3- I–Eshâb-ı kirâm

MURATS44

Özel Üye
Çünki, Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” buyurdu ki, (Benden sonra, halîfelik otuz senedir). Bu, gaybdan haber veren hadîs-i şerîflerdendir. Otuz sene hazret-i Alînin “radıyallahü anh” hilâfeti ile temâm oldu. Bu hadîs-i şerîf, dört halîfeyi göstermekdedir ve hilâfet sıraları doğrudur. Bunlar ise, üç halîfenin hilâfetinin doğruluğuna inanmıyor. Zor ile, kuvvet kullanarak halîfe oldular diyor. Hazret-i Alîden “radıyallahü anh” başka kimse halîfe olamazdı diyorlar. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” üç halîfeye bî’at ve itâ’at etmesi, (takıyye) idi. Ya’nî istemiyerek, idâre etmek için idi diyorlar. Bu sözleri ile, insanların en iyisinin Eshâbı arasında nifâk, iki yüzlülük vardı, birbirlerini aldatarak geçiniyorlardı sanıyorlar. Çünki, bunlara göre hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” sevenler ile sevmiyenler, senelerle birbirleri ile yalancıkdan sevişmişler. Kalblerindeki ayrılığı saklamışlar, düşmanlıklarını dostluk şeklinde göstermişler. Bunlara göre, Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” mubârek sohbetinde edeblenen, yetişen Eshâb-ı kirâmın hepsi, hîleci, yalancı ve iki yüzlü oluyor. Kalblerinde olanı saklayıp, olmıyanı gösteriyorlar. Bunun için de, bu ümmetin en kötüsü, onlar oluyor. Sohbetlerin, derslerin en fenâsı da, Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbeti oluyor. Çünki, bu kötü huylar, ondan sirâyet etmiş bulunuyor. Bunlara göre, asrların en kötüsü, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” asrı oluyor. Çünki, onların asrı, güyâ düşmanlık, intikâm ve iki yüzlülük ile dolu bulunuyor. Hâlbuki, Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Feth sûresinde, meâlen, (Onlar kendi aralarında devâm üzere ve pek fazla merhametlidirler) buyurmakdadır. Allahü teâlâ, hepimizi bu bozuk i’tikâdlardan muhâfaza buyursun!
Bu ümmetin önde olanları bu kadar kötü huylu olursa, sonradan gelenlerinde artık iyilik bulunabilir mi? Bunlar, Peygamber efendimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” sohbetinde bulunmanın üstünlüğünü ve bu ümmetin ne kadar hayrlı, kıymetli olduğunu bildiren âyet-i kerîmeleri ve hadîs-i şerîfleri acabâ görmemişler mi, duymamışlar mı? Yoksa, bunları duyup da inanmamışlar mı? Kur’ân-ı kerîmi ve hadîs-i şerîfleri bizlere onlar öğretdi. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” kötü olursa, onlardan öğrenilen din de kötü olmaz mı? Bunların maksadı, yoksa, bu perde altında dîni yıkmak mıdır ve islâmiyyeti ortadan kaldırmak mıdır? Ehl-i beyti sever görünerek, islâmiyyeti yok etmeğe uğraşıyorlar. Keşki hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” sevenlere kıymet verselerdi de, bâri bunlara iki yüzlülük damgasını vurmasalardı. Hazret-i Alîyi “radıyallahü anh” sever ve sevmez sandıkları Eshâb-ı kirâm, otuz sene birbirleri ile yalan, kin ve iki yüzlülük yaparak geçinmişler ise, bunların neresinde iyilik kalır?
 

