101. Çevrenizdeki bedevîler arasında münafıklar var. Medine ahâlisi içinde de nifakta uzmanlaşmış öyle münafıklar var ki, biz bildirmediğimiz takdirde sen onları bilemezsin. Onların tamamını ve ne derece münafık olduklarını ancak biz biliriz. Onları çifte cezaya çarptıracağız. Sonra da çok daha büyük bir azaba itileceklerdir.
Medine çevresinde yaşayan bedevîler içinde münafıklar olduğu gibi, Medine’nin içinde yaşayanlar arasında da münafıklıkta ustalaşmış, mahâret kazanmış kimseler vardı. Bunlar munâfıklıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, sırlarını gizlemeyi, töhmet altında kalma tehlikesi olan hususlardan uzak durmayı, gerektiğinde yağ gibi suyun üstüne çıkmayı başarabiliyorlar, hatta kendilerini Peygamberimiz’in o yüksek sezgi ve dirayetinden bile gizleyebiliyorlardı. Fakat onların durumlarını Allah Teâlâ çok iyi biliyor ve Efendimiz’e haber veriyordu. Bunlar iki azaba yani dünya ve kabir azaplarına uğratılacaklar, sonunda da en büyük azap olan cehennem azabına düçar kalacaklardır.
Tebük seferinden geri kalan bir başka grup da şunlardır:
102. Bir başka grup var ki, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar yaptıkları iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar. Umulur ki Allah onların tevbesini kabul buyurur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük seferine çıktığında Ebu Lübâbe ve beş arkadaşı sefere katılmayıp Peygamberimiz’den geride kaldılar. Sonra Ebu Lübâbe ve iki arkadaşı yaptıklarına pişman oldular. Geride kalmaları sebebiyle helâk olacaklarına kanaat getirip, “Biz burada kadınlarla beraber gölgede huzur ve rahat içindeyiz. Allah’ın Resûlü ise mü’minlerle birlikte cihadda bulunuyor. Allah’a yemin olsun ki biz, kendimizi mescidin direklerine bağlıyacağız ve Allah’ın Rasûlü bizi mazur görüp çözmedikçe de kendimizi bu direklerden çözmeyeceğiz” dediler. Ebu Lübâbe ve iki arkadaşı gidip kendilerini mescidin direklerine bağladıkları halde üçü kendilerini direklere bağlamadılar.
Allah Resûlü (s.a.s.) seferden döndü, Mescid-i Nebevî’ye girdi. Mescidde yolu üzerinde direklere bağlı olanları görünce: “Kim bu kendilerini direklere bağlamış olanlar?” diye sordu. Ashâbı: “Ebu Lübâbe ve arkadaşlarıdır. Allah Resûlü (s.a.s.) ile sefere katılmayıp geride kaldılar, günahlarını itiraf ettiler. Sen kendilerinden razı olup onları çözünceye kadar bağlarını çözmemeğe ve kendilerini serbest bırakmamaya dair Allah’a söz verdiler” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Benden geride kaldılar, benimle cihada katılmadılar, müslümanların seferinden ve cihaddan yüz çevirdiler. Allah’a yemin olsun ki, Allah onları mazur görünceye kadar onları mazur görmeyecek, onları serbest bırakmakla emrolunmadıkça onları serbest bırakmayacak ve bağlarını çözmeyeceğim” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 19-22)
Bu gibilere yapılacak muamele şöyle belirlendi:
103. Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al ki, böylece kendilerini günahlarından arındırıp tertemiz kılasın. Ayrıca onlar için dua ve istiğfar et. Çünkü senin duan onlar için kalplerini yatıştıran bir huzur ve tatmin vesilesidir. Allah, her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.
Tebük Gazvesi’nden geri kalmaları, sonra pişman olup tevbe ederek kendilerini Mescid-i Nebevî’nin direklerine bağlamaları ve haklarında bundan önceki âyet-i kerîme inerek bağışlanmaları üzerine Ebû Lübâbe ve iki arkadaşı gidip mallarını Peygamber (s.a.s.)’e getirdiler ve:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bu mallar bizi seninle birlikte sefere çıkmaktan geri bıraktı. Bu malları sadaka olarak dağıt, bizim bağışlanıp günahlardan temizlenmemiz için Allah’a dua et” dediler. Efendimiz (s.a.s.):
“–Rabbim bana emretmedikçe onlardan bir şey alıp da sadaka olarak dağıtmam” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Allah Resûlü (s.a.s.) bundan sonra onların mallarından alıp sadaka olarak muhtaçlara dağıttı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 263)
Bu âyet-i kerîmenin, Tebük seferine katılmayan bir grup münafığın Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e gelerek tevbe ettiklerini söylemeleri ve mallarından bir kısmını sadaka olarak dağıtmasını istemeleri üzerine indiği rivayet edilmişse de (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 14), meşhur olan Ebu Lübâbe ve üç arkadaşı hakkında inmiş olmasıdır.
Bu rivayete göre, burada alınması emredilen sadaka, farz olan zekât olmayıp o ayak sürüyerek savaşa katılmayanlardan günahlarına bir kefaret olması için alınan özel bir sadakadır. Hasan Basrî (r.h.)’in görüşü budur. Bununla beraber bir varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de değil, oruç ve yemin kefaretlerinde olduğu gibi, ibâdet ve taatteki bir kusurun affı, bir eksikliğin giderilmesi niyetiyle alınan bir sadaka olmuş olur.
