bedirhan.
Aktif Üyemiz
Demek ki, her zaman yapılması helâl ve mübah olan şeyler açısından yapılan gecikmeler nesîy adını almaz. Her hangi bir hürmet kendi vaktinin dışına kaydırılıp helâl sayılmadıkça onda "nesîy" anlamı bulunmaz. Yalnızca bir hürmeti, yani Allah'ın yasakladığı bir haramı helâl saymak bir küfürdür. Bunu diğerlerine bulaştırmadan yalnızca bir ayın veya bir vaktin tehir edilmesi ve helâl sayılması örf açısından nesîy sayılmasa bile şer'an nesîy sayılır. Ancak küfrü katmerli olan bir nesîy değil, basit bir nesîy demek olur. Bir vaktin tehir ve helâl sayılmasını başka ayların da helâl sayılmasına yol açacak şekilde bilinen özellikleriyle yapılan nesîy ise ne şekilde olursa olsun basit bir küfürden ibaret kalmaz. Sebebiyet verdiği helâl sayılmalardan dolayı, söz konusu haramın fazlalığı oranında çokça bir küfür demektir. 'dür. Bunu uygulayanlar, bu yolu seçenler bir kere kâfir olmakla kalmazlar, olayın her tekrarında yeniden bir kere daha küfre düşmüş olurlar. Haram olanı her helal sayışlarında yeniden küfretmiş olurlar, her seferinde küfürlerini yenilemiş olurlar. Bu küfür hesaplarını ne kadar ince ve gizli oyunlar kullanarak yaparlarsa halk için, avam için bunun farkına varılması o ölçüde gizli ve zor olacağından, saptırma ve dalete düşürme gücü de o nisbette ziyade olmuş olacaktır.
Bu sapıklığın ve saptırma çabalarının asıl kaynağı nedir bilir misiniz?
Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine güzel gösterilmiştir. Süslü ve hoş bir şeymiş gibi gösterilmiştir. İşte bundan dolayı aldanırlar. Sayısal hesaplara çok önem veriyorlarmış perdesi altında dinden zaman çalıp Allah'ın haram kıldığı yasakları helâl yapmayı ve kendilerine zulmetmeyi, birbirlerine haksızlık yapmayı dünyada bir kâr sayarlar. Bunu bir meziyetmiş sanırlar. Dirayetli bir iş beceriyorlarmış hissine kapılıp küfürde ileri gitmiş olmaktan hoşlanırlar. Yaptıkları işi beğenirler. Ve Allah kâfirler güruhuna hidayet etmez." Genellikle kâfirlere küfürlerinden dolayı iyiyi kötüyü seçtirmez. Nesîy yapanlar ve onlara kananlar da esasen Allah'a ve ahirete inanmayan kâfirler olduklarından o sapma ve sapıtma ile küfürde ziyadeliği kendilerine süslü ve güzel gösterilir. Ve bundan dolayı küfürden küfre, sapıklıktan sapıklığa yuvarlanıp giderler de doğru yolu bir türlü bulamazlar.
Bu nesîy meselesini ve özellikle cahiliyyet devri Arapları'nın nesî şeklini birçokları iyice tasavvur edemedikleri için bu konuda tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerin tariflerini ve âyetinin gereklerine uygun olarak düzenlediğimiz şu cetveli buraya yerleştiriyoruz ki, bu göstergede cahiliyet devri Arapları'nın yaptıkları nesîy hesapları kolaylıkla görülebilir. Büyük daire oniki nesî'de yirmi beş senenin bir senesinin nesîy yoluyla nasıl iç edildiğini, yirmidört senede ikişer sene sırasıyla Muharrem yapılıp, sene başı sayılan ayları kendi adlarıyla gösterir ki, onüç rakamlılar da onüç aylık nesîlerdir, oniki aylık rakamlılar da oniki aylık kaza seneleridir. İçindeki dairede ise o ikişer senede Zilhicce yapılıp haccedilen ve hac vakti farzeyledikleri mevsime tesadüf eden ayları gösterir. Şöyle ki:
İşte nesîy böyle, kâfirlerin tutumları da öyle iken:
Meâl-i Şerifi
38- Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda cihada çıkın." denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının zevki ahiretin yanında ancak pek az birşeydir.
39- Eğer topluca savaşa katılmazsanız, O sizi acı bir azaba uğratır ve yerinize başka bir kavmi getirir ve siz O'na zerrece bir zarar veremezsiniz. Allah'ın herşeye gücü yeter.
40- Eğer siz ona (Peygamber'e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına "Üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
41- Ey müminler! İster hafif techizatla, ister ağırlıklı olarak seferber olun ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz böylesi sizin için daha hayırlıdır.
38- Ey iman etmiş olanlar! İman etmiş oldukları ötedenberi bilinenler, ne yapıyorsunuz, size böyle noldu ki, Allah yolunda seferber olunuz denildiği zaman, yere doğru ağırlaştınız, yere meylederek, yerin cazibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız, tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz, yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz, korku ve kederinizden yerlere yığılakaldınız.
Rivayet olunduğuna göre, bu durum, hicretin dokuzuncu yılında Tebük Seferi'ne çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman meydana gelmişti. O zaman Huneyn ve Taif seferinden yeni dönülmüş bulunuluyordu. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine'nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman da sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Rum askeri üzerine gidilecekti. Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı.
Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti, bu orduya "Ceyşi Usret = Zorluk Ordusu" adı verilmişti. Böyle birçok müşkilat içinde teçhiz edilebilen piyade ve süvarilerin toplamı yirmi bin kişilik bir ordu ile Hz. Peygamber Tebük istikametine hareket buyurmuş, bedevî kabilelerinden birçokları ve müminlerden bazıları ve birçok münafıklar sefere katılmamışlar, evlerinde kalmışlardı.
Bu sûrenin nüzul sebeplerinden bir çoğu bu Tebük seferi sırasında meydana gelmiş olduğundan bu âyetten başlayarak o sefer sırasında meydana gelmiş olan birçok hoşa gitmeyen durumları açıklamak ve tenkid etmek ve ondan sonra o gibi hallerin meydana gelmemesi için onları uyarmak suretiyle genel bir tevbekârlık şevkiyle müminlere yeniden moral verilmiştir. Şu halde buradan itibaren "berâet" konusu içinde bulunan "tevbe" konusuna giriyoruz. İlk önce Allah yolunda cihad ve seferberlik emrine karşı ağır davrananları kınayan bir ifadeyle söze başlandığını görüyoruz. Bu hitabın "nesîy" âyetinin hemen arkasında yer alması ne kadar anlamlıdır. Aslında bu âyetler nüzul bakımından nesîy âyetinden önce gelmiş olduğu halde, tertibinde onlardan sonraya konması gösterir ki, bu hitap o günlerden ziyade ileride gelecek müslümanlara yöneliktir.
"Nefr" lugat anlamıyla heyecan verici bir emirden dolayı fırlayıp ileri çıkmaktır. Ürküp kaçmak demek olan nüfur da bu kökten gelmektedir. Fakat nüfur yalnızca kaçıp kurtulmak için olumsuz anlamda kullanıldığı halde "nefr" düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmak anlamında kullanılır. Böyle evlerinden çıkıp bir yere toplanan cemaate "nefir", onlardan her birine nefer denilir. Önderin, insanları cihada teşvik etmesine de istinfar adı verilir ki, dilimizde buna "seferberlik emri", Frenkler'de "mobilizasyon" denir. Yani halkı yerinden kaldırıp harekete geçirmek demektir. Söz konusu istinfar, yani seferberlik ilanı ya genel, ya özel anlamda olur. Genel anlamda olanına "nefîr-i âm" denilir ki, bu bizim eski dilimizde de aynen kullanılırdı. "Allah yolunda seferberlik edin!" mutlak ve genel anlamda olduğu için her iki şeklini de kapsamı içine almaktadır. Demek ki, Allah yolunda seferberlik emri verilince şekline göre hemen icabet etmek farzdır. Burada işi ağırdan alanlar bile kınanmıştır, azarlanmıştır. Elbette bu ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat bir bütünlük meydana getirmesi gereken bir toplum içinden bazılarının ağırdan alması, bütünün hareketini ağırlaştırıp aksatacağından ve seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine de sebep olacağından, bunun da zararının bütün müslümanlara dokunacağı bilindiğinden hitap şekli böyle irad buyurulmuştur, ki:
Niçin ağır aldınız, dünya hayatına (o alçak hayata) razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının menfaatı ahirette, ahiret hayatının yanında, pek az, pek aşağılık bir şeyden başkası değildir.
39- Eğer nefîr olmazsanız (yani Allah yolunda birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılamazsanız) O sizi, pek acı bir azap ile cezalandırır. O sebeple Allah başınıza, kolay kolay altından kalkamayacağınız acı bir felaket getirir. O hoşlandığınız, o uğruna cihadı terk veya ihmal ettiğiniz dünya hayatınızı kıtlık, sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle elinizden alır, sizi perişan eder. Ve başka bir kavimle size yer değiştirtir. Yerinizi, yurdunuzu sizin elinizden alır, başka bir kavme verir. Emirlerini onların eliyle yerine getirir, onlara infaz ettirir. Siz imanı ve cihadı terk ederseniz, sizi yok eder, sizin yerinizi alacak başka insanlara iman nasip etmek suretiyle onları peygamberine yardımcı kılar. Ve siz ona, o peygambere hiçbir zarar veremezsiniz ve Allah'ın her şeye gücü yeter.