MURATS44

Özel Üye
Hangi sözlerine inanılabilir? Ebû Hüreyreye “radıyallahü anh” dil uzatıyorlar, söğüyorlar. Hâlbuki, bilmiyorlar ki, onu kötüleyince, ahkâm-ı islâmiyyenin yarısı kötülenmiş olur. Çünki, ictihâd derecesine varmış olan büyük âlimlerimiz buyuruyor ki, ahkâm-ı islâmiyyeyi bildiren üçbin hadîs-i şerîf vardır. Ya’nî üçbin ahkâm-ı islâmiyye, sünnet ile belli olmuşdur. Bu üçbinden binbeşyüzünü haber veren Ebû Hüreyredir. O hâlde, onu kötülemek, ahkâm-ı islâmiyyenin yarısını kötülemek olur. İmâm-ı Muhammed bin İsmâ’îl Buhârî buyuruyor ki, Ebû Hüreyreden “radıyallahü anh” hadîs-i şerîf işitip de söyliyenler, sekiz yüzden fazladır. Bunların hepsi de, Eshâbdan ve Tâbi’îndendir. Bunlardan biri Abdüllah ibni Abbâs ve biri Abdüllah ibni Ömer, birisi Câbir bin Abdüllah, birisi de Enes bin Mâlikdir “radıyallahü anhüm ecma’în”. Bunların söylediği, Ebû Hüreyreyi “radıyallahü anh” kötüleyen söz, hadîs-i şerîf değildir. Uydurmadır. Hâlbuki, onun ilmini ve anlayışını bildiren hadîs-i şerîf meşhûrdur. Kendi düşüncesi ile böyle büyük zâtı, hazret-i Alîye “radıyallahü anh” düşman sanarak, ona karşı ağzına geleni söylemek, ne büyük insâfsızlıkdır. Bu sapıtmaların sebebi, hep sevginin taşkınlığıdır. Az kalsın îmânları gidecek. Hazret-i Alî “radıyallahü anh” için de, iki yüzlülük yapıp, susdu diyorlar. Onun Şeyhaynı, ya’nî hazret-i Ebû Bekrle Ömeri “radıyallahü anhümâ” medh eden sözlerine acabâ ne diyecekler. Halîfe iken, birçok insan arasında söylediği, üç halîfenin hilâfetlerinin doğruluğunu bildiren sözleri karşısında ne yapacaklar? Çünki, iki yüzlülükle, hilâfet kendi hakkı olduğunu ve üç halîfenin hilâfetlerinin haksız olduğunu söylemedi diyorlarsa da, onların hilâfetlerinin doğru olduğunu ve kendisinden dahâ yüksek olduklarını söylemesi lâzım değildi. Bundan başka, üç halîfenin üstünlüğünü bildiren hadîs-i şerîflere ve bunları ve başkalarını Cennet ile müjdeliyen hadîs-i şerîflere ne diyecekler? Çünki, Peygamber efendimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” de, iki yüzlülük yapdı demeleri câiz değildir. Peygamberlerin doğruyu bildirmeleri lâzımdır. Dahâ, dahâ! Bunları medh eden âyet-i kerîmelere ne diyecekler? Allahü teâlâya da mı dil uzatacaklar?
Allahü teâlâ, Kur’ân-ı kerîmde Tevbe, Mâide ve Mücâdele ve Beyyine sûrelerinde buyuruyor ki, (Biz onların her birinden râzıyız. Onların herbiri de, Allahü teâlâdan râzıdırlar). Demek ki, hem sevmiş, hem de sevilmişlerdir.
A’râf ve Hicr sûrelerinde meâlen, (Biz azîmüşşân, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nez’ etdik) buyuruyor. Ya’nî kalblerindeki kin, hıyânet ve birbirlerine düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp atdık. Bu âyet-i kerîme gösteriyor ki, hiçbir sahâbî, hiçbir sahâbî için hased ve kin besliyemez.
 

