Hz. Muhammed (sav ) Sahte imanın adamları: münafıklar

BULUT

Aktif Üyemiz
Yönetici
SAHTE İMANIN ADAMLARI : MÜNAFIKLAR

Sahte imanın adamları: münafıklar
Sahte imanın adamları: münafıklar
Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Halbuki onlar duvara dayanmış kütükler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar sizin düşmanlarınızdır. Onlardan sakının. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hale geliyorlar? [168] İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır. [169]

Bir Münafığın Ölümü

Abdullah b. Ubeyy görünüşte bir Müslümandı; sorulduğunda Müslüman olduğunu söylüyor, mescitte namaz kılıyor, oruç tutuyor, hatta bazen Müslümanlarla birlikte müşriklere karşı savaşıyordu. Ancak gerçekte müşrikti; İslâm’ın, Resulüllah’ın ve Müslümanların düşmanlarmdandı. Düşmanlığını içinde saklıyordu. O sahte bir imanın mensubu ve kendisi gibi sahte imanın adamlarının ileri geleniydi, iman ediyor görünümünü, şartların gereği olarak kabullenmişti. Hiçbir zaman gerçekten iman eden birisi olmamıştı. Resulüllah’ın Medine’ye hicretinin ilk iki yılında şirkini açıkça ifade etmiş, şirkinin gereğine göre yaşamış, ancak Müslümanların Bedir galibiyetinden sonra görünümünü değiştirerek, Müslüman kimliğine bürünmüştü. Resulüllâh ise çok değişik gerekçelerden dolayı, onun bir münafık olduğunu bilmesine rağmen, hiçbir zaman ona karşı sert davranışta bulunmamış; onun kişiliğini, gururunu incitmemeye özen göstermişti. Resulüllâh, İslâm toplumunun iç huzurunu bozmamak, imanı henüz sağlamlaşmamış kişileri islâm’dan uzaklaştırmamak için Abdullah b. Ubeyy’e iyi davranıyordu. Mustalık harekâtı dönüşünde, mücahitler arasında çıkardığı fitne ve şahsına hakaretleri nedeniyle Hz. Ömer’in ısrarlı ‘îzin ver öldüreyim’ teklifine ‘İnsanlara ‘Muhammed adamlarını öldürtüyor’ dedirtmem’ diyerek olumlu cevap vermemişti. Çünkü insanların çoğu, bu münafık adamın gerçek kimliğini bilmiyor, onu Müslüman zannediyorlardı.

Münafıklığının gereği olarak, uydurduğu gerekçelere sığınıp Tebük seferine katılmayan Abdullah b. Ubeyy, Müslümanların Tebük’ten dönüşünü takip eden günlerde hastalandı. Yaklaşık yirmi gün süren hastalığının sonunda da öldü (Şubat 631). Resulüllah, hastalığı süresince Abdullah b. Ubeyy’i sıklıkla ziyaret etti. Kendisine, her zaman yaptığı gibi, islâm’ı anlattı, hata ve günahlarından dolayı tövbe etmesini teklif etti. Fakat o bu nasihat ve tekliflere kulak asmadı. Şirkinde inat edip, durumunu değiştirmedi. Fakat hastalığı her gün daha da ağırlaştı. Öleceğini hissedince Resulüllah’a haber gönderip, yanma kadar gelmesini rica etti. Resulüllah münafıkların ileri geleni konumundaki Abdullah b. Ubeyy’in yanına girdiğinde üzüntü ve sitemini dile getirerek ‘Seni helak eden Yahudi sevgisi oldu. Yahudilerle dostluktan engellemek istedim ama beni dinlemedin’ dedi. Abdullah b. Ubeyy bu sitemin haklı olduğunu biliyordu. İtiraz etmedi. Yalvaran bir sesle ‘Ey Allah’ın Resulü.’ Vakit kınama ve azarlama vakti değil. Seni, beni azarlayasın diye çağırtmadım. Ölmek üzereyim. Ölümümde, cenazemin yıkanışında yanımda bulun ve bana gömleğini giydir. Namazımı kıl ve affedilmem için dua et dedi. Anlaşılan o ki, ölüm kapısını çalınca kendisini bir korku sarmıştı ve bundan Resulüllah’ın dualarıyla, gömleğiyle kurtulmayı umuyordu. Bu da gösteriyor ki İslâm’ı hâlâ anlamamış, anlayamamıştı.