40- Eğer siz ona, o peygambere gerek topluca (nefir halinde), gerek teker teker yardım etmezseniz, Allah ona kesinlikle yardım eder. Zira bu bir hakikattir ki, Allah onu mansur kılmıştır. Yardımına mazhar etmiştir. Hem bakınız ne kadar kısa bir zamanda Kâfirler onu yurdundan çıkardıkları vakit, Mekke'den çıkmasına sebep oldukları vakit, ikinin birisi iken, ki ikisi de mağarada idiler, ikisi de o mağarada bulundukları sırada, (bu mağara Mekke'nin Güney-Doğu tarafında Sevr dağının tepesinde bulunan bir mağaradır. Enfâl Sûresi'nde "O vakit o küfredenler, seni tutup hapsetmek veya öldürmek, yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine bkz.) işte tam o mağarada iken o, arkadaşına, (biricik dostu ve yoldaşı olan Ebu Bekir'e): "Hiç üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Yani yardımıyla ve korumasıyla daima beraberimizdedir, gözeticimiz ve yardımcımızdır. O, yakınlarına sahip çıkacak, onlara hüzün bile verdirmeyecek, nerede olursak olalım bizi koruyacak ve himayesi hep üstümüzde olacaktır. Artık bu kesin iken hüzne yer yoktur, diyerek arkadaşına teselli veriyordu, onu hüzünlenmekten men ediyordu. Rivayet olunduğu üzere, bu sırada müşrikler izleri takip ede ede gelmişler, mağaranın önünde ve üstünde dolaşıyorlardı. Bu anda Ebu Bekir, korkmuş ve üzülmeye başlamıştı. "Ya Resulallah, ben ölürsem, nihayet bir kişiyim, sıradan bir insanım, fakat sen öldürülürsen Allah'ın dini yok olur gider." diyerek üzüntüsünün asıl sebebini dile getirmişti. Resulullah da o durumda, yani üçüncüleri Allah olan o ikinin ikincisine "neden şüpheleniyorsun?" "Üçüncüsü Allah olan bu iki için ne diye üzülüyorsun?" Yani durum böyle iken neye endişe ediyorsun, endişen niye? "Üzülme Allah bizimle beraberdir." dedi. Allah da derhal ona, o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Öyle hüzün içindeki bir anda bile peygamberinin gönlüne herhangi bir ...ün kondurmadıktan başka onun feyzi ile arkadaşı Sıddık'ın hüznünü def'edip kalbine bitmez tükenmez bir huzur ve itminan verdi, rahmetiyle onu hüzünden bir anda uzaklaştırdı. Şöyle bir düşünülsün, Mekke'de Resulullah'ı öldürmek maksadıyla evini dört bir yandan kuşattıkları ve Resulullah'ın onlara görünmeden geceleyin çıkıp Ebu Bekir'in evine gidip, onu da yanına alarak Sevr dağındaki mağaraya gittiği o hicret günleri ne tehlikeli günlerdi ÉÊ}Ve o kadar düşmanın her tarafı didik didik aradıkları iki zatın bir ıssız mağarada saklandıkları korkulu saatler... Ve öyle bir zamanda bile Resulullah'ın arkadaşına "Üzülme, Allah kesinlikle bizimledir." dediği anlar ÉÊ}Ve işte böyle bir anda bile Resulullah'ın hiçbir hüznü caiz görmeyen o iman ve yakın hali, o iman, metanet ve sekineti, ne ilâhî bir kuvvet, ne i'cazkâr bir müjdedir ÉÊ}Sonra öyle kutsal bir endişe ve hüzünle sızlayan bir gönül, bu müjde üzerine derhal onu tasdik edip ilâhî bir sekinet ile o anda huzura kavuşsunte Sıddık'ın kalbindeki sadakat ve imanu nasıl bir sadakat, bu ne kadar yüksek bir iman!Ve o anda hakka'lyakîn tecelli eden ilâhî beraberlik ve ilâhî rahmetten inen rabbani sekinet ne ezeli bir hakikat, ne sonsuz bir rahmet ve nusrettir.
İşte Allah, Resulünü böylesine müşkül durumlarda bile yalnızlığa terk etmedi. Daha dün denecek kısa bir zaman önce o durumlardan kurtarıp Mekke'nin fatihi durumuna getirdi. Onu işte böylesine mansur ve muzaffer kıldı ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve o kâfirlerin kelimesini, küfre davetlerini süfli kıldı, onu alçalttıkça alçalttı. Öyle ki, en alçak kelime o oldu. Birine kâfir demek en büyük hakaret sayılır oldu halbuki Allah'ın kelimesi, (yani kelime-i tevhid ki), "Allah'dan başka tapacak yoktur." sözü en yüce olan odur. En üstün, en yüce kelimedir. Ve Allah aziz, (yani güçlüdür), hakim (hikmet sahibi)dir. Yenilmez, yanılmaz, onunla uğraşılmaz, hükmüne, kararına karşı gelinmez, O'nun koruduğu yok edilmez, kahrettiği de kurtarılamaz. Sebepler O'na değil, O sebeplere hükmeder. Hükmü ve tedbiri de ayniyle hikmettir. O'nun şanı ve celali başkalarının yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Kulların Allah'ın dinine yardım ve Allah'ın kelimesini yüceltmek için nefir halinde topyekün cihadla emrolunmaları hem onun kulları üzerindeki bir hakkı, izzeti ve şanıdır, hem de onların menfaatlarının gereği olan bir hikmettir.
41-Bundan dolayı "Allah için seferber olunuz." denildi mi, hemen kendiliğinizden hifafen ve sikalen koşup toplanınız. Yani gerek yeyni, gerek ağır, hangi halde olursanız olunuz, yani gerek size kolay gelsin, gerek ağır gelsin, genç ve ihtiyar, bekar ve evli, işsiz ve meşgul, fakir ve zengin, piyade ve süvari, ister ağır silahlarla ister hafif silahlarla, kendi durumunuz ve silah durumunuz her ne ise savaşa katılabilenleriniz, hepiniz hiç beklemeden akın akın nefir olunuz, mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde cihad etsin. Hepiniz topyekün cihada katılınız. Böyle topyekün cihad sizin için hayırlıdır, tamamen hayırdır, eğer bilir iseniz. Yani hayrın ne olduğunu bilmek melekesine ve duygusuna sahip iseniz biliniz bu sizin için hayırdır. Bilirseniz cihada koşarsınız.
Bu kayıt da hayır olan cihadın ilme, yani bu işi iyi bilmeye bağlı olduğuna bilginin özünün de hangi işin daha hayırlı olduğunu bilmek demek olduğuna işaret vardır. Şu halde kılıçla cihadın temeli dahi bilgidir, eğitimdir. Ayrıca dış düşmanları tanımadan evvel kişinin kendi kendisini tanıması, bilgisizlikten kurtulup cehaletini yenmesidir ki, bu da nefse karşı cihaddır. Buna "cihadı ekber" denilir. Taberi tefsirinde, Berâet Sûresi'nin ilk nazil olan âyetinin âyeti olduğu hakkında iki ayrı rivayet zikrolunmuştur. Mücahid'den de bu sûrenin ilk nâzil olan âyetinin (âyet, 25) olduğu hakkında bir rivayet vardır ki, söz konusu âyette ilâhî nusret tarif olunmuş ve Tebük Seferi için teşvik ve terğib olarak gelmiştir, diye de naklolunmuştur. (Bu konuyla ilgili olarak bu sûrenin 91. ve 122. âyetlerin tefsirine bkz.)
Ebu Bekir Cessas'ın "Ahkâmı Kur'ân"da zikrettiği üzere: Mal ile cihad iki şekilde olur: Birisi malını, savaşta kendisine lazım olacak hayvan, silah alet ve edavat, araç gereç erzak vs. gibi levazım ve mühimmata sarfetmektir. Diğeri de öbür mücahitlerin ihtiyaçlarına harcamaktır. Nefisle, yani bizzat şahıs olarak katılacağı cihad ise türlü türlüdür. Bizzat savaşa katılmak, savaşa katılacakları bilgilendirmek için eğitim görevi yapmak, cihadın ahkamını ve önemini anlatmak, bu konuda Allah Teâlâ'nın emirlerini talim eylemek, komutan olarak bizzat savaşı yönetmek, düşmanın harekatı, ihtiyaçları ve eksikleri hakkında bilgi toplamak için istihbarat görevi yapmak ve savaş hakkında kendi bildiklerini ve tecrübelerini ilgililere bildirmek ve Allah rızası için bu yönde çeşitli hizmetler vermek. Hasılı müslümanları güçlü kılacak ve düşmanı vehim ve şüpheye düşürecek her türlü çaba ve gayret bizzat savaşa katılmak sayılır. Şu halde bu gibi hizmetlere koşarken kendi cebinden harcayacağı paralar da mal ile cihada girer. Bu konuda Allah rızası için çaba harcamak, herşeyden önce kendi nefsinin tembelliğine ve ataletine karşı, rahatına düşkünlüğüne karşı yapılmış bir fedakârlıktır. Malını, bu uğurda harcaması da mala mülke olan ihtirasını yenmeye yönelik bir fedakârlıktır. Bu da kişinin kendisiyle ilgili gerçek hayrı ve şerri, fayda ve zararı hakkıyle ayırdedebilmesine, bu da yüce hayrı bilmesine bağlıdır.
Seferberlik emrine karşı ağır davrananlara kesinlikle bir azarlama yapıldıktan sonra bu âyette "nefir-i âm", yani topyekün savaş için seferberlik emri bütün ayrıntılarıyla tebliğ edilmiştir. Ardından da uydurma mazeretler gösterip savaşa katılmayanların, bu konuda fedakârlık gösteremeyenlerin alçaklıklarını ve münafıkların, nifak ve fitne çıkarmak için giriştikleri çeşitli oyunları ve düştükleri kötü durumu tasvir ve açıklamak üzere, Hz. Peygamber'e yönelik bir hitap ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
42- Eğer o sefer, yakın bir ganimet ve kolay bir sefer olsaydı mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat o meşakkatli yolculuk kendilerine uzun bir sefer geldi. Bununla beraber, "Bizim de gücümüz yetseydi, sizinle beraber elbette sefere çıkardık." diyerek Allah'a yemin edecekler, nefislerini helake sürükleyecekler. Allah biliyor ki, onlar iyice yalancıdırlar.
43- Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?
44- Allah'a ve ahiret gününe inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi görev bildiklerinden (zaten geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah o muttakilerin kimler olduğunu bilir.
45- Senden izin isteyenler, olsa olsa Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar olabilir. Onların kalbleri hep işkillidir. Bundan dolayı şüphe içinde bocalayıp dururlar.
46- Eğer sizinle beraber cihada çıkmak isteselerdi, elbette onunla ilgili olarak bir takım hazırlıklar yaparlardı. Fakat Allah davranmalarını istemedi de onları yoldan alıkoydu ve (kendilerine): "oturun oturanlarla beraber" denildi.
