Masonların veya Tapınak şövalyelerinin amacı, yeni tek dünya imparatorluğunu kurmak. Roma imparatorluğundan sonra tek dünyayı yönetecek yeni Roma imparatorluğunu kurmak; bütün plan bu. İskoçya’da Masonluk kuruluyor, Al*manya’da Gül Haç, Portekiz’de Katharlar … Bunların hepsi Tapınak Şövalyeleri’nin devamı olan planın parçaları ve planı gerçekleştirmek için hareket eden kimseler.
İlluminati kuruluş noktasında, aslında Luther ayaklanmasıyla ilgili. Yani “aydınlanma” adını alıyorlar. Bunlar için Lucifer yani Şeytan da ışık getirendir. Buradaki esas amaç, kilisenin baskısını, enginizasyonu yıkmak.
İlluminati, Almanya’da 1776′da kuruluyor. Fakat öncesi İtalya’ya dayanıyor. Daha sonra Masonlarla birleşmeden bah*sediliyor, fakat esasında hiçbiri değişmiyor, İlluminati’nin bir bilim tarikatı gibi algılanması, ışık getiren nisbetinde, bu bilimi dinle çatıştırma noktasında bir örgüt olduğunu düşünebiliriz. Vatikan’a ve Papa’ya karşı çıkan bilim adamları yani.
Günümüze gelirsek, II. Ortaçağ yaşanıyor artık. Bu kez Kuantum şifresiyle bilimin altına inanç, daha doğrusu Katolik dinini ve çıkarlarını koymaya çalışıyorlar.
II. Ortaçağ’dayız ve bu sefer, din bilimle barışık hale geti*rilecek. Batı’da Doğu’ya karşı bir güç birliği karşımıza çıkıyor.
Çatışmalar için zaman zaman milliyetçilik, ekonomik sa*vaş çıkıyor, ardından tekrar din çıkıyor, bu üçü dönüşüp du*ruyor… Fransız ihtilalinden sonra milliyetçilik çıktı, ardından SSCB ile komünizm ve ABD ile kapitalizm çatıştı… Sonra ABD ve Japonya ekonomik bir savaş yaptı.
Şimdi sıra Medeniyetler Çatışması, yani Yeni Haçlı Seferi’ne geldi. Ama altını çizelim: Din, bu sefer çok donanımlı ve geçmişten ders alarak geldi.
II. Ortaçağ’ın temeli şu: Bu sefer bilimi de arkasına alarak insanlığa tamamen hakim olmak…
Dikkat edin, Batı’daki politikacıların söylemlerinde dini mesajlar ön plana çıkmaya başladı. Amaç, teokratik bir dünya düzeni altında belki de sonsuza kadar insan suratının bir çiz*me altında ezilme si. Bu açıdan çok önemli bir noktaya geldik fakat birsoru akla takılıyor. Bu güçler çatışması içinde İsrail çıkarları ile Batı çıkarları çatışmıyor mu?
Ben Batı’nın İsrail’i kullandığını düşünüyorum…
Envanjelikler şuna inanır: Kader engellenemez ama hızlandırılabilir.
Onların mantığına göre, Ortadoğuda büyük bir İsrail dev*leti kurulması gerekiyor. Mesih gelsin diye… Armageddon savaşı yapılacak. Bunu bile bile İsrail’e yardım ediyorlar.
Hakan Yılmaz Çebi: Bugün İsrail’de, Meciddun Dağlarında bir bölge var. Bu bölgede özel bir mezarlık var. Bu me*zarlıkta yatabilmek için 1995 yılında ödenen para 100 bin do*lardı. Düşünebiliyor musunuz; bir Amerikan Yahudisi’nin küçük bir toprağa, üstelik mezara ödediği para bu. Bunlar yer*yüzünde bir kıyamet savaşı yaşanacağını bilen insanlar. Haliy*le de insanlığın yeniden dirileceğini, ancak ahirette ilk dirile*cekleri yerin Kudüs yakınlarındaki Meciddun Dağlarındaki mezarlık olduğuna inandıkları için bu parayı veriyorlar. Üste*lik burası Armageddon denilen büyük savaşın çıkacağı yer. Diğer taraftan, Türkiye’de de birçok iş adamının öldükten son*ra mezarlarındaki kemiklerinin ortadan kaybolmasının arka*sında bu neden vardır. Yani asli gördükleri topraklarına rücu etmiştir namzetler.
Orkun Uçar: Kutsal mekanlar, şehirler her zaman çok önemlidir. Bizim için Kabe sadece Hac mahalli olması nedeniyle önemli değildir. Kuran’ı Kerim’de, ‘biz dünyayı Kabe’nin altın*dan uzattık’ deniyor. İlk ibadethane. Kudüs var, İstanbul var, önemli şehirler var; Şam var, Semerkant var, Buhara var.
