ÖRNEK KUR’AN NESLİNİN EĞİTİMİ
Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur’an indirilirken onları soracak olursanız açıklanır. Allah (açıklanmayan konuların sorumluluğundan) affetmiş tir. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir. [74]
İnsanlar ilmi ve hidayeti kabul açısından üzerine yağmur yağan farklı topraklara benzerler. Bu topraklardan ilki, su tutan, üzerinde otlar bitiren bir topraktır. Allah’ın dinini anlayan, öğrenip öğreten kimseler bu toprağa benzerler. İkinci toprak, üzerinde ot bitirmeyen çorak bir topraktır. Bu toprak suyu tutar ve insanlar onun tuttuğu bu sudan yararlanırlar. Onun suyunu içer, hayvanlarını ve bitkilerini sularlar. Kibrinden başını kaldırmayan kimse bu toprak gibidir. Üçüncü toprak ise düz bir yamaçtır. Ne su tutar, ne de bir bitki yetiştirir. Allah’ın hidayetini kabul etmeyenler böyledir. (Hz. Muhammed (s)
Resulüllah, İslâm davetinin önderi, îslârnî hareketin lideri ve İslâm eğitiminin öğretmeni olarak, İslâm davetim kabul eden insanların inanç ve düşüncelerinden, bireysel ve toplumsal hayatlarına varıncaya kadar bütün hâl ve durumlarının İslâm’a göre şekillenmesinde aktif bir role sahip oldu. Üzerine yüklenen sorumluluğun gereğini ideal düzeyi temsil eden mükemmellikte bir eğitimci olarak yerine getirdi. Eğitmenlik özelliğini, hem teorisiyle ve hem de uygulamasıyla en mükemmel biçimde ortaya koydu. Bunun ise kendi kişisel bir yeteneğinin veya çabasının sonucu olmadığını, insanlar arasından seçilmesinin bir sonucu olduğunu dile getirmeyi ise hiç ihmal etmedi. Kendisini ‘Ben eğitici olarak gönderildim [75] diyerek tanımladı. ‘Eğitici’ olma özelliğinin gereğinin ise; bilim, felsefe gibi çok özel veya teknik konularda insanları salt bilgilendirmek olmadığını bilhassa belirtti, bunu çok değişik vesilelerle sıklıkla dile getirdi. ‘Ben ancak alemlere rahmet olarak gönderildim [76] ‘Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim [77] gibi ifadeleri söz konusu açıklamalarının bazı örnekleri olarak anlam kazandı. Kur’an ise O’nu ‘en güzel örnek [78] ve ‘büyük bir ahlâk sahibi [79] kişi olarak tanıttı. O’nun ‘Alemlere rahmet olması için [80] seçilip görevlendirildiğini açıkladı.
O’nun bu mükemmelliği, doğuştan gelen bir özelliğinin gereği değildi. O ”büyük bir ahlâkın sahibi’ ve ‘örneği’, ‘alemlere rahmet şahsiyet olarak doğmamış; sadece Mekke’nin ‘en güvenilir’ yurttaşı, Abdullah’ın oğlu, Abdulmuttalib’in torunu, Hatice’nin kocası, Kasım’ın babası Muhammed iken, ‘büyük bir ahlâkın sahibi, ‘örneği ve ‘alemlere rahmet şahsiyet kılınmıştır. O, islâm davetini kabul eden insanları değiştirip, dönüştüren; onların mükemmel birer insan olmalarını sağlayan bir eğitimci haline gelmeden, öncelikle kendisi Kur’an ile değiştirilip, dönüştürülmüş, mükemmel bir şahsiyet kılınmış; hakikatler konusunda öğretilip, eğitilmiştir. Öncelikle bizzat kendisi ilâhî iradenin kontrolünde eğitilip yetiştirilerek tüm insanlık için en güzel örnek, en mükemmel model haline getirilmiştir. İnsanlık için dünya ve ahiret esenliğinin rehberi olan Kur’an’ın öğretici ve eğitici özellikleri öncelikle O’nun şahsında uygulamaya dönüşmüştür. Bu nedenledir ki, Hz. Aişe, kendisinden Resulüllah’ın ahlâkını soranlara ‘O’nun ahlakı Kur’andı [81] diyerek O’nun en temel özelliğine vurguda bulunmuştur. Bu da ifade etmektedir ki, Kur’an ile O’nun ilişkisi teori-pratik ilişkisi olmuştur. Resulüllah’m uygulamaları Kur’an’m pratiğe dönüşmesinin gereğine göre gerçekleşmiştir. Bu nedenledir ki, O, islâm davetini kabul eden insanların inanç yanlışlıklarını düzeltmelerine katkı sağlarken; islâm’ın sadece bir inanç sistemi olmadığını, İslâm’ın inanç olduğu kadar, daha da önemlisi bir ahlâk, bir hayat tarzı olduğunu öncelikle bizzat kendi şahsında, yaşantısında göstermiştir.
İslâm davetinin, eğitiminin ve yaşantısının kaynağı, referansı Kur’an’dır. Kur’an olmadan ne İslâm, ne hidayet, ne ebedî saadet ve ne dosdoğru bir gidişat olur. Kur’an olmadan İslâm, yeryüzündeki dinlerden, ideolojilerden, hayat görüşlerinden, yaşama biçimlerinden herhangi birisi olur. İnsanları huzur, saadet adına aldatan veya oyalayan inançlardan, görüşlerden, hayat tarzlarından birisi haline dönüşür. Kur’an olmadan varlığın gayesini, hayatın anlamını, insanın varoluş amacını ve bütün bunlara uygun bir inanç ve hayat tarzım en doğru ve tek doğru biçimiyle elde etmek mümkün olmaz. Böyle olduğu içindir ki bizzat elçisi olduğu hakikat rehberini şöyle tanımlamıştır:
Kurtuluş Allah’ın Kitabına sarılmaktadır. Çünkü sizden öncekilerin haberi ile sizden sonrakilerin haberi ondadır. Aranızdaki problemleri çözecek hükümler de ondadır. O, insanlar için önemli bilgilere sahiptir; onda gereksiz hiçbir şey yoktur. Kim onu akılsızlığından dolayı terk ederse, Allah onu perişan eder. Kim iman yolunu ondan başkasında ararsa, Allah onu saptırır. O, Allah’ın sapasağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir. O, dosdoğru yoldur. O, kendisine uyuldugu zaman arzuların sapmadığı, kendisiyle konuşulduğu zaman yalan ve yanlış şeylerin söylenmediği, âlimlerin okuyup düşünmekle bitiremediği bir kitaptır. Onun olağanüstülükleri hiçbir zaman bitmez. O, cinlerin işitip de ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten görülmedik oranda güzel bir Kuran dinledik de ona îman ettik [82] dedikleri kitaptır. Kim ondan bir haber getirirse, doğru söylemiş olur. Kim onu uygularsa, sevap alır. Kim onunla hükmederse âdil olur. Kim insanları ona davet ederse doğruya iletmiş olur. [83]
İslâm davetinin, eğitiminin ve yaşantısının yegâne kaynağı ve referansı Kur’an olduğu içindir ki, Resulüllah insanları Kur’an’a yönlendirmeye çalışmış, onun bilgisinden kendi çabalarıyla bilgilenmelerine büyük önem vermiş ve bunun gerçekleşmesi için özel bir çaba sarf etmiştir. ‘Sizin en hayırlınız Kur’an öğrenen ve öğreteninizdir, [84] ‘İçinde Kur’an bilgisi olmayan kişi, harap olmuş ev gibidir, [85] ‘Kur’an’ı aralarınızda konuşup muhafaza ediniz. Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ın hafızalardan, gönüllerden çıkıp kaçması, bağlı devenin bağından kurtulup kaçmasından daha çabuktur [86] gibi sözleri, hep bu çabaların bir gereği olmuştur. Bu ve benzeri sözleriyle Kur’an’a yönelişi sağlamaya ve mevcut yönelişi yoğunlaştırmaya çalışmıştır.