Abdullah b. Ubeyy, Resulüllah’la görüşüp isteklerini dile getirdiği gün öldü. Ölmeden kısa süre Önce, isteklerinin yerine getirilmesini oğlu Abdullah’a vasiyet etti. Abdullah, babasının ölümü üzerine Resulüllah’a gelerek, babasının öldüğünü bildirip, vasiyetinden bahsetti. Resulüllah gömleğini çıkarıp verdi. Cenazenin hazırlıkları bitince kendisine haber verilmesini, namazı kıldırmak için geleceğini bildirdi. Haber verilince de kalkıp gitti. Münafıkların reisinin başı kalabalıktı. Bütün akrabaları, kendisi gibi münafık dostları ve Resulüllah’m cenaze namazını kılacağını duyan birçok Müslüman cenazenin başına toplanmıştı. Resulüllah cenaze namazını kıldırmak için ilerlerken yanında duran Hz. Ömer’in itirazı ile karşılaştı. Hz. Ömer, Resulüllah’ın elbisesinden tutarak ‘Ey Allah’ın Resulü! Ne yapıyorsun? Bir münafığa namaz kılacak mısın? [170] dedi. Resulüllah, seçkin sahabesi, yakın dostu Ömer’in bu itirazında haklı olduğunu biliyordu. Başta kendisi olmak üzere diğer Müslümanların büyük çoğunluğu yıllardır Abdullah b. Ubeyy’in birçok sıkıntısına katlanmak zorunda kalmışlardı. Onun bir münafık olduğundan, Resulüllah’ın en ufak kuşkusu yoktu. Ancak ona saygı duyan yığınla insan vardı. Zira o kabilesinin seçkini, sözü dinlenen bir ferdi idi. Kavmiyetçiliğin ve akrabalık bağının etkisiyle ona bağlılık içerinde olanlar pek çoktu. Bu insanları küstürmemek, islâm’a girişlerini kolaylaştırmak veya girmiş olanların da kalışlarını pekiştirmek için Abdullah b. Ubeyy’e cenaze namazı kılmak arzusundaydı. Düşünüyordu ki, Abdullah b. Ubeyy’in cenaze namazını kılması, onu seven ve sayanları olumlu etkileyecekti. Ömer’e gülümseyen bir yüzle bakarak namaz için ilerleyeceği sırada itiraz sözcüklerini tekrar duydu: ‘Ey Allah’ın Resulü! Bu adamın namazı senin neyine gerek. Allah seni münafıklara namaz kılmaktan sakındırmadı mı? [171] Hz. Ömer, itirazının gerekçesi olarak yakın bir zaman önce vahyolmuş bir ayeti hatırlatıyordu.

Ayette, münafıklara duanın, kendilerine hiçbir fayda sağlamayacağı, onların azabı hak etmiş kimseler olduğu bildirilmişti. Ayet şöyleydi: ‘Onlar için ister af dile, ister dileme; onlar için yetmiş kez aj dûesen de Allah onları asla affetmeyecek. Bu, onların Allah’ı ve Resulünü inkâr etmelerinden dolayıdır. Allah jâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.[172] Resulüllah, Hz. Ömer’in bir ayeti de referans göstererek itirazı üzerine ‘Ben o ayet ile iki şeyden birisini tercihle karşı karşıya bırakıldım. Ben şimdi tercihimi yaptım [173] deyip, namaz kılmak için insanların önüne geçti. Resulüllah’ın imamlığında cenaze namazı kılındı. Birçok Müslüman da namazda Resulüllah’a eşlik ettiler. Daha sonra cenazenin defnine sıra geldi. Abdullah b. Ubeyy’in münafık dostları çok üzüntülüydüler. Reisleri olan Abdullah b. Ubeyy’e olan saygı ve sevgileri nedeniyle, onun cenazesini taşıma görevinde kimseyi kendilerine ortak kılmadılar. Abdullah b. Ubeyy’in cenazesi münafık dostlarının omuzlarında kabre götürüldü. Resulüllah da bir grup Müslümanla birlikte arkadan kabre gitti.

Abdullah b. Ubeyy’in cenazesi oğlu Abdullah, Sâ’d b. Ubâde ve Evs b. Havlı tarafından Resulüllah’ın tariflerine göre kabre yerleştirildi. Defin işlemi yapılırken Resulüllah kabrin başında durdu ve işlerin nasıl yapıldığını denetledi. Yanlışlıklara müdahale etti. Baş sağlığı dileklerinden sonra herkes dağıldı. Ancak o sırada vahyolunan bir ayet Resulüllah’a ve O’nun şahsında tüm zamanların müminlerine önemli bir ikazda bulundu. Bundan böyle münafıklara nasıl davranması gerektiğiyle ilgili bir ölçü bildirdi. Ayet şöyleydi: ‘Onlardan ölmüş olan hiçbirine asla namaz kılma; onun kabri başında da durma] Çünkü onlar, Allah ve Resulünü inkâr ettiler vefâsık olarak öldüler.[174] Bu ayet ile anlaşıldı ki, Hz. Ömer’in hassasiyeti ve itirazı haklı imiş. Resulüllah bir daha hiçbir münafığın cenaze namazına katılmadı ve hiçbirinin kabrinin başında durarak dua etmedi ve hiçbirisi için Allah’tan af dilemedi.

