TAKVA ELBiSESi

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Sâdıklarla beraber olun!

SÂDIKLARLA BERABER OLUN!
İnsan kelimesi «üns, ünsiyet» kökü ile de irtibatlıdır. Yani ünsiyet kurmak, çevresiyle ülfetten tesirler almak, insanoğlunun özünde vardır. O hâlde kimlerle ünsiyet kuracağımıza dikkat etmek, maruz kalacağımız müspet-menfî tesirlerin şuur ve idraki içinde bulunmak zarurîdir. Çünkü bu tesirlere dikkat etmemek, kalbe kazandırılan takvâ kıvamını zaafa uğratır veya alır, götürür.
Takvâyı korumak için insanın menfî enerjilerden kalbini muhafaza edip, daima pozitif enerjiler içinde olması gerekmektedir. Çünkü kalpten kalbe akışlar vardır. Gözün bile nazar dediğimiz bir titreşimi, bir enerji nakli var. Kalbinki ise ondan çok daha fazla...
İnsan; fizikteki birleşik kaplar nazariyesinde olduğu gibi sâdıklarla beraber olduğunda sâdıklaşır, zalimlerle beraber olduğunda ise zalimleşir. Onun için sâdıklığı muhafaza ancak sâdıklarla birlikte olmak ve sâdıklarla bütünleşme neticesindedir.
Bâyezîd-i Bistâmî’ye müracaat eden bir derviş:
“–Beni Allâh’a yaklaştıracak bir amel tavsiye et.” deyince Bâyezid -kuddise sirruh-, ona şu nasihatte bulunmuştur:
“–Allâh’ın velî kullarını sev! Sev ki, onlar da seni sevsinler. Onların gönlüne girmeye çalış! Çünkü Allah, o âriflerin kalplerine her gün üç yüz altmış defa nazar eder. Onlardan birinin kalbinde senin adını görürse, seni bağışlar!..”
Sahâbîyi sahâbî yapan, onların her daim Rasûlullah Efendimiz’in sohbetinde bulunarak, O’nun mübarek gönül âleminden rûhâniyet almaları ve nebevî bir feyiz ile müzeyyen olmalarıdır. Zaten sahâbî ve sohbet kelimesi de aynı kökten gelmektedir. Aynı kökteki bu iki mânâyı kendisinde mezceden ashâb-ı kiram, fizikî ve kalbî beraberlikte Efendimiz’in rûhânî dokusundan nasipler alarak zirveler hâline gelmiş ve bu sûretle asr-ı saadetten günümüze bir faziletler medeniyeti intikal etmiştir.
Sâdıklarla beraberliğin insana neler kazandıracağına dair Sâdî Şîrâzî şöyle buyurur:
“Ashâb-ı Kehf’in köpeği, sâdıklarla beraber olduğu için büyük bir şeref kazandı. Nâmı Kur’ân-ı Kerîm’e ve tarihe geçti.”
Mevlânâ Hazretleri de bununla ilgili olarak şöyle buyurmuştur:
“O köpek, Ashab-ı Kehf’in dostluğunu seçtiği, onlarla beraber bulunmanın zevkine vardığı için, mağaranın kapısı önünde kıyâmete kadar çanaksız-çömleksiz, rahmet suyunu içip merhamet yemeğini yer durur.”
Ancak bu incelik kavranmaz da insan sâdıklarla beraber olmayı terk eder ve fâsıklardan uzak durmazsa, kalp körleşmeye başlar. Böyle bir güruh ve topluluktan bir tane akıllı/idrak ve basiret sahibi adam çıkmaz. Nitekim Lût -aleyhisselâm- bir peygamber olduğu hâlde kavminin o ahlâksızlığından kaynaklanan o menfî enerjiler karşısında müşkil durumda kalmış ve onların içinden kendisini anlayacak kimseler bulamamış, neticede; “…İçinizde firaset sahibi, aklı başında bir adam da mı yok!?.” (Hûd, 78) diye feryat etmiştir.
Diğer taraftan Tahrim Sûresi 10. âyette Hazret-i Nûh’un karısı ve Hazret-i Lût’un karısının o peygamberlerle değil de fâsıklarla gönül birliği içinde olmalarından dolayı cehennemlik oldukları bildirilmektedir. Yani onları, peygamber karısı olmak bile azaptan kurtaramamıştır. Görüldüğü gibi sâdıklarla beraber olan bir köpek bile Kur’ânî ifade kazanırken aksi durumda olan peygamber hanımları bile helâk olmuştur.
Bu itibarla îmanda takvâ, sâdıkların azaldığı şu âhirzamanda daha fazla ehemmiyet kazanmıştır.
Çünkü îman, âhirzamanda;
ELDE KOR TUTMAK GİBİ