47. Eğer içinizde sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka şeye yaramayacaklardı ve aranıza fitne sokmak için uğraşacaklardı. İçinizde onların laflarına kanacaklar da vardı. Allah, o zalimleri iyi bilir.
42-Ya Muhammed! Eğer o davet olundukları hedef, yakın bir kelepir ve orta halli bir sefer olsaydı kesinlikle peşine takılırlardı, hepsi arkana düşer, seninle yola çıkarlardı. O katılmayanlar evlerinde kalmazlardı, Allah rızası için olmasa bile kolay elde edecekleri o menfaat için hemen arkandan gelirlerdi. Lâkin o şukka (yani o meşakkatli uzun mesafe), onlara uzak geldi. O cihada katılmayanlar, öyle zahmetli işe gelemezler, başarıyı uzak görürler, ihtimal verseler bile zahmet ve mücahede ile elde edilecek büyük işlere yanaşmazlar. Uzun mesafeler alarak dünyanın en kuvvetli devletine Bizans ordularına karşı gidip göğüs göğüse cihad etmek gibi bir mühim hizmet ve şerefli iş, o kelepircilerin himmetlerinden alçak uzak düştü. Onun için sana uyup arkandan gelemediler, yerlerinde kaldılar. Göreceksin, yakında bunlar, Allah'a yemin ederek "Gücümüz yetseydi kesinlikle biz de sizinle beraber cihada çıkardık." diyecekler.
Bu cümle gaybden bir haberdir ve Tebük Seferi'nin başarı ile sona ereceğini bildiren bir müjdedir. Yani siz onların uzak ve zahmetli görüp katılmadıkları bu seferden yakında zaferle döneceksiniz ve o zaman onlar size katılmadıkları için özür beyan edecek ve size hulus çakmak için yalan yere yemin edecekler.
Kendilerini helak eyliyecekler. Zira yalan yere yemin etmek kendini helake sürüklemek demektir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz demiştir ki; "Yalan yere yemin, yurtları ıssız bırakır." İkinci bir mânâ olarak, yemin edercesine, helak edercesine, parçalarcasına yemin edecekler. Üçüncü bir mânâ da en ön safta çarpışıp ölürcesine cihad edeceklerine dair yemin ederler. Yani "Eğer biz cihada katılacak olsaydık ölüm tehlikesi karşısında bile hiç göz kırpmadan savaşırdık." diye yemin edeceklerdi. İşte böyle iddialı bir şekilde yemin edecekler. Allah ise bilir ki, gerçekte bunlar kesinlikle yalan söylüyorlar, yalancıdırlar. Gerek "gücümüz olsaydı beraber çıkardık" bahanelerine, gerekse kendilerini göz kırpmadan tehlikeye atacaklarına dair yaptıkları yemine, hepsine birden ait olmak üzere yalan söylediklerini ifade ediyor. Yani dedikleri de, demek istedikleri de, yeminleri de yalandır. Çünkü cihada katılmamalarının sebebi güçlerinin yetmeyişi değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi, öyle iken çıkmadılar. Bu âyet dolayısıyla delalet ve işaret eder ki, savaşa katılacak gücü olmayanlar "Hafif hazırlıkla ve ağır hazırlıkla topyekün savaşa katılın." emrinin kapsamı içine girmezler. Bu emir, az çok gücü yetenlere ait bir emirdir.
Özetle, Ya Muhammed, siz bütün zorluklara rağmen bu seferde başarılı olacaksınız ve o alçaklar, o savaşa katılmayan yalancılar ve o fitneci münafıklar, size hulus çakmak için, size yaranmak için yalan yere yeminler edip, sizi inandırmaya çalışacaklar ve kendilerini helak edercesine çaba harcayacaklar.
43- Allah senden affetti. Bu hitap daha önce Hudeybiye Olayı üzerine nazil olmuş ve Hz.Peygamber'in gelmiş geçmiş ve gelecek kusurlarının bağışlanmış olduğunu bildiren (Fetih 48/2) âyetindeki müjdeyi hatırlatır. Bu hatırlatma ise Tebük Seferi'nin Hudeybiye tarzında meşakkatli bir sefer olduğuna ve bazı bakımlardan onun bir benzeri ve tamamlayıcısı durumunda bulunduğuna ve arkasında da onun gibi büyük bir fethi gizlediğine işaret anlamına gelir. Yani nasıl ki, Hudeybiye seferi ve muahedesi herkesin, dış görünüşü itibariyle karşı çıktığı, fakat sonuçta Mekke'nin fethiyle noktalandığı ve Arap yarımadasında şirkin mağlubiyetine, İslamiyet'in yayılıp yücelmesine başlangıç olmuşsa, yani yeni bir devir açmışsa, bu Tebük Seferi de onun gibi, dış görünüşüyle zor ve meşakkatli bir sefer olmasına rağmen müşriklerden bir berâet olarak İslâmiyetin bütün âleme yayılmasına ve zuhuruna bir başlangıç teşkil edecek yepyeni bir feth-i mübindir.
Bununla beraber örfteki anlamıyla "afv" bir günah, bir kusur ile ilgili olacağından bütünüyle gözü, özü ve gayreti takvaya yönelik olan kurbiyyet (yakınlık) ehline ve masum kimselere bir af bildirisi ne kadar büyük bir müjdeyi içine alırsa alsın, o ölçüde de endişe ve heyecana yol açan bir üzüntü sebebi olabilir. Çünkü kurbiyet ehli olan ebrarın asıl hedefi, cezadan kurtulmak değil, zenbin kendisidir. Onların gözünde günahın işlenmesi, ona verilecek cezadan daha ağırdır. Şu halde bütün gayeleri, Allah rızasını aramak ve gözetmek, yüceliklere erişmek olan, Allah tarafından kendilerine bırakılmış olan ve ictihada dayanan hususlarda bile Allah katında evla ve efdal olanı isabetle tayin edememekten başka bir günah düşünülemiyecek olan bu gibi kimseler hakkında sitem bile büyük bir ceza yerine geçeceği için, bunlara "affolundun" diye hitap etmek bile, onların temiz duygu ve düşüncelerini olağanüstü bir heyecanla harekete geçireceğinden ve yüreklerini titreteceğinden "Eyvah ben ne yaptım!" diye üzülmelerine sebep olur. Bu bakımdan "Allah seni affetsin." müjdesi bile, mesela "Allah senden razı olsun." gibi bir sevince vesile olmaz da daha fazla dikkatli olmaya yönelik bir tenbih anlamı ifade eder. Bu makamda böyle bir tenbihin ise hikmetleri ve nükteleri pek çoktur ve önemlidir: Birincisi, Resulullah'ın yukarıdan beri yapılagelen övgüleri, Allah'la beraberliği ve buna bağlı olarak zaferleri açıklandıktan sonra bu âyette yer alan böylesine sitem dolu bir hitaba ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü bu hitapta onun risaletinin gerçekliği ve geçerliliği ile beraber yine de bir kul, bir insan olduğunu açıklamakla hıristiyanların Hz. İsa hakkında düştükleri aşırılığa benzer bir ifrattan müslümanları korumak hikmeti vardır ki, doğrudan doğruya hıristiyanlara karşı gidilen Tebük Seferi ile ilgili bir olay içinde geçmiş olması çok anlamlıdır. İkincisi Resulullah'ın taşıdığı sorumluluğun yüceliği ve bunun başkalarınkiyle kıyas kabul etmeyecek bir inceliği bulunduğunu anlatmaktadır. Öyle diğerleri affa uğramakla sorumluluktan kurtuldukları halde, Hz. Peygamber mutlak afla müjdelenmiş olduğu halde sorumlu tutuluyor. Demek ki o, bir günahtan dolayı değil, yüce Allah'ın huzurunda bir anlık gafletten bile sorumlu tutulmaktadır. İrşad, hidayet, dikkat ve öğretimden sorumludur. Üçüncüsü, bütün ümmetin Allah korkusunu ziyadeleştirmek ve onları heyecanla tevbe etmeye teşvik amacı taşımaktadır. Allah Resulü bu açıdan dahi ümmetine örnek kılınmaktadır. Dördüncüsü de ileride gelecek olan "Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı katı davran..." (Tevbe 9/73) emrine bir başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin olması gerektiği yolunda bir uyarıdır. Sözün gelişinden çıkan asıl sonuç da budur. "Allah seni affetsin" hitabı özellikle bu anlam ile aşağıdaki izin istediğin iradına bir giriş olmak üzere gelmiştir ki, toplu mânâsı şu demek olur:
Ey Muhammed! Allah senden gelmiş ve gelecek olan bütün kusurları bağışladı, üzüntü verecek bütün sebepleri ortadan kaldırdı ve sildi, sana müşkilat çıkarmak isteyen azgınların zararını giderip senin işlerini kolaylaştırdı. Senin kusur sayılabilecek neyin varsa hepsi, affolunabilecek her şeyin kesinlikle affolunmuştur. Sen öylesine ilâhî affa ve ilâhî desteğe sahipsin ve bütün bunlarla müjdelenmişsin.
Fakat niçin onlara izin veriverdin? O izin isteyenlere izin vermek için neden acele ettin? Yani işin icabı, şeriatın hükmü, yönetimin esası, her şeyin ciddi sebeplere ve kuvvetli delillere dayanmasını, yönetilenler üzerinde de etkili olmasını, birtakım faydalarının gözle görülür şekilde ortaya çıkmasını gerektirir.
Bir peygamberden beklenen de bunu en iyi ve en faydalı şekilde uygulamaktır. Böyle iken neden sen onlara hemen izin veriverdin? Gerçekten doğruyu söylemiş olanların durumu sana iyice belli oluncaya, yalandan mazeret uydurmadıkları kendi sözlerinden başka bir delil ile iyice ortaya çıkıncaya, ve yalancıların kimler olduğunu iyice bilinceye kadar beklemedin? O senden izin isteyenler içinde mazeret iddia edenlerin arasında doğru söyleyenler de vardı, yalancılar da vardı. İşin icabı da; doğru söyleyenleri yalan söyleyenlerden ayırmak ve gerektiği şekilde, her birinin durumuna göre muamele eylemek olduğunda, bilhassa vahiy bulunmayan yerlerde ictihadda maslahat ve ictihadın gereği bu ayırımı hakkıyla yapmak için mazeret iddiasını doğrulayan açık ve kuvvetli bir delil ile doğruluk ayan beyan ortaya çıkıncaya kadar bekleyip ihtiyatlı davranmaktı. Bekleseydin o yalancıları kesinlikle bilecektin. O zaman onlar mazur görülemeyecek ve izin alamayacaklardı. Böylece de yaptıkları nifakı yapamayacaklardı. Ne diye onlara hemen izin verdin de biraz bekleyip durumu tahkik eylemedin.
