Hasret ruzgari
Aktif Üyemiz
Zîrâ, farz-ı muhâl olarak, Kur'ân kelâmullah olmazsa, Arştan düşse, ortada kalamaz; belki, yerde yalancı birinin malı olduğunu kabul etmek lâzım gelir. Bu ise, ey şeytan, yüz derece, sen, katmerli bir şeytan olsan, bozulmamış hiçbir aklı kandıramazsın ve çürümemiş hiçbir kalbi iknâ edemezsin.
Şeytan döndü, dedi: "Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim."
Elcevap:
Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir; bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.
Sâniyen: Hem, tebeî, sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhâl birşey, mümkün görünebilir. Bir zaman, bir ihtiyar adam, Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş; o kılı ay zannetmiş, 'Ayı gördüm' demiş. İşte, muhâldir ki, hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat, kasden ve bizzat aya baktığı, ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derece göründüğü için, o muhâli mümkün telâkkî etmiş.
Sâlisen: Hem, kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu sûrette, çok muhâl şeyler onun içinde gizlenebilir; onun aklı onlarla uğraşmaz. Ammâ inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o, kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey şeytan, bâtılı hak ve muhâli mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inad ve mugâlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytânî desîselerle, çok muhâlâtı intâc eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.
Râbian: Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyâlara, sıddîkînlere, aktablara bilmüşâhede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemâdiyen hak ve hakkâniyeti, sıdk ve sadâkati, emn ve emâneti umum tabakât-ı ehl-i kemâle tâlim eden ve erkân-ı imâniyenin hakâikıyla ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihânın saadetini temin eden ve bu icraatının şehâdetiyle bizzarûre hak ve hâlis ve sâfî hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitâbı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip-hâşâ, sümme hâşâ-bir sahtekârın tasnîât ve iftiralarının mecmûası nazarıyla bakmak, Sofestâîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyân-ı küfrî olmakla beraber; izhâr ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehâdetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bilittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfî ubûdiyetinin delâletiyle ve bilittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenenin iktizâsıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mûtekid, en metîn, en emîn, en sâdık bir zâtı- hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ-itikadsız, en emniyetsiz, Allah'tan korkmaz bir vaziyette farzetmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir sûretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâb etmek lâzım gelir.
Şeytan döndü, dedi: "Nasıl kandıramam? Ekser insanlara ve insanın meşhur âkıllerine Kur'ân'ı ve Muhammed'i inkâr ettirdim."
Elcevap:
Evvelâ: Gayet uzak mesafeden bakılsa, en büyük şey, en küçük şey gibi görünebilir; bir yıldız, bir mum kadar denilebilir.
Sâniyen: Hem, tebeî, sathî bir nazarla bakılsa, gayet muhâl birşey, mümkün görünebilir. Bir zaman, bir ihtiyar adam, Ramazan hilâlini görmek için semâya bakmış. Gözüne bir beyaz kıl inmiş; o kılı ay zannetmiş, 'Ayı gördüm' demiş. İşte, muhâldir ki, hilâl, o beyaz kıl olsun. Fakat, kasden ve bizzat aya baktığı, ve o saçı tebeî ve dolayısıyla ve ikinci derece göründüğü için, o muhâli mümkün telâkkî etmiş.
Sâlisen: Hem, kabul etmemek başkadır, inkâr etmek başkadır. Adem-i kabul bir lâkaydlıktır, bir göz kapamaktır ve câhilâne bir hükümsüzlüktür. Bu sûrette, çok muhâl şeyler onun içinde gizlenebilir; onun aklı onlarla uğraşmaz. Ammâ inkâr ise, o adem-i kabul değil, belki o, kabul-ü ademdir, bir hükümdür. Onun aklı hareket etmeye mecburdur. O halde senin gibi bir şeytan, onun aklını elinden alır, sonra inkârı ona yutturur. Hem, ey şeytan, bâtılı hak ve muhâli mümkün gösteren gaflet ve dalâlet ve safsata ve inad ve mugâlâta ve mükâbere ve iğfal ve görenek gibi şeytânî desîselerle, çok muhâlâtı intâc eden inkâr ve küfrü, o bedbaht insan sûretindeki hayvanlara yutturmuşsun.
Râbian: Hem, Kur'ân'ı kelâm-ı beşer farz etmek; lâzım gelir ki, âlem-i insaniyetin semâvâtında yıldızlar gibi parlayan asfiyâlara, sıddîkînlere, aktablara bilmüşâhede rehberlik eden ve bilbedâhe mütemâdiyen hak ve hakkâniyeti, sıdk ve sadâkati, emn ve emâneti umum tabakât-ı ehl-i kemâle tâlim eden ve erkân-ı imâniyenin hakâikıyla ve erkân-ı İslâmiyenin desâtiriyle iki cihânın saadetini temin eden ve bu icraatının şehâdetiyle bizzarûre hak ve hâlis ve sâfî hakikat ve gayet doğru ve pek ciddî olmak lâzım gelen bir kitâbı, kendi evsâfının ve tesirâtının ve envârının zıddıyla muttasıf tasavvur edip-hâşâ, sümme hâşâ-bir sahtekârın tasnîât ve iftiralarının mecmûası nazarıyla bakmak, Sofestâîleri ve şeytanları dahi utandıracak ve titretecek şenî bir hezeyân-ı küfrî olmakla beraber; izhâr ettiği din ve şeriat-ı İslâmiyenin şehâdetiyle ve müddet-i hayatında gösterdiği bilittifak fevkalâde takvâsının ve hâlis ve sâfî ubûdiyetinin delâletiyle ve bilittifak kendinde görünen ahlâk-ı hasenenin iktizâsıyla ve yetiştirdiği bütün ehl-i hakikatin ve sahib-i kemâlâtın tasdikiyle en mûtekid, en metîn, en emîn, en sâdık bir zâtı- hâşâ, sümme hâşâ, yüz bin kere hâşâ-itikadsız, en emniyetsiz, Allah'tan korkmaz bir vaziyette farzetmek, muhâlâtın en çirkin ve menfur bir sûretini ve dalâletin en zulümlü ve zulmetli bir tarzını irtikâb etmek lâzım gelir.