Abdullah b. Ubeyy, islâm düşmanları içinde bir sembol şahsiyetti. Münafıkların önemli temsilcilerinden birisi o, diğeri ise Ebû Amir er-Rahib idi. Resulüllah’m hicretinden sonra Ebû Amir bir müddet Medine’de kalmış, ancak rahat edemeyeceğini anlayınca, kalbindeki şirkini açıkça ortaya koyabilmek için Mekke’ye gitmişti. O sahte bir iman maskesi takmaktansa, kalbindeki şirkini açıkça ortaya koymayı tercih etmişti. Ancak Abdullah b. Ubeyy öyle davranmadı. O yüzüne sahte bir iman maskesi geçirdi. Bu maskenin arkasında şirkinin gerektirdiği tutum ve davranışları fırsatını buldukça ortaya koydu. Başta Resulüllah olmak üzere Müslümanlar birçok kez Abdullah b. Ubeyy ve yandaşlarının fitne ve fesatlarıyla uğraşmak, verdikleri sıkıntı ve zorluklarla mücadele etmek zorunda kaldılar. Zor zamanlarda, savaş meydanında onlara güvenemediler. Böylesi zamanlarda her an arkadan vurmalarını, bir hile veya oyunlarını beklediler. Kolaylık, zenginlik zamanlarında da fitne ve fesatlarıyla uğraşıp durdular. Allah, birçok ayetiyle başta Resulüllah olmak üzere Müslümanları bu kimselerin hile ve oyunlarına karşı uyardı, kişilik ve karakterlerini açıklayarak kendilerini tanımalarım ve tedbirli olmalarını sağladı. Bu ayetler sadece risâlet çağının değil, tüm zamanların Müslümanları için aralarındaki düşmanlarını tanımaları için birer rehber oldu.

Sahte İmanın Adamları Risâletin Mekke döneminde Müslümanlarla müşriklerin safları birbirinden tamamen ayrıydı. Her iki tarafın mensupları da hem kendilerinden olanları ve hem de karşı safta olanları tanıyor, biliyorlardı. Saflar arasında bir karışıklık yoktu. Özellikle Müslüman olanların kimlikleri konusunda her şey açık ve berraktı. Bir kişi eğer İslâm davetini kabul edip Müslüman olduğunu bildiriyorsa, gerçekten öyle olduğu içindi. Çünkü o yularda Resulüllah ve Müslümanlar kuvvet ve otoriteye sahip değillerdi. Bu nedenle hiç kimsenin Müslümanlardan korkarak, çekinerek Müslüman olması gerekmiyordu. Ayrıca zamanın şartları, hiç kimseye iman ettiği için dünyalık bir imkân sunmuyordu. Hatta, islâm davetini kabul edip Müslüman olmak her türlü sıkıntıya, aşağılanmaya, maddî ve manevî boykota, baskıya, zulme muhatap olmak anlamına geliyordu. Çünkü müşrikler güçlüydüler, otoriteyi ellerinde tutuyorlardı, siyasî, ticarî bütün yetkiler ellerindeydi. işte bunlardan dolayı, islâm davetini kabul ettiğini, iman edip Resulün yanında yer almaya karar verdiğini söyleyen herkes bu söylediklerinde samimiydi. Hiçbir Müslüman bir diğer Müslümanm samimiyetinden kuşku duymuyordu. Müslüman saflarında yer alan hiç kimsenin imanından şüphe etmeyi gerektirecek bir durum söz konusu değildi. Ancak müşrik tarafa gelince, belki küçük bir karışıklığın müşrik saflarında bulunduğunu söylemek mümkündü. İslâm’a, Resulülları’a ve Müslümanlara düşman olduğunu söyleyen veya böyle olduğunu hâl ve hareketleriyle açığa vuran herkesin, gerçekte söylediği ve davrandığı gibi olmama ihtimali söz konusu olabilmekteydi.

Müşrik saflarında yer alan ve sayıları son derece az olan bazı kimseler esasen kalplerinde Resulüllah’a karşı sevgi, saygı hislerine sahip bulunmalarına, islâm davetini kabul etme istek ve arzusu taşımalarına rağmen, müşriklerin tepkilerinden, zorbalıklarından çekindikleri için kalplerinde olana göre konuşmak ve davranmak yerine, sahte bir görünüme sahip olmayı tercih edip, zorba müşriklerle birlikteliği tercih edebiliyorlardı. Resulüllah’ın amcası Abbas bunun en tipik örneğiydi. Zira o zamanda ve ortamda Müslüman olmak yiğit insanların, yaratılış sorumluluğunu her türlü engele rağmen yerine getirme kararlılığında olan kahramanların, bâtıla ölümü pahasına karşı koyabilecek korkusuzların, imanı için malını, mülkünü, sermayesini harcayabilecek fedakârların işiydi. Ve elbette ki herkes Hatice, Ebû Bekir, Ali, Zeyd, Bilâl, Osman, Ömer, Sâ’d b. Ebî Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Safiye gibi yiğit ve fedakâr değildi.

