkan Horasan Erenleri birer “Derviş istihbaratçı” olarak Hoca Ahmet Yesevi’nin işaret ettiği her yerde hakkın ve hakikatin bal arısı oluyor. Netice de ahilik teşkilatı gibi özel harpte “be*yaz propaganda” kolonileri dedikleri bir çok teşkilat bu işçi bal arılarıyla kuruluyor. Bu yapı koskoca Osmanlı Devlet-i Âlisini husule getiriyor. Ve bugün bu kan Türkiye Cumhuriyeti top*raklarında yaşıyor.
Halkın içerisinde halkın profesyonelleri var, halk adamları var. Ve bunlar bir Üniversitenin belki önünden geçmemiş in*sanlardır ve belki bunlar kütüphanelerde olan kitaplar değil kütüphanelerin üstünde olan kitaplardan beslenmiş insanlar dır. Bu insanlarla konuşturduğunuzda, dünyayı bütüncül bir zekâyla algıladıklarına tanık olursunuz. Bunlar bir milletin gerçek tarihini bilirler. Ve bizlerin bu insanlara ulaşıp tarihi efsaneden, mitolojiden temizleyerek ilmi verilerle kontrol ede*rek yeniden yazmamız gerektiğine inanıyorum. Bakın ilahi kitaplarda “Ad Kavmi, Semud Kavmi, Lut Kavmi, Nuh Kav*mi, Medyen” halkı adında helak edilen birçok kavimden bah*sediliyor.
sodom-and-gomorrah.jpg
Ve bunlara mürebbilik yapsın diye gönderilen Peygam*berlerin isimleri. Yeryüzüne bizlerden daha yüksek teknoloji*lere sahip uygarlıklar getirildiği ifade ediliyor ve kainatın sa*hibi söylüyor bunları. Akabinde de, sonumuzun onlarınkinden farklı olmayabileceği konusunda uyarılıyoruz. Bu defa en azından bizler, kendi yavrularından dönemde bu filmi kötü bitirmemeliyiz.

1975 yılının Mart ayında “İnsan ve Mucizeler” adı altında Türkçemize çevrilmiş bir kitap yayımlandı. Kitapta, insanların hayatlarındaki mucizevi olayları ve metafizik kuvvetlerle bağ*lantılarını örnekler vererek anlatıyordu. Yazar Werner Keller, kitabın sonunda şöyle diyor: “2000 yıl önce güneş ilkbahar noktasında balık burcuna girmiş*ti. O zaman simgesi balık olan Hıristiyanlık kültürü dönemi başla*mıştı. 2000 yıl önce de Tevrat’ın bildirdiğine göre Yahudilerde en değerli kurban hayvanı olan koç egemenliğini yürütüyordu. Ondan da 2000 yıl önce her şey Boğa simgesine bağlıydı, o zamanların en saygın varlığı boğa olan Mısır kültürü mutluluğa erişmiş durum*daydı. Uzak Doğu nun bu geleneğini izleyerek şimdi sıra yeni bir döneme gelinmiştir. İlkbahar noktası Balık Burcundan başka bir sim*geye doğru kaymaya hazırlanıyor. Kova simgesine, bu Kova Burcu Çağı insanların kendilerini yenileyerek ruhsal temellerin üzerine görkemli yapısını yükselttiğini görecektir.
Önümüzde insanlığın yıldızının parlayacağı bir dönem var!”
 

MURATS44

Özel Üye
Olaya kendi bakışımızdan ya da kendi ideolojimizden de*ğil, kendi dini düşüncemizden değil, insanlık ilmi açısından değerlendiriyoruz. Yıllar önce bir bilim adamı bunları derle*miş, toparlamış. Bugün insanlar aynı şeyleri söylüyor. ”Önümüzde insanlığın yıldızının parlayacağı bir dönem var!” diyor. İn*sanlık bu ilmi artık ilmi enstitülerde değerlendirmelidir ve ya*şatmalıdır.

Herhalde insanlığın yeni tarihi bu ilimlerin sahaya indirilmesiyle yeniden derlenmeye başlayacak ve bunu güneşin doğmadan evvel dağlara vuran şavkı gibi görebileceğiz.
 
Üst Alt