Kur’an’ın yaşayan bedeni, hayata dönüşmüş biçimi olan Resulüllah’m, hakikati insanlara nasıl öğrettiği ve onları ‘en güzel ahlâka göre’ nasıl eğittiğiyle ilgili birçok tarihi bilgi mevcuttur. O’nun eğitim ve öğretim faaliyetlerinin muhatabı olan Müslümanların bir çoğu, kendilerindeki değişimin faili olan Resulüllah’m eğitim ve öğretim faaliyetindeki yöntem ve uygulamalarıyla ilgili birçok şeyler anlatmışlardır. Resulüllah’ın eğitim yöntemiyle ilgili olarak en çok anlatılan özelliklerden birisi; O’nun, entelektüel derinliğe sahip olmayan bir kitleye gönderilmiş olması nedeniyle, insanlara İslâm’ı anlatırken nasıl konuştuğuyla, söz söyleme tarzıyla ilgilidir. Elbette ki, söz önemlidir. Çünkü o bilginin nakil aracı, eğitimin temel unsurudur. Düşünce ve inancın tanığıdır.
Dolayısıyla sözün doğru ifade edilmesi çok önemlidir. Anlaşılmayan veya yanlış anlaşılan, zihinsel karışıklıkları gidermeyen veya karışıklıkları artıran bir söz, doğru bir öğrenimin ve eğitimin aracı olmaz, olamaz. Doğru olmayan veya doğru anlaşılmayan söz, dosdoğru bir inancın ve hayat tarzının referansı olmaktan uzaktır. Bu nedenledir ki Resulüllah sözü en güzel biçimde söylemiştir. Bunu yaparak her türlü yanlış anlamanın önüne geçmiş ve doğruları sadece doğru anlaşılacak şekilde muhataplarına anlatma başarısını göstermiştir. Sözü, her zaman açık, kısa ve tam söylemiştir. İnsanların farklı anlayışlara, anlama yeteneklerine sahip olduklarını hiçbir zaman göz ardı etmemiştir. Hiçbir zaman zihinleri karıştırmamış, anlayışları zorlamamıştır. Çünkü öncelikle kendisi ‘en güzel söz [87] ile eğitilmiştir. Bu nedenle de çevresindeki Müslümanları sıklıkla insanlarla görüşüp, konuşmalarındaki tutum ve tavırları konusunda uyarmıştır. ‘Kolaylaştırın, güçleştirmeyin. Müjdeleyin, nefret ettirmeyen [88] Bir topluluğa akıllarının anlayamayacağı şeylerden bahsetmek doğru değildir. u onlar için bir fitne olur [89] ‘İnsanlara akıl seviyelerine göre konuşmakla emrolun-aum, [90] ‘Bir topluluğa, onların akıllarının kavrayamayacağı bir sözü söyleyen, onlar Kin fitne sebebi olur [91] gibi istek ve nasihatları hep bunun gereği olmuştur. Bir seferinde, insanların farklılıklarını bir benzetmeyle açıklayıp, bu farklılığa göre konuşulmasını ve davranılmasmı istemiştir. Benzetmesi şöyledir:
‘İnsanlar ilmi ve hiayetı kabul açısından üzerine yağmur yağan farklı topraklara benzerler. Bu topraklavdan ilki, su tutan, üzerinde otlar bitiren bir topraktır. Allah’ın dinini anlayan, öğrenip öğreten kimseler bu toprağa benzerler. İkinci toprak, üzerinde ot bitirmeyen çorak bir topraktır. Bu toprak suyu tutar ve insanlar onun tuttuğu bu sudan yararlanırlar. Onun suyunu içer, hayvanlarını ve bitkilerini sularlar. Kibrinden başını kaldırmayan kimse bu toprak gibidir. Üçüncü toprak ise düz bir yamaçtır. Ne su tutar, ne de bir bitki yetiştirir. Allah’ın hidayetini kabul etmeyenler böyledir. [92]
Öğrenmede motivasyonun etkisi önemlidir. Bu nedenle Resulüllah, dikkatlerin söyleyeceklerinde toplanmasını sağlamak için bazen konuşmaya dikkat çeken bir soruyla başlardı. Sorusuna aldığı cevaplan dikkatle dinler, cevaplar doğru ise tasdik eder; fakat eğer yanlış ise yanlış demeden, insanları mahcup etmeden, doğruyu en uygun ifade tarzıyla bildirirdi. Muaz b. Cebel’i vali göreviyle Yemen’e gönderirken, bu seçkin sahabesine görevi dahilinde sorduğu sorular, eğitim yönteminin özelliklerinden birisini açığa çıkarması açısından önemli bir örnektir. Muaz b. Cebel anlatıyor: ‘Resulüllah beni Yemen’e gönderirken “Sana bir dava geldiği zaman neye göre hüküm vereceksin? dedi. ‘Allah’ın kitabına göre hüküm vereceğim’ dedim. ‘Eğer Allah’ın kitabında hüküm vermeni sağlayacak bir şey bulamazsan neye göre hüküm vereceksin?’ dedi. ‘Resulün sünnetine göre hüküm veririm dedim. ‘Resulün sünnetinde de kendine dayanak bulamazsan neye göre hüküm vereceksin?’ dedi. ‘Kendi düşüncem ve içtihadıma göre hüküm vereceğim’ dedim. Bunun üzerine elleriyle göğsüme vurarak ‘Allah’a hama olsun ki, Resulünün hoşnut olacağı şekilde Resulünün elçisini başarılı kıldı dedi. [93] Resulüllah, Hz. Ali’yi Yemen’e gönderirken de, Ali’nin ‘Ey Allah’ın Resulü! Sen beni Yemen’deki insanlara gönderiyorsun, oraya gittiğim zaman onlar benden ihtilaflı konularıyla ilgilenmemi ve davalarını çözüme kavuşturmamı isteyecekler. Halbuki benim hakimlik konusunda bilgim yok. Ben karar verirken yanlış karar vermekten korkuyorum’ demesi üzerine, iki elini Ali’nin göğsüne dayayarak ‘Allah senin kalbine doğruyu gösterecek, dilini de doğrulukta sabit kılacaktır. Davalılar önünde oturdukları zaman her ikisini de dinlemedikçe bir karara varma’ dedi. Hz. Ali diyor ki: “Vallahi bundan sonra, iki kişi arasında karar vermem gerektiği zaman hiç tereddüt etmedim. [94]
Resulüllah kendisine yöneltilen hiçbir soruya lakayt olmadı; eğer sorunun cevabını biliyorsa muhakkak bildirdi; bilmiyorsa, o sorunun cevabı kendisine vahiyle bildirilinceye kadar bekledi. Fakat ne var ki, bazı kimseler, gerçekten anlamlı ve önemli olduğu için değil, sırf merak ettikleri için işe yaramayacak, gerekli olmayan şeyleri de sorma eğilimi taşırlar. Resulüllah’a da bu tür soruların sorulduğu olmuş, Resulüllah bunları en uygun şekilde dinlemiş ve gerekli cevabı vermeye çalışmıştır. Ancak bu anlamsız, yararsız soruların sorulmamasmı öğretmek de eğitimin bir parçası olduğu için, çoğu zaman en uygun şekilde bir daha böylesi sorular sorutmamasını bildirmiş, konuyla ilgili gerekli uyarılan yapmıştır. Bunu ise insanları kırmadan, rencide etmeden, aşağılamadan, üzmeden gerçekleştirmeye azami gayret sarf etmiştir. Bu konuda istisna durumlardan birisiyle ilgili bir açıklama kaynaklarda şu şekilde geçmektedir: Münafıklar hem alay etmek ve hem de eğer cevap veremezse insanları Resulüllah’ın peygamberliği konusunda şüpheye düşürmek gibi iblisçe bir düşüncenin etkisiyle bazen gereksiz, anlamsız sorular sorarlardı. Örneğin kaybolan devesi için ‘Bil bakalım devem nerede?’ veya gayr-i meşru ilişkinin sonucunda doğanlar için ‘Bil bakalım babası kimV gibi sorular sorma lüzumsuzluğunu gösterirlerdi. Münafıkların böylesi planlı ve gayeli soruları, bazı Müslümanları da etkilemiş; onlar münafıkların gerçek niyetlerini anlayamadıkları ve Resulüllah’ın bu tür soruların cevabını bilmesi gerektiği kanaatlerinin etkisiyle benzer sorulan hiçbir art niyet taşımadan sorabilmişlerdir. Bir gün böylesi bir durum yaşandı. Bazı Müslümanlar, örneğini verdiğimiz türden sorularla Resulüllah’ı bunalttılar. Resulüllah’ın üzülmesine, yorulmasına ve bunalmasına aldırmadan, durumun yanlışlığını fark edemeden peş peşe anlamsız, yararsız sorularını sormaya devam ettiler. Üzülen ve bu bazı Müslümanların böylesi saçma tutumları nedeniyle bunalan Resulüllah doğruca mescide gitti. Namazı kıldıktan sonra minbere çıkıp kıyametten, mahşerden bahsetmeye başladı. Sözlerini ‘Eğer sizler benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız çok az güler, çok ağlardınız [95] diyerek bitirdi. Amacı, lüzumsuz konularla uğraşmanın anlamsızlığına işarette bulunup, asıl dikkate alınması gerekenin sorumluluğu hissedilerek yaşanan bir hayat olduğuna dikkat çekmekti. Fakat bazıları hâlâ konuşmadaki inceliği anlayamayıp garip ve yararsız sorularını sormaya devam edince kızgın bir ses tonuyla ‘Bana herkes istediğini sorsun. Ben burada bu makamda bulunduğum sürece, Allah’ın izni ile hepsini cevaplayacağım’ dedi. Resulüllah’ın kızgınlığını ve üzüntüsünü fark eden bazı Müslümanlar susup hiçbir şey sormadılar, Allah’ın resulünü böylesine rahatsız ettikleri için başlarına bir bela gelmesinden çekindiler.
Ancak bazıları hâlâ durumu anlamamış bir hâlde sorularına devam ediyorlardı. Annesinin namusundan yana şüphesi bulunan birisi ayağa kalktı ve sordu: ‘Benim babam kim?’ Resulüllah cevap verir: ‘Senin baban Hüzafe’dif. Babası ölmüş bir başkası kalktı ve sordu: ‘Benim babam şimdi nerededir’. Resulüllah cevap verdi: ‘Senin baban cehennemdedir’. Ne sorulursa cevap veren Resulüllah, başka soru yönelten olmayınca ‘Haydi sor-sanıza ne duruyorsunuz, sorularınızı bekliyorum’ dedi. Yeni bir soru yoktu. Resulüllah yine ısrar etti: ‘Hadi ne duruyorsunuz? Nerede sorularınız? Birisi kalkıp yine sordu: ‘Benim babam kim?’. Resulüllah cevap verdi: ‘Senin baban Şeybe’dif. Sonra yine yeni sorular beklediğini söyledi. Fakat başka soru soran yoktu. Resulüllah tekrar ısrar etti: ‘Hadi nerede sorularınız? Hadi sorun, yok mu öğrenmek istediğiniz başka şeyler?’ Başlangıçtan beri Resulüllah’ın bu tavrmdaki gayeyi anlayan ve bir Şey diyemeyen bazı Müslümanlar elbiselerini başlarına çekip ağlamaya, Resulüllah’ı bu kadar üzdükleri için pişman ve mahcup şekilde gözyaşı dökmeye başladılar. Fakat ne var ki hâlâ olup bitenin asıl mahiyetini anlamayanlar vardı.
Birileri hâlâ anlamsız, Resulüllah’ın görevi ile ilgili olmayan sorular sorma çabasındaydılar. Bunun karşısında Hz. Ömer ayağa kalktı ve ağlayarak ‘Ey Allahın Resulü! Affımızı istiyoruz, Allah’tan bağışlanma diliyoruz. Bizler Allah’ı Rabb, İslâm’ı din ve Muhammed’i de peygamber olarak bilip tasdik ettik. Fitnelerden, fitnelerin şerrinden Allah’a sığınırız. Ey Allah’ın Resulü bizler cahüiyeden yeni kurtulduk, hâlâ bazı yanlışlar yapıyoruz. Sen bizim kusurlarımızı affet’ dedi. Müslümanların büyük çoğunluğu ağlamaya, hatta bazıları kendini tutamayıp hıçkırarak ağlamaya başladılar. Daha önce fark edemeyen veya düşünemeyenler o zaman anladılar ki, Resulüllah’ın vazifesi bu tür sorulan cevaplamak değildir. O, Arap toplumunda yaygın ve önemli bir yere sahip olan bir kâhin, bir medyum değildir. O, ancak kendisine vahyolunana göre inanıp yaşayan ve vahyolunanları insanlara aktaran bir elçidir. Müslümanlar bu olay üzerine gereksiz, yararsız soru sorma hatasını tamamen terk ettiler. Olayı takiben vahyolunan bir ayet, olayın özüne dikkati çekip Müslümanları benzer yanlışlardan sakındırdı: ‘Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur’an indirilirken onlan soracak olursanız açıklanır. Allah (açıklanmayan konuların sorumluluğundan) affetmiştir. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir. [96]
Resulüllah, bir hakikat önderi olarak insanlara bir şeyler anlatacağı, onları bazı konularda bilgilendireceği zaman, o kimselerin en uygun zamanlarını seçmeye çalışırdı. Hiçbir zaman, her şeyi her şartta söylemez; dinleyenin içinde bulunduğu şartları ve muhatabın bireysel özelliklerini muhakkak dikkate alırdı. Kendisine bir soru yöneltildiği zaman, soruyu soranın konuyla ilgili durumunu dikkate alarak cevap vermeye büyük önem verir, hiçbir zaman muhatap için önemi ve anlamı olmayan ayrıntılara girmez, böylesi ayrıntı durumlardan ve harici konulardan özenle kaçınırdı. Bu özelliğinin tanıklarından birisi olarak Abdullah b. Mes’ud şöyle demektedir: ‘Resulüllah bir şeyler anlatırken ve bizleri bilgilendirirken bıkmayalım, dikkatimiz dağılıp da konuyu anlamazlık yapmayalım diye durumumuza bakar, durumumuza göre en uygun gün ve saati beklerdi. [97]
Resulüllah, eğitim ve öğretim faaliyetlerinde hiçbir zaman sadece bir kesimi, örneğin sadece yetişkin erkekleri dikkate alma gibi bir tutum ve tavır içerisinde olmadı. Çocuklara ve kadınlara da gerekli bilgileri en uygun yöntemlerle aktardı; onları da kapsayan bir eğitim programı uyguladı. Kadınlar için özel ders günü tahsis etti. Veya bazı zamanlarda kadınlar belirli yerde toplanıp eğitim ve öğretim için kendisini davet ettikleri zaman gitmezlik etmedi.