(devamı var)
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
ELDE KOR TUTMAK GİBİ
Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Şiddetli bir şekilde yaklaşan fitne sebebiyle vay insanların hâline! Kişi mü’min olarak sabahlar da akşam kâfir oluverir. Bir takım insanlar dinlerini küçücük bir dünya menfaati karşılığında değiştiriverirler. İşte öyle zamanda dinine sıkıca sarılan kişi, elinde kor ateşi tutan kimse gibidir.” (Ahmed, II, 390; Ayrıca bkz. Müslim, Îman, 186; Tirmizî, Fiten, 30/2196)
Kur’ân-ı Kerim’de pek çok yerde îman ile beraber mutlaka sâlih amel de zikredilmiştir. Çünkü îman nûrunun fânusu ibadetlerdir. Bu sebeple takvânın ikinci mühim mertebesi de;
İBADETTE, BİLHASSA NAMAZDA TAKVÂ
Yaratılış sebebimiz olan ibadet yani Allâh’a kulluğumuz, gafletten ne kadar uzak îfâ edilebilirse takvâya o kadar yaklaşılmış olur. İnsanı, ancak her türlü gafletten uzakta ve Hakk’ın rızâsını kazanmak yolunda yapılan bir ibadet kemale erdirebilir.
Meselâ namazı şekil olarak biliyoruz. Fakat namazın esas hikmet tarafı Cenâb-ı Hak ile mülâkattır. Cenâb-ı Hakk’a maddî ve mânevî ihtiyaçlarımızı arz etmemiz için lutfedilmiş bir mülâkat.
Lâkin bizim namazımız ne derecede Hakk’ın istediği ve tarif ettiği bir namaz? Âyette;
“…Namaz, fahşâdan / çirkinliklerden ve münkerden / kötülüklerden alıkoyar…” (Ankebut, 45) buyuruluyor. Bizim namazımız böyle mi?
Cenâb-ı Hak, kulunun alnının secdeye gelirken kalbinin de kendisine bir vuslat hâli içinde olmasını arzu ederek: «Secde et ve yaklaş!» (Alak, 19) buyurmaktadır. Secdelerimiz acaba hangi kıvamda?
Aile hayatımızın, ticaret hayatımızın, memuriyet hayatımızın hâli bizim nasıl namaz kıldığımızın âdeta röntgenini gösterir. Namaz eğer fayda vermiyorsa, kalp birtakım galatlarla doluysa Cenâb-ı Hak öyle kişiler hakkında; “Yazıklar olsun o namaz kılanlara!” (Mâun, 4) buyuruyor.
Yine Kur’ân-ı Kerim, namazı muhafaza etmek, namazda devamlı olmak ve namazda huşû içinde olmak hususlarına dikkatimizi çekiyor. Fıkhen namaza başlamadan önce nasıl maddî ve mânevî bir taharete, abdest almaya ihtiyaç varsa kalben de bir huşûya ihtiyaç var.
Huşû…
Kalbin duyarlı hâle gelmesi... Kimin huzurunda olduğumuzun farkında olmak... Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuşlardır:
“…Allah Teâlâ, huşû dolu, hüzünlü, merhametli, insanlara hayrı öğretip Allâh’a itaat etmeye çağıran her kalbi sever.” (Deylemî, I, 158)
Yine -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz namazda iken sakalıyla oynayan birisini gördü:
“Bakın eğer şu kişinin kalbi huşû hâlinde olsaydı âzâları da huşû içinde olurdu.” (Ali el-Müttakî, VIII, 197/22530) buyurdu.
İbadette takvâya bir başka misal;
ORUÇTA TAKVÂ
Oruç bir riyâzat, yani helâlleri asgarîde kullanma hâli. Yarım gün helâllerden mahrum kalmak.
Oruçta takvâ kıvamı, orucu bütün hayata yaygınlaştırmakla olur. Yani bütün ömrü bir riyâzat hâlinde yaşayabilmekle, oburluktan, ifratlardan kaçınabilmekle, haramlardan ve şüphelilerden uzak durmakla...
Oruç ki insana, yarım bardak suya, bir dilim ekmeğe muhtaç olduğunu anlatıyor. Cenâb-ı Hakk’a muhtaç olduğunu insana bir kez daha hatırlatıyor. İbadette takvâya ulaşan kimse, orucundan işte bu hisseleri alır. Cenâb-ı Hakk’ın verdiği nimetlerin kadrini düşünür; muhtaçlara merhameti, açlara şefkati ve acıması artar. Bu artışın neticesi de infaka yansır. Gönülden bir infaka… Bilir ki Allâh’ın kabul edeceği vermenin şartı;
İNFAKTA TAKVÂ

(devamı var)