Fakat fakihlerin pek çoğu, bundan asıl maksadın farz olan zekât olduğu görüşündedir. Zira yukarıdan beri konunun akışı zenginler üzerine olup, siyâkın icabı da bu olduğundan, bu âyetle zekâtın zenginlere farz olduğu belirtilmiştir. Böylece suçlarını itiraf eden bu asker kaçaklarının günaha girmelerine sebep mal sevgisi olduğundan tevbe ve pişmanlıklarının geçerli kabul edilip dindarlıklarının samimi olması, ancak farz olan zekâtı gönül rızâsıyla ve seve seve vermelerine bağlıdır. Nifak pisliğinden ancak bu yolla temizlenip kurtulabilecekleri haber verilmiştir.
Bu mâna farz olan zekâttan başka nafile olarak daha fazla vermelerine ve fazla fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine mani değildir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, “almakla emrolunmadım” buyurmasının bir takım münafıkların sadakalarının kabul edilmeyişiyle ilgili olması daha kuvvetli ihtimaldir.
Hâsılı burada “al!” emrinin, rivayete göre günahlara kefaret niteliğinde nafile cinsinden olan sadakaların Peygamberimiz (a.s.) tarafından alınıp kabul edilmesine delalet etse de farz olan zekâtlarının alınıp kabul edilmesine öncelikle delalet edeceği âşikârdır. Şurası da bilinmektedir ki, Resûlullah, kendi adına sadaka almaktan menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan olanların vacip olan sadakaları kabul etmeleri haram olduğu gibi, Peygamberimiz’in kendisine, vacip veya nafile her türlü sadaka haram idi. Şu halde Efendimiz’in sadaka alması, kendi adına değil, Allah adına almasıdır. “Fakirlerinize verilmek üzere zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum” hadisi şerifinde de açıkça belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi gereği olarak sadakaları alıp harcama yerlerine sarfetmesidir.
İşin aslına bakılacak olursa:
104. Onlar bilmezler mi ki, kullarının tevbesini kabul buyuran ve onların içtenlikle verdikleri zekât ve sadakaları alıp değerlendiren yalnız Allah’tır. Gerçekten tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olan da yalnız Allah’tır.
Allah Teâla kullarının tevbesini kabul buyurur, verilen sadakaları O alır. Her ne kadar o sadakaları, zekâtları kullar alıp kendi ihtiyaçları için kullansalar da, bunları Allah’ın emri ile verip aldıkları, daha açık bir ifadeyle sırf Allah adına ve O’nun rızâsı için yaptıkları için onları bizzat Cenâb-ı Hak almış olur. Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim, helâl kazancından bir hurma kıymetinde sadaka verirse, -ki Allah, helâlden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı bizzat kabul buyurur. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi için ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63, 64)
“Şüphesiz ki sadaka muhtâcın avucuna düşmeden önce Rahmân’ın avucuna düşer.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, III, 111)
Öyleyse:
105. Onlara de ki: “Bundan böyle Allah’ı hoşnut edecek işler yapın! Yaptıklarınızı Allah da, O’nun Rasûlü de, mü’minler de görecektir. Sonunda duyuların kapsama alanına girmeyen ve giren her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.
Bu âyet-i kerîmede bütün insanlara hitap edilerek sadece tevbeyle yetinmeyip, tevbelerini pekiştirmek ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için gece gündüz sâlih amel işlemeleri ve noksanlarını bu yolla telâfi yoluna gitmeleri istenmektedir. Buna göre herkes elindeki imkânlar nispetinde çalışıp çabalayacak ve hayırlı hizmetler yapmaya gayret gösterecektir. Çünkü yapılan ameller gizli kalmayacak; Allah da, Peygamberi de ve diğer mü’minler de yapılanları göreceklerdir.
Lokmân (a.s.) oğluna nasihat ederken şöyle der:
“Evlâdım! Yaptığın iyilik veya kötülük hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, göklerin veya yerin herhangi bir noktasında bile bulunsa, Allah onu çıkarıp âhirette karşına getirir. Çünkü Allah her şeyi bütün incelikleriyle bilir, her şeyden hakkiyle haberdardır.” (Lokmân 31/16)
Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Eğer bir kimse, hiçbir kapısı ve menfezi bulunmayan bir kaya içinde bir amel yapacak olursa, ne olursa olsun, onun ameli insanların karşısına çıkacaktır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 28)
Son olarak, seferden geri kalan şu kimselerle ilgili hüküm bildirilmektedir:
106. Savaştan geri kalan başka bir grubun hükmü de tamâmen Allah’ın iradesine kalmıştır: İster onlara azap eder, isterse tevbelerini kabul buyurur. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Burada Ebû Lübâbe ve üç arkadaşı gibi hemen tevbe edip pişman olmayan kişilere işaret edilir. Bunlar Hilâl b. Ümeyye, Ka‘b b. Mâlik ve Murâre b. Rabi’dir. Bu hususla ilgili geniş izah Tevbe sûresinin 118. âyetinde gelecektir.