Hakan Yılmaz Çebi: Bir yerin kutsal olmasının yanında jeostratejik, jeopolitik bir önemi de olabilir. Uluslararası ilişki*lerde ve askeri terminolojide “Hinterland”, kalp sahaları deni*len merkezler var. Dünya hakimiyeti için önemli merkezler buraları. Bu konuda Prof. Dr. Ramazan Özey’in ve Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun gerçekten pek değerli çalışmaları var. Bu kalp sahaları, dönem dönem değişebiliyor; ancak Türkiye, üç aşağı beş yukarı her zaman bu kalp sahasının içerisinde olmuş bir ülke. Özellikle İstanbul’uyla. Jeostratejik ve jeopoli*tik çalışmalar da bunu gösteriyor.
Dünya tarihine baktığımızda dünyanın özellikle 30. ve 45 paralelleri arasında şekillendiğini görüyoruz. Neden? Çünkü dünya ikliminin en uygun olduğu kuşak burasıdır. Dünyanın en önemli ülkeleri ve birçok başkent de bu paraleller arasında sıralanır. Hatta birbirini teğet olarak kesen onlarca başkentin bir ipe dizilmiş gibi sıralanması da hayli ilginçtir. Bu arada dünyanın gelmiş geçmiş mistik bölgeleri de yine bu sahada. Mu ve Atlantis Uygarlıkları da bu paralellerde yer alıyordu. Bugün Bermuda Şeytan Üçgeni dediğimiz bölgenin yanı sıra Tibet’teki gizem şehri LHASA da bu paralelde yer alır. LHASA şehrinin gizemi ve eski dünya tarihiyle ilgili bilgiler Lobsang Rampa’nın “3. Göz” kitabında detaylarıyla anlatılır.
Bu arada tarihi eserlerde yeryüzünün kaderinde etkin rol almış 8 şehirden bahsedilir. Bu sekiz şehir; Mekke, Medine, Kudüs, Bağdat, Şam, Semerkand, Buhara ve İstanbul… Bu 8 şehrin, dünyanın kaderini belirlediği ifade edilir. Ayrıca bu eserlerde bu 8 şehrin dördünün cennette de bulunduğu ifade edilir. Bunlar; Mekke, Medine, Şam ve Bağdat’tır.
Orkun Uçar: Mesela Mekke’nin diğer şehirlerden farkını da belirtmek gerek. Dünyada kurulan ilk şehir olduğu iddia edilir.
Hakan Yılmaz Çebi: Dünya’nın, Güneş’ten kopan bir par*çayla oluştuğu kabul edilmiştir. Güneşten kopan ve dünyayı oluşturan ilk kopma noktasının Kabe’nin bulunduğu yerden olduğu iddia edilir. Yani sadece Allah’ı hatırlatan, Hz. İbra*him’in inşa ettiği, Hac mahalli değil. Bir de dünya hayatının başlangıç noktası. Yani dünyanın kodlarının çözüldüğü yer. Tersi de olabilir, dünyanın kodlarının bulunduğu yer de diye*biliriz.
Orkun Uçar: Kudüs’te deHz. Muhammed’in Miraç a çıktığı mekanda ayak izleri var. Ayrıca Hz. Süleyman’ın yaptırdı*ğı Mabed var. Kudüs’te Kuran’ın da kutsiyet atfettiği özellikler var. Ancak Kız Kulesi’yle ilgili iddialar da var.
Hakan Yılmaz Çebi: 1800′lü yılların sonlarında yayınlanmış eski bir kitap var. “Enternasyonal Kavga ve Kızıl Ya*hudi Kadrolar”.
Bu eserin yanında Barış Pirzade imzalı ince bir kitap da az sonra aktaracağımız bilgiler yer alıyor. Hatta Barış Pirzade, eserinde YAHUDİ KAREASI diye bir başlık at*mış. Bu “kareası” oluşturan 4 şehirden bahsederken İstanbul’a da yer veriyor.
Diyor ki Pirzade:
Dünya hakimiyeti şu dört şehirden idare edilir:
Londra – Altın Borsasının kontrol edildiği şehir.
New York – Dünyanın Sosyal ve İktisadi yaşamının belir*lendiği şehir.
İstanbul – Balkanlar, Avrasya ve Ortadoğu kontrol merke*zi.
Ve bu üçünün oluşturduğu hakimiyet sahası, Kudüs Mer*kezi.
Diğer taraftan eski tarihlerde İstanbul’un adlarından biri*nin “Dasitan” yani “İlahların Şehri” olduğu söylenir. Neticede, İstanbul üzerine hep bir kutsiyet atfedilmiş. Üstelik bu şehir Hz. Muhammed tarafından da övülmüş ve O’nu fetheden Türk-İslam hakanı ve ordusu yüceltilmiştir.