OSMAN NURİ TOPBAŞ



 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Infakta takvâ

İNFAKTA TAKVÂ
İnsan; infakında, malından harcamasında; «Bu mal aslında kimindir?» şuurunda olacak. Mahlûkata Hâlık’ın nazarıyla, rahmet ve şefkat nazarıyla bakacak bir kıvama gelecek.
İnfakta takvâ işte bu.
Komünistler; «Mal toplumundur.» kapitalistler de; «Mal fertlerindir.» derken İslâm ise; «Mal Allâh’ındır. Kul ancak emanetçidir. Her şey kulun tasarrufuna geçici olarak emanet edilmiştir.» demekte ve hakkı teslim etmektedir. Bu ölçüde emanetçinin ne israf etmeye ne de cimrilik etmeye hakkı vardır.
İnfakta takvânın ölçüsü “…Sadakaları Allah alır…” (Tevbe, 104) âyet-i kerîmesini hatırdan uzak tutmamaktır. Kimseden iltifat, alâka beklemeden, şöhretten uzak durarak, nefsi araya sokmadan « / lillâh/ yâ Rabbî senin için» diyerek... İşte sadaka ve zekâtta takvâ ölçüsü.
Kullarından infakta takvâya ve nezaket ölçülerine riayet etmelerini isteyen Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede buyurur:
“…Sadakalarınızı başa kakma ve eza etmekle boşa çıkarmayın!..” (Bakara, 264)
Burada Cenâb-ı Hak, infak eden kimselerin nasıl bir takvâ edebi gözetmeleri gerektiğini açıkça vurgulamaktadır. Ebu’l-Leys Semerkandî Hazretleri buyurur:
“İnfak hususunda aslında veren kimsenin alan kimseye karşı büyük bir teşekkür edası içinde olması gerekir. Çünkü veren, alan kimse vesilesiyle dünya ve âhiretteki birçok iptilâlardan, musibetlerden ve sıkıntılardan kurtulmuş olacaktır; hepsinden daha mühimi Allâh’ın rızâsını kazanacaktır.”
Bu itibarla muhterem pederim Musa TOPBAŞ -kuddise sirruh-, sadaka ve infak hususunda nezaket ve edebe son derece hassasiyet gösterir ve alan kimselerin mihnet altında kalmamalarını temin için zarfların üzerine itina ile;
“Muhterem ………. Efendi, kabul buyurduğunuz için teşekkür ederiz.” ifadesini yazarak, ilâhî rızâya vesile olduğu için muhatabına karşı samimî bir gönül teşekkürü içinde olurdu.
Cenâb-ı Hak, infak edebindeki bu takvâ hâlini hepimize ihsan eylesin, âmîn…
Daha evvel ifade ettiğimiz gibi takvâ bütün ibadetlerin özünde bulunması gereken ilâhî bir maya gibidir. Bu bakımdan her ibadette ilk aranacak özellik o olmalıdır.
Zekâttan sonra malî ibadetlerden biri olan hac da, aynı şekilde bu ölçüler ışığında mebrur hâle gelir. Bu bakımdan her hacıya gereken asıl sermaye; bedenin, meşakkatler altında ihram içinde iken; gönlün de Hakk’ın rızâsını kazanmak doğrultusunda incelik ve zarafet içinde olmasıdır.
HACDA TAKVÂ
Hac, hem malî hem de bedenî yönü bulunan yorucu bir ibadettir. Fakat müttakî bir kulun haccında, beden ve maldan başka rûhun orada olması, oradan bir şeyler alması lâzımdır.
Kefene benzeyen ihram ile geçirilen o birkaç günden sonra kefen iklimini hiçbir zaman unutmamak da zarurî. Şeytanı taşlarken, Hazret-i İbrahim -aleyhisselâm-’ın fedakârlığını düşünmek gerekli. Aynı şekilde hayatın her safhasında sâlih amellerle şeytanı taşlamayı unutmamalı. “ / Eûzu billâhi mine’ş-şeytânirracîm” lâfzındaki hikmeti yaşamalı.
Yine; “Hacda refes yok, fısk yok, cidal yok!” buyuruluyor. Fıska, Allâh’tan uzaklaştıracak şeylere; cidale, mücadele ve kavgaya meyil olmamalı. Bunları bütün hayatımıza teşmil edebilmek ise hacda takvâya erebilmenin neticesidir.
Hacda yaş bir dalı koparmak da yok, avlanma da yok. Hattâ avcıya avı göstermek de yok. Böylece nezaket, zarafet, incelik, hassasiyet, merhamet, şefkat kazanmak ve bunları hayatın her safhasına yaygınlaştırabilme eğitimi var.
Dolayısıyla namaz, oruç, zekât ve hac gibi bütün ibadetlerde takvâ ufkunu gerçekleştirmek, ihlâs ve samimiyet, belli bir zaman için değil her vakit kalbimizin değişmez vasfı olmalıdır.
Böyle değilse kalp takvâ derecesine varamamış demektir. O zaman kul, kendinde şu engellerin bulunup bulunmadığı açısından nefsini muhasebe etmelidir:
TAKVÂYI ZEDELEYEN ÜÇ ENGEL

(devamı var)



OSMAN NURİ TOPBAŞ


 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
TAKVÂYI ZEDELEYEN ÜÇ ENGEL
Birincisi; kibirdir, enâniyet içinde olmaktır. Allâh’ın verdiği istidatları, kabiliyetleri kendine izafe etmektir. Şeytan gibi, Firavun gibi, Kārun gibi «Ben!..» demektir.
Nitekim Hacı Bayrâm-ı Velî’nin ifadesiyle kibir, bele bağlanmış taş gibidir. Onunla ne yüzülür ne de uçulur.
İkincisi; pintiliktir, hasisliktir. Zaman ayırmakta, gücünü kulluk ve hizmette kullanmakta, yardım etmekte kısacası her şeyde cimri davranmaktır. Bilinmelidir ki; «Cennet cömertlerin, cehennem ise cimri ve pinti kimselerindir.» (Hazret-i Ali)
Üçüncüsü; hamâkat yani ahmaklıktır. İnsanın âhireti bırakıp dünyayı tercih etme gafletine düşmesi yani sonsuzu verip ânı alması ancak hamâkattir.
Takvânın zedelenmesi mevzuuyla alâkalı olarak Efendimiz’in şu hadîs-i şerifleri ne kadar mânidardır:
“Öyle bir zaman gelecek ki, şu üç şeyden daha kıymetli hiçbir şey olmayacak:
Birincisi: Helâl para. İkincisi: Cân u gönülden kardeşlik. Üçüncüsü: Kendisiyle amel edilecek sünnet-i seniyye.” (Heysemî, I, 172)
Helâl para kazanmak da, samimî kardeşlik de bütünüyle sünnet ile amel etmek de ancak istikametli ve düzgün bir muâmelât ile mümkündür. Nasıl îmanı muhafaza için ibadet gerekiyorsa, ibadet huzuru için de muâmelâtta istikamet ve adalet şarttır. Bu sebeple takvânın bir başka merhalesi;
MUÂMELÂTTA TAKVÂ
Muâmelâtta takva bir mü’minin ferdî ve içtimaî saadeti için gerekli bütün hasletlerde fevkalâde bir hassasiyet içinde olmasıdır.
Meselâ;
Merhamette takvâ: Merhamet; sende olanı, onda olmayana, yâni mahruma ikram etmendir. Diğer bir ifadeyle, merhamet, başkalarının mahrumiyetini telâfi için onların yardımına koşmaktır.
Merhamet; mü’mine dünyada vicdan huzuru, âhirette ise ebedî saadet müjdesidir. Acıyabilmek, Allâh’ın büyük bir lütfudur. Zira acımak, merhametin mahsulüdür. Acıyan, cömerttir, mütevâzıdır, hizmet ehlidir, vicdan sahibidir.
Düşünmek icap eder ki: “Ben sağlamım o niye, sakat ve kimsesiz veya mahrum?” Cevap olarak demelidir ki: “Allah Teâlâ onu sana emanet etti. Seni onunla imtihan etmektedir. Zira mü’min, mü’mine zimmetlidir.” İşte İslâmî şuur budur.
Bu sebepten kul sürekli; «Ben ne kadar merhametliyim?» muhasebesi içinde olmalıdır. Zira merhamet îmanın lezzetidir. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de esmâ-i hüsnâsı içerisinde en çok Rahman ve Rahim esmâsını bildirerek kullarından da merhamet vasfıyla kemal derecesinde mücehhez olmalarını istemiştir.
Mevlânâ Hazretleri de insanoğlunun merhamet etme ve merhamet edilme noktasındaki hâlini hadîs-i şeriften ilhamla şöyle mizan ediyor:
“Kendinden aşağılara merhametli ol ki, senden yukarıda olanlar da sana merhametli olsunlar.”
Âlemlere Rahmet -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz;
“Nefsim kudret elinde olan Allâh’a yemin ederim ki, birbirinize merhamet etmediğiniz müddetçe cennete giremezsiniz.” buyurunca sahâbe-i kiram evlât ve yakınlarına herkesin gösterdiği merhameti kastederek dediler ki:
“–Yâ Rasûlâllah! Hepimiz merhametliyiz.”
Bunun üzerine Allah Rasûlü:
“–(Benim kastettiğim) merhamet, sizin anladığınız şekilde yalnızca birbirinize olan merhamet değildir. Bilâkis bütün mahlûkata şâmil olan merhamettir, (evet) bütün mahlûkata şâmil merhamet!..” (Hâkim, IV, 185/7310)
Hakikaten Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- Mekke fethine giderken yavrularını emziren bir köpeğe merhamet göstererek orduyu karşı yoldan geçirmiştir. Yuvası yakılan karıncaları görünce merhamet tuğyanı içinde âdeta feryat ederek; “Bu yuvayı kim yakabilir? Yakmak ki Allâh’a mahsustur.” buyurmuştur.
Merhametin gönülde iyice yerleşmesi için erişmemiz gereken mertebe ise;
ÎSAR KIVAMI