Her şeyi bilen ve nihâyetsiz hikmet sahibi olan Yüce Allah, bu ilim ve hikmetinin bir gereği olarak şimdi de İslâm devletine karşı komplolar düzenleyenlerin yaptığı sözde mescitlerin içyüzünü ortaya koyup, böyle zararlı merkezlere karşı takınılması gereken tavrı öğretmek üzere buyuruyor ki:
107. Münafıklardan bir grup, İslâm ve müslümanlar aleyhinde zararlı faaliyetler yapmak, kâfirleri desteklemek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşmış olanların gelip kendilerine katılmasını beklemek maksadıyla bir mescid yaptılar. Üstelik bunlar: “Bu mescidi yaparken iyilikten başka bir şey düşünmedik” diye yemin de ederler. Allah şâhittir ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar.
108. O mesidde asla namaza durma! Daha ilk günden takvâ temelleri üzere yapılan mescid, senin namaz kılmana daha uygundur. Orada her türlü günah ve kötülüklerden temizlenmek isteyen kimseler vardır. Allah da zâten bu ölçüde temizlenme gayretinde olanları sever.
“Mescid-i dırâr” olarak tarihe geçen ve Kur’ân-ı Kerîm’in ibretle beyân ettiği bu menfûr hâdisenin kısaca tarihi şöyledir:
Medine’de Hazrec kabilesinden Ebu Âmir er-Râhib adında biri vardı. Cahiliyye devrinde hıristiyan olmuş, kitap ehlinin ilmini okumuş, Hazrec kabilesi içinde büyük bir yer sahibiydi. Resûlullah (s.a.s.) Medine’ye hicret edip müslümanlar onun etrafında toplanınca, Allah Teâlâ da Bedir günü onları muzaffer kılınca Ebu Amir düşmanlığını açığa vurarak İslâm’a karşı cephe aldı. Medine’den çıkıp Mekkeli müşriklerin yanına kaçtı. Onları Peygamberimiz’e karşı savaşa teşvik etti. Uhud savaşı sonrasında Allah Resûlü (s.a.s.)’in durumunun devamlı bir yükselme içinde olduğunu görünce Ebu Amir, Resûlullah (s.a.s.)’e karşı yardım istemek üzere Rum kralı Hirakl’e gitti. Kral onu yanında ağırladı, çeşitli ihsanlarda ve va‘dlerde bulundu. Bu va‘dler üzerine Ebu Amir Medine’de Ensâr arasında nifak ve şüphe içinde bulunan bir gruba mektup yollayarak Hirakl’in va‘dlerini bir bir saydı. Yakın zamanda bir orduyla birlikte geleceğini haber verdi. Böylece Resûlullah (s.a.s.) ile savaşacağını, onu yeneceğini ve onu bulunduğu durumdan döndüreceğini bildirdi. Mektuplarını iletmek üzere göndereceği kimselerin sığınabilmesi için bir yer yapmalarını emretti. Bu yer aynı zamanda kendisi geldiğinde de onun için bir gözetleme yeri olacaktı. Bu haber üzerine Medine’deki münafıklar Kuba Mescidi yakınlarında bir mescid inşa etmeye başladılar. Peygamberimiz (s.a.s.) Tebük seferine çıkmadan önce mescidin yapımını bitirdiler. Mescidin müslümanlarca makbul sayılmasına delil olması için Efendimiz’in gelip orada namaz kılmasını istediler. Bu mescidi sadece içlerindeki zayıfların ve hastaların soğuk ve yağmurlu gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarını söylediler. Allah Teâlâ Peygamberini orada namaz kılmaktan alıkoydu. “Şimdi biz sefere çıkmak üzereyiz. Allah dilerse döndüğümüzde namaz kılarız” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.) Tebük’ten Medine’ye dönmek üzere yola çıktığında, Mescid-i Dırar’a bir günlük veya daha az bir mesafe kalmıştı ki, Cibrîl gelerek bu mescidi bina edenlerin, bununla, ilk günden takvâ üzerine kurulmuş olan Kuba mescidindeki mü’minler cemaatini bölme ve küfür maksadı taşıdıklarını bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s.) de daha Medine’ye gelmeden birkaç kişi yollayarak Dırar Mescidi’ni yıktırdı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 33-35)
Âyet-i kerîmenin de açıkça beyân buyurduğu gibi onlar bu mescidi mü’minlere zarar vermek, küfürlerini artırmak, kâfirlere destek olmak, mü’minlerin arasını açmak ve daha önce Allah’a ve Peygamberine karşı savaşan kişiler lehine bir üs olarak kullanmak üzere inşa etmişlerdi. Üstelik kötü niyetlerini gizlemek üzere, bunu sadece iyilik düşüncesiyle yaptıklarına yemin ediyorlardı. Halbuki kesinlikle yalan söylüyorlardı. Allah Teâlâ onların yalan söylediklerine şâhitlik etmiş, Peygamberine orada namaz kılmayı yasaklamış ve ilk gününden takvâ üzere kurulmuş olan Kuba Mescidi’nde, her türlü günah ve kötülüklerden arınıp tertemiz olmayı seven mü’minlerle birlikte namaz kılmasını emretmiştir.
Gelen âyetler “Takvâ Mescidi” ile “Dırâr Mescidi”nin mâhiyetini ve aralarında bulunan farkı şu şekilde canlı sahneler halinde tasvir etmektedir:
109. Binasını Allah korkusu ve Allah rızâsına uygun olarak yapan kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını dibi sel sularıyla oyulmuş ve her an çökmeye hazır bir uçurumun kenarına kurup, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine yuvarlanacak kimse mi? Allah böyle zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.