Az evvel 8 hususi şehirden bahsederken Kudüs ve İstan*bul’u da saymıştık. Eski tarihi kitaplarda İstanbul ve Kudüs arasında geçen tarihi bir hadiseden bahsedilir. Her eşyanın olduğu gibi şehirlerin de ruhu vardır. Eskiler bur tarz varlıkla*rın şahıs planında değerlendirilmelerini “şahsı manevi” olarak nitelendirirler. Yani cansız sanılan varlığın şahıslaşması…
İstanbul’un da böyle şahıs planına geçtiği bir andır ve fet*hedilen acılar içinde olan Kudüs’le alay eder. O’na kendisinin üç tarafının denizlerle kaplı olduğunu hatırlatıp fethedilemeyeceğini söyler. Kudüs’ün yaralı kalbi bu sözler üzerine iyice kanar. Bu kibirlenmesi üzerine Hakk’ın gazabını çeker İstanbul. Ve ahir zamanda iki zillet yaşayacağı söylenir. Bu bilgiyi aktaranlar bu zilletlerden birinin İstanbul’un gemilerle kara*dan fethedilmesiyle boynunun ölçüsünü pek acı aldığını söy*lerlerken, ikinci zilletin de bugün yaşadığımız İstanbul’u İs*tanbul yapan değerlerden sıyrılıp, şehri ‘kötü yola düşmüş bir kadın’ gibi kullanmamızı gösterirler.
İstanbul, Hz. Muhammed’in övdüğü bir İstanbul değildir artık. Sürekli taciz edilen namuslu bir kadın gibidir.
İstanbul, 21. yüzyılın metafizik savaşının yaşandığı çok önemli bir şehir. Bu şehre giren de çıkan da sanki üçüncü bir göz tarafından izlenir! Ve İstanbul’un insanlık tarihinin 23. kategorisine başkentlik edeceği söylenir. Nedir bu kategoriler? diyeceksiniz. İnsanlık tarihi boyunca insanların yaşadığı dö*nemleri kategorilere ayırmışlar. Ve günümüzde yaşanan Kategori’nin 23. Kategori olduğu şeklinde görüşler var ortada. Daha önceki 22. Kategori’nin(33) İsrailiyat olduğu ki bu rakam onlarda “Sevginin Birliği” manasında gizemli bir rakamdır. Şimdi yaşanacak olanın 23. kategori olmasıyla dünyada yeni bir dönem başlayacağı ifade ediliyor.
Kur’an yeryüzüne 23 yılda indi. Bu 23. Kategori, Kuran’ın yeryüzünde ilmen yaşanacağı bir dönem olacak deniyor. Buna ek olarak bir bilgi daha eklemek gerek. İnsanlık tarihi boyunca (ki biz Hz. Ademi 65 milyon yıl önce dünyaya gelmiş olarak kabul ediyoruz) jeomanyetik kutuplar 114 defa yer değiştir*miştir. Yine bu rakamla ilgili olarak Kuran 114 Ayettir denile*rek bir takım tevafuklara işaret ediliyor.
Bu arada jeomanyetik kutupların değişmesiyle birlikte dünyadaki yaşam sahaları Ortadoğu’ya kayıyor. İskandinavya ülkeleri dediğimiz, Norveç, Finlandiya gibi ülkelerin yıllar geçtikçe yaşanmaz hale geleceği ifade ediliyor. Hatta Türki*ye’nin de kısmen biraz daha soğuyacağı bu bilgiler arasında. Yeni yaşam sahalarının Ortadoğu’ya kayacağı, buraların daha çok yağış alacağını duyunca aklımıza Hz. Muhammed’in bir hadisi geldi:
“Çöller vaha olmadan kıyamet kopmaz.”
Bu yüzden kıyamete yakın İstanbul ve Ortadoğu’nun de*ğeri artacak tabi bu bölgelerdeki metafizik gelişmeler ve efsa*neler de anlam kazanacak. Aynen Kızkulesi için olduğu gibi. Klasik olarak Kız Kulesi ile ilgili bilinen iki üç rivayet var. En bilineni, Kral Baba çok sevdiği prenses kızının rüyada öleceği*ni görmesi üzerine onu ölüm meleğinden kaçırıyor. Kız kule*sine adeta hapsediyor. Ancak yılan her tedbire rağmen üzüm sepeti içinde gelip, kızı sokup öldürüyor. Yani bir yönüyle ölümden kaçılmıyor.
Diğer taraftan, Kız Kulesi’nin bilinen 2500 yıllık bir tarihi var. Bir dönem karakol olmuş, bir dönem fener görevi görmüş, bir dönem zindan. Bunun dışında efsanelere bile girmeyen bir söylenti daha vardır. Bu kız kulesinin aslında 2500 yıllık tari*hinden daha eski bir hatırasıdır belki de.
Bu kulenin bir anıt taşı olduğu söyleniyor. İki deniz, Ka*radeniz’in ve Marmara’nın birleştiği yerde ne arar bu kule? Bilmediğimiz başka bir mesajı var. İki denizin birleştiği yer… Bu iki denizin birleştiği yerde, kritik buluşmalar yapılır. İki deniz iki derya adamın buluşma yeridir burası.
Hz. Musa dememiş miydi Allah’a “benim gibi bir derya yarattın mı” diye? “Yarattım ancak onun ilmi senin ilmin gibi değil” denmiş ve Hz. Hızır’dan bahsedilmişti. Musa, “bu nasıl ilimdir” diye bu ilmi temsil eden adamı bulmak için yanındaki Yuşa’yla birlikte yollara düşmüştü. Sözde yanında getirdiği ölü balığın canlanmasını işaret kabul edecek, öyle bulacaktı onu. Uyudu, balık canlandı ve suya karıştı. Yolda akılları başı*na geldi, geri döndüler ve Hızır’la buluştular. Nerde mi? Kız Kulesinin olduğu yerde. O yüzden de Hz. Yuşa, bu kuleye te*peden bakan Beykoz sırtlarında yatmaktadır.
Buranın hikayesi, yani yazılmayan hikayesi sadece böyle bitmiyor. Bir de bu kulenin altında pek değerli hazinelerin ol*duğu, yitik bir şehirden bahsediliyor. Adalar civarında tespit edilen yitik bir şehrin, bu şehrin uzantıları olduğu birileri tara*fından ifade ediliyordu. Hz. Hızır’ın, Kız Kulesi ve Beyazıt Cami’yi sık sık ziyaret ettiği de verilen bilgiler arasında.
İstanbul’un çeşitli yerlerinde çeşitli amaçlarla dikilmiş taş*lar vardır. Teşvikiye’de, Sultanahmet’te dikilen bu taşların ya*nında Karaköy’de Ziraat Bankasının limana bakan ön yüzünde Hiram Usta’nın heykeli vardır. Üstelik elinde zihin yonttuğu çekici de vardı. Bu taşlar süs olsun diye dikilmediler elbette. Hepsinin derin bir anlamı vardır. Taşların zamana çok iyi direnebildiklerini daha önce belirtmiştik. İşte bu taşlar yüzyıllar evvelinden belli bir gayeyi gerçekleştirmek için yollanan in*sanların buluşma ve strateji geliştirme taşları olmuştur. Bir yönüyle de koloni oluşturma, çoğalma yerleri. Eğer bir taş siv*ri ve süngü şeklindeyse, üremeyi temsil eder. İstanbul’da, Tuzla’da özel bir kamu kurumunun bahçesinde bile bu tarz taşlar vardı. Bu taş, “burada üreyeceksin, hakimiyet kuracaksın” an*lamındadır. Diğerlerinin daha farklı anlamları vardır.
Yahudilikte dik, uzunlamasına dikilen iki sütün çok ö- nemlidir. Dişilik ve Erkekliği temsil eder ve “J” ve “B” adlarıyla temsil edilir. Bugün bu simgeleri bir içki markası olarak gö*rebiliriz.
Orkun Uçar: Bu topraklarda birkaç açıdan büyük bir zen*ginlik var. Fırat ve Dicle arasında yer alan ve ‘kıyamet savaşı’na sahne olacak büyük bir zenginlik var. Daha önce de söz ettiğimiz gibi, geleceğin enerji kaynağı olan Hidrojen için ‘Bor’ gerekiyor. Dünya Bor rezervinin yüzde 85′i bu topraklarda. Su’yun nasıl bir değer olduğunu ise “Su Savaşları” senaryola*rından anlayabiliriz.
İşte böyle bir gerçeği insanlara iletmek gerekiyor. Neden bu topraklar üzerinde bu kadar gizli planlar var ve niye bu kadar komplo teorisinden bahsediliyor? Bunların altında bir gerçek olmadığına inandırılmaya çalışılıyoruz. Burada çok büyük bir düzen var, yani siyasi olarak da bunun etkilerini gördüğümüz entrikalar söz konusu.
Hakan Yılmaz Çebi: Şeytan, tahakküm kurduğu insanlara kendini inkar ettirir. Çünkü açığa çıkmaması gerekir. Hiç kim*se alkolik olduğunu kolay kolay kabul etmez, çünkü tedaviyi reddedecektir. Eskiler bu varlıklara “habis-i ervaha” diyorlar. Habis; pis, kirli ruhlar.