İbn Ümm-ü Mektûm olayı nedeniyle ilâhî bir ihtarın muhatabı olan Resulüllah, benzer hatayı yenilememeye son derece özen gösterirdi. Sorusunda samimi olduğuna inandığı birisi bir şey sorduğunda o kişiyle ilgilenmeye ve sorusunu cevaplamaya büyük önem verirdi, insanları hiçbir zaman fiziksel, toplumsal, ekonomik konum ve durumlarına göre ayırmazdı, insanların hepsini İslâm davetinin muhatabı olma konusunda, kul olmanın sorumluluğu konusunda eşit görürdü. Sahabeden Ebû Rifâa anlatıyor: ‘Bir gün Resulüllah’ın yanına vardığımda hutbe okuyordu. ‘Ey Allah’ın resulü! Ben yurdundan yuvasından ayrı kalmış bilgisiz birisiyim. Dinin emrettiği şeylerden haberim yok’ dedim. Resuîüllah hemen konuşmasını kesti ve cemaatten ayrılıp yanıma gelip oturdu. Bana dinle ilgili bilmem gereken bazı şeyleri anlattı. Sonra kalkıp tekrar cemaate hitap etti ve hutbesini tamamladı. [98]
Resulüllah hiçbir zaman insanlara tepeden bakan birisi olmadı. Kendisi ile insanların arasına sınırlar, aşılması imkânsız veya zor engeller koymadı. Hiçbir zaman kapısında nöbetçiler olmadı. Her zaman halktan birisi oldu ve onlarla birlikte oldu. ‘Seçilmiş [99] ve ‘alemlere rahmet olarak gönderi imiş [100] bir elçi olmasına rağmen, kendisini insanlardan üstün veya ayrı düşünmedi. Huzuruna çıkan bir bedevinin, sanki bir kralın huzuruna çıkmış gibi korkudan titrediğini görünce ‘Korkma.’ Ben bir kral değilim. Ben, güneşte kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum [101] demesi O’nun mütevazı özeliğinin gereğiydi. Müslümanların kendisini övmesinden fazlasıyla rahatsız olurdu. Bu nedenle sıklıkla ‘Ben ancak bir insanım [102] ‘Muhammed bir insandır. Her insan gibi o da kızar [103] ‘Ben sizin gibi bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Bir şeyi unuttuğum zaman bana hatırlatın [104] Hıristiyanların isa’yı Övdüğü gibi sizde beni övmeyin. Ben Allah’ın kuluyum. Siz benim için Allah’ın kulu ve elçisi deyin [105] derdi. Çünkü bizzat Kur’an böyle olunmasını istemişti. Kur’an’la O’nun şahsında insanlara ‘Yeryüzünde kibirlenerek dolaşma [106] ‘Kibirlenerek insanlardan yüz çevirme. Yeryüzünde şımararak yürüme [107] ‘Sana uyan müminlere (şefkat ve tevazu) kanadını indir. [108] ‘De ki: ‘Ben de sizin gibi bir insanım [109] ilâhî talimatları verilmişti. Kur’an’a göre konuşan ve davranan Resulüllah, insanlarla olan irtibatını samimiyet ve sevgi temelinde şekillendirmeye büyük önem verirdi. Hastalan ziyaret eder, cenaze törenlerine katılır, köle bile olsa davet edenin davetine giderdi.
Hz. İbrahim, müşrik olmakla kalmayıp, şirkin önemli bir taraftan ve savunucusu olarak karşısına dikilen ve üstelik kendisini de şirke davet eden babasına ebedî hakikati, tevhid gerçeğini anlatırken şöyle hitap etmişti: ‘Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir jayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım.’ Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah’a âsi oldu.
Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakım olmandan korkuyorum.[110] Davetteki bu üslûp, başta Resulüllah olmak üzere tüm Müslümanlar için önemli bir örnekti. Kur’an zaten bunları birer örnek, birer hatırlatma olarak anlatıyordu: ‘İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır [111] diyordu. Böyle olunca, Resulüllah, Kur’an’ın kendisine sunduğu modellere göre olma konusunda hiçbir zaman ihmalkâr davranmadı. Her zaman ’emrolunduğu gibi [112] olma çabası içerisinde bulundu, ilâhî görevinin bir gereği olarak bizzat uygulamalarıyla gösterdiklerinin yanı sıra, sözleriyle de insanlarla ilişkilerde nasıl olunması gerektiğinin ölçülerini ifade etti. ‘Merhamet etmeyene, merhamet edilmez [113] ‘Küçüklerine şejkat, büyüklerine saygı göstermeyen bizden değildir [114] diyerek, konunun önemine dikkat çekti.
[74] Maide, 5:101
[75] Ibn Mace, Mukaddime 17; Müslim, Talak 4.
[76] Müslim, Birr 87
[77] Muvatta, Husnu’l Hulk 8
[78] Ahzab, 33:21
[79] Kalem, 68:4
[80] Enbiya, 21:107
[81] Müslim, Müsafirin 139; Ebû Davud, Tatavvu 26; Tirrnizî, Birr 69; Nesai, Kıyamu’l Leyi 2; Ibn Mace, Ahkam 14; Darimi, Salat 165; Ahmed, Müsned VI/54, 91, 163, 188, 216.
[82] Cin, 72:1,2
[83] Tirmizî, Sevabü’l Kur’an 14; Darimi, Fedaüü’l Kur’an 1
[84] Buharı, Fedaüü’l Kur’an 21
[85] Ahmed, Müsned 1/223
[86] Buharı, Fedailü’l Kur’an 23
[87] Zümer, 39:23
[88] Buharî, ilim 11; Müslim, Cihad 8
[89] Müslim, Mukaddime 3; Buharî, ilim 40
[90] el-Aclunî, Keşful-Hafâ, 1/196
[91] Müslim, Mukaddime 5
[92] Müslim, Fedail 15
[93] Tirmizî, Ahkam 3; Ahmed Müsned, 5/236, 242; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 2/347,348.
[94] Tirmizî, Ahkam 5; Ebû Davud, Akdiye 6; Ahmed, Müsned, 1/149; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 2/337.
[95] Buharî, Tefsir-Maide 12; Müslim, Fezail 134.
[96] Buharî, Um 28, Mevâkitü’s-Salât 11, Rikak 18, Tefsir-Maide 12; Müslim, Fe^aü 134, 138.
[97] Buharî, ilim 12; Müslim, 5ı/atu7 Mûnâfikîn 82; Tirmizî, Edeb 72; Ahmed, Müsned, 1/377, 378, 425, 440.
[98] Müslim, Cumaa 60; Ahmed, Müsned V/80.
[99] Cin, 72:27
[100] Enbiya, 21:107
[101] Ibn Mace, Et’ıme 30
[102] Buharî, Ahkam 20; Müslim, Akdiye 4
[103] Ahmed, Müsned U/493
[104] Buharî, Salât 31, Sehv 2, Eyman ve Nü^ür 15, Müslim, Mesüdd 79
[105] Buharî, Enbiya 48; Darimi, Rekâik 68; Ahmed, Müsned 1/23, 56.