Medine’ye hicret birçok bakımdan bir dönüm noktası oldu. Sahte imanın adamları olan münafıklar ilk kez Medine’de görüldüler. Risâletin Medine yılları, şirkini gizleyip Müslüman görünmek isteyen adamların olduğu bir dönemi teşkil etti. Çünkü Medine yılları, Müslümanların fiziksel anlamda güçlü olmaya, toplumsal otoriteyi temsil etmeye, askerî gücü elinde bulundurmaya, ekonomik hayatın araçlarını ellerine geçirmeye başladıkları bir dönemi oluşturdu. Medine’deki en önemli muhalif güç olan Yahudilerle anlaşma yapılması ve anlaşmayı bozanların Medine’den kovulmaları, bir varoluş savaşı olan Bedir’de en büyük rakip Mekke müşriklerine büyük zarar verilmesi, Müslümanların artık düşmanlarının baş edemediği bir güce eriştiklerini gösteren önemli olaylardı. Bu aşamadan sonra sahte imanın adamları olarak tanımlanabilecek münafıklar kendilerini konumlandırmaya, duruşlarını korkularının ve çıkarlarının gösterdiği yönlere göre belirlemeye başladılar. Bundan böyle, Müslümanların safları,’Mekke dönemindeki gibi içi ve dışıyla, inancı ve davranışıyla, düşüncesi ve sözüyle aynı olan adamların safı olmaktan biraz da olsa uzaklaştı, içi ve dışıyla, İnancı ve davranışıyla, düşüncesi ve sözüyle aynı olmayan adamların da yer aldığı bir safa dönüştü. Bunun ise birçok nedeninden bahsedilebilir. Ancak özellikle ikisi çok belirleyici olmuştur. Bunlardan ilki ve en önemlisi can ve mal güvenliğiyle ilgili olandır. Müslümanların her geçen gün kuvvet ve otoriteye sahip olduğunu gören bir kısım müşrikler, canlarını ve mallarını korumak veya bazı menfaatler elde etmek için kerhen de olsa Müslümanlarla birlikte olmak, Müslüman görünmek ihtiyacı hissettiler. Bunların içinde en tanınanı Abdullah b. Ubeyy idi. Ve onun hayat hikayesi, münafıklığın nedenleri konusunda önemli ip uçları vermektedir.

Hazreç kabilesinin eşrafından olan ve Hazreç ve Evs’in kralı ilan edilmek üzereyken Resulüllah’ın Medine’ye hicreti ile bu amacına kavuşamayan Abdullah b, Ubeyy islâm’a, Resulüllah’a ve Müslümanlara karşı kin ve düşmanlıkla dolu birisiydi. Ama kalbindeki kin ve düşmanlığı açığa vurmadı. Kalbindeki düşmanlığı açığa vurması durumunda, büyük çoğunluğu Müslüman olmuş kabilesinin tepkisiyle karşılaşmaktan ve gittikçe güçlenen ve hatta sadece Medine’de değil tüm yarımadada en büyük güç haline gelen Müslümanları karşısına almaktan korktu, islâm’a ve Müslümanlara düşmanca bir konumda olmanın bütün dünyevî imkânlarını, ikbal planlarını sona erdireceğini biliyordu. Düşmanlığının kendisine ölüm veya sürgün getireceğinin farkındaydı. Krallık amacına ulaşamamış olsa da, toplumunda eski saygınlığı kalmamış olsa da mevcut saygınlığını, sosyo-ekonomik ve politik gücünü koruyabilmek için Müslüman görünmek sorunda olduğunu düşündü ve buna göre davrandı. Bu kararın ve görünüşteki değişimin dönüm noktasını ise Bedir savaşı oluşturdu. Daha önce Müslüman görünme ihtiyacı hissetmezken Bedir savaşını takiben Müslüman görünmesi gerektiğine karar verdi. Bu nedenle Mescid-i Nebî’de namaz kılmaya, Müslümanların safında bazı askerî harekâtlara katılmaya başladı. Onun bu görünüşteki değişiminde Bedir savaşının dönüm noktası olma nedenini ise bizzat kendi ifadelerinde bulmak mümkün olmaktadır. Müslümanlar Bedir savaşını kazanıp, Mekke müşriklerini çok ağır bir zarara uğratınca Abdullah b. Ubeyy değişiminin gerekçesi olacak bir tespitini şöyle dile getirdi: ‘Bu, zafer ve galibiyetin Müslümanlara geçtiğini gösteren açık bir durumdur. [175]