Habisi ervaha ile iç içe geçmiş insanlara bakın, hayatların*da sözde pek realist pek materyalist tavır içindedirler. Cin, ruh dediğinizde gülerler; hatta onlar Ortaçağ’da kaldı diye düşü*nürler. Ancak özel dünyalarına çekildiklerinde hepsinin bir Astrolog’u, yıldız yükselticisi, medyumu, büyücüsü vardır. En ufak yatırımları bile onlara danışmadan hareket edemiyorlar. Bu kadar habis ruhlarla iç içe geçmelerine karşı dışarıda son derece pozitif bilime inanır gibi görünürler.
Yıllarca masonluk adı altında dünyada örgütlenen Siyo*nist çobanların tornadan geçirdikleri adamların hepsi kariyerli, akademik lisanlı adamlar değil mi? Niye 33. derecelik bir şifre*leme kullanıyorlar? Niye önlük takarlar, niye bu önlüklerin önünde örs ve çekiç vardır? Niye hep yeraltı faaliyetlerine yeltenirler. Ritüellerinde karanlık odalarda tütsüler, insanların boynuna geçirilen ipler vb. argümanlar vardır. Niye ellerini, göğüs ceplerine atarlar?
Kullandıkları hipnoz ve telkinlerden olsa gerek, insanlar bugün uykudalar. Rabbi sınıfından bir haham, “Biz hiç kimse*yi Yahudi yapmayız, çünkü seçkin olan biziz; ancak Yahudi gibi düşündürürüz” demişti. “Biz adamı zihinde Yahudi ya*parız” der gibi bugünkü toplumun zihinsel haritasını çizmişti.
Orkun Uçar: Hz. Musa, Hz. Hızır der ki; biz senin ne yap*tığını anlamakiçin senle seyahat etmek istiyorum. Hızır benim neyi neden yaptığımı bilemezsin, sabredemezsin diyor ama Hz. Musa ısrar ediyor.
Seyahate başlarlar. Bir nehir kıyısına gelirler. Karşıya geçmeleri gerekiyordur. Orada nemrut karısı olan bir balıkçı vardır. Karısının itirazlarına rağmen bu yolcuları karşıya geçi*rir. O sırada oğluyla beraber geçmişlerdir.
Karşı kıyıya geçince hava kararmıştır. Balıkçı burada kala*lım, der.
Gece sabaha karşı kalkan Hızır, Hz. Musa’yı uyandırır. Hadi gel gideceğiz, der ve eline aldığı taşla kayığın dibine za*rar verir.
Hz. Musa; balıkçı bize iyilik etti, sen ne yaptın adama? Malına zarar verdin, diye tepki verir.
Hızır o zaman yolculuk için söz verdiği sabrı hatırlatır.
Bir köyden geçerken, köylüler buna çok kötü davranır. Peşlerine askerler düşünce kaçmaya başlarlar ama bu sırada Hızır tehlikeye rağmen durup, yıkılmakta olan bir duvarı ta*mir eder.
Bir deniz kıyısına gelirler, çok güzel bir çocuğa onu çok şımartacak şekilde davranan bir ailesi vardır. Hızır gelir, o gü*zel çocuğu herkes sevecek zannederken sert bir tokat vurarak öldürür, artık Hz. Musa dayanamamaktadır,
“Sen ne yaptın?” der. “Artık ayrılacaksak ayrılalım, bak!” der, “bize iyilik etti balıkçı, kayığını mahvettin, bize kötü dav*ranan köyden geçiyorduk, duvarlarını yaptın, bu güzel çocuğu öldürdün. Niye yaptın?”
Hz. Hızır, “Tamam anlatayım,” der.
“O balıkçının kayığına zarar verdim, çünkü öbür kıyıda savaşa hazırlanan bir kralın askerleri buldukları her sağlam kayığı alıyorlardı. O yüzden ona bıraktım. Duvarı tamir ettim, çünkü duvarın altında iki öksüzün, annesi babası tarafından çocuklara bırakılan hazinesi vardı. Duvar zamanından önce yıkılıp, hazine ortaya çıksaydı, o hazineyi köylüler el koyacak*lardı, İşte bu nedenle tamir ettim. Ve bu güzel çocuk, herkese zulmedecekti. Güzelliğini bozdum ki, zalim olmasın.”
Hızır aleyhisselamla ilgili en güzel hikayelerden biri bu*dur.
Hakan Yılmaz Çebi: Hızır’ı, Kehf Suresi’nde layıkıyla ta*nıyoruz. Ancak Anadolu’da sıkışanların derdine koşan, noel baba gibi biri olarak düşünülmüştür. Hızır, Hz. Zülkarneyn’in teyzesinin oğlu ve bir harp sanatı uzmanı, başkomutandır. Türk askeri tarihinde pek çok hatırası vardır. Türk tarihi bir yönüyle Hz. Hızır ve kuvvetleriyle yazılmıştır. Üstelik bu ko*nuda “Ladikli Ahmet Ağa” diye yeni bir kitap çıktı. Konya Ladik’te yaşayan bu Ümmi Gayb Askeri’nin bu ilmi nasıl aldı*ğı ve askeri operasyonlarda nasıl kullandığının onlarca hatırası vardır. Bu alemde bir Tayy-i mekan hadisesi vardır. Adeta bir ışınlanma. Konya Ladik-Washington arası dört dakikadır. La*dikli Ahmet Ağa için. Üstelik gittiği yerlerden ufak tefek hediyeler de getirir.
Zira onlar günahlarının ağırlığından toprağa çakılmış in*sanlar değildir. Onlar akıllara gitmiş bir şekilde kuma, kirece, çimentoya çalışan insanlar olmadıkları için hayatın tüm boyutları kendilerine açılmıştır. İttihatçıların üstelik iman sahibi itti*hatçıların anlayamadığı Abdülhamid Han Hazretleri de bu il*me sahiptir. Lakin anlatamaz. 31 Mart vakasını bastıracak gü*cü olmasına rağmen bastıramamasının sebebini açıklayamaz. Yanında bir Ebül Hûda vardır. Herkes onu bir tasavvuf velisi sanır. Oysa başka bir boyuttur o.
O boyuttan Teşkilatı Mahsusa çıkar. Birilerini işine gel*mediği için Yıldız İstihbaratı hep herkes jurnalci oldu diye lekelenmeye çalışılır.
Yeryüzünde metafizik savaş sanatının öğreticisi. O yüz*den Ricali Gayb dediğimiz âlemin Genel Kurmay Başkanı, Hz. Hızır’dır. Hz. Hızır, ilmiyle yer yüzündeki negatif gizli ilimlere karşı kontr-savaş stratejilerini öğretir. Kimisi bu savaşı bile*rek oynar, kimisi bilmeyerek; kimisi zaman zaman bilir, zaman zaman bilmez. Metafizik Kontr-savaşın da bir ilmi ve bu ilminin ritüelleri vardır. Bu ritüeller içerisinde bazı insanlar ruhlar aleminden desteklendikleri, “melami birlikleri” denilen yeryüzü birlikleri de vardır. Bu “Melamilik” meselesi “Melami Tarikatıyla” karıştırılmamalıdır. Bu “melami birliği”, fizik bedende yaşayan insanlardan oluşur. Hz. Hızır Aleyhisselam ve onun onay verdiği insanlar tarafından seçilir. Seçildikten sonra bu gizli ilimlerle iştigal eden insanlar tıpkı bir askeri bir*likteki sınıflara ayrılır gibi sınıflara ayrılarak hizmet ederler…
Karşılarındaki negatif, “habisi ervaha” kuvvetlerinin de metafizik savaşçıları vardır.
Daha önce İsrail’de bir metafizik istihbaratçının daha doğmadan evvel nasıl tespit edildiğini ve 6 yaşından itibaren nasıl yetiştirildiğini söylemiştik. Bu çocukların hayatı, gün gün, saat saat rapor edilir. Dönemin en önemli, üstün ilimleri kendilerine verildiği gibi, son derece yeterli bir vücuda, fikri ve zihni ve fiziki gelişime sahip olmaları için sportif faaliyetler düzenlenir. Yiyeceklerine çok dikkat edilir. Eğilimleri araştırılır. Eğer kana eğilimliyse bu çocuk, ileride iyi bir suikastçı ve tertipçi olur. Bu çocuk bilime, elektroniğe eğilimliyse elektronik istihbaratçı veya stratejist-akademisyen istihbaratçı olarak değerlendirilir. Hiçbir işte başarılı olamıyorsa, bunları da po*püler kültür ikonu yaparlar. Kimilerini de muhbir olarak kul*lanırlar.
Muharref Tevrat’ta ajanlığın kutsal bir meslek olduğuna vurgu yapılmıştır. Fahişelik, bu meslek için önemlidir. Bu yüzden Muharref Tevrat’ta bu vazifeyi ifa eden bir takım ka*dın isimleri vardır; Ester, Hanna gibi… Reklamlarda, kadın cinsel obje olarak kullanılır. Bu dünya emperyalizminin zihin*leri güdüleme metodudur. 19. yüzyılın sonlarından itibaren “zaaf ilmi” diye bir ilim ortaya çıkardılar. İnsanların zaaflarını ortaya çıkarmak ve bu zaaflar üzerinden iş yapmak bilimsel bir çalışma oldu.
Tekrar Hz. Hızır konusuna dönecek olursak; bu ilim, insanlara rüyada da verilebilir, el verme şeklinde de olabilir. Bir yiyecek verilip yenilmesiyle birlikte seçilen kişinin vücudunda çeşitli hareketlerin, çeşitli animasyonların husule getirilmesiyle de açığa çıkarılabilir.
Bu ilmi kullanmaya selahiyat verilmiş insanlar her türlü şekil ve şemal altında çalışabilir. Son derece şık takım elbiseli kravatlı bir adam olduğu gibi, çaycı da olabilir, Belgrad or*manlarında ağaç kavuğunda yaşayan bir şimşirci, tahtakaşık oyucusu da olabilir.
Bu adamlar bazen Pentagon’daki ‘yuvarlak masa’ toplan*tılarını Edirnekapı mezarlığında da kurabilir. Kutsal gecelerde Davos zirvesi gibi Mekke’de Zemzem Kuyusu’nun başında da olabilirler. Yeri gelmişken bu konuda yaşanmış bir hadiseyle mevzuyu özetlemek istersek, velilerden Mesnevi Han Rıza Efendi’ye ait bir vakayı Milliyet gazetesinin 11 Nisan 1975 ta*rihli nüshasından alarak nakletmek yeterlidir sanırız. Bu vakada adı geçen Binbaşı ileride ordumuzun tanınmış generalle*rinden olmuştur.
“Rıza Efendi bazı meczuplar gibi harap kıyafetli bir adam imiş. Aklı nereye eserse oraya gider, nerede isterse orada otururmuş. O sırada bilardo oyunu İstanbul’a yeni gelmiş, bazı gazinolar kahveler bu masalardan edinerek müşterilerinin eğlenmesini sağlarlarmış. Tabii bu arada bayağı müşteri çekerlermiş.
Beyazıd’da Kahveci Ali Efendi de bu bilardo masasından bir ta*ne edindiği için o zaman ‘Serasker Kapısı’ olan şimdiki İstanbul Üniversitesi binasındaki subaylar fırsat buldukça gelir, burada bilardo oynarlarmış.
Rıza Efendi her gün öğleden sonra bu kahveye gelir, bir kenara oturur, kendi alemini yaşarmış. Bilardo meraklısı Binbaşı onun kılık kıyafetini harabatlığın tenkit ederek kahveciye:
Böyle pis herifleri buraya ne diye sokuyorsun? Defet şunu! demiş.
Kahveci:
Efendim, bu adamı buraya ben çağırmıyorum. Kendi geliyor, ona buradan git diyemem. Bir kenarda oturur, bir kahve içer. Çubu*ğuna tütün basar, çubuğuna bir ateş koyarım, bu benim borcumdur. Kah erken bırakır gider, kah kahve kapanıncaya kadar kalır. Bazen gitmez, üstüne kahveyi kilitler giderim. Sabah gelir, kilidi açar, içeri girerim ki ortalıktan kaybolmuş.
Binbaşı bu cevaptan pirelenir. Bir akşam geç vakte kadar kalarak Rıza Efendi’yi takibe karar verir. Kahve kapanacağı zaman Rıza Efendi kalkar, Binbaşı da arkasına düşer. Şehzadebaşı yolu ile Edirnekapıyı boylar… Rıza Efendi önde, Binbaşı arkada Edirnekapı’dan kale dışına çıkarlar. Zifiri karanlık bir gece, hafif bir rüzgarla salla*nan selviler çatırdıyor. Rıza Efendi mezarlığa girer, karanlığa dalar; Binbaşı, eli tabancasında takip eder. O sessizlik içinde Rıza Efendinin sesi duyulur:
Esselamunaleyküm.
Mezarlarda bir hareket olur, beş on ses selama karşılık verir.
Ve Aleykümselam…
Binbaşı bulunduğu yerde titremeye başlar, fakat merak korkuya galebe çalar. Bir kenara sinerek bu ölüler âleminin (Berzah Âlemi) ne konuşacaklarını dinlemeye başlar.
Bir ses:
• Ey ihvan! der, bu gece Moskof keferesinin İslamlara olan teca*vüzlerinden bahsedelim. Bu kafire bir ders vermek gerekti, ne çare ki devlet onu cezalandıracak kudrette değildir.
O zaman başka bir ses:
Öyleyse der, ona Japon kavmini musallat edelim.
Binbaşı daha fazla dayanamaz. Oradan evvela yavaş uzaklaşır ve bulvara çıkınca koşarak evine varır.
Ertesi gün tabiatıyla tüm olanları asker arkadaşlarına anlatır. Subaylar ve diğer memurlar ertesi gün Ali Efendinin kahvesine do*larlar. Kimse bilardo oynamaz, herkesin gözü yine bir kenarda çubu*ğunu tüttüren Rıza Efendidedir. Ondan olağanüstü bir hareket bek*lerler…
Rıza Efendi çubuğunu bitirir, ayağa kalkar, gözleri kalabalığın içinde Binbaşıyı arar. Onu görünce eli ile işaret eder:
- Gel, gel… Buraya gel!.. Paşa, der; Rus-Japon harbine hazır ol!..