[106] îsra, 17:37
[107] Lokman, 31:18
[108] Şuara, 26:215
[109] Kehf 18:110
[110] Meryem, 19:42-45
[111] Mümtehine, 60:4
[112] Hûdf 11:112
[113] Buharî, EdeJ? 18, 27; Müslim, Fedail 65
[114] Tirmizî, Birr 15; Ahmed, Müsned 1/257, U/207
Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur’an indirilirken onları soracak olursanız açıklanır. Allah (açıklanmayan konuların sorumluluğundan) affetmiş tir. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir. [74]
İnsanlar ilmi ve hidayeti kabul açısından üzerine yağmur yağan farklı topraklara benzerler. Bu topraklardan ilki, su tutan, üzerinde otlar bitiren bir topraktır. Allah’ın dinini anlayan, öğrenip öğreten kimseler bu toprağa benzerler. İkinci toprak, üzerinde ot bitirmeyen çorak bir topraktır. Bu toprak suyu tutar ve insanlar onun tuttuğu bu sudan yararlanırlar. Onun suyunu içer, hayvanlarını ve bitkilerini sularlar. Kibrinden başını kaldırmayan kimse bu toprak gibidir. Üçüncü toprak ise düz bir yamaçtır. Ne su tutar, ne de bir bitki yetiştirir. Allah’ın hidayetini kabul etmeyenler böyledir. (Hz. Muhammed (s)
Resulüllah, İslâm davetinin önderi, îslârnî hareketin lideri ve İslâm eğitiminin öğretmeni olarak, İslâm davetim kabul eden insanların inanç ve düşüncelerinden, bireysel ve toplumsal hayatlarına varıncaya kadar bütün hâl ve durumlarının İslâm’a göre şekillenmesinde aktif bir role sahip oldu. Üzerine yüklenen sorumluluğun gereğini ideal düzeyi temsil eden mükemmellikte bir eğitimci olarak yerine getirdi. Eğitmenlik özelliğini, hem teorisiyle ve hem de uygulamasıyla en mükemmel biçimde ortaya koydu. Bunun ise kendi kişisel bir yeteneğinin veya çabasının sonucu olmadığını, insanlar arasından seçilmesinin bir sonucu olduğunu dile getirmeyi ise hiç ihmal etmedi. Kendisini ‘Ben eğitici olarak gönderildim [75] diyerek tanımladı. ‘Eğitici’ olma özelliğinin gereğinin ise; bilim, felsefe gibi çok özel veya teknik konularda insanları salt bilgilendirmek olmadığını bilhassa belirtti, bunu çok değişik vesilelerle sıklıkla dile getirdi. ‘Ben ancak alemlere rahmet olarak gönderildim [76] ‘Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim [77] gibi ifadeleri söz konusu açıklamalarının bazı örnekleri olarak anlam kazandı. Kur’an ise O’nu ‘en güzel örnek [78] ve ‘büyük bir ahlâk sahibi [79] kişi olarak tanıttı. O’nun ‘Alemlere rahmet olması için [80] seçilip görevlendirildiğini açıkladı.
O’nun bu mükemmelliği, doğuştan gelen bir özelliğinin gereği değildi. O ”büyük bir ahlâkın sahibi’ ve ‘örneği’, ‘alemlere rahmet şahsiyet olarak doğmamış; sadece Mekke’nin ‘en güvenilir’ yurttaşı, Abdullah’ın oğlu, Abdulmuttalib’in torunu, Hatice’nin kocası, Kasım’ın babası Muhammed iken, ‘büyük bir ahlâkın sahibi, ‘örneği ve ‘alemlere rahmet şahsiyet kılınmıştır. O, islâm davetini kabul eden insanları değiştirip, dönüştüren; onların mükemmel birer insan olmalarını sağlayan bir eğitimci haline gelmeden, öncelikle kendisi Kur’an ile değiştirilip, dönüştürülmüş, mükemmel bir şahsiyet kılınmış; hakikatler konusunda öğretilip, eğitilmiştir. Öncelikle bizzat kendisi ilâhî iradenin kontrolünde eğitilip yetiştirilerek tüm insanlık için en güzel örnek, en mükemmel model haline getirilmiştir. İnsanlık için dünya ve ahiret esenliğinin rehberi olan Kur’an’ın öğretici ve eğitici özellikleri öncelikle O’nun şahsında uygulamaya dönüşmüştür. Bu nedenledir ki, Hz. Aişe, kendisinden Resulüllah’ın ahlâkını soranlara ‘O’nun ahlakı Kur’andı [81] diyerek O’nun en temel özelliğine vurguda bulunmuştur. Bu da ifade etmektedir ki, Kur’an ile O’nun ilişkisi teori-pratik ilişkisi olmuştur. Resulüllah’m uygulamaları Kur’an’m pratiğe dönüşmesinin gereğine göre gerçekleşmiştir. Bu nedenledir ki, O, islâm davetini kabul eden insanların inanç yanlışlıklarını düzeltmelerine katkı sağlarken; islâm’ın sadece bir inanç sistemi olmadığını, İslâm’ın inanç olduğu kadar, daha da önemlisi bir ahlâk, bir hayat tarzı olduğunu öncelikle bizzat kendi şahsında, yaşantısında göstermiştir.
İslâm davetinin, eğitiminin ve yaşantısının kaynağı, referansı Kur’an’dır. Kur’an olmadan ne İslâm, ne hidayet, ne ebedî saadet ve ne dosdoğru bir gidişat olur. Kur’an olmadan İslâm, yeryüzündeki dinlerden, ideolojilerden, hayat görüşlerinden, yaşama biçimlerinden herhangi birisi olur. İnsanları huzur, saadet adına aldatan veya oyalayan inançlardan, görüşlerden, hayat tarzlarından birisi haline dönüşür. Kur’an olmadan varlığın gayesini, hayatın anlamını, insanın varoluş amacını ve bütün bunlara uygun bir inanç ve hayat tarzım en doğru ve tek doğru biçimiyle elde etmek mümkün olmaz. Böyle olduğu içindir ki bizzat elçisi olduğu hakikat rehberini şöyle tanımlamıştır:
Kurtuluş Allah’ın Kitabına sarılmaktadır. Çünkü sizden öncekilerin haberi ile sizden sonrakilerin haberi ondadır. Aranızdaki problemleri çözecek hükümler de ondadır. O, insanlar için önemli bilgilere sahiptir; onda gereksiz hiçbir şey yoktur. Kim onu akılsızlığından dolayı terk ederse, Allah onu perişan eder. Kim iman yolunu ondan başkasında ararsa, Allah onu saptırır. O, Allah’ın sapasağlam ipidir. O, hikmetli olan zikirdir. O, dosdoğru yoldur. O, kendisine uyuldugu zaman arzuların sapmadığı, kendisiyle konuşulduğu zaman yalan ve yanlış şeylerin söylenmediği, âlimlerin okuyup düşünmekle bitiremediği bir kitaptır. Onun olağanüstülükleri hiçbir zaman bitmez. O, cinlerin işitip de ‘Gerçekten biz, doğru yola ileten görülmedik oranda güzel bir Kuran dinledik de ona îman ettik [82] dedikleri kitaptır. Kim ondan bir haber getirirse, doğru söylemiş olur. Kim onu uygularsa, sevap alır. Kim onunla hükmederse âdil olur. Kim insanları ona davet ederse doğruya iletmiş olur. [83]
İslâm davetinin, eğitiminin ve yaşantısının yegâne kaynağı ve referansı Kur’an olduğu içindir ki, Resulüllah insanları Kur’an’a yönlendirmeye çalışmış, onun bilgisinden kendi çabalarıyla bilgilenmelerine büyük önem vermiş ve bunun gerçekleşmesi için özel bir çaba sarf etmiştir. ‘Sizin en hayırlınız Kur’an öğrenen ve öğreteninizdir, [84] ‘İçinde Kur’an bilgisi olmayan kişi, harap olmuş ev gibidir, [85] ‘Kur’an’ı aralarınızda konuşup muhafaza ediniz. Varlığım kudret elinde olan Allah’a yemin ederim ki, Kur’an’ın hafızalardan, gönüllerden çıkıp kaçması, bağlı devenin bağından kurtulup kaçmasından daha çabuktur [86] gibi sözleri, hep bu çabaların bir gereği olmuştur. Bu ve benzeri sözleriyle Kur’an’a yönelişi sağlamaya ve mevcut yönelişi yoğunlaştırmaya çalışmıştır.