110. Münafıkların kurdukları bütün yapılar ve bu arada yaptıkları o bina, ölüp de kalpleri paramparça oluncaya dek yüreklerinde devamlı bir şüphe, telaş ve endişe sebebi olarak kalmaya devam edecektir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Burada iki farklı kişiden, bunların inşa ettikleri iki farklı mescidden iki ayrı tablo halinde bahsedilmekte ve bunlardan hangisinin daha hayırlı olduğu sorulmaktadır.
Birinci tablo: Sahnede bir adam, gayet güzel ve güvenli bir arsaya bir mescid inşa ediyor. Mescidini Allah’tan korkarak ve O’nun rızâsını kazanmak isteyerek tesis ediyor. Bu mescidle, kendisinin ve din kardeşlerinin Allah’a masiyetten korkup sakınmalarını; güzel bir itaatle rızâsını istemelerini hedefliyor. Hiçbir korku, hiçbir endişe, hiçbir telaş ve hiçbir tasa söz konusu değil. Gayet teenniyle ağır ağır sağlam bir şekilde binasını yapmaya devam ediyor. Şimdi biz, emniyet içinde yükselen güçlü takvâ binasının inşasını ve tamamlanıp ibâdete açılışını izliyor; onun, Allah’ın gazabından sakınıp rızâsını kazanma açısından mü’minlere sağladığı faydaları gözlüyoruz.
İkinci tablo: Sahnede diğer bir adam daha var ki, bu da bir mescid inşa ediyor. Ama nereye, ne şekilde? Zavallı adam, başka yer yokmuş gibi mescid yeri olarak dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan, ayrıca geriden çatlamış devrilmek üzere bulunan toprak veya çamur çıkıntısını buluyor. Böyle bir yerin üzerine çıkıyor. Buranın da orta kısmına değil uçuruma yakın kenar kısmına mescidini inşa etmeye başlıyor. Orada doğru dürüst temel kazmak zaten mümkün değil. Tuğlaları çarçabuk örerek mescidin duvarlarını yükseltmeğe çalışıyor. Biz şimdi hem adamın hem de yapacağı binanın akibetini merakla izliyoruz. Bir defa üzerinde inşaat yapılan yer bir yar kenarı ve geriden de çatlamış; kendi kendini tutacak hali yok. Yıkılmak ve dökülmek üzere. Bir de bunun üzerine taştan veya tuğladan ağır bir binanın yapıldığını düşünün ve bunun akıbetini teemmül edin.
Tekrar adama bakıyoruz. Evet binasını tamamlamak üzere. Şimdi karşımızda yıkılmak üzere olan, sallanıp duran bir uçurumun kenarındaki toprak parçası üzerine kurulmuş bir bina var. Adam da binasının inşaatini tamamlamak üzere onun üzerinde ve onunla meşgul. Ve bir anda bakıyoruz ki o çökmek üzere olan yarın kenarındaki toprak sarsılıyor, sallanıyor ve çöküyor. Yapılan mescid de, yapanlarıyla birlikte uçurumlara aşağı yuvarlanıyor. O korkunç uçurum bu toprak yığınını, o binayı ve onu inşa edenleri birden yutuveriyor.
Şimdi biz çöküveren binanın ve sahiplerinin uçuruma aşağı yuvarlanışını izliyoruz. Son derece yüksek ve uzun bir uçurumdan aşağı doğru durmadan yuvarlanıyorlar. Nihayet uçurumun sonuna geliyorlar. Orada daha büyük bir felaketle karşılaşıyorlar. Çünkü yıkılan uçurumun altı cehennem ateşidir. İşte o adamlar yaptıkları mescidle beraber cehennem ateşinin dibini boyluyorlar. Görüldüğü üzere bâtılın taraftarlarının ve dinle alakalı işlerini nifak üzerine bina edenlerin durumları bu temsille güzel bir şekilde dile getirilmiştir.
İşte münafıkların yaptığı bütün işlerin âkıbeti böyle hüsran olacaktır. Ölüp kalpleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları işler yüreklerinde dâmî bir şüphe ve nifak sebebi olacak; hiçbir zaman rahat ve huzur yüzü görmeyeceklerdir.
Canlarını ve mallarını Allah yolunda fedâ eden mü’minler ise dünyada maddi hiçbir nimetle değiştirilmeyecek tarifi imkânsız bir gönül huzuru, âhirette de ebedi cennetlere ulaşacaklardır:
Medine çevresinde yaşayan bedevîler içinde münafıklar olduğu gibi, Medine’nin içinde yaşayanlar arasında da münafıklıkta ustalaşmış, mahâret kazanmış kimseler vardı. Bunlar munâfıklıkta o kadar ileri gitmişlerdi ki, sırlarını gizlemeyi, töhmet altında kalma tehlikesi olan hususlardan uzak durmayı, gerektiğinde yağ gibi suyun üstüne çıkmayı başarabiliyorlar, hatta kendilerini Peygamberimiz’in o yüksek sezgi ve dirayetinden bile gizleyebiliyorlardı. Fakat onların durumlarını Allah Teâlâ çok iyi biliyor ve Efendimiz’e haber veriyordu. Bunlar iki azaba yani dünya ve kabir azaplarına uğratılacaklar, sonunda da en büyük azap olan cehennem azabına düçar kalacaklardır.