Ve kapıdan çıkar gider. Sene 1904… Rus-]apon Harbi vuku bulmuş ve Rusya mağlup olmuş, Binbaşı da Paşa olmuştur. “
Orkun Uçar: Tüm bu gelişmeler ışığında medeniyetlerin ve uygarlıkların dayanaklarından ve güç aldığı noktalardan da bahsetmek gerek. Özellikle uzun yıllar İslamiyet’in bayraktar*lığını yapan Türkler’in manevi olarak üstlendikleri veya üstlendirildikleri(!) bir misyonu dile getirmek de mümkün. Türk*lerin manevi besin kaynaklarından bahsederken son yıllarda ortaya atılan İslam peygamberi Hz. Muhammed’in Türk olma iddiaları da bizce tartışılmaya değer.
Hakan Yılmaz Çebi: Şimdi bu konu peygamberlik mües*sesinin evrenselliğini bilerek ele alınması gereken bir konu. Zaten başka türlüsü akıllı bir insanın işi olmaz. Üstellik Hz. Muhammed tüm insanlığa gönderilmiş bir rehberdir. Bütünle*yici ve kuşatıcıdır. O yüzden o zamana kadar gelen tüm pey*gamberleri ve getirdikleri O’nun muhteşem şahsında muaz*zam bir eser haline gelmiştir. Bu yönüyle bizler Hz. Muham*med’in etnik kimliğiyle ilgili söylentileri ancak bir Halk Bilimi Kültürü olarak ele alırız, yoksa bunun dışında evrensel bir Peygamber olma özelliğinin dışında başka bir mana cüreti kimse göstermez, gösteremez de.
Hepimiz Hz. Ademin soyundan geliyoruz, ancak bir takım söylentilerin ilmi gerçekliği medenice tartışılabilmeli elbet.
Hz. Muhammed’in Hz. Nuh’un oğlu Yafes, onun da oğlu Türk’ten ve yine Hz. İbrahim’e kadar gelen silsileyle olan bağından bahsedilir. Bu konu zaman zaman bir takım araştırmacılar tasavvuf büyükleri hatta siyasiler tarafından dillendirilir. Ancak kimse detaylar üzerinde ilmi bir araştırma yapmak istemez. Bunun en önemli sebebi tüm kainatın O’nun yüzü suyuhürmetine inşa edilmesi, bu yönüyle yeryüzüne ait beşeri ai*diyetinin çok ehemmiyete alınmaması. Ancak bilinse ne olur? Haşimoğullarından, Adnanoğullarından daha aşağılara inilip soyu şeceresi tam ifade edilse; ha keza Hz. Muhammed, Hz. Nuh’un oğlu Türk’e kadar şeceresi dayandırılsa kıyamet mi kopar?! Maksadı aşmadan tartışılmasında hiçbir zarar oldu*ğunu düşünmüyorum.
O yüzden bu tarz bilgiler halkın içinde hep binlerce yıl yaşar ancak kitaplarda ciddiyetle ve genişçe yer almaz. Bu konu*yu ilk defe Beyazıt Camisi’nin avlusundaki Tarihi Çınaraltı çay bahçelerinin birinde bir yazardan dinlemiştim. Eski bir yayı*nevi sahibi olan yazar arkadaşım, beni değerli tarihçi ve yazar Dursun Gürlek ile tanıştırmıştı. Dursun Gürlek, Hz. Muham*med ve sülalesinin ve bölge insanlarının ”Arabi müteharabi” olarak adlandırıldığını hem anlatmış hem de bir kitabında yazdığını söylemişti. Bu konuyu daha önce Türk Mitolojileri dersi aldığım öğretmenlerimden de duymuştum.
Daha sonra bu konuyu kendisi bir halk bilgesi ve bir dönem Erzurum eşrafının en tanınmış âlimlerinden birinin de oğlu olan Nurullah Bilgin’e sordum. Nurullah Bilgin, ilmi gös*termemekte çok dirense de; konuyu açtığımda, güldü. Muhyiddin İbni Arabi Hazretleri’nin Türkçe’ye şerh edilmemiş Osmanlı’dan da bahsettiği bir eserinde bu konuyu şu şe*kilde irdelediğini söyledi. Hatta Miraç’taki birçok sırlara da yine bu kitaba dayanarak genişçe değindi. Bu sırlar arasında bugün kullanılan Türkiye Cumhuriyeti bayrağı da vardı. Bu kutsal bayrak, günü geldiğinde ortaya çıkacak bir milleti tem*sil ettiği için gösterilmişti. Ve yine Nurullah Bilgin, Allah’ın Resûlüne, Osman Gazi, Fatih Sultan Mehmet gibi Türk ulula*rının ruhlarının gösterildiğini de sözlerine eklemişti. Tabii bunların hepsini Muhyiddin İbn-i Arabi Hazretlerinin eski yazma eserlerine dayanarak söylüyordu.