Kur’an’ın yaşayan bedeni, hayata dönüşmüş biçimi olan Resulüllah’m, hakikati insanlara nasıl öğrettiği ve onları ‘en güzel ahlâka göre’ nasıl eğittiğiyle ilgili birçok tarihi bilgi mevcuttur. O’nun eğitim ve öğretim faaliyetlerinin muhatabı olan Müslümanların bir çoğu, kendilerindeki değişimin faili olan Resulüllah’m eğitim ve öğretim faaliyetindeki yöntem ve uygulamalarıyla ilgili birçok şeyler anlatmışlardır. Resulüllah’ın eğitim yöntemiyle ilgili olarak en çok anlatılan özelliklerden birisi; O’nun, entelektüel derinliğe sahip olmayan bir kitleye gönderilmiş olması nedeniyle, insanlara İslâm’ı anlatırken nasıl konuştuğuyla, söz söyleme tarzıyla ilgilidir. Elbette ki, söz önemlidir. Çünkü o bilginin nakil aracı, eğitimin temel unsurudur. Düşünce ve inancın tanığıdır.
Dolayısıyla sözün doğru ifade edilmesi çok önemlidir. Anlaşılmayan veya yanlış anlaşılan, zihinsel karışıklıkları gidermeyen veya karışıklıkları artıran bir söz, doğru bir öğrenimin ve eğitimin aracı olmaz, olamaz. Doğru olmayan veya doğru anlaşılmayan söz, dosdoğru bir inancın ve hayat tarzının referansı olmaktan uzaktır. Bu nedenledir ki Resulüllah sözü en güzel biçimde söylemiştir. Bunu yaparak her türlü yanlış anlamanın önüne geçmiş ve doğruları sadece doğru anlaşılacak şekilde muhataplarına anlatma başarısını göstermiştir. Sözü, her zaman açık, kısa ve tam söylemiştir. İnsanların farklı anlayışlara, anlama yeteneklerine sahip olduklarını hiçbir zaman göz ardı etmemiştir. Hiçbir zaman zihinleri karıştırmamış, anlayışları zorlamamıştır. Çünkü öncelikle kendisi ‘en güzel söz [87] ile eğitilmiştir. Bu nedenle de çevresindeki Müslümanları sıklıkla insanlarla görüşüp, konuşmalarındaki tutum ve tavırları konusunda uyarmıştır. ‘Kolaylaştırın, güçleştirmeyin. Müjdeleyin, nefret ettirmeyen [88] Bir topluluğa akıllarının anlayamayacağı şeylerden bahsetmek doğru değildir. u onlar için bir fitne olur [89] ‘İnsanlara akıl seviyelerine göre konuşmakla emrolun-aum, [90] ‘Bir topluluğa, onların akıllarının kavrayamayacağı bir sözü söyleyen, onlar Kin fitne sebebi olur [91] gibi istek ve nasihatları hep bunun gereği olmuştur. Bir seferinde, insanların farklılıklarını bir benzetmeyle açıklayıp, bu farklılığa göre konuşulmasını ve davranılmasmı istemiştir. Benzetmesi şöyledir:
‘İnsanlar ilmi ve hiayetı kabul açısından üzerine yağmur yağan farklı topraklara benzerler. Bu topraklavdan ilki, su tutan, üzerinde otlar bitiren bir topraktır. Allah’ın dinini anlayan, öğrenip öğreten kimseler bu toprağa benzerler. İkinci toprak, üzerinde ot bitirmeyen çorak bir topraktır. Bu toprak suyu tutar ve insanlar onun tuttuğu bu sudan yararlanırlar. Onun suyunu içer, hayvanlarını ve bitkilerini sularlar. Kibrinden başını kaldırmayan kimse bu toprak gibidir. Üçüncü toprak ise düz bir yamaçtır. Ne su tutar, ne de bir bitki yetiştirir. Allah’ın hidayetini kabul etmeyenler böyledir. [92]
Öğrenmede motivasyonun etkisi önemlidir. Bu nedenle Resulüllah, dikkatlerin söyleyeceklerinde toplanmasını sağlamak için bazen konuşmaya dikkat çeken bir soruyla başlardı. Sorusuna aldığı cevaplan dikkatle dinler, cevaplar doğru ise tasdik eder; fakat eğer yanlış ise yanlış demeden, insanları mahcup etmeden, doğruyu en uygun ifade tarzıyla bildirirdi. Muaz b. Cebel’i vali göreviyle Yemen’e gönderirken, bu seçkin sahabesine görevi dahilinde sorduğu sorular, eğitim yönteminin özelliklerinden birisini açığa çıkarması açısından önemli bir örnektir. Muaz b. Cebel anlatıyor: ‘Resulüllah beni Yemen’e gönderirken “Sana bir dava geldiği zaman neye göre hüküm vereceksin? dedi. ‘Allah’ın kitabına göre hüküm vereceğim’ dedim. ‘Eğer Allah’ın kitabında hüküm vermeni sağlayacak bir şey bulamazsan neye göre hüküm vereceksin?’ dedi. ‘Resulün sünnetine göre hüküm veririm dedim. ‘Resulün sünnetinde de kendine dayanak bulamazsan neye göre hüküm vereceksin?’ dedi. ‘Kendi düşüncem ve içtihadıma göre hüküm vereceğim’ dedim. Bunun üzerine elleriyle göğsüme vurarak ‘Allah’a hama olsun ki, Resulünün hoşnut olacağı şekilde Resulünün elçisini başarılı kıldı dedi. [93] Resulüllah, Hz. Ali’yi Yemen’e gönderirken de, Ali’nin ‘Ey Allah’ın Resulü! Sen beni Yemen’deki insanlara gönderiyorsun, oraya gittiğim zaman onlar benden ihtilaflı konularıyla ilgilenmemi ve davalarını çözüme kavuşturmamı isteyecekler. Halbuki benim hakimlik konusunda bilgim yok. Ben karar verirken yanlış karar vermekten korkuyorum’ demesi üzerine, iki elini Ali’nin göğsüne dayayarak ‘Allah senin kalbine doğruyu gösterecek, dilini de doğrulukta sabit kılacaktır. Davalılar önünde oturdukları zaman her ikisini de dinlemedikçe bir karara varma’ dedi. Hz. Ali diyor ki: “Vallahi bundan sonra, iki kişi arasında karar vermem gerektiği zaman hiç tereddüt etmedim. [94]
Resulüllah kendisine yöneltilen hiçbir soruya lakayt olmadı; eğer sorunun cevabını biliyorsa muhakkak bildirdi; bilmiyorsa, o sorunun cevabı kendisine vahiyle bildirilinceye kadar bekledi. Fakat ne var ki, bazı kimseler, gerçekten anlamlı ve önemli olduğu için değil, sırf merak ettikleri için işe yaramayacak, gerekli olmayan şeyleri de sorma eğilimi taşırlar. Resulüllah’a da bu tür soruların sorulduğu olmuş, Resulüllah bunları en uygun şekilde dinlemiş ve gerekli cevabı vermeye çalışmıştır. Ancak bu anlamsız, yararsız soruların sorulmamasmı öğretmek de eğitimin bir parçası olduğu için, çoğu zaman en uygun şekilde bir daha böylesi sorular sorutmamasını bildirmiş, konuyla ilgili gerekli uyarılan yapmıştır. Bunu ise insanları kırmadan, rencide etmeden, aşağılamadan, üzmeden gerçekleştirmeye azami gayret sarf etmiştir. Bu konuda istisna durumlardan birisiyle ilgili bir açıklama kaynaklarda şu şekilde geçmektedir: Münafıklar hem alay etmek ve hem de eğer cevap veremezse insanları Resulüllah’ın peygamberliği konusunda şüpheye düşürmek gibi iblisçe bir düşüncenin etkisiyle bazen gereksiz, anlamsız sorular sorarlardı. Örneğin kaybolan devesi için ‘Bil bakalım devem nerede?’ veya gayr-i meşru ilişkinin sonucunda doğanlar için ‘Bil bakalım babası kimV gibi sorular sorma lüzumsuzluğunu gösterirlerdi. Münafıkların böylesi planlı ve gayeli soruları, bazı Müslümanları da etkilemiş; onlar münafıkların gerçek niyetlerini anlayamadıkları ve Resulüllah’ın bu tür soruların cevabını bilmesi gerektiği kanaatlerinin etkisiyle benzer sorulan hiçbir art niyet taşımadan sorabilmişlerdir. Bir gün böylesi bir durum yaşandı. Bazı Müslümanlar, örneğini verdiğimiz türden sorularla Resulüllah’ı bunalttılar. Resulüllah’ın üzülmesine, yorulmasına ve bunalmasına aldırmadan, durumun yanlışlığını fark edemeden peş peşe anlamsız, yararsız sorularını sormaya devam ettiler. Üzülen ve bu bazı Müslümanların böylesi saçma tutumları nedeniyle bunalan Resulüllah doğruca mescide gitti. Namazı kıldıktan sonra minbere çıkıp kıyametten, mahşerden bahsetmeye başladı. Sözlerini ‘Eğer sizler benim bildiklerimi bilmiş olsaydınız çok az güler, çok ağlardınız [95] diyerek bitirdi. Amacı, lüzumsuz konularla uğraşmanın anlamsızlığına işarette bulunup, asıl dikkate alınması gerekenin sorumluluğu hissedilerek yaşanan bir hayat olduğuna dikkat çekmekti. Fakat bazıları hâlâ konuşmadaki inceliği anlayamayıp garip ve yararsız sorularını sormaya devam edince kızgın bir ses tonuyla ‘Bana herkes istediğini sorsun. Ben burada bu makamda bulunduğum sürece, Allah’ın izni ile hepsini cevaplayacağım’ dedi. Resulüllah’ın kızgınlığını ve üzüntüsünü fark eden bazı Müslümanlar susup hiçbir şey sormadılar, Allah’ın resulünü böylesine rahatsız ettikleri için başlarına bir bela gelmesinden çekindiler.
Ancak bazıları hâlâ durumu anlamamış bir hâlde sorularına devam ediyorlardı. Annesinin namusundan yana şüphesi bulunan birisi ayağa kalktı ve sordu: ‘Benim babam kim?’ Resulüllah cevap verir: ‘Senin baban Hüzafe’dif. Babası ölmüş bir başkası kalktı ve sordu: ‘Benim babam şimdi nerededir’. Resulüllah cevap verdi: ‘Senin baban cehennemdedir’. Ne sorulursa cevap veren Resulüllah, başka soru yönelten olmayınca ‘Haydi sor-sanıza ne duruyorsunuz, sorularınızı bekliyorum’ dedi. Yeni bir soru yoktu. Resulüllah yine ısrar etti: ‘Hadi ne duruyorsunuz? Nerede sorularınız? Birisi kalkıp yine sordu: ‘Benim babam kim?’. Resulüllah cevap verdi: ‘Senin baban Şeybe’dif. Sonra yine yeni sorular beklediğini söyledi. Fakat başka soru soran yoktu. Resulüllah tekrar ısrar etti: ‘Hadi nerede sorularınız? Hadi sorun, yok mu öğrenmek istediğiniz başka şeyler?’ Başlangıçtan beri Resulüllah’ın bu tavrmdaki gayeyi anlayan ve bir Şey diyemeyen bazı Müslümanlar elbiselerini başlarına çekip ağlamaya, Resulüllah’ı bu kadar üzdükleri için pişman ve mahcup şekilde gözyaşı dökmeye başladılar. Fakat ne var ki hâlâ olup bitenin asıl mahiyetini anlamayanlar vardı.
Birileri hâlâ anlamsız, Resulüllah’ın görevi ile ilgili olmayan sorular sorma çabasındaydılar. Bunun karşısında Hz. Ömer ayağa kalktı ve ağlayarak ‘Ey Allahın Resulü! Affımızı istiyoruz, Allah’tan bağışlanma diliyoruz. Bizler Allah’ı Rabb, İslâm’ı din ve Muhammed’i de peygamber olarak bilip tasdik ettik. Fitnelerden, fitnelerin şerrinden Allah’a sığınırız. Ey Allah’ın Resulü bizler cahüiyeden yeni kurtulduk, hâlâ bazı yanlışlar yapıyoruz. Sen bizim kusurlarımızı affet’ dedi. Müslümanların büyük çoğunluğu ağlamaya, hatta bazıları kendini tutamayıp hıçkırarak ağlamaya başladılar. Daha önce fark edemeyen veya düşünemeyenler o zaman anladılar ki, Resulüllah’ın vazifesi bu tür sorulan cevaplamak değildir. O, Arap toplumunda yaygın ve önemli bir yere sahip olan bir kâhin, bir medyum değildir. O, ancak kendisine vahyolunana göre inanıp yaşayan ve vahyolunanları insanlara aktaran bir elçidir. Müslümanlar bu olay üzerine gereksiz, yararsız soru sorma hatasını tamamen terk ettiler. Olayı takiben vahyolunan bir ayet, olayın özüne dikkati çekip Müslümanları benzer yanlışlardan sakındırdı: ‘Ey iman edenler! Açıklanırsa hoşunuza gitmeyecek şeyleri sormayın. Eğer Kur’an indirilirken onlan soracak olursanız açıklanır. Allah (açıklanmayan konuların sorumluluğundan) affetmiştir. Allah çok bağışlayıcıdır, aceleci değildir. [96]
Resulüllah, bir hakikat önderi olarak insanlara bir şeyler anlatacağı, onları bazı konularda bilgilendireceği zaman, o kimselerin en uygun zamanlarını seçmeye çalışırdı. Hiçbir zaman, her şeyi her şartta söylemez; dinleyenin içinde bulunduğu şartları ve muhatabın bireysel özelliklerini muhakkak dikkate alırdı. Kendisine bir soru yöneltildiği zaman, soruyu soranın konuyla ilgili durumunu dikkate alarak cevap vermeye büyük önem verir, hiçbir zaman muhatap için önemi ve anlamı olmayan ayrıntılara girmez, böylesi ayrıntı durumlardan ve harici konulardan özenle kaçınırdı. Bu özelliğinin tanıklarından birisi olarak Abdullah b. Mes’ud şöyle demektedir: ‘Resulüllah bir şeyler anlatırken ve bizleri bilgilendirirken bıkmayalım, dikkatimiz dağılıp da konuyu anlamazlık yapmayalım diye durumumuza bakar, durumumuza göre en uygun gün ve saati beklerdi. [97]
Resulüllah, eğitim ve öğretim faaliyetlerinde hiçbir zaman sadece bir kesimi, örneğin sadece yetişkin erkekleri dikkate alma gibi bir tutum ve tavır içerisinde olmadı. Çocuklara ve kadınlara da gerekli bilgileri en uygun yöntemlerle aktardı; onları da kapsayan bir eğitim programı uyguladı. Kadınlar için özel ders günü tahsis etti. Veya bazı zamanlarda kadınlar belirli yerde toplanıp eğitim ve öğretim için kendisini davet ettikleri zaman gitmezlik etmedi.