Tebük seferinden geri kalan bir başka grup da şunlardır:
102. Bir başka grup var ki, günahlarını itiraf ettiler. Bunlar yaptıkları iyi işlerle kötü işleri birbirine karıştırdılar. Umulur ki Allah onların tevbesini kabul buyurur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, engin merhamet sahibidir.
Allah Resûlü (s.a.s.) Tebük seferine çıktığında Ebu Lübâbe ve beş arkadaşı sefere katılmayıp Peygamberimiz’den geride kaldılar. Sonra Ebu Lübâbe ve iki arkadaşı yaptıklarına pişman oldular. Geride kalmaları sebebiyle helâk olacaklarına kanaat getirip, “Biz burada kadınlarla beraber gölgede huzur ve rahat içindeyiz. Allah’ın Resûlü ise mü’minlerle birlikte cihadda bulunuyor. Allah’a yemin olsun ki biz, kendimizi mescidin direklerine bağlıyacağız ve Allah’ın Rasûlü bizi mazur görüp çözmedikçe de kendimizi bu direklerden çözmeyeceğiz” dediler. Ebu Lübâbe ve iki arkadaşı gidip kendilerini mescidin direklerine bağladıkları halde üçü kendilerini direklere bağlamadılar.
Allah Resûlü (s.a.s.) seferden döndü, Mescid-i Nebevî’ye girdi. Mescidde yolu üzerinde direklere bağlı olanları görünce: “Kim bu kendilerini direklere bağlamış olanlar?” diye sordu. Ashâbı: “Ebu Lübâbe ve arkadaşlarıdır. Allah Resûlü (s.a.s.) ile sefere katılmayıp geride kaldılar, günahlarını itiraf ettiler. Sen kendilerinden razı olup onları çözünceye kadar bağlarını çözmemeğe ve kendilerini serbest bırakmamaya dair Allah’a söz verdiler” dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.s.): “Benden geride kaldılar, benimle cihada katılmadılar, müslümanların seferinden ve cihaddan yüz çevirdiler. Allah’a yemin olsun ki, Allah onları mazur görünceye kadar onları mazur görmeyecek, onları serbest bırakmakla emrolunmadıkça onları serbest bırakmayacak ve bağlarını çözmeyeceğim” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 19-22)
Bu gibilere yapılacak muamele şöyle belirlendi:
103. Onların mallarından bir miktar zekât ve sadaka al ki, böylece kendilerini günahlarından arındırıp tertemiz kılasın. Ayrıca onlar için dua ve istiğfar et. Çünkü senin duan onlar için kalplerini yatıştıran bir huzur ve tatmin vesilesidir. Allah, her şeyi hakkiyle işiten, kemâliyle bilendir.
Tebük Gazvesi’nden geri kalmaları, sonra pişman olup tevbe ederek kendilerini Mescid-i Nebevî’nin direklerine bağlamaları ve haklarında bundan önceki âyet-i kerîme inerek bağışlanmaları üzerine Ebû Lübâbe ve iki arkadaşı gidip mallarını Peygamber (s.a.s.)’e getirdiler ve:
“–Ey Allah’ın Rasûlü! Bu mallar bizi seninle birlikte sefere çıkmaktan geri bıraktı. Bu malları sadaka olarak dağıt, bizim bağışlanıp günahlardan temizlenmemiz için Allah’a dua et” dediler. Efendimiz (s.a.s.):
“–Rabbim bana emretmedikçe onlardan bir şey alıp da sadaka olarak dağıtmam” buyurdu. Bunun üzerine Allah Tealâ bu âyet-i kerîmeyi indirdi. Allah Resûlü (s.a.s.) bundan sonra onların mallarından alıp sadaka olarak muhtaçlara dağıttı. (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 23; Vâhidî, Esbâbu’n-nüzûl, s. 263)
Bu âyet-i kerîmenin, Tebük seferine katılmayan bir grup münafığın Peygamber Efendimiz (s.a.s.)’e gelerek tevbe ettiklerini söylemeleri ve mallarından bir kısmını sadaka olarak dağıtmasını istemeleri üzerine indiği rivayet edilmişse de (Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 14), meşhur olan Ebu Lübâbe ve üç arkadaşı hakkında inmiş olmasıdır.
Bu rivayete göre, burada alınması emredilen sadaka, farz olan zekât olmayıp o ayak sürüyerek savaşa katılmayanlardan günahlarına bir kefaret olması için alınan özel bir sadakadır. Hasan Basrî (r.h.)’in görüşü budur. Bununla beraber bir varlık vergisi, bir vergi cezası şeklinde de değil, oruç ve yemin kefaretlerinde olduğu gibi, ibâdet ve taatteki bir kusurun affı, bir eksikliğin giderilmesi niyetiyle alınan bir sadaka olmuş olur.
Fakat fakihlerin pek çoğu, bundan asıl maksadın farz olan zekât olduğu görüşündedir. Zira yukarıdan beri konunun akışı zenginler üzerine olup, siyâkın icabı da bu olduğundan, bu âyetle zekâtın zenginlere farz olduğu belirtilmiştir. Böylece suçlarını itiraf eden bu asker kaçaklarının günaha girmelerine sebep mal sevgisi olduğundan tevbe ve pişmanlıklarının geçerli kabul edilip dindarlıklarının samimi olması, ancak farz olan zekâtı gönül rızâsıyla ve seve seve vermelerine bağlıdır. Nifak pisliğinden ancak bu yolla temizlenip kurtulabilecekleri haber verilmiştir.