Gücün Ve Çıkarın Kulları

Münafıklar güce tapan adamlardır. Çünkü korkaktırlar. Korkak oldukları için de güç neredeyse oraya yönelirler. Risâlet döneminde de böyle oldu. Güç Müslümanlara geçince, esasen islâm düşmanı olmalarına rağmen, Müslüman görünmekte bir sakınca bulmadılar. Münafıkların yerlerini güç belirlediği için, Bedir savaşından sonra Müslüman görünmeye çaba sarf etmelerine rağmen, kalplerin sınandığı Uhud Savaşı (yevm-i temhîs) gününde Müslümanların sayıca az olduklarını görünce, ‘Nasıl olsa Mekke müşrikleri karşısında yenilgiye uğrarlar’ deyip kalplerindeki fitne ve fesadı açığa vurmaktan geri kalmadılar. Daha savaş başlamadan büyük çoğunluğu Abdullah b. Ubeyy’in komutasında ordudan ayrılıp, evlerine döndüler. Çok değişik gerekçelerle savaşa katılmak zorunda kalanlar ise savaşın en kızgın anında, Resulüllah’ın öldüğü haberinin duyulduğu anda, Müslümanların direncini kırmak ve dağılmalarını sağlamak için ‘Eğer Muhemmed gerçekten bir peygamber olsaydı öldürülmezdi. Artık bu yoldan dönün. İsterseniz Abdullah b. Ubeyy’e bir elçi gönderelim de bizim adımıza Ebû Süfyan’a görüşsün. Bizi bu zor durumdan kurtaracak olan, Abdullah b. Ubeyy’in Ebü Süjyan’dan alacağı güvenlik sözüdür’ dediler. Hendek Savaşı ise kalplerinde sakladıklarını daha büyük bir cesaretle ortaya koydukları bir zamanı oluşturdu. Müşrik cephenin ordusunun Medine’yi kuşattığı, Müslümanların zor günler yaşadıkları, Müslümanlar için ölümün, katliamın her an söz konusu olduğu o zorluk anlarında münafıklar hem görünüşte birlikte oldukları Müslümanlardan ayrı durarak müşrik cephenin gazabına uğramamaya çalıştılar, hem de Müslümanların direncini kırmaya çalıştılar. Dirençlerini kırmak için Müslümanları tehdit ettiler, katliama uğramakla korkuttular. Bu amaçla yakın tanışları olan Müslümanlara ‘Muhammed ve arkadaşları Ebû Süfyan ve arkadaşları için küçük bir lokmadan başka bir şey değildir. Gerçi büyük olsalar da fark etmez ya. Ebü Süjyan’ın ordusu bunları ezip yok edecek güçte. Gelin bu adamı terk edin. O size sadece felaket getirdi’ dediler. Ayrıca, Müslümanlarla aynı safta durdukları takdirde müşrik cephenin ordusu karşısında zarara uğramaktan çekindikleri için çeşitli bahanelerle savaş alanını terk edip, evlerine gitmeyi tercih ettiler. Resulüllah’a ‘Evlerimiz düşman saldırıları karşısından korumasız. Evlerimizi Gatafanların saldırılarına karşı koruyacak bir engel bulunmamakta. İzin ver de evlerimize gidip eşlerimizi ve çocuklarımızı koruyabilelim’ veya ‘Evlerimizin duvarları sağlam değil. Hırsızlardan çekiniyoruz’ diyerek, savaş alanım terk etmelerine izin vermesi için ricada bulundular. Ancak vahyolunan bir ayet onların dile getirdikleri gerekçelerin yalan olduğu bildirildi. Bu ayet, sahte imanın adamlarının, gücün kölelerinin asıl amaçlarım, kimlikleri gözler önüne serdi. Söz konusu ayet şöyleydi: ‘Münafıklardan bir grup ‘Ey Medineliler! Artık sizin için durmanın sırası değil, haydi dönün!’ demiştiler. İçlerinden diğer bir kısmı ise ‘Evlerimiz emniyette değil’ diyerek Peygamberden izin istediler; oysa evleri tehlikede değildi, sadece kaçmayı arzuluyorlardı.[176]

Münafıklar, Müslümanların zor zamanlarında asıl kimliklerini ortaya koymalarına karşılık, Müslümanların güçlü olduğu zamanlarda ise samimi birer Müslüman gibi görünmeye çalıştılar. Çünkü, güce tapan kalpleri Müslümanlardan yana korku içerisindeydi. Müslümanlardan çok korkuyorlardı. Hatta Allah’tan korktuklarından da çok Müslümanlardan ‘korkuyorlardı. Allah onların bu gülünç ve acınası durumunu bir ayette şöyle açıkladı: ‘Onların içlerinde size karşı duydukları korku, Allah’a olan korkularından daha şiddetlidir. Böyledir, çünkü onlar gerçeği anlamayan bir topluluktur. Onlar korunaklı şehirlerde veya siperler arkasında bulunmaksızın sizinle savaşamazlar. Kendi aralarındaki savaşları ise çetindir. Sen onları derli toplu sanırsın, halbuki kalpleri darmadağınıktır. Böyledir, çünkü onlar aklını kullanmayan bir topluluktur.[177] Ayette geçen ‘Onlar korunaklı şehirlerde veya siperler arkasında bulunmaksızın sikinle toplu halde savaşamazlar’ tespiti münafıkların kişilik ve karakterleriyle ilgili son derece önemli bir özelliği dile getiriyordu. Onlar İslâm’a, Resulüllah’a ve Müslümanlara düşmanlıklarını açıkça ifade edecek kadar yürekli olmadıkları için, hep fitne ve fesat yollarını tercih ettiler; oyunlarıyla kin ve düşmanlıklarının gereğini yerine getirmeye çalıştılar. Gizliden gizliye günah işleme, İslâm’a ve Müslümanlara düşmanlık, Resulüllah’a karşı gelme, savaştan geri kalma, savaşa katılacak Müslümanların direncini kırmaya çalışma, Müslümanlar aleyhine gizli planlar tasarlama, Müslüman kadınlara sataşma, Resulüllah’ın eşlerini rahatsız etme, kavmiyetçilik duygularını harekete geçiren çağrılarıyla Müslümanları birbirine düşürmeye çalışma, Medineli Müslümanları Resulüllah’ı Medine’den kovmaya davet etme, Hz. Aişe hakkında iftirada bulunma gibi tutum ve davranışlar sıklıkla başvurdukları fitne ve fesatların gerekleri oldu.