İbn Ümm-ü Mektûm olayı nedeniyle ilâhî bir ihtarın muhatabı olan Resulüllah, benzer hatayı yenilememeye son derece özen gösterirdi. Sorusunda samimi olduğuna inandığı birisi bir şey sorduğunda o kişiyle ilgilenmeye ve sorusunu cevaplamaya büyük önem verirdi, insanları hiçbir zaman fiziksel, toplumsal, ekonomik konum ve durumlarına göre ayırmazdı, insanların hepsini İslâm davetinin muhatabı olma konusunda, kul olmanın sorumluluğu konusunda eşit görürdü. Sahabeden Ebû Rifâa anlatıyor: ‘Bir gün Resulüllah’ın yanına vardığımda hutbe okuyordu. ‘Ey Allah’ın resulü! Ben yurdundan yuvasından ayrı kalmış bilgisiz birisiyim. Dinin emrettiği şeylerden haberim yok’ dedim. Resuîüllah hemen konuşmasını kesti ve cemaatten ayrılıp yanıma gelip oturdu. Bana dinle ilgili bilmem gereken bazı şeyleri anlattı. Sonra kalkıp tekrar cemaate hitap etti ve hutbesini tamamladı. [98]
Resulüllah hiçbir zaman insanlara tepeden bakan birisi olmadı. Kendisi ile insanların arasına sınırlar, aşılması imkânsız veya zor engeller koymadı. Hiçbir zaman kapısında nöbetçiler olmadı. Her zaman halktan birisi oldu ve onlarla birlikte oldu. ‘Seçilmiş [99] ve ‘alemlere rahmet olarak gönderi imiş [100] bir elçi olmasına rağmen, kendisini insanlardan üstün veya ayrı düşünmedi. Huzuruna çıkan bir bedevinin, sanki bir kralın huzuruna çıkmış gibi korkudan titrediğini görünce ‘Korkma.’ Ben bir kral değilim. Ben, güneşte kurutulmuş et yiyen Kureyşli bir kadının oğluyum [101] demesi O’nun mütevazı özeliğinin gereğiydi. Müslümanların kendisini övmesinden fazlasıyla rahatsız olurdu. Bu nedenle sıklıkla ‘Ben ancak bir insanım [102] ‘Muhammed bir insandır. Her insan gibi o da kızar [103] ‘Ben sizin gibi bir insanım. Sizin unuttuğunuz gibi ben de unuturum. Bir şeyi unuttuğum zaman bana hatırlatın [104] Hıristiyanların isa’yı Övdüğü gibi sizde beni övmeyin. Ben Allah’ın kuluyum. Siz benim için Allah’ın kulu ve elçisi deyin [105] derdi. Çünkü bizzat Kur’an böyle olunmasını istemişti. Kur’an’la O’nun şahsında insanlara ‘Yeryüzünde kibirlenerek dolaşma [106] ‘Kibirlenerek insanlardan yüz çevirme. Yeryüzünde şımararak yürüme [107] ‘Sana uyan müminlere (şefkat ve tevazu) kanadını indir. [108] ‘De ki: ‘Ben de sizin gibi bir insanım [109] ilâhî talimatları verilmişti. Kur’an’a göre konuşan ve davranan Resulüllah, insanlarla olan irtibatını samimiyet ve sevgi temelinde şekillendirmeye büyük önem verirdi. Hastalan ziyaret eder, cenaze törenlerine katılır, köle bile olsa davet edenin davetine giderdi.
Hz. İbrahim, müşrik olmakla kalmayıp, şirkin önemli bir taraftan ve savunucusu olarak karşısına dikilen ve üstelik kendisini de şirke davet eden babasına ebedî hakikati, tevhid gerçeğini anlatırken şöyle hitap etmişti: ‘Babacığım! Duymayan, görmeyen ve sana hiçbir jayda sağlamayan bir şeye niçin taparsın? Babacığım! Hakikaten sana gelmeyen bir ilim bana geldi. Öyle ise bana uy ki, seni düz yola çıkarayım. Babacığım.’ Şeytana kulluk etme! Çünkü şeytan, çok merhametli olan Allah’a âsi oldu.
Babacığım! Allah tarafından sana azap dokunup da şeytanın yakım olmandan korkuyorum.[110] Davetteki bu üslûp, başta Resulüllah olmak üzere tüm Müslümanlar için önemli bir örnekti. Kur’an zaten bunları birer örnek, birer hatırlatma olarak anlatıyordu: ‘İbrahim’de ve onunla beraber olanlarda, sizin için gerçekten güzel bir örnek vardır [111] diyordu. Böyle olunca, Resulüllah, Kur’an’ın kendisine sunduğu modellere göre olma konusunda hiçbir zaman ihmalkâr davranmadı. Her zaman ’emrolunduğu gibi [112] olma çabası içerisinde bulundu, ilâhî görevinin bir gereği olarak bizzat uygulamalarıyla gösterdiklerinin yanı sıra, sözleriyle de insanlarla ilişkilerde nasıl olunması gerektiğinin ölçülerini ifade etti. ‘Merhamet etmeyene, merhamet edilmez [113] ‘Küçüklerine şejkat, büyüklerine saygı göstermeyen bizden değildir [114] diyerek, konunun önemine dikkat çekti.
[74] Maide, 5:101
[75] Ibn Mace, Mukaddime 17; Müslim, Talak 4.
[76] Müslim, Birr 87
[77] Muvatta, Husnu’l Hulk 8
[78] Ahzab, 33:21
[79] Kalem, 68:4
[80] Enbiya, 21:107
[81] Müslim, Müsafirin 139; Ebû Davud, Tatavvu 26; Tirrnizî, Birr 69; Nesai, Kıyamu’l Leyi 2; Ibn Mace, Ahkam 14; Darimi, Salat 165; Ahmed, Müsned VI/54, 91, 163, 188, 216.
[82] Cin, 72:1,2
[83] Tirmizî, Sevabü’l Kur’an 14; Darimi, Fedaüü’l Kur’an 1
[84] Buharı, Fedaüü’l Kur’an 21
[85] Ahmed, Müsned 1/223
[86] Buharı, Fedailü’l Kur’an 23
[87] Zümer, 39:23
[88] Buharî, ilim 11; Müslim, Cihad 8
[89] Müslim, Mukaddime 3; Buharî, ilim 40
[90] el-Aclunî, Keşful-Hafâ, 1/196
[91] Müslim, Mukaddime 5
[92] Müslim, Fedail 15
[93] Tirmizî, Ahkam 3; Ahmed Müsned, 5/236, 242; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 2/347,348.
[94] Tirmizî, Ahkam 5; Ebû Davud, Akdiye 6; Ahmed, Müsned, 1/149; Ibn Sâ’d, et-Tabakatü’l-Kübra, 2/337.
[95] Buharî, Tefsir-Maide 12; Müslim, Fezail 134.
[96] Buharî, Um 28, Mevâkitü’s-Salât 11, Rikak 18, Tefsir-Maide 12; Müslim, Fe^aü 134, 138.
[97] Buharî, ilim 12; Müslim, 5ı/atu7 Mûnâfikîn 82; Tirmizî, Edeb 72; Ahmed, Müsned, 1/377, 378, 425, 440.
[98] Müslim, Cumaa 60; Ahmed, Müsned V/80.
[99] Cin, 72:27
[100] Enbiya, 21:107
[101] Ibn Mace, Et’ıme 30
[102] Buharî, Ahkam 20; Müslim, Akdiye 4
[103] Ahmed, Müsned U/493
[104] Buharî, Salât 31, Sehv 2, Eyman ve Nü^ür 15, Müslim, Mesüdd 79
[105] Buharî, Enbiya 48; Darimi, Rekâik 68; Ahmed, Müsned 1/23, 56.
[106] îsra, 17:37
[107] Lokman, 31:18
[108] Şuara, 26:215
[109] Kehf 18:110
[110] Meryem, 19:42-45
[111] Mümtehine, 60:4
[112] Hûdf 11:112
[113] Buharî, EdeJ? 18, 27; Müslim, Fedail 65
[114] Tirmizî, Birr 15; Ahmed, Müsned 1/257, U/207