Bu mâna farz olan zekâttan başka nafile olarak daha fazla vermelerine ve fazla fazla verdikleri takdirde bunun alınıp kabul edilmesine mani değildir. Resûl-i Ekrem (s.a.s.)’in, “almakla emrolunmadım” buyurmasının bir takım münafıkların sadakalarının kabul edilmeyişiyle ilgili olması daha kuvvetli ihtimaldir.
Hâsılı burada “al!” emrinin, rivayete göre günahlara kefaret niteliğinde nafile cinsinden olan sadakaların Peygamberimiz (a.s.) tarafından alınıp kabul edilmesine delalet etse de farz olan zekâtlarının alınıp kabul edilmesine öncelikle delalet edeceği âşikârdır. Şurası da bilinmektedir ki, Resûlullah, kendi adına sadaka almaktan menedilmişti. Peygamber evladından ve soyundan olanların vacip olan sadakaları kabul etmeleri haram olduğu gibi, Peygamberimiz’in kendisine, vacip veya nafile her türlü sadaka haram idi. Şu halde Efendimiz’in sadaka alması, kendi adına değil, Allah adına almasıdır. “Fakirlerinize verilmek üzere zenginlerinizden sadaka almakla emrolundum” hadisi şerifinde de açıkça belirtildiği üzere, devlet reisi sıfatıyla ve vazifesi gereği olarak sadakaları alıp harcama yerlerine sarfetmesidir.
İşin aslına bakılacak olursa:
104. Onlar bilmezler mi ki, kullarının tevbesini kabul buyuran ve onların içtenlikle verdikleri zekât ve sadakaları alıp değerlendiren yalnız Allah’tır. Gerçekten tevbeleri kabul eden ve merhameti bol olan da yalnız Allah’tır.
Allah Teâla kullarının tevbesini kabul buyurur, verilen sadakaları O alır. Her ne kadar o sadakaları, zekâtları kullar alıp kendi ihtiyaçları için kullansalar da, bunları Allah’ın emri ile verip aldıkları, daha açık bir ifadeyle sırf Allah adına ve O’nun rızâsı için yaptıkları için onları bizzat Cenâb-ı Hak almış olur. Bu hususta Resûl-i Ekrem (s.a.s.) şöyle buyurur:
“Kim, helâl kazancından bir hurma kıymetinde sadaka verirse, -ki Allah, helâlden başkasını kabul etmez- Allah o sadakayı bizzat kabul buyurur. Sonra onu dağ gibi oluncaya kadar, herhangi birinizin tayını büyüttüğü gibi, sahibi için ihtimamla büyütür.” (Buhârî, Zekât 8; Müslim, Zekât 63, 64)
“Şüphesiz ki sadaka muhtâcın avucuna düşmeden önce Rahmân’ın avucuna düşer.” (Heysemî, Mecma‘u’z-zevâid, III, 111)
Öyleyse:
105. Onlara de ki: “Bundan böyle Allah’ı hoşnut edecek işler yapın! Yaptıklarınızı Allah da, O’nun Rasûlü de, mü’minler de görecektir. Sonunda duyuların kapsama alanına girmeyen ve giren her şeyi hakkiyle bilen Allah’ın huzuruna çıkarılacaksınız. O da yaptıklarınızı size bir bir haber verecektir.
Bu âyet-i kerîmede bütün insanlara hitap edilerek sadece tevbeyle yetinmeyip, tevbelerini pekiştirmek ve Cenâb-ı Hakk’ın rızâsını kazanmak için gece gündüz sâlih amel işlemeleri ve noksanlarını bu yolla telâfi yoluna gitmeleri istenmektedir. Buna göre herkes elindeki imkânlar nispetinde çalışıp çabalayacak ve hayırlı hizmetler yapmaya gayret gösterecektir. Çünkü yapılan ameller gizli kalmayacak; Allah da, Peygamberi de ve diğer mü’minler de yapılanları göreceklerdir.
Lokmân (a.s.) oğluna nasihat ederken şöyle der:
“Evlâdım! Yaptığın iyilik veya kötülük hardal tanesi ağırlığında bile olsa, bir kayanın içinde saklı da olsa, göklerin veya yerin herhangi bir noktasında bile bulunsa, Allah onu çıkarıp âhirette karşına getirir. Çünkü Allah her şeyi bütün incelikleriyle bilir, her şeyden hakkiyle haberdardır.” (Lokmân 31/16)
Resûlullah (s.a.s.) de şöyle buyurur:
“Eğer bir kimse, hiçbir kapısı ve menfezi bulunmayan bir kaya içinde bir amel yapacak olursa, ne olursa olsun, onun ameli insanların karşısına çıkacaktır.” (Ahmed b. Hanbel, Müsned, III, 28)
Son olarak, seferden geri kalan şu kimselerle ilgili hüküm bildirilmektedir:
106. Savaştan geri kalan başka bir grubun hükmü de tamâmen Allah’ın iradesine kalmıştır: İster onlara azap eder, isterse tevbelerini kabul buyurur. Allah, her şeyi hakkiyle bilen, her işi ve hükmü hikmetli ve sağlam olandır.
Burada Ebû Lübâbe ve üç arkadaşı gibi hemen tevbe edip pişman olmayan kişilere işaret edilir. Bunlar Hilâl b. Ümeyye, Ka‘b b. Mâlik ve Murâre b. Rabi’dir. Bu hususla ilgili geniş izah Tevbe sûresinin 118. âyetinde gelecektir.