Münafıklar gücün köleleri olmalarının yanı sıra, çıkarlarını her şeyden daha fazla değerli bulan ve bu anlamda çıkarlarını ilâhlaştırmış kimselerdi. Çıkarları neyi gerektiriyorsa onu yapıyorlardı. Zaten korku ve güce tapma özellikleri de çıkarlarıyla bağlantılıydı. Çıkarları Müslüman görünmeyi gerektiriyorsa Müslüman görünmeye çalışıyor, Müslüman görünmelerinin kendilerine dünyalık bir imkân sağlamadığı durumlarda da asıl kimliklerini ortaya koyuyorlardı. Onların Müslümanlıkları çıkarları kadardı; daha fazlası değil. Münafıklar, çıkarları her şeyden önemli ve değerli olduğu için, maddî getirişi olmayacak zor harekâtlara, savaşlara katılmamak için bin bir türlü gerekçeler uydurup, Medine’de kalmaya çalışmalarına karşılık; kolayca zaferin elde edileceği ve birçok ganimete sahip olunacak harekât ve savaşlara Müslümanlardan önce koşuyorlardı. Kur’an onların bu durumlara dikkat çekerek, paylaşacakları bir ganimet veya elde edecekleri bir dünyalık menfaat için çabalamalarındaki rezil durumlarını gözler önüne serdi: ‘Sizi gözetleyip duranlar, eğer size Allah’tan bir zafer (nasip) olursa, ‘Sizinle beraber değil miydik?’ derler. Kâfirlerin (zaferden) bir nasipleri olursa (bu sefer de onlara), ‘Sizi yenip (öldürebileceğimiz hâlde öldürmeyip) müminlerden korumadık mı?’ derler. Artık Allah kıyamet gününde aranızda hükmedecektir ve kâfirler için müminler aleyhine asla bir yol vermeyecektir.[178] Siz ganimetleri almak için gittiğinizde seferden geri kalanlar ‘Bırakın, biz de arkanıza düşelim’ diyeceklerdir. Onlar, Allah’ın sözünü değiştirmek isterler. De ki: ‘Siz asla bizim peşimize düşmeyeceksiniz! Allah daha önce sizin için böyle buyurmuştur’. Onlar size ‘Hayır, bizi kıskanıyorsunuz’ diyeceklerdir. Bilâkis onlar, pek az anlayan kimselerdir.[179]

‘Eğer yakın bir dünya malı ve kolay bir yolculuk olsaydı (o münafıklar) mutlaka sana uyup peşinden gelirlerdi. Fakat meşakkatli yol onlara uzak geldi. Gerçi onlar, ‘Gücümüz yetseydi mutlaka sizinle beraber çıkardık’ diye kendilerini helak edercesine Allah’a yemin edecekler. Halbuki Allah onların mutlaka yalancı olduklarını biliyor’ [180] Hemen hiç değişmeyen bu çıkarcı özellikleri nedeniyledir ki, Tebük gibi zor ve tehlikeli bir sefere katılmamak için uydurmadıkları yalan kalmamasına rağmen; Mustalık harekâtı, Hayber’in ve Mekke’nin fethine son derece istekli bir şekilde katılmışlardı. Bu kaalımlarındaki amaç ise tamamıyla ganimet elde etmekti. Ganimet elde etmek için katıldıkları harekât ve savaşlarda da yapmadıkları edepsizlik kalmamıştı. Ganimet dağılımıyla ilgili sıkıntıları olduğunda veya umduklarına kavuşma konusunda şüpheleri bulunduğunda asıl kimliklerini ortaya koymaktan çekinmemişlerdi. Huneyn savaşında elde edilen ganimetlerin dağıtımı sırasında yaşananlar bunun örneklerinden sadece bir kısmını temsil etti.

Resulüllah, Huneyn savaşında elde edilen ganimetlerden, kalbi İslâm’a ısındırılacak kimselere (müellefe-i kulûb) daha fazla pay vermek istemiş ve bu amaçla ‘Bana ve Abdülmuttalib oğullarına ait olan hisseler sizindir’ diyerek kendisine ve akrabalarına düşen payı bu kimselere bağışladığını bildirmişti. Resulüllah’ın bu tercihini gören Muhacir ve Ensar da ‘Bizim hissemize düşen de Resulüllah içindir’ diyerek bütün hisselerini Resulüllah’a vermek istedikleri halde, münafıklar menfaatlerinin gereğine göre davranmayı tercih ettiler. İmanlarının sahte olduğunu en küçük menfaat nedeniyle açığa vurmaktan çekinmediler. Bu nedenle Akra b. Habis, Uyeyne b. Hısn, Abbas b. Mirdâs gibi münafıklar ‘Hayır. Biz hisselerimizi bağışlamayız’ diyerek çıkarcılıklarını ve savaşlardaki asıl amaçlarını ortaya koydular.