(devamı var)



OSMAN NURİ TOPBAŞ



 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
ÎSAR KIVAMI
Merhametin bir merhale ötesi ise îsar yani kendinden koparıp verme hasletidir ki bu merhametin tecellîsindeki zirvedir. Cenâb-ı Hak, kulunda bu hâli görmekten çok memnun olur. Nitekim muhacirleri kendilerine tercih ederek müstesna bir îsar misali sergileyen ensarı Hak Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’inde methetmiştir:
“Daha önceden Medine’yi yurt edinmiş ve gönüllerine îmanı yerleştirmiş olan kimseler, kendilerine göç edip gelenleri severler ve onlara verilenlerden dolayı içlerinde bir rahatsızlık hissetmezler. Kendileri zaruret içinde bulunsalar bile onları kendilerine tercih ederler. Kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar kurtuluşa erenlerdir.” (Haşr, 9)
Merhamette ve îsarda takvâ, insanı böyle yüce iltifatlara mazhar kılar. Hak dostlarının da en mühim vasıflarından biri merhamet noktasında, hep başkasını tercih ederek, nefsin tuzaklarından korunmaları, bu hususta da daima takvâ üzere olmalarıdır.
Ubeydullah Ahrar Hazretleri anlatıyor:
“Bir adam geldi:
«–Açım, beni doyur.» dedi. O esnada benim de karnım açtı. Fakat elimde yardımda bulunacak bir para yoktu. O fakiri alıp bir aşçının yanına gittim:
«–Param yok. Lâkin şu başımdaki sarık temizdir. İşine yarar, onunla tabakları kurularsın. Sarığa karşılık şu aç insana bir lokma ekmek ver.» dedim. O da bir tabak yemek verdi. Başında bekledim. Benim de karnım aç olmasına rağmen onu doyurdum. Sonra sarığımı çıkardım, koydum. Aşçı almak istemedi ama:
«–Yok, ben sana söz verdim, al bu sarığı.» dedim ve bıraktım.
Sonra Allah bana imkânlar verdi. Çok zengin oldum. Çiftliğimde iki bin işçi çalışıyordu. Bu şartlar içinde de iki-üç hastanın bakım ve tedavisini üstlendim. Onlara bakıyordum. Öyle bir hâl oldu ki, onlar altlarına kaçırmaya başladılar. Ben birkaç testi su getiriyordum, onların altlarını yıkıyordum. Sonra o hastalık bana geçti.
Ben yine onlara hizmet etmeye devam ettim.”
Ne muazzam bir îsar ve merhamet tablosu... Onlar “ / İhsanda bulunun!” (Bakara, 195) emrine ittibâ eden, cümle mahlûkat ile muâmelâtında takvâ çizgisinden ayrılmayan, ihsan üzere olan kâmil insanlardır. İşte muâmelâtta takvânın özü;
İHSANDA TAKVÂ
Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’de 190 küsûr yerde muhtelif kalıplarda «ihsan»a yer vererek bir mü’minin iç dünyasının, dış dünyasının, işinin, mesleğinin, her hâl ve hareketinin kısaca her şeyinin ihsan üzere, en güzel sûrette olmasını istemektedir.
Diğer bir mânâda ihsan, kulun, ilâhî kameranın murâkabesi altında olduğu şuurunda olmasıdır. İhsanda takvâ her adımı bu kalbî şuur ile atmaktır.
Velhâsıl bir mü’minin her hâli “ / ecmel (en iyi), / ekmel (en mükemmel) ve / ahsen (en güzel)” ölçüleri içinde olmalıdır.
Bu da tevekkül ve teslimiyette takvâ ile mümkündür.
Tevekkül ve teslîmiyette takvâ ise; mü’minin, dünyada fânîlere gösterdiği teslimiyet ile Cenâb-ı Hakk’a teslimiyetini daima mukayese etmesidir. Çünkü Cenâb-ı Hak, nasıl bir mü’min kalbi istediği hususunda şöyle buyurmaktadır:
“Mü’minler ancak o kimselerdir ki; Allah anıldığı zaman kalpleri ürperir. O’nun âyetleri kendilerine okunduğu zaman (bu) onların îmanlarını artırır. Onlar sadece Rablerine tevekkül ederler.” (Enfâl, 2)

