Hasret ruzgari
Aktif Üyemiz
İkinci Şûle
İkinci Şûlenin Üç Nuru var.
Birinci Nur
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın heyet-i mecmûasında râik bir selâset, fâik bir selâmet, metîn bir tesânüd, muhkem bir tenâsüb; cümleleri ve heyetleri mâbeyninde kavî bir teâvün; ve âyetler ve maksadları mâbeyninde ulvî bir tecâvüb olduğunu, ilm-i beyân ve fenn-i maânî ve beyânînin Zemahşerî, Sekkâkî, Abdülkâhir-i Cürcânî gibi binlerle dâhî imamların şehâdetiyle sabit olduğu halde, o tecâvüb ve teâvün ve tesânüdü ve selâset ve selâmeti kıracak, bozacak sekiz dokuz mühim esbâb bulunurken, o esbâb, bozmaya değil, belki selâsetine, selâmetine, tesânüdüne kuvvet vermiştir. Yalnız, o esbâb, bir derece hükmünü icrâ edip, başlarını perde-i nizam ve selâsetten çıkarmışlar. Fakat, nasıl ki yeknesak düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar, lâkin ağacın tenâsübünü bozmak için çıkmıyorlar, belki o ağacın zînetli tekemmülüne ve cemâline medâr olan meyveyi vermek için çıkıyorlar; aynen bunun gibi, şu esbâb dahi, Kur'ân'ın selâset-i nazmına kıymettar mânâları ifade için sivri başlarını çıkarıyorlar.
İşte o Kur'ân-ı Mübîn, yirmi senede, hâcetlerin mevkîleri itibâriyle necim necim olarak, müteferrik parça parça nüzûl ettiği halde, öyle bir kemâl-i tenâsübü vardır ki, güyâ bir defada nâzil olmuş gibi bir münâsebet gösteriyor.
Hem, o Kur'ân, yirmi senede, hem muhtelif, mütebâyin esbâb-ı nüzûle göre geldiği halde, tesânüdün kemâlini öyle gösteriyor; güyâ bir sebeb-i vâhidle nüzûl etmiştir.
Hem, o Kur'ân, mütefâvit ve mükerrer suâllerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizâc ve ittihadı gösteriyor. Güyâ, bir suâl-i vâhidin cevabıdır.
Hem, Kur'ân, mütegâyir, müteaddit hâdisâtın ahkâmını beyân için geldiği halde, öyle bir kemâl-i intizamı gösteriyor ki, güyâ bir hâdise-i vâhidin beyânıdır.
Hem, Kur'ân, mütehâlif, mütenevvi' hâlette, hadsiz muhatapların fehimlerine münâsip üsluplarda, tenezzülât-ı kelâmiye ile nâzil olduğu halde; öyle bir hüsn-ü temâsül ve güzel bir selâset gösteriyor ki, güyâ hâlet birdir, bir derece-i fehimdir, su gibi akar bir selâset gösteriyor.
Hem o Kur'ân, mütebâid, müteaddit muhâtabîn esnâfına müteveccihen mütekellim olduğu halde; öyle bir suhûlet-i beyânı, bir cezâlet-i nizâmı, bir vuzuh-u ifhamı var ki, güyâ muhatabı bir sınıftır. Hattâ, herbir sınıf zanneder ki, bilasâle muhatap yalnız kendisidir.
İkinci Şûlenin Üç Nuru var.
Birinci Nur
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın heyet-i mecmûasında râik bir selâset, fâik bir selâmet, metîn bir tesânüd, muhkem bir tenâsüb; cümleleri ve heyetleri mâbeyninde kavî bir teâvün; ve âyetler ve maksadları mâbeyninde ulvî bir tecâvüb olduğunu, ilm-i beyân ve fenn-i maânî ve beyânînin Zemahşerî, Sekkâkî, Abdülkâhir-i Cürcânî gibi binlerle dâhî imamların şehâdetiyle sabit olduğu halde, o tecâvüb ve teâvün ve tesânüdü ve selâset ve selâmeti kıracak, bozacak sekiz dokuz mühim esbâb bulunurken, o esbâb, bozmaya değil, belki selâsetine, selâmetine, tesânüdüne kuvvet vermiştir. Yalnız, o esbâb, bir derece hükmünü icrâ edip, başlarını perde-i nizam ve selâsetten çıkarmışlar. Fakat, nasıl ki yeknesak düz bir ağacın gövdesinden bir kısım çıkıntılar, sivricikler çıkar, lâkin ağacın tenâsübünü bozmak için çıkmıyorlar, belki o ağacın zînetli tekemmülüne ve cemâline medâr olan meyveyi vermek için çıkıyorlar; aynen bunun gibi, şu esbâb dahi, Kur'ân'ın selâset-i nazmına kıymettar mânâları ifade için sivri başlarını çıkarıyorlar.
İşte o Kur'ân-ı Mübîn, yirmi senede, hâcetlerin mevkîleri itibâriyle necim necim olarak, müteferrik parça parça nüzûl ettiği halde, öyle bir kemâl-i tenâsübü vardır ki, güyâ bir defada nâzil olmuş gibi bir münâsebet gösteriyor.
Hem, o Kur'ân, yirmi senede, hem muhtelif, mütebâyin esbâb-ı nüzûle göre geldiği halde, tesânüdün kemâlini öyle gösteriyor; güyâ bir sebeb-i vâhidle nüzûl etmiştir.
Hem, o Kur'ân, mütefâvit ve mükerrer suâllerin cevabı olarak geldiği halde, nihayet imtizâc ve ittihadı gösteriyor. Güyâ, bir suâl-i vâhidin cevabıdır.
Hem, Kur'ân, mütegâyir, müteaddit hâdisâtın ahkâmını beyân için geldiği halde, öyle bir kemâl-i intizamı gösteriyor ki, güyâ bir hâdise-i vâhidin beyânıdır.
Hem, Kur'ân, mütehâlif, mütenevvi' hâlette, hadsiz muhatapların fehimlerine münâsip üsluplarda, tenezzülât-ı kelâmiye ile nâzil olduğu halde; öyle bir hüsn-ü temâsül ve güzel bir selâset gösteriyor ki, güyâ hâlet birdir, bir derece-i fehimdir, su gibi akar bir selâset gösteriyor.
Hem o Kur'ân, mütebâid, müteaddit muhâtabîn esnâfına müteveccihen mütekellim olduğu halde; öyle bir suhûlet-i beyânı, bir cezâlet-i nizâmı, bir vuzuh-u ifhamı var ki, güyâ muhatabı bir sınıftır. Hattâ, herbir sınıf zanneder ki, bilasâle muhatap yalnız kendisidir.