Hatta onlar ganimet dağıtımı sırasında Resulüllah’ı aşağılayıcı ifadelerle eleştirmekten de geri kalmadılar. Bir ayette bu özellikleri şu şekilde ifade edildi: ‘Size karşı pek hasistirler. Hele korku gelip çattı mı, üzerine ölüm baygınlığı çökmüş gibi gözleri dönerek sana baktıklarını görürsün. Korku gidince mala düşkünlük göstererek sizi sivri dilleri ile incitirler. Onlar iman etmiş değillerdir, bunun için Allah onların yaptıklarını boşa çıkarmıştır. Bu, Allah’a göre kolaydır.[181] Ayette ifade edilen özellikleri nedeniyledir ki, münafıklardan birisi ganimetleri paylaştıran Resulüllah’m başına dikilerek ‘Ey Allah’ın Resulü.’ Adaletli ol!’ demek edepsizliğini gösterdi. Bu sözü ile bir istekten çok iğneleyici bir eleştiriyi dile getiriyordu. Resulüllah ‘Ben adil olmazsam, kim adil olur [182] diyerek bir gerçeği dile getirdiyse de, çıkarcılığı imana dönüştürmüş o münafık, Resulüllah’m başında dikilip durdu. Bu durumdan çok rahatsız olan ve öfkelenen Hz. Ömer’in ‘Ey Allah’ın Resulü, Müsaade et şu münafığın boynunu koparayım’ demesi karşısında Resulüllah, Ömer’e istediği izni vermediği gibi münafıklarla ilgili bir gerçeği de dile getirdi: ‘Bırak onu! Onun bir takım yandaşları var ki, sizden biriniz kendi namazını onların namazlarının, kendi orucunu onların orucunun yanında küçük görür. (Onlar sizden daha fazla Müslüman görünürler). Onlar Kur’an okuyacaklar ama okudukları Kur’an gırtlaklarından aşağıya inmeyecek (sadece okuyacaklar, anlamaktan ve gereklerini yapmaktan uzak duracaklar). Onlar gerçekte okun yaydan çıktığı gibi dinden çıkmış kimselerdir.[183]

Duvara Dayanmış Odunlar

Kur’an, münafıkların mevcut olmadığı Mekke döneminde ‘kalbinde hastalık bulunan [184] veya ‘yalancı’, ‘ikiyüzlü’ [185] kimseler olarak tanımladığı münafıklar konusunda Müslümanları bilgilendirdi ve onların her türlü fitne ve fesatlarına, zarar ve kötülüklerine karşı uyarıp, hazırladı. Mekke döneminde, Müslümanlara, ileride karşılaşacağı bir grubun kişilik ve karakterini bildiren ayetlerden birisi şöyleydi: ‘insanlardan kimi vardır ki: ‘Allah’a inandık’ der; fakat Allah uğrunda eziyete uğratıldığı zaman, insanların işkencesini Allah’ın azabı gibi tutar. Halbuki Rabbinden bir nusret gelecek olsa, mutlaka, ‘Doğrusu biz de sizinle beraberdik’ derler. îyi de, Allah, herkesin kalbindekileri en iyi bilen değil midir? Allah, elbette (O’na gönülden) iman edenleri de bilir, ikiyüzlüleri de bilir (ortaya çıkaracaktır) [186] Hiç kuşkusuz bu bir mucizeydi. Bu ayetler, Müslümanları gelecekte karşılaşacakları bazı problemlere karşı bilgilendirip, eğitiyordu. Kur’an, sonraki zamanlarda da münafıkları tanıtma, onların fitne ve fesatlarına, zarar ve kötülüklerine karşı bilgilendirme ve uyarma işini mükemmel bir şekilde yerine getirmeye devam etti. Birçok defa münafıkların değişmeyen, Müslümanlar var oldukça hep var olacak kötülük timsali görünümlerine, kişilik ve karakterlerine dikkat çekti. Onların hoşa giden sözleriyle, saygı uyandıran sosyo-ekonomik konumlarıyla ve giyimleriyle kendilerine itibar edilecek adamlar olduklarının düşünüleceği; ancak esasında onların hayra, iyiliğe, adalete, güzelliğe meyletmeyen sığ ve işlemez akıllarıyla sıradan bir kütükten farksız kimseler olduklarını açıkladı. Bu benzetmesiyle münafıkların ne kadar değersiz, düşüncesiz, akıldan mahrum adamlar olduğunu ifade etti. Müslümanları, onlara gıpta etmemeleri için uyardı. Onların hoşa giden sözlerinin bir değer ifade etmediğini, hakikat adına bir değere sahip olmadığını bildirdi. Bu açıdan şu ayetler, her çağın Müslümanlarını, her çağın münafıkları konusunda bilgilendirme ve uyarma görevini başarıyla yerine getirdiler ve getiriyorlar:

Onları gördüğün zaman kalıpları hoşuna gider, konuşurlarsa sözlerini dinlersin. Halbuki onlar duvara dayanmış kütükler gibidirler. Her gürültüyü kendi aleyhlerine sanırlar. Onlar sizin düşmanlarmizdır. Onlardan sakının. Allah onların canlarını alsın. Nasıl bu hâle geliyorlar? [187] insanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi kalbinde olana (samimi olduğuna) Allah’ı şahit tutar. Halbuki o, hasımların en yamanıdır. [188]

Münafık erkekler ve münafık kadınlar (sizden değil), birbirlerinden dirler. Onlar kötülüğü emreder, iyilikten alıkoyar ve cimrilik ederler. Onlar Allah’ı unuttular. Allah da onları unuttu! Çünkü münafıklar fâsıkların kendileridirler.[189]

