Ayyüzlüm
Yeni Üyemiz
SEVGİ VE MUHABBETTE TAKVÂ
Gönüllerde sevgi ve muhabbet olmadan hiçbir şey olmaz. En küçük amelimiz bile onu tetikleyecek bir muhabbete muhtaçtır. Yaratılış sırrımız muhabbet olduğu gibi davranış sırrımız da muhabbetten ibarettir.
Ancak muhabbetin de takvâ ölçüleri içerisinde inkişaf etmesi gerekmektedir. Çünkü;
Lâyıkına lâyıkıyla muhabbet beslemek zarureti vardır. Sevmemiz gerekenler ise evvelâ Cenâb-ı Hak ve O’nun Habîbi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Bu sevgilerin Allah için devamında mü’min kardeşler arasına da Rabbimiz bir sevgi koymuştur.
Bu sevgiyi muhafaza etmek için, zıddına da nefret etmek elzemdir.
Hayır da şer de muhabbetlere göre netleşir. Sevmenin seviyesi, sevenin, sevilendeki hâllerle hâllenmesidir. Kişi sevdiğini örnek alır, ona hayran olur. Zira kişi, sevdiği ile beraberdir.
Nitekim her mesele ve ortamda sahâbe-i kiram, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a olan muhabbetleri bereketiyle temayüz etmiştir.
Ashâb-ı Suffe, O’nunla şekillenmiştir. Huneyn’de Müslümanlar, O’nunla cesaret bulmuştur. Uhud’da tevekkül ve rızâ hâlini sahâbe O’ndan almıştır. Kısaca itikatta, ibadette, aile hayatında, vefada, nezakette sahâbenin faziletler medeniyeti meydana getiren dâsitânî hâlleri hep O’ndan yansımıştır. Sahâbe O’nun muhabbetiyle sahâbe olmuştur.
Câlib-i dikkattir ki;
Allah Rasûlü vefat ettiğinde ashâbın hâli, hüznün son raddesindeydi. Âdeta yanıp erimiş bir mum misaliydi. Zira düşünüyorlardı ki, O’nu görmeden bir gün bile duramayan âşık gönülleri, artık kendisini bu fânî dünyada hiç göremeyecekti.
İşte bu hicran ve yanışa dayanamayan Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, ellerini yüce dergâha mahzûn bir gönülle açarak:
“İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.
Bu itibarla;
Muhabbetin Allâh’a yöneltilmesi, önce nûr-i Muhammedî’yi, sonra Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığını, Hak dostlarını, daha sonra da bir huni gibi genişleyerek Allah katında makbûl her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcap ettirir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetin en güzel ve mânâlı tezahürü, O’na ittibâdır.
«Seven sevdiğinin her şeyini sever.» düsturunca Habîb-i Kibriyâ’ya fiilen ve hâlen ittibâ şarttır.
Hakîkat-i Muhammediyye’ye yakınlaşabilmek, akıldan ziyade muhabbet ile mümkündür.
Unutmamalı ki;
Kâinatta Cenâb-ı Hak’tan başka bir varlığa sevgi, iptilâ ve düşkünlüğün yaygın haline «mecazî aşk»; cemali kemal, kemali cemal kutbundan olan Kâinatın Rabbine karşı duyulan derin muhabbet ve kalbî alâkaya da «hakikî aşk» denir.
Bu mevzuda takvâ; Allah’tan ve peygamberinden uzaklaştırıcı her şeyden uzaklaşmakla, daha doğrusu Allah’ın ve peygamberinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekle sağlanır.
Gönüllerde sevgi ve muhabbet olmadan hiçbir şey olmaz. En küçük amelimiz bile onu tetikleyecek bir muhabbete muhtaçtır. Yaratılış sırrımız muhabbet olduğu gibi davranış sırrımız da muhabbetten ibarettir.
Ancak muhabbetin de takvâ ölçüleri içerisinde inkişaf etmesi gerekmektedir. Çünkü;
Lâyıkına lâyıkıyla muhabbet beslemek zarureti vardır. Sevmemiz gerekenler ise evvelâ Cenâb-ı Hak ve O’nun Habîbi Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’dir. Bu sevgilerin Allah için devamında mü’min kardeşler arasına da Rabbimiz bir sevgi koymuştur.
Bu sevgiyi muhafaza etmek için, zıddına da nefret etmek elzemdir.
Hayır da şer de muhabbetlere göre netleşir. Sevmenin seviyesi, sevenin, sevilendeki hâllerle hâllenmesidir. Kişi sevdiğini örnek alır, ona hayran olur. Zira kişi, sevdiği ile beraberdir.
Nitekim her mesele ve ortamda sahâbe-i kiram, Efendimiz -aleyhissalâtü vesselâm-’a olan muhabbetleri bereketiyle temayüz etmiştir.
Ashâb-ı Suffe, O’nunla şekillenmiştir. Huneyn’de Müslümanlar, O’nunla cesaret bulmuştur. Uhud’da tevekkül ve rızâ hâlini sahâbe O’ndan almıştır. Kısaca itikatta, ibadette, aile hayatında, vefada, nezakette sahâbenin faziletler medeniyeti meydana getiren dâsitânî hâlleri hep O’ndan yansımıştır. Sahâbe O’nun muhabbetiyle sahâbe olmuştur.
Câlib-i dikkattir ki;
Allah Rasûlü vefat ettiğinde ashâbın hâli, hüznün son raddesindeydi. Âdeta yanıp erimiş bir mum misaliydi. Zira düşünüyorlardı ki, O’nu görmeden bir gün bile duramayan âşık gönülleri, artık kendisini bu fânî dünyada hiç göremeyecekti.
İşte bu hicran ve yanışa dayanamayan Abdullah bin Zeyd -radıyallâhu anh-, ellerini yüce dergâha mahzûn bir gönülle açarak:
“İlâhî! Artık benim gözlerimi âmâ kıl! Ben her şeyden çok sevdiğim Peygamberimden sonra artık dünyada bir şey görmeyeyim!..” diye ilticâ etti ve oracıkta gözleri âmâ oldu.
Bu itibarla;
Muhabbetin Allâh’a yöneltilmesi, önce nûr-i Muhammedî’yi, sonra Hazret-i Peygamber’in muazzez varlığını, Hak dostlarını, daha sonra da bir huni gibi genişleyerek Allah katında makbûl her varlığı, makbûliyet derecelerine göre sevmeyi îcap ettirir.
Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’e muhabbetin en güzel ve mânâlı tezahürü, O’na ittibâdır.
«Seven sevdiğinin her şeyini sever.» düsturunca Habîb-i Kibriyâ’ya fiilen ve hâlen ittibâ şarttır.
Hakîkat-i Muhammediyye’ye yakınlaşabilmek, akıldan ziyade muhabbet ile mümkündür.
Unutmamalı ki;
Kâinatta Cenâb-ı Hak’tan başka bir varlığa sevgi, iptilâ ve düşkünlüğün yaygın haline «mecazî aşk»; cemali kemal, kemali cemal kutbundan olan Kâinatın Rabbine karşı duyulan derin muhabbet ve kalbî alâkaya da «hakikî aşk» denir.
Bu mevzuda takvâ; Allah’tan ve peygamberinden uzaklaştırıcı her şeyden uzaklaşmakla, daha doğrusu Allah’ın ve peygamberinin sevdiklerini sevmek, sevmediklerini sevmemekle sağlanır.
(devamı var)
OSMAN NURİ TOPBAŞ
OSMAN NURİ TOPBAŞ