(devamı var)
OSMAN NURİ TOPBAŞ
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
RIZÂDA TAKVÂ

Takdirde meydana gelen hâl ve hâdiseler vardır. Bize zahir/belli olan ve olmayan yönleriyle bunların hayrı ve şerri dört şekilde ortaya çıkar: 1. Zâhiri de bâtını da hayır olan hâdiseler:

Bir kimse ki, hayırlı bir işte çalışıp kazanır. Kazancıyla hayır-hasenat yapar. Dâima infak şuuru içerisinde yaşar. Eliyle, diliyle ve hâliyle insana, hayvana, nebata velhâsıl bütün mahlûkata hizmette bulunur. Haram ve helâle son derecede dikkat eder. Şüphelilerden bilhassa kaçınır. Kalbi de her hâlükârda ihlâs ve takvâ ölçüleri içerisindedir.

İşte böyle bir hâlin zâhiri de hayırdır, bâtını da hayırdır.

2. Zâhiri de bâtını da şer olan hâdiseler:

Hakkında her bakımdan ilâhî yasak olan, haram hükmü içerisinde yer alan bütün hâdiseler bu kategoriye girer. Dünya hayatında meşgalesi rezalet ve berbat kimselerin hâli böyledir. Bunlar sefaletlerini saadet zannederler, lâkin dünyaları da âhiretleri de hüsran içinde olur.

3. Zâhiri hayır, bâtını şer olan hâdiseler:

Bazı hâdiseler vardır ki dıştan bakıldığında hayır ve ayrıcalık gibi görünür. Fakat içten bakıldığında karşınıza kocaman bir şer çıkar. Meselâ mal sahibi olup da başkalarını düşünmeyerek egoistçe bir hayat yaşamak gibi. Yani bir kimsenin mal sahibi olması, onun için faydalı bir hayır olarak görünmektedir; ancak cimri ve israf sahibi olması, iki dünyada da vebalini ve azâbını artıran bir şerdir. Bunun en mânidâr misâli Kārun ve Sâlebe’dir. Her ikisi de kendileri için hayırlı olacağını zannederek Allâh’ın takdiri dışında bir mal sevdasına zebun oldular, bunda hayır var düşüncesiyle zenginlik hususunda direttiler. Peygamberlerinin îkazlarını dinlemediler. Taleplerindeki şerri fark edemediler. Neticede her ikisi büyük bir şerrin girdabında perişan olup gittiler. Hem dünyaları karardı hem de âhiretleri.

İnsanın bu hâli âyet-i kerîmede şöyle ifade edilir:

“İnsan, Rabbi kendisini imtihan edip de ikramda bulunduğunda ve bol nimet verdiğinde; «Rabbim bana ikram etti» der.”

“Onu imtihan edip rızkını daralttığında ise; «Rabbim beni önemsemedi» der.” (Fecr, 15-16)

Unutmamalı ki zenginliği de fakirliği de Allah takdir eder. O neyi takdir etmişse ona göre yaşamalıdır. Zenginliğin îcabı neyse onu, fakirliğin îcabı neyse onu yerine getirmelidir. Hayır bundadır. Fakat bu gerçeği görmeyip de takdir-i ilâhînin dışında kendimiz ısrarla bir talep içerisinde olursak o zaman Cenâb-ı Hakk’ın buyurduğu;

“...İhtimal ki hoşlanmadığınız şey sizin için hayırdır ve ihtimal ki sevdiğiniz bir şey sizin için şerdir. Siz bilmezsiniz, Allah bilir.” (Bakara, 216) gerçeğiyle karşı karşıya kalırız.

Seçkin kullar, her nefes bu gerçekleri idrak ederek yaşayabilenlerdir. İnsanlığın en faziletli şahsiyetleri olan peygamberlerin en mümtaz vasfı da, bu mânâda «ne güzel kul!» makamında olabilmeleridir. Nitekim;

Süleyman -aleyhisselâm- dünya malını kalbinin dışında taşımış, gönlünü altına ve gümüşe kasa yapmamış, o kadar saltanat ve zenginlik içinde Cenâb-ı Hakk’ın «ne güzel kul!» iltifatına mazhar bir mütevâzı kul olarak yaşamıştır. Eyyûb -aleyhisselâm- da sıhhat, mal ve evlâtlarından mahrumiyetle uzun yıllar ağır imtihanlar karşısında sadece şükür, sabır ve rızâ hâlinde olmuştur. Neticede o da Cenâb-ı Hakk’ın; «ne güzel kul!» iltifatı ile sonsuz lütuflara mazhar kılınmıştır.

4. Zâhiri şer, bâtını hayır olan hâdiseler:

İnsan bir hastalığa yakalanır, sıhhatini kaybeder. Bu hâdise zâhiren şer gibidir. Fakat kişi hastalığın tattırdığı acziyetle sıhhatli zamanlarındakinden daha çok: «Yâ Rabbi, aman yâ Rabbi!..» diyerek Cenâb-ı Hakk’a ilticâ etmeye başlar. O zaman meselenin iç yüzü hayırdan ibaret olur.

Abdullah İbn-i Mes’ûd radıyallahu anh anlatır:

Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in huzuruna vardım. Kendisi sıtmaya yakalanmıştı. O’na:

“–Ey Allah’ın Resûlü! Gerçekten şiddetli bir sıtma nöbetine tutulmuşsunuz.” dedim.

“–Evet, sizden iki kişinin çekebileceği kadar ıstırap çekmekteyim.” buyurdu.

“–(Herhâlde) bu iki kat sevap kazanmanız içindir.” dedim.

“–Evet, öyledir. Allah, ayağına batan bir diken veya başına gelen daha büyük bir sıkıntıdan dolayı Müslüman’ın günahlarını bağışlar. O Müslüman’ın günahları ağaç yaprakları gibi dökülür.” buyurdu. (Buhârî, Merdâ, 3, 13, 16; Müslim, Birr, 45)

Bu hakikatler ışığında sâlih bir mü’min, imtihan dünyasında bütün yaşadıklarını yukarıdaki dört temel gerçeğe göre değerlendirmesini bilmeli ve her an kendi iç âlemindeki menfîlikleri tefekkür etmelidir. Her meselede ilk önce istiğfar, hamd, şükür ve rızâ hâlinin hangi seviyede olduğunu mizan etmelidir.

Çünkü her samimî mü’minin hayat boyu ufku ve hedefi; aklının meşgul olduğu bütün düşünceleri, gönlündeki duyguları, hattâ alıp verdiği nefeslere kadar her şeyi rızâ-yı ilâhî ile telif etmeye çalışmak olmalıdır.

Çünkü rızâ, muhabbetin nihaî meyvesidir.

Bu noktada en makbul rızâ; kulun, nefsanî arzularının rızâsından ayrılıp Mevlâ’nın rızâsına râm olmasıdır.

Peki;

Böyle bir rızâ hâline erişebilmek için hayır ve şerri, net olanlarının dışındakileri itibarıyla nasıl kestireceğiz?

Bu sualin tek bir cevabı var:

HAYIR ANCAK ALLAH’TA



(devamı var)

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
HAYIR ANCAK ALLAH’TA

Âmâk-ı Hayal adlı eserinde Filibeli Hilmi Efendi, şöyle bir hikâye anlatmaktadır:
Aynalı Baba’nın ney taksimi eşliğinde okuduğu derin mânâlı şiirlerinin tesiriyle Râcî, dalıp gitmişti. Kendisini bir mecliste buldu. Orada peygamberlerden filozoflara, yüce şahsiyetlerden cüce kimselere kadar herkes vardı. Bütün insanları temsil eden Beşeriyet adında biri de gerçek saadetin peşinde hıçkırıklarla ağlayarak çare sormaktaydı. Feryat ediyordu:
“–Bana söyleyiniz, merhamet ediniz; hem hayattan tiksiniyorum, hem de onsuz yapamıyorum. Ne olur söyleyiniz, saadet nedir?”
O mecliste bulunan bazı şahsiyetler de şöyle cevaplar verdiler:
Konfüçyüs:
“–Saadet, bir tencere pirinç pilâvına bütün lezzetleri sığdırmaktır.”
Eflâtun:
“–Daima yücelikleri düşünmektir.”
Aristo:
“–Mantık! İşte saadet!”
Zerdüşt:
“–Karanlıkta kalmamaktır.”
Brahma:
“–Saadet mi? Herkesin zannı ne ise onun aksidir!”
Buda, öfke ile ayağa kalktı:
“–Ey Beşeriyet! Saadet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. Nirvana, ey Beşeriyet, Nirvana!”
Bu sözleri duyan Beşeriyet’in kafası karıştı:
“–Sizler kendinize bile faydalı olamadınız. Hep saadet mahrumu olarak ömür sürdünüz. Dediklerinizin içinde de saadetten eser yok!”
O zaman bir Allah dostu kalktı ve dedi ki:
“–Âkiller için seyr-i bedâyî (ilâhî güzellikleri seyretmek), câhiller için yemekle şehvet!”
Bundan sonra peygamberler saadeti açıkladı. Son olarak da meclisin reisi olan Fahr-i Kâinat, ayağa kalktı ve cevap verdi:
“–Ey Beşeriyet! Saadet; hayatı olduğu gibi kabul etmek, eskâline/ağır yük ve çilelerine rızâ göstermek, ıslahı için de gayret sarfetmektir. Yani kalb-i selîme ermektir.”
Bunun üzerine Beşeriyet, aradığı cevabı bulmuş olarak ayağa kalktı:
“–Yâ Fahr-i Âlem! Ey büyük Peygamber! Beşeriyetin dertlerini anlayan ve ilâcını bulan yalnız SEN’sin!..”
Yukarıdaki tarif etrafında hayatı en güzel şekilde tahlil eden ve hayrın sadece Allah’ta olduğunu en güzel şekilde idrak ile gönüller kılavuzu olan Hazret-i Mevlânâ buyurur:
“Sen, Allâh’ın verdiklerine râzı olmadıkça, rahat etmek, kurtulmak ümidi ile nereye kaçsan, orada karşına bir âfet çıkar, bir belâ gelir, sana çatar.
Dünyanın hiçbir köşesi canavarsız ve tuzaksız değildir. Hakk’ı gönülde bularak ve O’na sığınarak, O’nun mânevî huzurunda yaşamaktan başka kurtuluş ve rahat yoktur.
Kurtulma çaresi bulunmayan dünya zindanının; ayakbastı parası alınmayan, zindan dayağı atılmayan bir köşesi yoktur.
Allâh’a yemin ederim ki, fare deliğine girsen, bir kedi pençesiyle tutulursun.
Ancak samimî bir kul olur da Allah ile beraber olursan başka.
O zaman Allah seni teselli eder, sana öyle sahip çıkar ki, yılanların ve akreplerin arasında bile olsan muhafaza altında olursun.
Yılanlar da, akrepler de sana eş-dost olur.”
Nitekim Hâlık’ın nazarıyla mahlûkata bakış tarzı kazanan Abdülkādir Geylânî’ye bir cinnî, yılan şeklinde gelmiş, ancak dost olarak yanından ayrılmıştır. Bu, ondaki ilâhî muhabbet ve rızâ hâlinin bir bereketidir.
O hâlde;
Ebedî hayrı talep eden her kula düşen, küfür ve dalâlet hariç bütün hâllerde rızâda takvâ içerisinde olmasıdır. Bu takdirde onun hayatı da hayır, ölümü de hayır, ölümden sonrası da hayır, mahşerdeki hâli de hayırdan ibaret olur.
Böyle bir kıvamı yakalayabilmek için her vesileyle tevbeye sarılmak ve affedici olabilmek zarurîdir. Burada da Cenâb-ı Hakk’ın istediği kalbî vasıf;
AF VE TEVBEDE TAKVÂ


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ
 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
Emr-i bi’l-mâruf, nehy-i ani’l-münker

EMR-İ Bİ’L-MÂRUF, NEHY-İ ANİ’L-MÜNKER

İyiliği tavsiye etmek ve kötülükten men etmek.
Bir mü’minin en mühim hususlarından biri bu.
Bunun takvâ derecesi ise, «emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münker» yani «iyiliği tavsiye etmek ve kötülükten men etmek» vazifesini sadece dille değil, hâl ile müşterek güzel bir üslûp ile gerçekleştirmektir.
Böyle bir mevzuda takvâ bir kenara bırakılıp da emr-i bi’l-mâruf terk edilirse toplum türlü türlü belâlara dûçâr olur.
Zeyneb bint-i Cahş -radıyallâhu anhâ- der ki:
Peygamber Efendimiz’e:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! İçimizde sâlihler bulunduğu hâlde biz helâk edilir miyiz?” diye sordum.
Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–Fısk ve fücûr (günahlar) çoğaldığı vakit, evet!” (Buhârî, Enbiyâ, 7)
Dolayısıyla iyiliği emretmek, kötülükten sakındırmak, ilâhî gazaptan korunmanın da yegâne yoludur. Onun için her müttakî/takvâlı kulun, iyiliği emredici ve kötülüğü de nehyedici olmak vazifesi vardır.
Bu vazifeyi ve buna bağlı mes’ûliyetleri yaparken de her hâlükârda ölçü, Kur’ân-ı Kerim ile sünnet-i seniyyeye müracaat ve doğru kimselerle istişâre etmektir. Hazret-i Ali, yine valisine yaptığı tavsiyesinde der ki:
“Seni yoksulluğa düşmekle korkutarak iyilik yapmana mânî olan cimriyi, büyük işler karşısında azmini kıracak korkağı ve de gözünü hırs bürümüş kimseleri istişâre heyetine alma!”
“Altından kalkamayacağını anladığın konuları Allâh’a ve Rasûlü’ne havale et! Allâh’a havale O’nun kitabına, Rasûlü’ne havale de O’nun sünnetine müracaat etmek demektir.”
Zira «en hayırlı ümmet» beyanının muhtevasına girebilmemiz için, Rasûlullah Efendimiz gibi mârufu yani iyilik, fazilet ve hayrı yaşayıp emretmemiz, münkerin yani kötülük ve şerrin de haricinde kalıp bundan nehyetmemiz gerekmektedir.
Bunun için Allah yolunda hizmet şuuruna sahip olmak zarurîdir. Çünkü hakkı ve hayrı tavsiye, hizmet şuuru ve aşkı olmadan verimli bir şekilde gerçekleşmez. Dolayısıyla bu mevzuda aslolan hizmet şuuru, yani;

HİZMETTE TAKVÂ


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
HİZMETTE TAKVÂ

İslâm ahlâkının esası, Rabbe aşk ve ihlâs ile yöneliş; bu yönelişin yegâne nişanı da hiç şüphesiz «hizmet»tir.
Ehl-i hizmet olanlar, gökteki ay ve güneşe benzerler ki, kuytular bile onlarla hayat bulur. Etraflarını aydınlattıkça kendilerinin parlaklığı artar.
Samimî ve gerçek hizmetler, kalbî olgunluğun bir şâheseridir.
Hizmette muvaffak olabilmek için ilim, irfan, liyakat, vakar, sağlam bir karakter ve şahsiyet sahibi olmak zarurîdir. Yani hizmet eden kişinin gönlü, münbit toprak gibi olmalıdır. Toprağın üzerinde gezen canlılar, onu çiğner ve cürufunu da oraya dökerler. Fakat toprak, bu cürufun hepsini temizler ve sonra çeşit çeşit güzellikte nebatlar bitirerek üzerinde dolaşan bütün mahlûkatı besler.
Hâl böyleyken;
Yeterli bilgi ve tecrübeye sahip bulunmayan, ahlâkî ve mânevî gelişimini önemsemeyen, işinin ehli olmayan bir hizmet eri, lâyık-ı veçhile ciddî bir hizmet ortaya koyamaz. Ayrıca güzel ahlâkla kalbi telif olmayan kaba, kırıcı ve sert bir üslûp ile yapılan hizmetlerden de bir hayır umulamaz. Yani;
Gönül feyzinden mahrum bir hizmet, çöle dökülen bir kova su misalidir. Diğer bir ifadeyle kurak araziye atılan bir tohum, tarla farelerinin kursağında yok olmaya mahkûmdur. Gönülle atılan hizmet tohumları ise istikbâlin çınarlarıdır.
Bu ölçüler ışığında bir insana yapılabilecek en büyük hizmet, onun ebedî istikbâlini kazanmasına yardımcı olmaktır. Bunun yolu da onu istikamet üzere bir kulluğa yönlendirebilmektir ki bu da ancak Kur’ânî duygularla istikametlenmek ve ahlâklanmakla mümkün olur.
Hizmette bulunan kimseler, Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in şu niyazını dillerinden ve gönüllerinden düşürmemelidirler:
“Ey Rabbim! Âcizlikten, tembellikten, korkaklıktan, eli-kolu dökülür derecede tâkatsizlikten Sana sığınırım...”
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu duası, hizmette zinde olmayı vurguladığı kadar, hassas ve titiz davranılması gerektiğini de göstermektedir.
Buna göre;
Hizmette bulunanlar sanki mayın tarlasında yürüyormuş gibi bir hassasiyetle, muamelelerinde nezakete dikkat etmek mecburiyetindedirler.
Hizmeti îfâ ederken olduğu kadar, bu emaneti ehline verebilmek için de muhatabı iyi tanımak zarurîdir. Bu husus, yani muhatabı tanımak, en az hizmet kadar ehemmiyetlidir.
Çünkü vasıflı bir insana hizmet vermek, bazen binlerce insana bedel olur. Zira büyük istidat sahiplerinin önüne tüm maddî imkânları serseniz israf olmaz.
Bir de hizmette dikkat edilmesi gereken en önemli husus, muhataplarına minnet yükleyecek bir tavır içinde hareket etmemektir. Şeyh Sâdî buyurur:
“Seni hayır işlemeye muvaffak kıldığı için Allâh’a şükret. Zira Hak Teâlâ seni lütuf ve ihsanıyla boş bırakmadı. Padişaha hizmet eden, ona minnet yükleyemez. Seni istihdam ettiği için sen ona minnettar ol.”
Bilmeli ki özü itibarıyla hizmet, her şeyden önce Allâh’a ve Hazret-i Peygamber’e karşı bir vefa borcudur. Çünkü müttakî kul, Rabbimizden ve Hazret-i Peygamber’den ihsan edilen lütuflar ve nasipler sayesinde hizmette takvâya ulaştığı için aynı şekilde o da bir vefa borcu olarak başkalarına karşı bu vazifeyi icra etmelidir. Bu itibarla gönlünde taşıyacağı en güçlü duygulardan biri de şu olmalıdır;

VEFADA TAKVÂ


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 

Ayyüzlüm

Yeni Üyemiz
VEFADA TAKVÂ

Vefa, özlü bir ifadeyle dostu unutmamak, ihmal etmemektir. Çünkü bütün dostluklar, vefa bağlarıyla güçlü bir şekilde devam eder. Vefa duygusu eridiği an, dostluklar da erimeye başlar. Vefa ölürse, dostluklar da tamamen biter.
Diyebiliriz ki;
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- bütün ömrü boyunca bizlere en zirvede bir vefa numunesi olarak yaşamıştır. Zira O, kendisini büyüten sütannesine vefa hâlindeydi. Habeşistan’da kendilerine hicret eden Müslümanları koruyan Habeşlilere karşı vefa hâlindeydi. Herkes O’nu yalanlama noktasında iken kendisini candan tasdik eden Hazret-i Hatice’ye karşı vefa hâlindeydi. Bütün ashâbına karşı vefa hâlindeydi. Hâsılı her nefes refîk-ı âlâsına, yani Rabbine karşı bambaşka bir vefa hâlindeydi.
Hazret-i Âişe -radıyallâhu anhâ- anlatıyor:
Nebî -sallâllâhu aleyhi ve sellem- benim yanımdayken yaşlı bir kadın geldi. Rasûlullah -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ona:
“–Siz kimsiniz?” buyurdu.
“–Ben Cessâme el-Müzeniyye’yim.” dedi.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem-:
“–Hayır, bilâkis sen Hassâne el-Müzeniyye’sin.” buyurdu ve:
“–Biz görmeyeli nasılsınız, durumunuz nasıl, şimdiye kadar ne yaptınız ne ettiniz?” diye sordu. O da:
“–Anam babam size feda olsun, iyiyiz elhamdülillâh yâ Rasûlâllah!” dedi.
Kadın çıkıp gidince:
“–Yâ Rasûlâllah! Bu yaşlı kadına ne kadar da iltifat ve itibar ediyorsunuz?!.” dedim.
Allah Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
“–O kadın, Hatice hayattayken bize gelip giderdi. Vefakârlık ise îmandandır.” (Hâkim, I, 62/40)
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’in bu yüce terbiyesinde yetişenler de birer vefa timsali oldular.
Ancak bugün...
Böylesi bir ahlâkî faziletten bugün maalesef geriye gönüllerde değil tam mânâsıyla sadece lügatlerde kendine yer bulabilen bir kelime kaldı. Mehmed Âkif’in tabiriyle; “Vefa Yokuşu dümdüz oldu.”
Bunun sebebi de, hiç şüphesiz ki vefada takvâsızlık. Hadîs-i şerifte buyurulur:
“Ahdini bozan herkes için kıyâmet günü bir bayrak dikilip bu falanın vefasızlık alâmetidir diye ilân olunacaktır.” (Buhârî, Cizye, 22; Edeb, 99; Hiyel, 99; Müslim, Cihâd, 11-17)
İfade etmeli ki; ilk ünsiyet ve onun neticesi olan vefa, Allâh’adır.
Sonra en ulvî ve en gerekli vefa; yaratılışımızın, hidayetimizin ve ebedî saadetimizin vesilesi olan Âlemlerin Efendisi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’edir.
Sonra vefa, bizi irşad ile eğiten, sırât-ı müstakimde rehberlik eden din büyüklerinedir.
Sonra vefa, ana-babayadır. Bilhassa yaşlandıkları zaman ana-babaya hizmet, güzel söz ve ikram, evlatların en büyük vefa borcudur.
Bunlarla birlikte;
Ecdada vefa, dirilerimize ve ölülerimize vefa, vatana vefa ve toplumdaki bütün emanetlere vefa, sağlam karakter ve şahsiyetlerin vasıflarındandır.
O hâlde her mü’min, vefada da takvâyı gözetmeli, zamanın bozukluğuna kapılmadan vefa borcunu ödeme gayretini elden hiç bırakmamalıdır.
Yoksa muhabbetler de değerini yitirir, dostluklar da, kulluk da.
Öyleyse vefada takvâya sımsıkı sarılmalıdır. Bunun için de, yani vefada takvâlı olabilmek için de şart olan yegâne mesele;

SEVGİ VE MUHABBETTE TAKVÂ


(devamı var)

OSMAN NURİ TOPBAŞ

 
Üst Alt