MURATS44

Özel Üye
Bunların kökü onlardan sökülmüş, atılmışdır. Çünki, hepsi Hakkulyakîne varmışlardır. Aralarında hâsıl olan mücâdele ve muhârebeler, ictihâd sebebiyle idi. Her biri, kendi ictihâdıyle hareket etmeğe me’mûr ve mecbûr olduğundan, hiçbirine dil uzatılamaz.
Enfâl sûresinin 64.cü âyet-i kerîmesinde, cenâb-ı Hak, Resûl-i Ekremine “sallallahü aleyhi ve sellem” meâlen buyuruyor ki, (Sana, Allahü teâlâ ve mü’minlerden sana tâbi’ olanlar kâfîdir) ki, o vakt, Sahâbe-i kirâm pek az idi. Âyet-i kerîmenin ma’nâsına iyi dikkat edilirse, Sahâbe-i kirâmın “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” büyüklüğü ve derecelerinin yüksekliği anlaşılır. Her biri dîn-i islâmın yayılmasında, Server-i âleme “sallallahü aleyhi ve sellem” kâfî oluyorlar. Allahü teâlâ, onların ismini, kendi isminin yanına getirerek buyuruyor ki, hakîkatde ben sana yetişirim ve onlar benim kifâyetimin mazharı olur. Görünüşde onlar sana kifâyet eder. Başkasının yardımına lüzûm ve ihtiyâc kalmaz.
Feth sûresinin 18.ci âyet-i kerîmesinde, cenâb-ı Hak meâlen buyuruyor ki, (Ağaç altında sana bî’at eden, [ya’nî emrlerini kaydsız şartsız yapmağa söz veren] mü’minlerden Allahü teâlâ râzıdır) ki, bunlar Sahâbe-i kirâm idi (ve onlara Sekîne, [ya’nî Tumânînet, kalblerine kuvvet] veriyor ve sana olan sevgilerini, Sıdk ve ihlâsı biliyor ve onları yakın bir feth ve zafer ile sevâblandıracağını müjdeliyor.) Hudeybiye anlaşmasında, Sidre yâhud Sümre ağacının altında yapılan söz vermeğe işâretdir. Görülüyor ki, Sahâbeden herbirinin “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” rızâ-i ilâhîye mazhar olduğu ve kalblerinin temiz ve hâlis olduğu ve sekînenin inzâli ve Feth-i karîb ile sevâblandırılacaklarını bildirmesi, mertebe ve şânlarının büyüklüğüne açık bir şâhiddir.
Feth sûresinin diğer âyet-i kerîmesinde, (Sana bî’at edenler) ya’nî seninle gazâ ve cihâdda bulunup, dîn-i islâmın neşrinde, kullarıma nasîhat vermekde ve doğru yolu göstermekde berâber olacaklarını ahd ve va’d edenler, (Allah celle şânühû ile mübâye’a, [ya’nî va’d] etmiş olurlar) buyurdu.
Diğer âyet-i kerîmede meâlen, (Onlar Allahü teâlâyı severler. Allahü teâlâ da onları sever) buyurdu. Görülüyor ki, Sahâbe-i kirâmın hepsi “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” Allahü teâlânın muhabbetine ve mahbûbiyyetine mazhar olmuşdur.
Tevbe sûresinin 103.cü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Mekke-i mükerreme ehâlîsinden olup, Muhâcirîn denilen Sahâbe-i kirâm ile, Medîne-i münevvere ehâlîsi olan Ensârdan ve onlara iyilikde tâbi’ olanlardan, Allahü teâlâ râzıdır. Onlar da Allahü teâlâdan râzıdırlar) buyuruyor.
 

MURATS44

Özel Üye
Hazret-i Mu’âviye “radıyallahü anh” Mekke-i mükerremenin, Sahâbe-i kirâmın eşrâfından, büyüklerindendir.
Enfâl sûresinin yetmişikinci âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bunların hepsi Peygamber aleyhissalâtü vesselâmı içlerinde ivâ ve iskân etmiş, dîn-i islâmı yaymasında nusrat ve yardımda bulunmuşlardır) buyuruldu. İmâm-ı Mâlikin “radıyallahü anh” buyurduğuna göre, Şâmın fethinde, orada bulunan nasârâ [ya’nî hıristiyanlar] dedi ki: Sizin Peygamberinizin Eshâbı, bizim havârîlerimizden dahâ iyidir. Zîrâ onların ismi, Tevrâtda ve İncîlde söylenmiş ve medh olunmuşdur.
Sûre-i Fethde yukarıda bildirilmiş olan âyet-i kerîmeye dayanarak imâm-ı Mâlik “radıyallahü anh”, Eshâb-ı kirâmı sevmiyenlerin kâfir olacağını söylemişdir. İmâm-ı Şâfi’î “rahime-hullahü teâlâ” de böyle buyurmuşdur.
Bu âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler gösteriyor ki, Allahü teâlâ ve Onun Resûlü “sallallahü aleyhi ve sellem” Sahâbe-i kirâmın hepsini âdil bilmişdir. Allahü teâlânın ve Onun Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” âdil bildiği kimseleri, başkalarının âdil bilmemesinin ne ehemmiyyeti ve zararı olur? Eğer Sahâbe-i kirâm, âyet-i kerîme ve ehâdîs-i şerîfe ile medh ve senâ edilmemiş olsaydı dahî, islâma yardımları ve bu uğurda mallarını ve canlarını, ana, baba ve evlâdlarını fedâ etmeleri ve Peygamber efendimize “aleyhissalâtü vesselâm” yardım etmeleri ve îmânlarının kuvveti, hepsinin âdil olduğunu ve böyle i’tikâd etmemiz lâzım geldiğini açık olarak göstermekdedir. Ehl-i sünnet âlimlerinin mezhebleri de budur.
Sahâbe-i kirâmın fazîletini, yüksekliğini, şân ve rütbelerinin büyüklüğünü gösteren hadîs-i şerîfler sayılamıyacak kadar çokdur. Hepsi için buyurulan hadîs-i şerîfler cildlerle kitâb teşkil eder. Bunlardan birkaçını bildirelim:
Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki:
(Eshâbımın hepsi, gerek birlikde, toptan, gerekse birer birer, yıldızlar gibi nûrludurlar. Bunlardan hangi birine uyarsanız, ya’nî ardı sıra giderseniz, asl kurtuluş yolu olan, insanlığın kemâli ve se’âdeti olan, Allahü teâlânın sevgisine kavuşursunuz). Bunun içindir ki, din imâmlarımız, ya’nî bu dînin büyükleri, Sahâbe-i kirâmdan herbirinin sözlerini, hareketlerini, işlerini huccet ve sened olarak almışdır. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” bu hadîs-i şerîfde demek istiyor ki, (Eshâbımdan herhangisini kendinize mezheb imâmı tanır, rehber, önder edinirseniz, re’y ve ictihâdları ile amel ederseniz, gösterdikleri yolda giderseniz, doğru yolda yürümüş olursunuz).
 

MURATS44

Özel Üye
Bundan anlaşılıyor ki, bunların hepsi müctehiddir. Herbiri âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiyen ahkâm-ı dîniyyeyi, ilmleri ile, yükseklikleri ve kemâlleri ile ve kalblerinin nûrları ile âyetlerden ve hadîs-i şerîflerden bulup çıkarabilmekdedir. Bunun içindir ki, Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem”, Sahâbe-i kirâmdan birçoğunu, dîn-i islâmı yaymak ve herkese bildirmek için, uzak memleketlere gönderdikleri zemân, tenbîh buyururlardı ki, karşılaşacağınız vak’aların, hâdiselerin nasıl yapılması lâzım geldiğini, Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açık göremediğiniz vakt, âyet-i kerîmelerin delâletinden, işâretlerinden, rümûzundan, ifâde şeklinden, uygun ma’nâlarından, muhâlif ma’nâlarından, emrlerinin îcâblarından çıkarıp anlayınız ve anladığınıza göre yapınız ve yapdırınız! Müctehidlerin vazîfesi de budur. Sahâbe-i kirâmın herbirini bir yıldıza teşbîh buyurdu ki, denizlerde, dağlarda, derelerde, tepelerde, sahrâlarda, çöllerde yollarını şaşıranlar, kıbleyi, diğer cihetleri arıyanlar, bunların zıyâsı sâyesinde yol bulabilsinler. Zemân-ı se’âdetden sonra (Hulefâ-i râşidîn) ve bütün Eshâb-ı kirâm, böylece birbirlerini müctehid tanımışlardır. Birbirlerinin re’y ve ictihâdlarına yanlış dememişlerdir. Sahâbe-i kirâmın sohbetlerinde ve derslerinde yetişen Tâbi’în-i kirâmın çoğu da böyle müctehid oldu. Bunların sohbet ve derslerinde bulunan Tebe’i tâbi’înden bir kısmı da ictihâd derecesine yükseldi. İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfe, imâm-ı Mâlik, imâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Ahmed bin Hanbel, imâm-ı Evzâî, Süfyân-ı Sevrî, Süfyân bin Uyeyne, Dâvüd-i Tâî ve benzerleri “rahime-hümullahü teâlâ” bunlardandır. Bunlar azala azala, dördüncü asrın sonunda, ictihâd yapabilecek derin âlim yetişemez oldu. Önce gelmiş müctehidlerden çoğunun da mezhebleri unutuldu. Şimdi, ancak dört imâmın mezhebi kaldı. Bunlar da, İmâm-ı a’zam, imâm-ı Şâfi’î, imâm-ı Mâlik ve imâm-ı Ahmed bin Hanbel “radıyallahü anhüm”dür. Onlardan sonra bu mertebeye, bu dereceye kimse vâsıl olamadı. Onun için, mezhebler, dört olarak kaldı. Müslimânların hepsi, bu dört mezhebden birine uymağa mecbûr ve me’mûr oldu.
Birkaçını bildirdiğimiz âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler karşısında Allahü teâlâ, mezhebsizlere insâf versin! Herkes bilir ki, iki yüzlülük, hâinlik alâmetidir. Eshâb-ı kirâma ve hele, en kıymetlilerinden olan, Allahın arslanına, hiç iki yüzlü denilebilir mi? İnsanlık dolayısıyle, doğru söz, bir iki sâat veyâ bir-iki gün saklanabilir denirse, yeri vardır. Fekat, Allahın arslanına, tam otuz sene, hâinlik alâmetini yüklemek ve bu uzun zemânda, hep iki yüzlülükle yaşadı demek, ne kadar çirkin, ne kadar alçakça bir iftirâ olur.
 

MURATS44

Özel Üye
Küçük günâh, her zemân yapılırsa, büyük günâh olur buyurmuşlardır. Kötü insanların, münâfıkların bir fenâlığını otuz sene durmadan yapmanın, artık ne olacağını düşünmeli. Bu sözlerinin çirkinliğini bilip de, Şeyhaynın üstünlüğünü kabûl etselerdi, böylece hazret-i Alîye “radıyallahü anhüm” ihânet etmekden, alçaltmakdan kurtulurlardı. İki belâdan küçüğünü seçmiş olurlardı. Şunu da söyliyelim ki, Şeyhaynın üstünlüğünü söylemekde, hazret-i Alîyi “radıyallahü anhüm” küçültmek yokdur ve onun halîfeliği inkâr edilmiş olmaz. Vilâyetdeki yüksek mertebesine ve hidâyet ve irşâd makâmına dokunulmuş olmaz. Hâlbuki, bunların dediği gibi, onu iki yüzlü bilmekle, bütün bu meziyyetler, kıymetler, kendisinden alınmış olur. Çünki, iki yüzlülük, münâfıkların, en aşağı insanların ve yalancı, dolandırıcı kimselerin işidir.
Şeyhaynın halîfe olacakları ve hattâ Resûlullahın “sallallahü aleyhi ve sellem” yanında defn olunacakları, hadîs-i şerîflerde bildirilmişdi. Ebû Bekr-i Sıddîk ve Ömerebnil-Hattâb ve Osmânebnil-Affân ve Alîyyibni Ebî Tâlibin “radıyallahü anhüm” medh ve senâlarını bildiren hadîs-i şerîfleri merak edenlere, binikiyüzaltmışdört ve binüçyüzyirmibeş hicrî senelerinde İstanbulda basılmış olan, türkçe (Menâkıb-i çihâr-yâr-i güzîn) ismindeki kitâbı okumalarını tavsiye ederiz.
Ebû Bekr-i Sıddîk “radıyallahü teâlâ anh” için, Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Peygamberlerden sonra “aleyhimüssalevâtü vesselâm” Ebû Bekrden dahâ üstün bir kimse üzerine güneş doğmamış ve batmamışdır). Diğer bir hadîs-i şerîfde buyuruyor ki, (Allahü teâlânın göğsüme akıtdığı ilmlerin hepsini, Ebû Bekrin “radıyallahü anh” göğsüne akıtdım).
Ömerebnil-Hattâb “radıyallahü anh” için olan hadîs-i şerîflerden birinde Server-i âlem “sallallahü aleyhi ve sellem” buyuruyor ki, (Benden sonra Peygamber gelseydi, Ömer “radıyallahü anh” Peygamber olurdu). Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem”, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh” derecesini Cebrâîle sormuşdu. Cebrâîl “aleyhisselâm” da, (Ben Cebrâîl olduğum hâlde, Âlem yaratıldığı zemândan kıyâmet gününe kadar Ömerin fazîletlerini ve kemâlâtını söylesem bitiremem!) demişdi. Bununla berâber, hazret-i Ömerin “radıyallahü anh”, bütün üstünlükleri, hazret-i Ebû Bekrin “radıyallahü anh” üstünlüklerinden ancak birisidir.
İmâm-ı Osmânı “radıyallahü anh” medh eden hadîs-i şerîflerden birinde buyuruyor ki, (Her Peygamberin Cennetde bir arkadaşı vardır. Benim arkadaşım da, Osmândır).
 

MURATS44

Özel Üye
İmâm-ı Alînin “radıyallahü anh” yüksekliğini bildiren hadîs-i şerîflerden birinde buyuruyor ki, (Alînin “radıyallahü anh” bana olan yakınlığı, Hârûn Peygamberin, Mûsâ aleyhisselâma olan yakınlığı gibidir). Hârûn aleyhisselâm, Mûsâ aleyhisselâmın kardeşi ve vezîri ve muâvini idi. Bu hadîs-i şerîflerden, mezhebsizlerin yanlış ma’nâ çıkardığı ve cevâbı, üçüncü kısmda ve (Hak Sözün Vesîkaları) kitâbında bildirildi. İmâm-ı Ahmed ibni Hanbel buyuruyor ki, imâm-ı Alî “radıyallahü anh” hakkında buyurulan hadîs-i şerîfler kadar, hiçbir sahâbî için söylenmemişdir.
2 — İkincisine gelince, Ehl-i sünnet, Eshâb-ı kirâm arasındaki muhârebelerin, dünyâ için değil, hakîkati ortaya çıkarmak için yapıldığını bildiriyor. Onların hepsini kin ve düşmanlık gibi aşağılıklardan uzak biliyor. Çünki, Eshâb-ı kirâmın hepsi, insanların en iyisinin sohbetinde, nasîhatları karşısında tertemiz olmuş, kin, düşmanlık gibi kötülükler kalblerinden çıkarılmışdır. Her biri ictihâd makâmına yükselmişlerdir. Her müctehidin, kendi ictihâdına, buluşuna göre hareket etmesi vâcib olduğundan, başka başka ictihâd etdikleri şeylerde, birbirlerinden ayrılmaları lâzım olacakdır. Herbirinin, kendi ictihâdına uyması doğru olacakdır. O hâlde, onların ayrılmaları da, birleşmeleri gibi, doğru idi. Keyfleri, şehvetleri, nefs-i emmârelerinin istekleri ile değildi. İctihâd yüzünden idi.
(İctihâd) Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmemiş olan emrleri, açık bildirilenlere benzeterek, bir emr meydâna çıkarmak demekdir. Bu da, (Fa’tebirû) ve (Ves’elû ehlezzikri) âyet-i kerîmeleri ile emr edilmekdedir. Ya’nî çalışarak, uğraşarak, bütün dikkat ve düşüncelerinizle Kur’ân-ı kerîmde ve hadîs-i şerîflerde bulunmıyan mes’eleleri, bulunanlara kıyâs ederek, benzeterek bir hükm-i şer’î çıkarınız diye emr edilmekdedir.
(Mîzân) kitâbında diyor ki, ictihâd yapmağı emr eden âyet-i kerîmeler çokdur. Nahl sûresinin kırkdördüncü âyet-i kerîmesinde meâlen, (Bizden indirileni insanlara açıklaman için) ve Nisâ sûresinin ellidokuzuncu âyet-i kerîmesinde meâlen, (Allahın kitâbına ve Resûlün hadîslerine mürâce’at edin!) buyuruldu. Bu âyet-i kerîmeler, ictihâd etmeği emr ediyor.
İmâm-ı a’zam Ebû Hanîfenin talebesinden ictihâd makâmına yükselenlerin en meşhûrları, imâm-ı Ebû Yûsüf, imâm-ı Muhammed, imâm-ı Züfer ve Hasen bin Ziyâd “rahime-hümullahü teâlâ” gibi büyüklerdir. Bunlar, İmâm-ı a’zamdan yalnız birkaç mes’elede ayrılmışlar, bu mes’elelerde kendi ictihâdlarına göre amel etmişlerdir. Çünki, bu mes’elelerde kendi ictihâdları ne şeklde ise, ona göre amel etmeleri farz olup, İmâm-ı a’zamın re’y ve ictihâdına uymaları câiz değildir.
 

MURATS44

Özel Üye
Sahâbe-i kirâmın herbiri de müctehid olup, ictihâd rütbesinin temâmiyle sâhibi olduklarından, âyet-i kerîmelerde ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiyen mes’elelerde kendi re’y ve ictihâdlarına göre amel etmeleri farz olup, kendilerinden yukarı olan Sahâbe-i kirâmın, dahâ yüksek, dahâ üstün olduklarını bildikleri hâlde, onların re’y ve ictihâdlarına tâbi’ olmadılar. Bunun içindir ki, Server-i âlemin “sallallahü aleyhi ve sellem” hayâtında ve Hulefâ-i Râşidînin hilâfetleri zemânında, dîn-i islâmı bildirmek için, uzak memleketlere gönderdikleri Sahâbe-i kirâma, âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerde açıkça bildirilmiyen mes’eleleri, kıyâs ediniz diye emr olunurdu. Meselâ Mu’âz bin Cebeli “radıyallahü anh” Yemene vâlî ta’yîn buyurdukları zemân, (Orada ne ile hükm ve emr edeceksin!) diye sordular. Allahü teâlânın kitâbı ile amel edeceğim, dedi. (Kur’ân-ı kerîmde bulamaz isen ne yaparsın?) buyurduklarında, Allahü teâlânın Peygamberinin “sallallahü aleyhi ve sellem” hadîs-i şerîflerini kendime düstûr ve kanûn yapacağım. Ya’nî onun sözleri ile, hâlleri ile ve işleri ile amel edeceğim dedi. (Resûlullahın sözlerinde de bulamaz isen ne yaparsın?) buyurduklarında, âyet-i kerîmeler ve hadîs-i şerîfler dâiresinden çıkmaksızın, kendi ictihâdımla hareket ederim dedi. Resûl-i ekrem “sallallahü aleyhi ve sellem”, bu cevâbları işitince, Mu’âz bin Cebelin “radıyallahü anh” ilminden ve büyüklüğünden dolayı, Allahü teâlâya hamd ve şükr eyledi. Bu hâl, üsûl-i fıkh kitâblarında, Menâr ve Hâşiyesi İbni Melek “rahime-hullahü teâlâ” kitâblarında yazılıdır.
Eshâb-ı kirâmdan “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” ictihâdları hazret-i Alînin “radıyallahü teâlâ anhüm” ictihâdına uymıyarak, onunla muhârebe edenlere, şî’îler kâfir diyorlar. Harb etdikleri için, her alçaklıkları söylüyor, la’net ediyorlar. Hâlbuki Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” ictihâd edilmesi lâzım gelen birçok işlerde, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizden ayrı ictihâd etmişlerdi. Bu ayrılmaları kabâhat sayılmamışdı. Melek geldiği, vahy getirdiği hâlde bile bu ayrılıkdan men’ edilmemişlerdi.
O hâlde hazret-i Alînin “radıyallahü anh” ictihâdından ayrılanlara kâfir denilebilir mi? Bunun için Eshâb-ı kirâma “aleyhimürrıdvân” dil uzatılabilir mi? Onun ictihâdından ayrılan müslimânlar pek çokdu. Eshâb-ı kirâmın büyüklerinden idi ve bir kısmı da, Cennet ile müjdelenenlerdendi. Bunlara kâfir demek, dil uzatmak, kolay birşey değildir. Bu dîn-i islâmın hemen yarısını bizlere bildiren bunlardır. Bunlar kötülenirse, dînin yarısı yıkılmaz mı? Bu büyüklere nasıl dil uzatılabilir ki, bunlardan hiçbirinin bildirdiği bir hadîsi, islâm âlimlerinden kimse red etmemişdir. Emîr de, vezîr de, kebîr de, fakîh de kabûl etmişdir.
 

MURATS44

Özel Üye
Allahü teâlânın kitâbı olan Kur’ân-ı kerîmden sonra, bütün kitâbların en sahîhi (Buhâriyyi şerîf)dir. Şî’îler de buna inanmakdadır. Bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî] şî’î âlimlerinin büyüklerinden olan Ahmed Tebtîden işitdim ki, Kitâbullahdan sonra, en doğru kitâb Buhârîdir, diyordu. İşte bu kitâbda hem hazret-i Alîye “radıyallahü anh” uyanların, hem de uymıyanların bildirdiği hadîs-i şerîfler yazılıdır. Bu muhârebeler, onların adâletine, doğruluklarına bir leke sürmemişdir. Hazret-i Alînin “radıyallahü anh” söylediği hadîs-i şerîfleri yazdığı gibi, hazret-i Mu’âviyenin “radıyallahü anh” söylediklerini de yazmışdır. Eğer hazret-i Mu’âviyede “radıyallahü anh” ve onun sözlerinde, şübhe edilecek, dil uzatılacak birşey olsaydı, onun bildirdiği hadîs-i şerîfleri kitâbına yazmazdı. Eski âlimlerimiz, hadîs mütehassısları da hep böyle yapmış, Eshâb-ı kirâmın “aleyhimürrıdvân” ayrılığını düşünmiyerek, hepsinin bildirdiği hadîs-i şerîfleri doğru kabûl etmişler, kitâblarında yazmışlardır. Hazret-i Alîye “radıyallahü anh” uymamağı bir kusûr ve kabâhat saymamışlardır. Şunu iyi bilmelidir ki, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” ayrı kaldığı her işde, haklı olması lâzım gelmez ve ondan ayrılanların her zemân yanılmış olması îcâb etmez. Evet bu muhârebelerde o, haklı idi. Fekat, her zemân hakkın onda olması gerekmez. Çünki, ictihâd işlerinde Tâbi’înin büyükleri ve din imâmları [mahalle ve câmi’ imâmları değil], çok def’a onun ictihâdına uymamış, başka ictihâd edip, kendi ictihâdlarına göre hareket etmişlerdir. Hak her zemân onda olsaydı, kimse onun ictihâdından ayrılmazdı. Meselâ, Tâbi’înin büyüklerinden ve müctehidlerin yüksek tabakasından olan Kâdî Şüreyh “rahime-hullahü teâlâ”, onun ictihâdı ile karâr vermedi. İmâm-ı Hasenin şâhidliğini kabûl etmemişdi. Müctehidler, hep kâdî Şüreyhin karârı ile hareket ederek, oğlun baba için şâhid olmasını câiz görmemişlerdir. Dahâ birçok işlerde, o yüce imâma uymıyan ictihâdlar seçilmişdir. İnsâflı okuyucular, bunları pek iyi bilirler. Demek ki, hazret-i Alînin “radıyallahü anh” ictihâdından ayrılmak, bir suç değildir. Ayrılanlara dil uzatmak câiz değildir.
Âişe-i Sıddîka “radıyallahü anhâ”, Allahü teâlânın sevgilisinin sevgilisi idi. Peygamberimiz “sallallahü aleyhi ve sellem” vefât edinceye kadar, onu çok sever ve yanından ayırmazdı. Onun odasında, onun yatağında ve mubârek başı onun kucağında iken can vermişdi. Onun misk kokulu odasında defn edilmiş, kalmışdır. Bütün bu üstünlüklerden ve kıymetlerden ayrı olarak kendisi büyük âlim ve müctehid idi. Peygamber efendimiz “aleyhissalâtü vesselâm”, dînin yarısının bildirilmesini ona bırakmışdı. Eshâb-ı kirâm “aleyhimürrıdvân” sıkışdıkları zemân, ona gelip, ona sorup öğrenirlerdi.
 

MURATS44

Özel Üye
Böyle bir Sıddîka ve müctehideye, Emîre [Alî] “radıyallahü anhümâ” uymadı diye, dil uzatıp, ona yakışmıyan çirkin iftirâları söylemek müslimânlığa sığmaz. Peygamberimize “sallallahü aleyhi ve sellem” îmânı olan kimsenin ağzından böyle sözler çıkmaz. Alî “radıyallahü anh” Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem” dâmâdı ve amcası oğlu ise, Âişe “radıyallahü anhâ” da, zevce-i mutahherası, çok sevdiği âilesidir.
Birkaç sene evveline kadar, bu fakîr [ya’nî imâm-ı Rabbânî] miskînleri doyurduğum zemân, Ehl-i abânın rûhlarına niyyet ederdim. Ya’nî Resûlullah “sallallahü aleyhi ve sellem” ile birlikde, Alî, Fâtıma, Hasen ve Hüseyn “radıyallahü anhüm” hazretlerinin rûhlarına da gönderirdim. Bir gece rü’yâda, Fahr-i âlemi “sallallahü aleyhi ve sellem” görüp selâm verdim. Selâmımı almadılar ve mubârek yüzlerini döndürdüler ve (Ben yemeği Âişenin evinde yirdim. Bana yemek göndermek istiyenler, Âişenin evine gönderirlerdi) buyurdular. Bundan anladım ki, rü’yâda yüzlerini çevirmelerinin sebebi, yemek dağıtırken, niyyetde hazret-i Âişeyi “radıyallahü anhâ” ortak etmediğim imiş. Ondan sonra hazret-i Âişeyi de hattâ zevce-i mutahheraların hepsini niyyetde ortak eyledim. Ehl-i beytin hepsini “radıyallahü teâlâ anhüm ecma’în” araya koyarak düâ eder oldum. Çünki, bunlar da, Ehl-i beytdendirler. O hâlde Resûlullaha “sallallahü aleyhi ve sellem” hazret-i Âişe-i Sıddîka yolu ile gelen eziyyet, hazret-i Alî “radıyallahü anhümâ” yolundan gelen eziyyet ve cefâdan dahâ çokdur. Aklı ve insâfı olan, bunu pek iyi bilir. Evet bu söylediklerimiz, hazret-i Alîyi “radıyallahü anh”, Peygamber “sallallahü aleyhi ve sellem” efendimizi sevdiği ve saydığı için sevenler ve sayanlar içindir. Ammâ bir kimse, Muhammed aleyhisselâmı araya katmadan, onu doğrudan doğruya seviyorsa, buna sözümüz yokdur. Zîrâ söz anlamaz. Bunun maksadı, dîn-i islâmı yıkmak, ahkâm-ı islâmiyyeyi bozmakdır.
Bunlar Muhammed “sallallahü aleyhi ve sellem”i aradan kaldırarak, Onsuz bir din kurmak, doğruca imâm-ı Alîyi “radıyallahü teâlâ anh” sevmek ve ona bağlanmak istiyorlar. Nitekim, târîh boyunca, birçok zemânlarda ba’zı dalkavuklar, ahmaklar, başlarında bulunan zâlimlere, diktatörlere yaltaklanarak, dünyâlık ele geçirmek için, onlara Peygamberimizin “sallallahü aleyhi ve sellem”, hattâ Hâlık teâlânın büyüklüğünü konduruyorlar. Bunların kendileri de, yaltaklandıkları da yıkılıp gitmiş, maddeleri çürümüş, kokmuş, iğrenç bir hâl almış. Habîs rûhları da, Cehennem azâbına yakalanarak dünyâdaki azgınlıklarının, dîn-i islâma yapdıkları hakâretlerin cezâlarını bulmuşlar. Aldandıklarını anlamışlardır.
Muhammed aleyhisselâmdan yüz çevirmek, başka birini Ondan dahâ büyük, dahâ sevgili bilmek küfrdür, dalâletdir, zındıklıkdır.
 
Üst Alt