Öyle ise, ruh onun ile kâim değildir; belki, ruh binefsihî kâim ve hâkim olduğundan, cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki, cesed ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Belki ruhun libası, bir derece sabit ve letâfetçe ruha münâsip bir gılâf-ı latîfi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer.
İkinci Menba: Âfâkîdir. Yani, mükerrer müşâhedât ve müteaddit vâkıat ve kerrât ile münâsebâttan neş'et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet, tek bir ruhun ba'de'l-memât bekâsı anlaşılsa, şu ruh nevinin külliyetle bekâsını istilzam eder. Zîrâ fenn-i mantıkça katîdir ki, zâtî bir hâssa, Bir tek ferdde görünse, bütün efradda dahi o hâssanın vücuduna hükmedilir. Çünkü, zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki, değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesâba, hasra gelmez müşâhedâta istinad eden âsâr ve bekâ-i ervâha delâlet eden emârât o derece katîdir ki; bize, nasıl Yeni Dünya, yani Amerika var ve orada insanlar bulunur, o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez; öyle de şüphe kabul etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervâhta, ölmüş, vefât etmiş insanların ervâhı, pek çok kesretle vardır ve bizimle münâsebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nurânî feyizleri de bizlere geliyor.
Hem, hads-i katî ile vicdânen hissedilebilir ki, insan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkîdir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrip ve inhilâle mâruz değil. Çünkü, basîttir, vahdeti var. Tahrip ve inhilâl ve bozulmak ise, kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe'nidir. Sâbıkan beyân ettiğimiz gibi, hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekâya sebebiyet verir. Demek, vahdet ve bekâ, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirâyet eder.
Rûhun fenâsı, ya tahrip ve inhilâl iledir. O tahrip ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut idâm iledir. İdâm ise, Cevâd-ı Mutlakın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu, o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın.
Üçüncü Menba: Ruh; zîhayat, zîşuur, nurânî vücud-u haricî giydirilmiş, câmi', hakikattar, külliyet kesb etmeye müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki, en zayıf olan kavânîn-i emriye, sebat ve bekâya mazhardırlar. Çünkü, dikkat edilse, mâruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-i sabite vardır ki, bütün tegayyürât ve inkılâbât ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak sûretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâkî kalıyor.
İşte, herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuuruyla ve umumi tasavvurâtıyla, bir şahıs iken, bir nev' hükmüne geçmiştir. Bir neve gelen ve câri olan kanun, o şahs-ı insanîde dahi câridir.
Mâdem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi' bir ayna ve küllî bir ubûdiyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır; her ferddeki hakikat-i ruhiye, yüz binler sûret değiştirse, izn-i Rabbânî ile ölmeyecek, yaşayarak, geldiği gibi gidecek. Öyle ise, o şahs-ı insanînin hakikat-i zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah'ın emriyle, izniyle ve ibkâsıyla, dâimâ bâkîdir.