Onlara ‘İnsanların iman ettiği gibi siz de iman edin’ denildiği vakit ‘Biz hiç, sefihlerin (akılsız ve ahmak kişilerin) iman ettikleri gibi iman eder miyiz’.’ derler. Biliniz ki, sefihler ancak kendileridir, fakat bunu bilmezler (veya bilmezlikten gelirler). [190]

Ey iman edenler! Allah’a ve Resulüne itaat edin, işittiğiniz halde O’ndan yüz çevirmeyin. İşitmedikleri halde ‘işittik’ diyenler gibi olmayın. Şüphesiz Allah katında hayvanların en kötüsü, düşünmeyen sağırlar ve dilsizlerdir. Allah onlarda bir hayır görseydi elbette onlara işittirirdi. Fakat işittirseydi bile yine onlar yüz çevirerek dönerlerdi. [191]

Münafıklar, İslâm öncesinde veya İslâm’ın söz konusu olmadığı zaman ve yerlerde hakikat arayışının birer önderi, özlenen ve aranan ışığın birer rehberi konumuna gelebilirler ve gelmişlerdir de. Örneğin Abdullah b. Ubeyy veya Ebû Amir er-Rahib böyle kimselerdi. Ancak hakikatin ışığı yanmaya başlayınca, esenliğin yolu aydınlanıp hak ve bâtıl birbirinden ayrılınca, İslâm’ın sesi duyulunca fark edildi ki onların önderlik ve rehberlikleri kendi kişisel çıkarlarından, saltanatlarını kurmak için yürüttükleri çabadan başka bir şey değil. Esasında onlar hak ve adalet, iyilik ve güzellik adına bir şey istemiyorlar. Kendilerinin de bunlardan bir nasipleri yok. Kur’an onların bu durumunu tüm zamanların Müslümanlarım bilgilendirmek ve uyarmak amacıyla şöyle açıkladı:

Onların (münafıkların) durumu, (karanlık gecede) bir ateş yakan kimse misalidir. O ateş yanıp da etrafını aydınlattığı anda Allah, hemen onların aydınlığını giderir ve onları karanlıklar içinde bırakır; (artık hiçbir şeyi) görmezler. [192]

Yahut (onların durumu), gökten sağanak halinde boşanan, içinde yoğun karanlıklar, gürültü ve yıldırımlar bulunan yağmura tutulmuş kimselerin durumu gibidir. O münafıklar yıldırımlardan gelecek ölüm korkusuyla parmaklarını kulaklarına tıkarlar. Allah, kâfirleri çepeçevre kuşatmıştır. (O esnada) şimşek sanki gözlerim çıkaracakmış gibi çakar, onlar için etrafı aydınlatınca orada birazcık yürürler, karanlık üzerlerine çökünce de oldukları yerde kalırlar. Allah dileseydi elbette onların kulaklarını sağır, gözlerini kör ederdi. Allah şüphesiz her şeye kadirdir. [193]

Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı halde malını gösteriş için harcayan kimse gibi, başa kakmak ve incitmek suretiyle, yaptığınız hayırlarınızı boşa çıkarmayın. Böylesinin durumu, üzerinde biraz toprak bulunan düz kayaya benzer ki, sağanak bir yağmur isabet etmiş de onu çıplak pürüzsüz kaya haline getiri ver mistir. Bunlar kazandıklarından hiçbir şeye sahip olamazlar. Allah, kâfirleri doğru yola iletmez. [194] Münafıkların durumu tıpkı şeytanın durumu gibidir. Çünkü şeytan insana înkâr et’ der. İnsan inkâr edince de ‘Ben senden uzağım, çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah’tan korkarım’ der. [195]

[168] Münafikûn sûresi, 63:4
[169] Bakara sûresi, 2:204
[170] Ahmed, Müsned, 1/16; İbn-Hişam, es-Siretii’n-Nebeviyye, IV/196, 197; Vakıdî, Me-ğazU HI/1058.
[171] Buharı, Cenaiz 22; Müslim, Sıfâtü’l Münajıkîn 3; Ahmed, Müsned, 1/16.
[172] Tevbe, 9:80
[173] Buharı, Cenaiz 22; Müslim, Sıfâtü’l Münajıkîn 3.
[174] Tevbe, 9:84
[175] Koksal, Asım, îslâm Tarihi-Medine Devri, 11/206.
[176] Ahzab, 33:13
[177] Haşr, 59:13,14
[178] Nisa, 4:141
[179] Fetih, 48:15
[180] Tevbe, 9:42
[181] Ahzab, 33:19
[182] Buharı, Farzı’l Humus 19; Müslim, Zekât 46.
[183] Buharı, Tefsir 9,10; Edeb 95; îstitabe 7; Menâkıb 25; Müslim, Zekât 148, Ahmed, Müsned 11/219
[184] Enfal, 8:49
[185] Tevbe, 9:77
[186] Ankebut, 29:10,11
[187] Münafikûn, 63:4
[188] Bakara, 2:204
[189] Tevbe, 9:67
[190] Bakara, 2:13
[191] Enfal, 8:20-23
[192] Bakara, 2:17
[193] Bakara, 2:19, 20
[194] Bakara, 2:264
[195] Haşr, 59:16
 
Üst Alt