Her şeyi bilen ve nihâyetsiz hikmet sahibi olan Yüce Allah, bu ilim ve hikmetinin bir gereği olarak şimdi de İslâm devletine karşı komplolar düzenleyenlerin yaptığı sözde mescitlerin içyüzünü ortaya koyup, böyle zararlı merkezlere karşı takınılması gereken tavrı öğretmek üzere buyuruyor ki:
107. Münafıklardan bir grup, İslâm ve müslümanlar aleyhinde zararlı faaliyetler yapmak, kâfirleri desteklemek, mü’minlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Rasûlüne karşı savaşmış olanların gelip kendilerine katılmasını beklemek maksadıyla bir mescid yaptılar. Üstelik bunlar: “Bu mescidi yaparken iyilikten başka bir şey düşünmedik” diye yemin de ederler. Allah şâhittir ki, onlar kesinlikle yalancıdırlar.
108. O mesidde asla namaza durma! Daha ilk günden takvâ temelleri üzere yapılan mescid, senin namaz kılmana daha uygundur. Orada her türlü günah ve kötülüklerden temizlenmek isteyen kimseler vardır. Allah da zâten bu ölçüde temizlenme gayretinde olanları sever.
“Mescid-i dırâr” olarak tarihe geçen ve Kur’ân-ı Kerîm’in ibretle beyân ettiği bu menfûr hâdisenin kısaca tarihi şöyledir:
Medine’de Hazrec kabilesinden Ebu Âmir er-Râhib adında biri vardı. Cahiliyye devrinde hıristiyan olmuş, kitap ehlinin ilmini okumuş, Hazrec kabilesi içinde büyük bir yer sahibiydi. Resûlullah (s.a.s.) Medine’ye hicret edip müslümanlar onun etrafında toplanınca, Allah Teâlâ da Bedir günü onları muzaffer kılınca Ebu Amir düşmanlığını açığa vurarak İslâm’a karşı cephe aldı. Medine’den çıkıp Mekkeli müşriklerin yanına kaçtı. Onları Peygamberimiz’e karşı savaşa teşvik etti. Uhud savaşı sonrasında Allah Resûlü (s.a.s.)’in durumunun devamlı bir yükselme içinde olduğunu görünce Ebu Amir, Resûlullah (s.a.s.)’e karşı yardım istemek üzere Rum kralı Hirakl’e gitti. Kral onu yanında ağırladı, çeşitli ihsanlarda ve va‘dlerde bulundu. Bu va‘dler üzerine Ebu Amir Medine’de Ensâr arasında nifak ve şüphe içinde bulunan bir gruba mektup yollayarak Hirakl’in va‘dlerini bir bir saydı. Yakın zamanda bir orduyla birlikte geleceğini haber verdi. Böylece Resûlullah (s.a.s.) ile savaşacağını, onu yeneceğini ve onu bulunduğu durumdan döndüreceğini bildirdi. Mektuplarını iletmek üzere göndereceği kimselerin sığınabilmesi için bir yer yapmalarını emretti. Bu yer aynı zamanda kendisi geldiğinde de onun için bir gözetleme yeri olacaktı. Bu haber üzerine Medine’deki münafıklar Kuba Mescidi yakınlarında bir mescid inşa etmeye başladılar. Peygamberimiz (s.a.s.) Tebük seferine çıkmadan önce mescidin yapımını bitirdiler. Mescidin müslümanlarca makbul sayılmasına delil olması için Efendimiz’in gelip orada namaz kılmasını istediler. Bu mescidi sadece içlerindeki zayıfların ve hastaların soğuk ve yağmurlu gecelerde namaz kılmaları için yaptıklarını söylediler. Allah Teâlâ Peygamberini orada namaz kılmaktan alıkoydu. “Şimdi biz sefere çıkmak üzereyiz. Allah dilerse döndüğümüzde namaz kılarız” dedi. Peygamberimiz (s.a.s.) Tebük’ten Medine’ye dönmek üzere yola çıktığında, Mescid-i Dırar’a bir günlük veya daha az bir mesafe kalmıştı ki, Cibrîl gelerek bu mescidi bina edenlerin, bununla, ilk günden takvâ üzerine kurulmuş olan Kuba mescidindeki mü’minler cemaatini bölme ve küfür maksadı taşıdıklarını bildirdi. Peygamberimiz (s.a.s.) de daha Medine’ye gelmeden birkaç kişi yollayarak Dırar Mescidi’ni yıktırdı. (bk. Taberî, Câmi‘u’l-beyân, XI, 33-35)
Âyet-i kerîmenin de açıkça beyân buyurduğu gibi onlar bu mescidi mü’minlere zarar vermek, küfürlerini artırmak, kâfirlere destek olmak, mü’minlerin arasını açmak ve daha önce Allah’a ve Peygamberine karşı savaşan kişiler lehine bir üs olarak kullanmak üzere inşa etmişlerdi. Üstelik kötü niyetlerini gizlemek üzere, bunu sadece iyilik düşüncesiyle yaptıklarına yemin ediyorlardı. Halbuki kesinlikle yalan söylüyorlardı. Allah Teâlâ onların yalan söylediklerine şâhitlik etmiş, Peygamberine orada namaz kılmayı yasaklamış ve ilk gününden takvâ üzere kurulmuş olan Kuba Mescidi’nde, her türlü günah ve kötülüklerden arınıp tertemiz olmayı seven mü’minlerle birlikte namaz kılmasını emretmiştir.