44-Halbuki Allah'a ve ahiret gününe iman edenler canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerinden dolayı senden izin istemezler. Cihad hususunda izin istemezler, geri kalmak istemezler. İmanları güçlü olan müminlerin cihad hususunda âdeti, cihaddan kalmak için izin istemek değildir, istememektir. Mümin ise zaten izin istemez. Muhacirin'in ve Ensar'ın ileri gelenleri, "Cihadda Resulullah'dan izin istemeyiz, çünkü Rabbimiz, defalarca onu emretti ve bizi ona teşvik eyledi. Elbette canlarımızla ve mallarımızla durmadan mücahede edeceğiz." derlerdi. Hatta Hz. Peygamber, onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa onların gücüne giderdi. Nitekim Tebük Seferi'nde, Hz. Ali'ye Medine'de kalmasını emrettiğinde Hz. Ali'nin gücüne gitmişti. Sonra ona, "Ya Ali, Sen bana göre, Musa'nın yanındaki Harun gibisin" buyurarak razı etmeye çalışmıştı. Biraz ilerde göreceğiz ki, niceleri cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı ağlayıp duruyorlardı. (Tevbe 9/92) Ve Allah bütün müttakileri bilir. Kimler olduklarını bilir, takvadaki derecelerini bilir, onların değerlerini bilir ve ona göre onlara büyük sevap verir. Gerçek müminlerin cihaddan kalmak için izin istememeleri takva sahibi olmalarındandır. Allah Teâlâ bütün müttakileri ve özellikle bunları bitmez tükenmez sevap ile taltif edecektir. Şu halde imanın hükmü ve gereği izin istememektir. Mümin olan imanından dolayı zaten izin istemez.
45- Senden ancak şunlar izin isterler ki, onlar da zaten ne Allah'a inanırlar, ne ahirete. Arasıra inanır görünseler bile, o iman üzerinde süreklilik gösteremezler. Onların kalblerini şüphe sarmıştır, şüphecilik ruhlarına işlemiştir. Artık bunlar, saplandıkları şüphe bataklığında bocalayıp dururlar. Ne yapsalar o şüpheden kurtulamazlar. Bütün varlıklarıyla tereddütler içinde yaşarlar, o şüpheden bu şüpheye, o kuşkudan bu kuşkuya yalpa yapar, yuvarlanır dururlar. Hatta reyblerinde ve şüphelerinde bile süreklilik ve sebat gösteremezler: İmandan küfre, küfürden imana mekik dokur dururlar. Bir çıkar söz konusu olduğu zaman mümin olurlar, imana meyil gösterirler, bir güçlük, bir meşakkat söz konusu olduğu zaman küfre doğru kayarlar. Böylece bazan imana doğru giderler, cihada çıkmak isterler, sonra döner evde kalmak için uydurma mazeretler öne sürer, izin almak isterler.
İşte cihaddan kalmak için izin istemek müminlerin değil, böyle inatçı ve imanları şüpheli kişilerin âdetidir. O halde izin istemek, ayniyle küfür ve şek demek değilse de, müminden südur etmesi normalin aksinedir ve dış görünüşüyle gerçek ve samimi imanın gereğine aykırıdır, ayrıca mazeret iddiasında yalan ihtimalini kuvvetlendirecek bir şüphe delili teşkil eder. Şu halde zahirde mümin kabul edilen bir kimse cihaddan kalmak için özür beyan edip, izin istemeye kalktığı zaman doğruluğu belli ve kesin olsa bile, ona hükmedilmeyip bu iki âyet gereğince sanki imanı sahte, sözü duruma aykırı, doğruluğu şüpheli ve yalan söylediği ihtimal dahilindeymiş gibi ispata muhtaç bir dava olarak delil ve ispata havale olunması lazım gelmektedir.
Bu âyetlerde Fıkıh ilminin dava ve delillerin tercihi ile Usul-i Fıkıh ilminin istidlal, tearuz ve tercih bahislerinin esasını öğreten ve telkin eden gayet ince bir siyak bulunmaktadır. İlk bakışta bu iki âyet izin isteyen herkesin şek ve şüphe içinde olduğuna ve küfrüne hükmedilmek lazım geleceğini ifade ediyor sanılabilir. Fakat dikkat edilince meselenin öyle olmadığı açığa çıkar. Zira öyle olsa idi izin isteyenler arasında doğrulukları anlaşılacak olanlar bulunmazdı. Halbuki bundan önce "Doğru söyledikleri sence açığa çıkıncaya kadar" buyurulmuştur. Demek ki, tek başına izin istemek ile küfür ve yalana hemen hükmolunmamakla beraber, yalan soyut aklî ihtimal olmaktan çıkıp şüphe delili ile izalesi gereken bir açık ihtimal olacak ve bundan dolayı söz doğrulanmayıp, bunun aksini iddia eden bir dava olması dolayısıyla delile havale edilecek, söz konusu mazeret iddiasının doğruluğu ispat edilmedikçe izin hakkı doğmayacak ve verilen izin de şer'i izin olmamış olacak, izin meselesinin, herşeyden önce bu hukuki safhası gözetilmek gerekecektir. Bunun fıkhı şudur ki, cihad, Allah'ın hakkı olarak sabit bir emir ve görev olduğundan, imanın gereği, buna karşı inkâr durumunda bulunmak değil, derhal icabet etmektir.
Dış yüzüyle mümin olduğu halde buna karşı mazeret haberi vererek izin isteyenler ise söz konusu ilâhî emri ne ikrar, ne de inkâr durumunda değiller, sadece mazeretlerinin gerçek olduğunu savunma durumundalar. Şu halde iddialarını ispat etmedikçe sadece kendi sözleriyle doğrulanmazlar, ki bu durum cihad farz-ı ayn olduğu haller için böyledir. Anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, izin isteyenlere izin verdiği zaman henüz vahiy inmemiş olduğundan, bu hukuki noktada şu ictihadda bulunmuş "Kelâmda aslolan doğruluk, imanın icabı da yalan söylememektir. Bu izin isteyenler ise zahiri halde mümindirler. O halde bunların zahir olan iman karinesiyle doğrulukları da açıktır.
Şu halde söyledikleri ile tasdik olunmaları ve izinli sayılmaları haklarıdır. Hak zahir olunca onu tehir etmek caiz olmaz." diye izin vermişti. Bunun üzerine bu ilâhî vahiy indi ve delile muhtaç olan bu muhakemat usulünü talim buyurdu ki, bu açıdan bu üç âyetin fıkhî siyakı şu olmuş oluyor:
Gerçi kelâmda aslolan ve imanın gereği olan şey doğruluktur, fakat iman ile doğruluğun ortaya çıkması ona aykırı veya ondan üstün bir delilin bulunmadığı durumlardadır. Burada ise açıktaki iman ile beraber cihaddan kalmak için izin istemek de fiili bir durumdur. Halbuki "Senden ancak iman etmeyenler izin isterler" âyetinin hükmüne göre ve ötedenberi âdet olan uygulamaya göre, izin istemek dış görünüşüyle imanın gereğine aykırı düşmektedir. Buna göre hiç birisiyle istidlal edilmemek ve bir tercih sebebi aramak gerekir. Bu ise izin isteği tarafındadır. Çünkü âyete ve âdete göre izin istemek yalnızca imanın hükmünde değil, fazla olarak imanın kendisinde ve haberin özünde dahi şüpheyi çeken önemli bir belirti ve ipucudur. O halde bunun delil olarak ele alınması, imanın ispatından veya o kişinin küfrüne hükmolunmasından daha fazla tercihe layıktır. Çünkü bunun tercihi imanın delaletini önledikten başka yalan ihtimalini arttırır ve doğruluğun aslolma özelliğini gevşetir. Şu halde mazeret sözü delilsiz bir kavl-i mücerret (delilsiz söz) şeklinde kalır. Ayrıca mümin hakkında zahirin zıddına bir teklif söz konusu olur. O zaman her söylenen doğru sözün, doğruluğunu kanıtlamak için sürekli bir delil getirme mecburiyeti doğar ve doğruluğu ispat olunmadıkça onun doğruluğu açığa çıkmamış olur. Hakkın ve gerçeğin açığa çıkması bu şekilde delil getirmeyi gözetmekle olacaktı. O zaman, izin isteyenlerin arasında kalbleri imansız, şek ve tereddüdü huy edinmiş, yalan yere yemin ederek yalan mazeretler öne süren bir takım yalancılar bulunduğu ortaya çıkacak ve gerçek mazeret sahipleri hakkında da doğru mümin muamelesi edilmeyecekti. Bundan başka bunlardan bir kısmının imansızlıklarını ve yalancılıklarını zaten mazeret uydurma şekilleri de ima ediyordu ki, bu da küfür ve yalanlarına hükmetmek için yeterli olmasa bile, doğruluklarını ispat etmedikçe mümin-i sadık tanınmayacak şüpheli kimseler olduklarını anlatıyordu. Çünkü "hazırlığımız yok" diye özür uyduruyor ve izin istiyorlardı. Halbuki:
Bu sapıklığın ve saptırma çabalarının asıl kaynağı nedir bilir misiniz?
Yaptıkları işin kötülüğü kendilerine güzel gösterilmiştir. Süslü ve hoş bir şeymiş gibi gösterilmiştir. İşte bundan dolayı aldanırlar. Sayısal hesaplara çok önem veriyorlarmış perdesi altında dinden zaman çalıp Allah'ın haram kıldığı yasakları helâl yapmayı ve kendilerine zulmetmeyi, birbirlerine haksızlık yapmayı dünyada bir kâr sayarlar. Bunu bir meziyetmiş sanırlar. Dirayetli bir iş beceriyorlarmış hissine kapılıp küfürde ileri gitmiş olmaktan hoşlanırlar. Yaptıkları işi beğenirler. Ve Allah kâfirler güruhuna hidayet etmez." Genellikle kâfirlere küfürlerinden dolayı iyiyi kötüyü seçtirmez. Nesîy yapanlar ve onlara kananlar da esasen Allah'a ve ahirete inanmayan kâfirler olduklarından o sapma ve sapıtma ile küfürde ziyadeliği kendilerine süslü ve güzel gösterilir. Ve bundan dolayı küfürden küfre, sapıklıktan sapıklığa yuvarlanıp giderler de doğru yolu bir türlü bulamazlar.
Bu nesîy meselesini ve özellikle cahiliyyet devri Arapları'nın nesî şeklini birçokları iyice tasavvur edemedikleri için bu konuda tefsir kitaplarında yer alan rivayetlerin tariflerini ve âyetinin gereklerine uygun olarak düzenlediğimiz şu cetveli buraya yerleştiriyoruz ki, bu göstergede cahiliyet devri Arapları'nın yaptıkları nesîy hesapları kolaylıkla görülebilir. Büyük daire oniki nesî'de yirmi beş senenin bir senesinin nesîy yoluyla nasıl iç edildiğini, yirmidört senede ikişer sene sırasıyla Muharrem yapılıp, sene başı sayılan ayları kendi adlarıyla gösterir ki, onüç rakamlılar da onüç aylık nesîlerdir, oniki aylık rakamlılar da oniki aylık kaza seneleridir. İçindeki dairede ise o ikişer senede Zilhicce yapılıp haccedilen ve hac vakti farzeyledikleri mevsime tesadüf eden ayları gösterir. Şöyle ki:
İşte nesîy böyle, kâfirlerin tutumları da öyle iken:
Meâl-i Şerifi
38- Ey iman edenler! Size ne oldu ki, "Allah yolunda cihada çıkın." denilince olduğunuz yere yığılıp kaldınız. Yoksa ahiretten vazgeçip dünya hayatına razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının zevki ahiretin yanında ancak pek az birşeydir.
39- Eğer topluca savaşa katılmazsanız, O sizi acı bir azaba uğratır ve yerinize başka bir kavmi getirir ve siz O'na zerrece bir zarar veremezsiniz. Allah'ın herşeye gücü yeter.
40- Eğer siz ona (Peygamber'e) yardım etmezseniz, Allah ona yardım eder. Hani o kâfirler, onu Mekke'den çıkardıkları vakit sadece iki kişiden biri iken, ikisi de mağarada bulundukları sırada arkadaşına "Üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Allah onun kalbine sükûnet ve kuvvet indirmişti ve onu görmediğiniz bir orduyla desteklemişti. Kâfirlerin sözünü alçaltmıştı. Yüce olan Allah'ın kelimesidir. Ve Allah güçlüdür, hikmet sahibidir.
41- Ey müminler! İster hafif techizatla, ister ağırlıklı olarak seferber olun ve mallarınızla, canlarınızla Allah yolunda cihad edin. Eğer bilirseniz böylesi sizin için daha hayırlıdır.
38- Ey iman etmiş olanlar! İman etmiş oldukları ötedenberi bilinenler, ne yapıyorsunuz, size böyle noldu ki, Allah yolunda seferber olunuz denildiği zaman, yere doğru ağırlaştınız, yere meylederek, yerin cazibesine kapılarak, yani dünya düşüncesine, yeryüzünün çekiciliğine dalarak işi ağırdan aldınız, tembellik ve uyuşukluk gösterdiniz, yahut sefere çıkmayı ağır gördünüz, korku ve kederinizden yerlere yığılakaldınız.
Rivayet olunduğuna göre, bu durum, hicretin dokuzuncu yılında Tebük Seferi'ne çıkmak üzere seferberlik emredildiği zaman meydana gelmişti. O zaman Huneyn ve Taif seferinden yeni dönülmüş bulunuluyordu. Vakit de yaz sıcağının pek şiddetli olduğu bir döneme rastlamıştı ve kıtlık hüküm sürüyordu. Bununla beraber Medine'nin hurmaları yetişmiş, gölgeleri de güzelleşmişti. Ayrıca gidilecek yer uzak, düşman da sayıca çok ve techizat bakımından da güçlü idi. Rum askeri üzerine gidilecekti. Buna göre diğer gazalardan daha fazla hazırlığa ihtiyaç vardı.
Bu gibi sebeplerden dolayı bu seferberlik ilanı birçoklarına ağır gelmişti, bu orduya "Ceyşi Usret = Zorluk Ordusu" adı verilmişti. Böyle birçok müşkilat içinde teçhiz edilebilen piyade ve süvarilerin toplamı yirmi bin kişilik bir ordu ile Hz. Peygamber Tebük istikametine hareket buyurmuş, bedevî kabilelerinden birçokları ve müminlerden bazıları ve birçok münafıklar sefere katılmamışlar, evlerinde kalmışlardı.
Bu sûrenin nüzul sebeplerinden bir çoğu bu Tebük seferi sırasında meydana gelmiş olduğundan bu âyetten başlayarak o sefer sırasında meydana gelmiş olan birçok hoşa gitmeyen durumları açıklamak ve tenkid etmek ve ondan sonra o gibi hallerin meydana gelmemesi için onları uyarmak suretiyle genel bir tevbekârlık şevkiyle müminlere yeniden moral verilmiştir. Şu halde buradan itibaren "berâet" konusu içinde bulunan "tevbe" konusuna giriyoruz. İlk önce Allah yolunda cihad ve seferberlik emrine karşı ağır davrananları kınayan bir ifadeyle söze başlandığını görüyoruz. Bu hitabın "nesîy" âyetinin hemen arkasında yer alması ne kadar anlamlıdır. Aslında bu âyetler nüzul bakımından nesîy âyetinden önce gelmiş olduğu halde, tertibinde onlardan sonraya konması gösterir ki, bu hitap o günlerden ziyade ileride gelecek müslümanlara yöneliktir.
"Nefr" lugat anlamıyla heyecan verici bir emirden dolayı fırlayıp ileri çıkmaktır. Ürküp kaçmak demek olan nüfur da bu kökten gelmektedir. Fakat nüfur yalnızca kaçıp kurtulmak için olumsuz anlamda kullanıldığı halde "nefr" düşmana karşı gaza için fırlayıp çıkmak anlamında kullanılır. Böyle evlerinden çıkıp bir yere toplanan cemaate "nefir", onlardan her birine nefer denilir. Önderin, insanları cihada teşvik etmesine de istinfar adı verilir ki, dilimizde buna "seferberlik emri", Frenkler'de "mobilizasyon" denir. Yani halkı yerinden kaldırıp harekete geçirmek demektir. Söz konusu istinfar, yani seferberlik ilanı ya genel, ya özel anlamda olur. Genel anlamda olanına "nefîr-i âm" denilir ki, bu bizim eski dilimizde de aynen kullanılırdı. "Allah yolunda seferberlik edin!" mutlak ve genel anlamda olduğu için her iki şeklini de kapsamı içine almaktadır. Demek ki, Allah yolunda seferberlik emri verilince şekline göre hemen icabet etmek farzdır. Burada işi ağırdan alanlar bile kınanmıştır, azarlanmıştır. Elbette bu ağırdan alma işi müminlerin hepsinde meydana gelmiş değildir. Fakat bir bütünlük meydana getirmesi gereken bir toplum içinden bazılarının ağırdan alması, bütünün hareketini ağırlaştırıp aksatacağından ve seferberliğin vaktinde tamamlanamayıp ordunun gecikmesine de sebep olacağından, bunun da zararının bütün müslümanlara dokunacağı bilindiğinden hitap şekli böyle irad buyurulmuştur, ki:
Niçin ağır aldınız, dünya hayatına (o alçak hayata) razı mı oldunuz? Fakat dünya hayatının menfaatı ahirette, ahiret hayatının yanında, pek az, pek aşağılık bir şeyden başkası değildir.
39- Eğer nefîr olmazsanız (yani Allah yolunda birlik olup, seferberlik halinde topyekün savaşa katılamazsanız) O sizi, pek acı bir azap ile cezalandırır. O sebeple Allah başınıza, kolay kolay altından kalkamayacağınız acı bir felaket getirir. O hoşlandığınız, o uğruna cihadı terk veya ihmal ettiğiniz dünya hayatınızı kıtlık, sefalet, mağlubiyet ve mahkumiyet gibi çok acıklı sebeplerle elinizden alır, sizi perişan eder. Ve başka bir kavimle size yer değiştirtir. Yerinizi, yurdunuzu sizin elinizden alır, başka bir kavme verir. Emirlerini onların eliyle yerine getirir, onlara infaz ettirir. Siz imanı ve cihadı terk ederseniz, sizi yok eder, sizin yerinizi alacak başka insanlara iman nasip etmek suretiyle onları peygamberine yardımcı kılar. Ve siz ona, o peygambere hiçbir zarar veremezsiniz ve Allah'ın her şeye gücü yeter.
40- Eğer siz ona, o peygambere gerek topluca (nefir halinde), gerek teker teker yardım etmezseniz, Allah ona kesinlikle yardım eder. Zira bu bir hakikattir ki, Allah onu mansur kılmıştır. Yardımına mazhar etmiştir. Hem bakınız ne kadar kısa bir zamanda Kâfirler onu yurdundan çıkardıkları vakit, Mekke'den çıkmasına sebep oldukları vakit, ikinin birisi iken, ki ikisi de mağarada idiler, ikisi de o mağarada bulundukları sırada, (bu mağara Mekke'nin Güney-Doğu tarafında Sevr dağının tepesinde bulunan bir mağaradır. Enfâl Sûresi'nde "O vakit o küfredenler, seni tutup hapsetmek veya öldürmek, yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak kuruyorlardı." (Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine bkz.) işte tam o mağarada iken o, arkadaşına, (biricik dostu ve yoldaşı olan Ebu Bekir'e): "Hiç üzülme, çünkü Allah bizimledir." diyordu. Yani yardımıyla ve korumasıyla daima beraberimizdedir, gözeticimiz ve yardımcımızdır. O, yakınlarına sahip çıkacak, onlara hüzün bile verdirmeyecek, nerede olursak olalım bizi koruyacak ve himayesi hep üstümüzde olacaktır. Artık bu kesin iken hüzne yer yoktur, diyerek arkadaşına teselli veriyordu, onu hüzünlenmekten men ediyordu. Rivayet olunduğu üzere, bu sırada müşrikler izleri takip ede ede gelmişler, mağaranın önünde ve üstünde dolaşıyorlardı. Bu anda Ebu Bekir, korkmuş ve üzülmeye başlamıştı. "Ya Resulallah, ben ölürsem, nihayet bir kişiyim, sıradan bir insanım, fakat sen öldürülürsen Allah'ın dini yok olur gider." diyerek üzüntüsünün asıl sebebini dile getirmişti. Resulullah da o durumda, yani üçüncüleri Allah olan o ikinin ikincisine "neden şüpheleniyorsun?" "Üçüncüsü Allah olan bu iki için ne diye üzülüyorsun?" Yani durum böyle iken neye endişe ediyorsun, endişen niye? "Üzülme Allah bizimle beraberdir." dedi. Allah da derhal ona, o arkadaşının üzerine sekinetini indirdi. Öyle hüzün içindeki bir anda bile peygamberinin gönlüne herhangi bir ...ün kondurmadıktan başka onun feyzi ile arkadaşı Sıddık'ın hüznünü def'edip kalbine bitmez tükenmez bir huzur ve itminan verdi, rahmetiyle onu hüzünden bir anda uzaklaştırdı. Şöyle bir düşünülsün, Mekke'de Resulullah'ı öldürmek maksadıyla evini dört bir yandan kuşattıkları ve Resulullah'ın onlara görünmeden geceleyin çıkıp Ebu Bekir'in evine gidip, onu da yanına alarak Sevr dağındaki mağaraya gittiği o hicret günleri ne tehlikeli günlerdi ÉÊ}Ve o kadar düşmanın her tarafı didik didik aradıkları iki zatın bir ıssız mağarada saklandıkları korkulu saatler... Ve öyle bir zamanda bile Resulullah'ın arkadaşına "Üzülme, Allah kesinlikle bizimledir." dediği anlar ÉÊ}Ve işte böyle bir anda bile Resulullah'ın hiçbir hüznü caiz görmeyen o iman ve yakın hali, o iman, metanet ve sekineti, ne ilâhî bir kuvvet, ne i'cazkâr bir müjdedir ÉÊ}Sonra öyle kutsal bir endişe ve hüzünle sızlayan bir gönül, bu müjde üzerine derhal onu tasdik edip ilâhî bir sekinet ile o anda huzura kavuşsunte Sıddık'ın kalbindeki sadakat ve imanu nasıl bir sadakat, bu ne kadar yüksek bir iman!Ve o anda hakka'lyakîn tecelli eden ilâhî beraberlik ve ilâhî rahmetten inen rabbani sekinet ne ezeli bir hakikat, ne sonsuz bir rahmet ve nusrettir.
İşte Allah, Resulünü böylesine müşkül durumlarda bile yalnızlığa terk etmedi. Daha dün denecek kısa bir zaman önce o durumlardan kurtarıp Mekke'nin fatihi durumuna getirdi. Onu işte böylesine mansur ve muzaffer kıldı ve onu sizin görmediğiniz ordularla destekledi ve o kâfirlerin kelimesini, küfre davetlerini süfli kıldı, onu alçalttıkça alçalttı. Öyle ki, en alçak kelime o oldu. Birine kâfir demek en büyük hakaret sayılır oldu halbuki Allah'ın kelimesi, (yani kelime-i tevhid ki), "Allah'dan başka tapacak yoktur." sözü en yüce olan odur. En üstün, en yüce kelimedir. Ve Allah aziz, (yani güçlüdür), hakim (hikmet sahibi)dir. Yenilmez, yanılmaz, onunla uğraşılmaz, hükmüne, kararına karşı gelinmez, O'nun koruduğu yok edilmez, kahrettiği de kurtarılamaz. Sebepler O'na değil, O sebeplere hükmeder. Hükmü ve tedbiri de ayniyle hikmettir. O'nun şanı ve celali başkalarının yardımına muhtaç olmaktan münezzehtir. Kulların Allah'ın dinine yardım ve Allah'ın kelimesini yüceltmek için nefir halinde topyekün cihadla emrolunmaları hem onun kulları üzerindeki bir hakkı, izzeti ve şanıdır, hem de onların menfaatlarının gereği olan bir hikmettir.
41-Bundan dolayı "Allah için seferber olunuz." denildi mi, hemen kendiliğinizden hifafen ve sikalen koşup toplanınız. Yani gerek yeyni, gerek ağır, hangi halde olursanız olunuz, yani gerek size kolay gelsin, gerek ağır gelsin, genç ve ihtiyar, bekar ve evli, işsiz ve meşgul, fakir ve zengin, piyade ve süvari, ister ağır silahlarla ister hafif silahlarla, kendi durumunuz ve silah durumunuz her ne ise savaşa katılabilenleriniz, hepiniz hiç beklemeden akın akın nefir olunuz, mallarınızla ve canlarınızla cihad ediniz. Hem malla, hem canla katılmaya gücü yeten ikisiyle birden, yalnız malla katılabilen malıyla, yalnız canıyla katılmaya gücü yetenler de canıyla gücü yettiği ölçüde cihad etsin. Hepiniz topyekün cihada katılınız. Böyle topyekün cihad sizin için hayırlıdır, tamamen hayırdır, eğer bilir iseniz. Yani hayrın ne olduğunu bilmek melekesine ve duygusuna sahip iseniz biliniz bu sizin için hayırdır. Bilirseniz cihada koşarsınız.
Bu kayıt da hayır olan cihadın ilme, yani bu işi iyi bilmeye bağlı olduğuna bilginin özünün de hangi işin daha hayırlı olduğunu bilmek demek olduğuna işaret vardır. Şu halde kılıçla cihadın temeli dahi bilgidir, eğitimdir. Ayrıca dış düşmanları tanımadan evvel kişinin kendi kendisini tanıması, bilgisizlikten kurtulup cehaletini yenmesidir ki, bu da nefse karşı cihaddır. Buna "cihadı ekber" denilir. Taberi tefsirinde, Berâet Sûresi'nin ilk nazil olan âyetinin âyeti olduğu hakkında iki ayrı rivayet zikrolunmuştur. Mücahid'den de bu sûrenin ilk nâzil olan âyetinin (âyet, 25) olduğu hakkında bir rivayet vardır ki, söz konusu âyette ilâhî nusret tarif olunmuş ve Tebük Seferi için teşvik ve terğib olarak gelmiştir, diye de naklolunmuştur. (Bu konuyla ilgili olarak bu sûrenin 91. ve 122. âyetlerin tefsirine bkz.)
Ebu Bekir Cessas'ın "Ahkâmı Kur'ân"da zikrettiği üzere: Mal ile cihad iki şekilde olur: Birisi malını, savaşta kendisine lazım olacak hayvan, silah alet ve edavat, araç gereç erzak vs. gibi levazım ve mühimmata sarfetmektir. Diğeri de öbür mücahitlerin ihtiyaçlarına harcamaktır. Nefisle, yani bizzat şahıs olarak katılacağı cihad ise türlü türlüdür. Bizzat savaşa katılmak, savaşa katılacakları bilgilendirmek için eğitim görevi yapmak, cihadın ahkamını ve önemini anlatmak, bu konuda Allah Teâlâ'nın emirlerini talim eylemek, komutan olarak bizzat savaşı yönetmek, düşmanın harekatı, ihtiyaçları ve eksikleri hakkında bilgi toplamak için istihbarat görevi yapmak ve savaş hakkında kendi bildiklerini ve tecrübelerini ilgililere bildirmek ve Allah rızası için bu yönde çeşitli hizmetler vermek. Hasılı müslümanları güçlü kılacak ve düşmanı vehim ve şüpheye düşürecek her türlü çaba ve gayret bizzat savaşa katılmak sayılır. Şu halde bu gibi hizmetlere koşarken kendi cebinden harcayacağı paralar da mal ile cihada girer. Bu konuda Allah rızası için çaba harcamak, herşeyden önce kendi nefsinin tembelliğine ve ataletine karşı, rahatına düşkünlüğüne karşı yapılmış bir fedakârlıktır. Malını, bu uğurda harcaması da mala mülke olan ihtirasını yenmeye yönelik bir fedakârlıktır. Bu da kişinin kendisiyle ilgili gerçek hayrı ve şerri, fayda ve zararı hakkıyle ayırdedebilmesine, bu da yüce hayrı bilmesine bağlıdır.
Seferberlik emrine karşı ağır davrananlara kesinlikle bir azarlama yapıldıktan sonra bu âyette "nefir-i âm", yani topyekün savaş için seferberlik emri bütün ayrıntılarıyla tebliğ edilmiştir. Ardından da uydurma mazeretler gösterip savaşa katılmayanların, bu konuda fedakârlık gösteremeyenlerin alçaklıklarını ve münafıkların, nifak ve fitne çıkarmak için giriştikleri çeşitli oyunları ve düştükleri kötü durumu tasvir ve açıklamak üzere, Hz. Peygamber'e yönelik bir hitap ile buyuruluyor ki:
Meâl-i Şerifi
42- Eğer o sefer, yakın bir ganimet ve kolay bir sefer olsaydı mutlaka peşine düşer gelirlerdi. Fakat o meşakkatli yolculuk kendilerine uzun bir sefer geldi. Bununla beraber, "Bizim de gücümüz yetseydi, sizinle beraber elbette sefere çıkardık." diyerek Allah'a yemin edecekler, nefislerini helake sürükleyecekler. Allah biliyor ki, onlar iyice yalancıdırlar.
43- Allah seni affetsin. Doğru söyleyenler kimler, gerçekten yalancılar kimlerdir, bunların iyice belli olmasını beklemeden niçin onlara izin verdin?
44- Allah'a ve ahiret gününe inananlar, mallarıyla ve canlarıyla cihad etmeyi görev bildiklerinden (zaten geri kalmak için) senden izin istemezler. Allah o muttakilerin kimler olduğunu bilir.
45- Senden izin isteyenler, olsa olsa Allah'a ve ahiret gününe inanmayanlar olabilir. Onların kalbleri hep işkillidir. Bundan dolayı şüphe içinde bocalayıp dururlar.
46- Eğer sizinle beraber cihada çıkmak isteselerdi, elbette onunla ilgili olarak bir takım hazırlıklar yaparlardı. Fakat Allah davranmalarını istemedi de onları yoldan alıkoydu ve (kendilerine): "oturun oturanlarla beraber" denildi.
47. Eğer içinizde sizinle beraber cihada çıkmış olsalardı, bozgunculuk etmekten başka şeye yaramayacaklardı ve aranıza fitne sokmak için uğraşacaklardı. İçinizde onların laflarına kanacaklar da vardı. Allah, o zalimleri iyi bilir.
42-Ya Muhammed! Eğer o davet olundukları hedef, yakın bir kelepir ve orta halli bir sefer olsaydı kesinlikle peşine takılırlardı, hepsi arkana düşer, seninle yola çıkarlardı. O katılmayanlar evlerinde kalmazlardı, Allah rızası için olmasa bile kolay elde edecekleri o menfaat için hemen arkandan gelirlerdi. Lâkin o şukka (yani o meşakkatli uzun mesafe), onlara uzak geldi. O cihada katılmayanlar, öyle zahmetli işe gelemezler, başarıyı uzak görürler, ihtimal verseler bile zahmet ve mücahede ile elde edilecek büyük işlere yanaşmazlar. Uzun mesafeler alarak dünyanın en kuvvetli devletine Bizans ordularına karşı gidip göğüs göğüse cihad etmek gibi bir mühim hizmet ve şerefli iş, o kelepircilerin himmetlerinden alçak uzak düştü. Onun için sana uyup arkandan gelemediler, yerlerinde kaldılar. Göreceksin, yakında bunlar, Allah'a yemin ederek "Gücümüz yetseydi kesinlikle biz de sizinle beraber cihada çıkardık." diyecekler.
Bu cümle gaybden bir haberdir ve Tebük Seferi'nin başarı ile sona ereceğini bildiren bir müjdedir. Yani siz onların uzak ve zahmetli görüp katılmadıkları bu seferden yakında zaferle döneceksiniz ve o zaman onlar size katılmadıkları için özür beyan edecek ve size hulus çakmak için yalan yere yemin edecekler.
Kendilerini helak eyliyecekler. Zira yalan yere yemin etmek kendini helake sürüklemek demektir. Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz demiştir ki; "Yalan yere yemin, yurtları ıssız bırakır." İkinci bir mânâ olarak, yemin edercesine, helak edercesine, parçalarcasına yemin edecekler. Üçüncü bir mânâ da en ön safta çarpışıp ölürcesine cihad edeceklerine dair yemin ederler. Yani "Eğer biz cihada katılacak olsaydık ölüm tehlikesi karşısında bile hiç göz kırpmadan savaşırdık." diye yemin edeceklerdi. İşte böyle iddialı bir şekilde yemin edecekler. Allah ise bilir ki, gerçekte bunlar kesinlikle yalan söylüyorlar, yalancıdırlar. Gerek "gücümüz olsaydı beraber çıkardık" bahanelerine, gerekse kendilerini göz kırpmadan tehlikeye atacaklarına dair yaptıkları yemine, hepsine birden ait olmak üzere yalan söylediklerini ifade ediyor. Yani dedikleri de, demek istedikleri de, yeminleri de yalandır. Çünkü cihada katılmamalarının sebebi güçlerinin yetmeyişi değildi. Güçleri vardı ve isteselerdi çıkabilirlerdi, öyle iken çıkmadılar. Bu âyet dolayısıyla delalet ve işaret eder ki, savaşa katılacak gücü olmayanlar "Hafif hazırlıkla ve ağır hazırlıkla topyekün savaşa katılın." emrinin kapsamı içine girmezler. Bu emir, az çok gücü yetenlere ait bir emirdir.
Özetle, Ya Muhammed, siz bütün zorluklara rağmen bu seferde başarılı olacaksınız ve o alçaklar, o savaşa katılmayan yalancılar ve o fitneci münafıklar, size hulus çakmak için, size yaranmak için yalan yere yeminler edip, sizi inandırmaya çalışacaklar ve kendilerini helak edercesine çaba harcayacaklar.
43- Allah senden affetti. Bu hitap daha önce Hudeybiye Olayı üzerine nazil olmuş ve Hz.Peygamber'in gelmiş geçmiş ve gelecek kusurlarının bağışlanmış olduğunu bildiren (Fetih 48/2) âyetindeki müjdeyi hatırlatır. Bu hatırlatma ise Tebük Seferi'nin Hudeybiye tarzında meşakkatli bir sefer olduğuna ve bazı bakımlardan onun bir benzeri ve tamamlayıcısı durumunda bulunduğuna ve arkasında da onun gibi büyük bir fethi gizlediğine işaret anlamına gelir. Yani nasıl ki, Hudeybiye seferi ve muahedesi herkesin, dış görünüşü itibariyle karşı çıktığı, fakat sonuçta Mekke'nin fethiyle noktalandığı ve Arap yarımadasında şirkin mağlubiyetine, İslamiyet'in yayılıp yücelmesine başlangıç olmuşsa, yani yeni bir devir açmışsa, bu Tebük Seferi de onun gibi, dış görünüşüyle zor ve meşakkatli bir sefer olmasına rağmen müşriklerden bir berâet olarak İslâmiyetin bütün âleme yayılmasına ve zuhuruna bir başlangıç teşkil edecek yepyeni bir feth-i mübindir.
Bununla beraber örfteki anlamıyla "afv" bir günah, bir kusur ile ilgili olacağından bütünüyle gözü, özü ve gayreti takvaya yönelik olan kurbiyyet (yakınlık) ehline ve masum kimselere bir af bildirisi ne kadar büyük bir müjdeyi içine alırsa alsın, o ölçüde de endişe ve heyecana yol açan bir üzüntü sebebi olabilir. Çünkü kurbiyet ehli olan ebrarın asıl hedefi, cezadan kurtulmak değil, zenbin kendisidir. Onların gözünde günahın işlenmesi, ona verilecek cezadan daha ağırdır. Şu halde bütün gayeleri, Allah rızasını aramak ve gözetmek, yüceliklere erişmek olan, Allah tarafından kendilerine bırakılmış olan ve ictihada dayanan hususlarda bile Allah katında evla ve efdal olanı isabetle tayin edememekten başka bir günah düşünülemiyecek olan bu gibi kimseler hakkında sitem bile büyük bir ceza yerine geçeceği için, bunlara "affolundun" diye hitap etmek bile, onların temiz duygu ve düşüncelerini olağanüstü bir heyecanla harekete geçireceğinden ve yüreklerini titreteceğinden "Eyvah ben ne yaptım!" diye üzülmelerine sebep olur. Bu bakımdan "Allah seni affetsin." müjdesi bile, mesela "Allah senden razı olsun." gibi bir sevince vesile olmaz da daha fazla dikkatli olmaya yönelik bir tenbih anlamı ifade eder. Bu makamda böyle bir tenbihin ise hikmetleri ve nükteleri pek çoktur ve önemlidir: Birincisi, Resulullah'ın yukarıdan beri yapılagelen övgüleri, Allah'la beraberliği ve buna bağlı olarak zaferleri açıklandıktan sonra bu âyette yer alan böylesine sitem dolu bir hitaba ihtiyaç duyuluyordu. Çünkü bu hitapta onun risaletinin gerçekliği ve geçerliliği ile beraber yine de bir kul, bir insan olduğunu açıklamakla hıristiyanların Hz. İsa hakkında düştükleri aşırılığa benzer bir ifrattan müslümanları korumak hikmeti vardır ki, doğrudan doğruya hıristiyanlara karşı gidilen Tebük Seferi ile ilgili bir olay içinde geçmiş olması çok anlamlıdır. İkincisi Resulullah'ın taşıdığı sorumluluğun yüceliği ve bunun başkalarınkiyle kıyas kabul etmeyecek bir inceliği bulunduğunu anlatmaktadır. Öyle diğerleri affa uğramakla sorumluluktan kurtuldukları halde, Hz. Peygamber mutlak afla müjdelenmiş olduğu halde sorumlu tutuluyor. Demek ki o, bir günahtan dolayı değil, yüce Allah'ın huzurunda bir anlık gafletten bile sorumlu tutulmaktadır. İrşad, hidayet, dikkat ve öğretimden sorumludur. Üçüncüsü, bütün ümmetin Allah korkusunu ziyadeleştirmek ve onları heyecanla tevbe etmeye teşvik amacı taşımaktadır. Allah Resulü bu açıdan dahi ümmetine örnek kılınmaktadır. Dördüncüsü de ileride gelecek olan "Ey Nebi! Kâfirlere ve münafıklara karşı cihad et, onlara karşı katı davran..." (Tevbe 9/73) emrine bir başlangıç olmak üzere, münafıklara karşı daha çetin olması gerektiği yolunda bir uyarıdır. Sözün gelişinden çıkan asıl sonuç da budur. "Allah seni affetsin" hitabı özellikle bu anlam ile aşağıdaki izin istediğin iradına bir giriş olmak üzere gelmiştir ki, toplu mânâsı şu demek olur:
Ey Muhammed! Allah senden gelmiş ve gelecek olan bütün kusurları bağışladı, üzüntü verecek bütün sebepleri ortadan kaldırdı ve sildi, sana müşkilat çıkarmak isteyen azgınların zararını giderip senin işlerini kolaylaştırdı. Senin kusur sayılabilecek neyin varsa hepsi, affolunabilecek her şeyin kesinlikle affolunmuştur. Sen öylesine ilâhî affa ve ilâhî desteğe sahipsin ve bütün bunlarla müjdelenmişsin.
Fakat niçin onlara izin veriverdin? O izin isteyenlere izin vermek için neden acele ettin? Yani işin icabı, şeriatın hükmü, yönetimin esası, her şeyin ciddi sebeplere ve kuvvetli delillere dayanmasını, yönetilenler üzerinde de etkili olmasını, birtakım faydalarının gözle görülür şekilde ortaya çıkmasını gerektirir.
Bir peygamberden beklenen de bunu en iyi ve en faydalı şekilde uygulamaktır. Böyle iken neden sen onlara hemen izin veriverdin? Gerçekten doğruyu söylemiş olanların durumu sana iyice belli oluncaya, yalandan mazeret uydurmadıkları kendi sözlerinden başka bir delil ile iyice ortaya çıkıncaya, ve yalancıların kimler olduğunu iyice bilinceye kadar beklemedin? O senden izin isteyenler içinde mazeret iddia edenlerin arasında doğru söyleyenler de vardı, yalancılar da vardı. İşin icabı da; doğru söyleyenleri yalan söyleyenlerden ayırmak ve gerektiği şekilde, her birinin durumuna göre muamele eylemek olduğunda, bilhassa vahiy bulunmayan yerlerde ictihadda maslahat ve ictihadın gereği bu ayırımı hakkıyla yapmak için mazeret iddiasını doğrulayan açık ve kuvvetli bir delil ile doğruluk ayan beyan ortaya çıkıncaya kadar bekleyip ihtiyatlı davranmaktı. Bekleseydin o yalancıları kesinlikle bilecektin. O zaman onlar mazur görülemeyecek ve izin alamayacaklardı. Böylece de yaptıkları nifakı yapamayacaklardı. Ne diye onlara hemen izin verdin de biraz bekleyip durumu tahkik eylemedin.
44-Halbuki Allah'a ve ahiret gününe iman edenler canlarıyla ve mallarıyla cihad edeceklerinden dolayı senden izin istemezler. Cihad hususunda izin istemezler, geri kalmak istemezler. İmanları güçlü olan müminlerin cihad hususunda âdeti, cihaddan kalmak için izin istemek değildir, istememektir. Mümin ise zaten izin istemez. Muhacirin'in ve Ensar'ın ileri gelenleri, "Cihadda Resulullah'dan izin istemeyiz, çünkü Rabbimiz, defalarca onu emretti ve bizi ona teşvik eyledi. Elbette canlarımızla ve mallarımızla durmadan mücahede edeceğiz." derlerdi. Hatta Hz. Peygamber, onlara kalmalarını, cihada katılmamalarını emretmiş olsa onların gücüne giderdi. Nitekim Tebük Seferi'nde, Hz. Ali'ye Medine'de kalmasını emrettiğinde Hz. Ali'nin gücüne gitmişti. Sonra ona, "Ya Ali, Sen bana göre, Musa'nın yanındaki Harun gibisin" buyurarak razı etmeye çalışmıştı. Biraz ilerde göreceğiz ki, niceleri cihada katılamadıkları için üzüntülerinden dolayı ağlayıp duruyorlardı. (Tevbe 9/92) Ve Allah bütün müttakileri bilir. Kimler olduklarını bilir, takvadaki derecelerini bilir, onların değerlerini bilir ve ona göre onlara büyük sevap verir. Gerçek müminlerin cihaddan kalmak için izin istememeleri takva sahibi olmalarındandır. Allah Teâlâ bütün müttakileri ve özellikle bunları bitmez tükenmez sevap ile taltif edecektir. Şu halde imanın hükmü ve gereği izin istememektir. Mümin olan imanından dolayı zaten izin istemez.
45- Senden ancak şunlar izin isterler ki, onlar da zaten ne Allah'a inanırlar, ne ahirete. Arasıra inanır görünseler bile, o iman üzerinde süreklilik gösteremezler. Onların kalblerini şüphe sarmıştır, şüphecilik ruhlarına işlemiştir. Artık bunlar, saplandıkları şüphe bataklığında bocalayıp dururlar. Ne yapsalar o şüpheden kurtulamazlar. Bütün varlıklarıyla tereddütler içinde yaşarlar, o şüpheden bu şüpheye, o kuşkudan bu kuşkuya yalpa yapar, yuvarlanır dururlar. Hatta reyblerinde ve şüphelerinde bile süreklilik ve sebat gösteremezler: İmandan küfre, küfürden imana mekik dokur dururlar. Bir çıkar söz konusu olduğu zaman mümin olurlar, imana meyil gösterirler, bir güçlük, bir meşakkat söz konusu olduğu zaman küfre doğru kayarlar. Böylece bazan imana doğru giderler, cihada çıkmak isterler, sonra döner evde kalmak için uydurma mazeretler öne sürer, izin almak isterler.
İşte cihaddan kalmak için izin istemek müminlerin değil, böyle inatçı ve imanları şüpheli kişilerin âdetidir. O halde izin istemek, ayniyle küfür ve şek demek değilse de, müminden südur etmesi normalin aksinedir ve dış görünüşüyle gerçek ve samimi imanın gereğine aykırıdır, ayrıca mazeret iddiasında yalan ihtimalini kuvvetlendirecek bir şüphe delili teşkil eder. Şu halde zahirde mümin kabul edilen bir kimse cihaddan kalmak için özür beyan edip, izin istemeye kalktığı zaman doğruluğu belli ve kesin olsa bile, ona hükmedilmeyip bu iki âyet gereğince sanki imanı sahte, sözü duruma aykırı, doğruluğu şüpheli ve yalan söylediği ihtimal dahilindeymiş gibi ispata muhtaç bir dava olarak delil ve ispata havale olunması lazım gelmektedir.
Bu âyetlerde Fıkıh ilminin dava ve delillerin tercihi ile Usul-i Fıkıh ilminin istidlal, tearuz ve tercih bahislerinin esasını öğreten ve telkin eden gayet ince bir siyak bulunmaktadır. İlk bakışta bu iki âyet izin isteyen herkesin şek ve şüphe içinde olduğuna ve küfrüne hükmedilmek lazım geleceğini ifade ediyor sanılabilir. Fakat dikkat edilince meselenin öyle olmadığı açığa çıkar. Zira öyle olsa idi izin isteyenler arasında doğrulukları anlaşılacak olanlar bulunmazdı. Halbuki bundan önce "Doğru söyledikleri sence açığa çıkıncaya kadar" buyurulmuştur. Demek ki, tek başına izin istemek ile küfür ve yalana hemen hükmolunmamakla beraber, yalan soyut aklî ihtimal olmaktan çıkıp şüphe delili ile izalesi gereken bir açık ihtimal olacak ve bundan dolayı söz doğrulanmayıp, bunun aksini iddia eden bir dava olması dolayısıyla delile havale edilecek, söz konusu mazeret iddiasının doğruluğu ispat edilmedikçe izin hakkı doğmayacak ve verilen izin de şer'i izin olmamış olacak, izin meselesinin, herşeyden önce bu hukuki safhası gözetilmek gerekecektir. Bunun fıkhı şudur ki, cihad, Allah'ın hakkı olarak sabit bir emir ve görev olduğundan, imanın gereği, buna karşı inkâr durumunda bulunmak değil, derhal icabet etmektir.
Dış yüzüyle mümin olduğu halde buna karşı mazeret haberi vererek izin isteyenler ise söz konusu ilâhî emri ne ikrar, ne de inkâr durumunda değiller, sadece mazeretlerinin gerçek olduğunu savunma durumundalar. Şu halde iddialarını ispat etmedikçe sadece kendi sözleriyle doğrulanmazlar, ki bu durum cihad farz-ı ayn olduğu haller için böyledir. Anlaşılıyor ki, Hz. Peygamber, izin isteyenlere izin verdiği zaman henüz vahiy inmemiş olduğundan, bu hukuki noktada şu ictihadda bulunmuş "Kelâmda aslolan doğruluk, imanın icabı da yalan söylememektir. Bu izin isteyenler ise zahiri halde mümindirler. O halde bunların zahir olan iman karinesiyle doğrulukları da açıktır.
Şu halde söyledikleri ile tasdik olunmaları ve izinli sayılmaları haklarıdır. Hak zahir olunca onu tehir etmek caiz olmaz." diye izin vermişti. Bunun üzerine bu ilâhî vahiy indi ve delile muhtaç olan bu muhakemat usulünü talim buyurdu ki, bu açıdan bu üç âyetin fıkhî siyakı şu olmuş oluyor:
Gerçi kelâmda aslolan ve imanın gereği olan şey doğruluktur, fakat iman ile doğruluğun ortaya çıkması ona aykırı veya ondan üstün bir delilin bulunmadığı durumlardadır. Burada ise açıktaki iman ile beraber cihaddan kalmak için izin istemek de fiili bir durumdur. Halbuki "Senden ancak iman etmeyenler izin isterler" âyetinin hükmüne göre ve ötedenberi âdet olan uygulamaya göre, izin istemek dış görünüşüyle imanın gereğine aykırı düşmektedir. Buna göre hiç birisiyle istidlal edilmemek ve bir tercih sebebi aramak gerekir. Bu ise izin isteği tarafındadır. Çünkü âyete ve âdete göre izin istemek yalnızca imanın hükmünde değil, fazla olarak imanın kendisinde ve haberin özünde dahi şüpheyi çeken önemli bir belirti ve ipucudur. O halde bunun delil olarak ele alınması, imanın ispatından veya o kişinin küfrüne hükmolunmasından daha fazla tercihe layıktır. Çünkü bunun tercihi imanın delaletini önledikten başka yalan ihtimalini arttırır ve doğruluğun aslolma özelliğini gevşetir. Şu halde mazeret sözü delilsiz bir kavl-i mücerret (delilsiz söz) şeklinde kalır. Ayrıca mümin hakkında zahirin zıddına bir teklif söz konusu olur. O zaman her söylenen doğru sözün, doğruluğunu kanıtlamak için sürekli bir delil getirme mecburiyeti doğar ve doğruluğu ispat olunmadıkça onun doğruluğu açığa çıkmamış olur. Hakkın ve gerçeğin açığa çıkması bu şekilde delil getirmeyi gözetmekle olacaktı. O zaman, izin isteyenlerin arasında kalbleri imansız, şek ve tereddüdü huy edinmiş, yalan yere yemin ederek yalan mazeretler öne süren bir takım yalancılar bulunduğu ortaya çıkacak ve gerçek mazeret sahipleri hakkında da doğru mümin muamelesi edilmeyecekti. Bundan başka bunlardan bir kısmının imansızlıklarını ve yalancılıklarını zaten mazeret uydurma şekilleri de ima ediyordu ki, bu da küfür ve yalanlarına hükmetmek için yeterli olmasa bile, doğruluklarını ispat etmedikçe mümin-i sadık tanınmayacak şüpheli kimseler olduklarını anlatıyordu. Çünkü "hazırlığımız yok" diye özür uyduruyor ve izin istiyorlardı. Halbuki: