Hasret ruzgari
Aktif Üyemiz
Şu hakikatleri Yirmi Beşinci Söz ile beraber, geçen yirmi dört adet Sözler ispat etmiştir. Şu dâvâmız mücerred değil; bürhanı, geçmiş neticedir.
Evet, herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakâik-ı imâniyenin birer menbaı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer mâdeni ve doğrudan doğruya Arşü'r-Rahmândan gelen ve kâinatın fevkınde ve haricinde, insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve irâdeyi tazammun eden ve hitâb-ı ezelî olan elfâz-ı Kur'âniye nerede; insanın hevâî hevâperestâne, vâhî hevesperverâne elfâzı nerede?
Evet, Kur'ân bir şecere-i Tûbâ hükmüne geçip, şu âlem-i İslâmiyeyi bütün mâneviyâtıyla, şeâir ve kemâlâtıyla, desâtir ve ahkâmıyla yapraklar sûretinde neşredip, asfiyâ ve evliyâsını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip, bütün kemâlât ve hakâik-ı kevniye ve İlâhiyeyi semere verip, meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer program hükmüne geçip, yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil hakâikı gösteren Kur'ân nerede; beşerin mâlûmumuz olan kelâmı nerede?
Bin üç yüz elli senedir, Kur'ân-ı Hakîm, bütün hakâikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde; herkes, her millet, her memleket onun cevâhirinden, hakâikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzûliyet, ne o mürûr-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar, onun kıymettar hakâikına, onun güzel üsluplarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hâlet tek başıyla bir i'câzdır.
Şimdi, biri çıksa, Kur'ân'ın getirdiği hakâikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur'ân'ın bâzı âyâtına muâraza için nisbet etse, "Kur'ân'a yakın bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakâne bir sözdür ki; meselâ, taşları muhtelif cevâhirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde, umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mîzanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san'atıyla, o nukuş-u âliyeden fehmi kâsır, o sarayın bütün cevâhir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hânelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvî nakışları bozup, çocukça hevesine göre âdi bir hânenin vaziyetine göre bir intizam, bir sûret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bâzı boncukları taksa, sonra, "Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyâde maharet ve servetim var ve kıymettar zînetlerim var" dese, divânece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san'atı gibidir.
Yer nerede, Süreyyâ yıldızı nerede? (Arab atasözü)
Evet, herbiri cevâhir-i hidâyetin birer sadefi ve hakâik-ı imâniyenin birer menbaı ve esâsât-ı İslâmiyenin birer mâdeni ve doğrudan doğruya Arşü'r-Rahmândan gelen ve kâinatın fevkınde ve haricinde, insana bakıp inen ve ilim ve kudret ve irâdeyi tazammun eden ve hitâb-ı ezelî olan elfâz-ı Kur'âniye nerede; insanın hevâî hevâperestâne, vâhî hevesperverâne elfâzı nerede?
Evet, Kur'ân bir şecere-i Tûbâ hükmüne geçip, şu âlem-i İslâmiyeyi bütün mâneviyâtıyla, şeâir ve kemâlâtıyla, desâtir ve ahkâmıyla yapraklar sûretinde neşredip, asfiyâ ve evliyâsını birer çiçek hükmünde o ağacın âb-ı hayatıyla taze, güzel gösterip, bütün kemâlât ve hakâik-ı kevniye ve İlâhiyeyi semere verip, meyvelerindeki çok çekirdekleri amelî birer düstur, birer program hükmüne geçip, yine meyvedar ağaç hükmünde müteselsil hakâikı gösteren Kur'ân nerede; beşerin mâlûmumuz olan kelâmı nerede?
Bin üç yüz elli senedir, Kur'ân-ı Hakîm, bütün hakâikını kâinat çarşısında açıp teşhir ettiği halde; herkes, her millet, her memleket onun cevâhirinden, hakâikından almıştır ve alıyorlar. Halbuki, ne o ülfet, ne o mebzûliyet, ne o mürûr-u zaman, ne o büyük tahavvülâtlar, onun kıymettar hakâikına, onun güzel üsluplarına halel verememiş, ihtiyarlatmamış, kurutmamış, kıymetten düşürmemiş, hüsnünü söndürmemiştir. Şu hâlet tek başıyla bir i'câzdır.
Şimdi, biri çıksa, Kur'ân'ın getirdiği hakâikten bir kısmına kendi hevesince çocukça bir intizam verse, Kur'ân'ın bâzı âyâtına muâraza için nisbet etse, "Kur'ân'a yakın bir kelâm söyledim" dese, öyle ahmakâne bir sözdür ki; meselâ, taşları muhtelif cevâhirden bir saray-ı muhteşemi yapan ve o taşların vaziyetinde, umum sarayın nukuş-u âliyesine bakan mîzanlı nakışlar ile tezyin eden bir ustanın san'atıyla, o nukuş-u âliyeden fehmi kâsır, o sarayın bütün cevâhir ve zînetlerinden bîbehre bir âdi adam, âdi hânelerin bir ustası, o saraya girip, o kıymettar taşlardaki ulvî nakışları bozup, çocukça hevesine göre âdi bir hânenin vaziyetine göre bir intizam, bir sûret verse ve çocukların nazarına hoş görünecek bâzı boncukları taksa, sonra, "Bakınız, o sarayın ustasından daha ziyâde maharet ve servetim var ve kıymettar zînetlerim var" dese, divânece bir hezeyan eden bir sahtekârın nisbet-i san'atı gibidir.
Yer nerede, Süreyyâ yıldızı nerede? (Arab atasözü)