Gelen âyetler “Takvâ Mescidi” ile “Dırâr Mescidi”nin mâhiyetini ve aralarında bulunan farkı şu şekilde canlı sahneler halinde tasvir etmektedir:
109. Binasını Allah korkusu ve Allah rızâsına uygun olarak yapan kimse mi daha hayırlıdır, yoksa binasını dibi sel sularıyla oyulmuş ve her an çökmeye hazır bir uçurumun kenarına kurup, onunla beraber kendisi de cehennem ateşine yuvarlanacak kimse mi? Allah böyle zâlimler topluluğunu doğru yola erdirmez.
110. Münafıkların kurdukları bütün yapılar ve bu arada yaptıkları o bina, ölüp de kalpleri paramparça oluncaya dek yüreklerinde devamlı bir şüphe, telaş ve endişe sebebi olarak kalmaya devam edecektir. Allah her şeyi hakkiyle bilen, her hükmü ve işi hikmetli ve sağlam olandır.
Burada iki farklı kişiden, bunların inşa ettikleri iki farklı mescidden iki ayrı tablo halinde bahsedilmekte ve bunlardan hangisinin daha hayırlı olduğu sorulmaktadır.
Birinci tablo: Sahnede bir adam, gayet güzel ve güvenli bir arsaya bir mescid inşa ediyor. Mescidini Allah’tan korkarak ve O’nun rızâsını kazanmak isteyerek tesis ediyor. Bu mescidle, kendisinin ve din kardeşlerinin Allah’a masiyetten korkup sakınmalarını; güzel bir itaatle rızâsını istemelerini hedefliyor. Hiçbir korku, hiçbir endişe, hiçbir telaş ve hiçbir tasa söz konusu değil. Gayet teenniyle ağır ağır sağlam bir şekilde binasını yapmaya devam ediyor. Şimdi biz, emniyet içinde yükselen güçlü takvâ binasının inşasını ve tamamlanıp ibâdete açılışını izliyor; onun, Allah’ın gazabından sakınıp rızâsını kazanma açısından mü’minlere sağladığı faydaları gözlüyoruz.
İkinci tablo: Sahnede diğer bir adam daha var ki, bu da bir mescid inşa ediyor. Ama nereye, ne şekilde? Zavallı adam, başka yer yokmuş gibi mescid yeri olarak dere kenarında selin dibini yalayıp oymuş olduğu bıçık üzerinde kalan, ayrıca geriden çatlamış devrilmek üzere bulunan toprak veya çamur çıkıntısını buluyor. Böyle bir yerin üzerine çıkıyor. Buranın da orta kısmına değil uçuruma yakın kenar kısmına mescidini inşa etmeye başlıyor. Orada doğru dürüst temel kazmak zaten mümkün değil. Tuğlaları çarçabuk örerek mescidin duvarlarını yükseltmeğe çalışıyor. Biz şimdi hem adamın hem de yapacağı binanın akibetini merakla izliyoruz. Bir defa üzerinde inşaat yapılan yer bir yar kenarı ve geriden de çatlamış; kendi kendini tutacak hali yok. Yıkılmak ve dökülmek üzere. Bir de bunun üzerine taştan veya tuğladan ağır bir binanın yapıldığını düşünün ve bunun akıbetini teemmül edin.
Tekrar adama bakıyoruz. Evet binasını tamamlamak üzere. Şimdi karşımızda yıkılmak üzere olan, sallanıp duran bir uçurumun kenarındaki toprak parçası üzerine kurulmuş bir bina var. Adam da binasının inşaatini tamamlamak üzere onun üzerinde ve onunla meşgul. Ve bir anda bakıyoruz ki o çökmek üzere olan yarın kenarındaki toprak sarsılıyor, sallanıyor ve çöküyor. Yapılan mescid de, yapanlarıyla birlikte uçurumlara aşağı yuvarlanıyor. O korkunç uçurum bu toprak yığınını, o binayı ve onu inşa edenleri birden yutuveriyor.
Şimdi biz çöküveren binanın ve sahiplerinin uçuruma aşağı yuvarlanışını izliyoruz. Son derece yüksek ve uzun bir uçurumdan aşağı doğru durmadan yuvarlanıyorlar. Nihayet uçurumun sonuna geliyorlar. Orada daha büyük bir felaketle karşılaşıyorlar. Çünkü yıkılan uçurumun altı cehennem ateşidir. İşte o adamlar yaptıkları mescidle beraber cehennem ateşinin dibini boyluyorlar. Görüldüğü üzere bâtılın taraftarlarının ve dinle alakalı işlerini nifak üzerine bina edenlerin durumları bu temsille güzel bir şekilde dile getirilmiştir.
İşte münafıkların yaptığı bütün işlerin âkıbeti böyle hüsran olacaktır. Ölüp kalpleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları işler yüreklerinde dâmî bir şüphe ve nifak sebebi olacak; hiçbir zaman rahat ve huzur yüzü görmeyeceklerdir.
Canlarını ve mallarını Allah yolunda fedâ eden mü’minler ise dünyada maddi hiçbir nimetle değiştirilmeyecek tarifi imkânsız bir gönül huzuru, âhirette de ebedi cennetlere ulaşacaklardır: