K.L > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
KASAPLARDAN TAVUK, KOYUN, İNEK vBulletin ETİ ALABİLİR MİYİZ? Kasaplardaki tavuk eti dışında eti yenen hayvanların etlerini satın almak, besmelesiz kesilmiş olma şüphesi taşımakla beraber câizdir Bu konuda çoğunluğu Müslüman olduğuna ve şüpheli şeylerden tamamıyla kaçınmanın hayatı zorlaştıracağına itibar edilir (Kâdihân NI/415-416) Tavuk için ikinci bir şüphe, (içindeki pisliğiyle beraber kaynar suya atılmış olma şüphesi) daha vardır Bu yüzden Islâmi usullerle kestiği ve yolduğu kesîn bilinmeyenlerden tavuk almamak gerekir Ayrıca hem tavuk için hem de et için, Müslümanların şartları zorlamalarının ve Islâmî olanı satan kasap bulmaları, ya da oluşturmalarının, bilinçli Müslümanlar için şart olduğu da bilinmelidir Eğer ortada gayr-i Islâmî bir durum varsa, herkes gücü yettiği oranda sorumludur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KASETTEN KUR'AN-I KERİM DİNLEMEK Kur'an-ı Kerim dolu kasetlere abdestsiz el sürülmez deniliyor, doğru mudur? Yine vaaz da, Kur'an dan, başka Şeyler de ,dinlenilmez, çünkü onun feyzi olmaz, hiçbir yarari dokunmaz deniliyor Bu yüzden de teyp ve kasete adeta düşmanlık açılıyor, ne dersiniz?
Kur'an-ı, usul kitaplarımız şöyle tarif ederler:
"Rasûlüllah'a indirilip, mushaflarda yazılı olan ve hiç bir şüphe bulunmayâcak tarzda bize kadar tevatürle gelen kitaptır"( Molla Ciyûn, Nûru'1-envâr I/11,12) Abdestsiz dokunulamayacak olan, Kur'an'ın yazılı olduğu mushaflardır Bantlara mushaf denmeyeceğine göre -Allahu a'lem- onlara abdestsiz dokunmakta beis olmamalıdır Ancak herhalde ihtiyata uygun olan, Kur'an dolu olduğu bilinen bantları da abdestsiz tutmamaktırKur'an-ı Kerim, vaaz ya da dinlemesi haram olmayan diğer şeyleri teypten, radyodan ya da videodan dinlemenin ne mahzuru olabilir?Mahzurlu olan, Kur'an-ı münâsebetsiz yerlerde okumak, okutmak, ya da Kur'an okunurken saygısız davranmak, dinlememek, meselâ konuşup eğlenmek, gülüp lâubâlî hareketlerde bulunmaktır Kur'an teyp vBulletin âletlerden, şartlarına uygun olarak okunuyorsa, dinleme âdâbına uyularak da dinleniyorsa okunur ve dinlenir, okunmalı ve dinlenmelidir Meselâ kadın, tek başına el işini yaparken, mutfağını temizlerken, boş duran kulağı, güzel okunmuş bir Kur'an tilâvetinde olsa, ruhu sürekli Kur'ân'la haşır-neşir bulunsa dahâ iyi olmaz mı? Bize göre daha iyi olur Hattâ öyle yapmalıdır; Kur'an tilâveti ile, çok güzel konuşmalarla, hem rûhunu, hem kültür ve irfanını beslemelidir Tâ ki, ruhun gıdasi diye zehirleyici tangırtılar dinlemesinler, en büyük nimet olan zamanlarını öldürmesinler
Teyp vBulletin aletlerden dinlenen Kur'an da Kur'andır, aynı şartlarla dinlenilmesi ve secde âyeti okunursa secde yapılması gerekir Bunu sesin daglardan yankılanmasına benzetemeyiz Bu tıpkı Hz Musa (as)'ın Allah'ı (cc) vasıtasız olarak, ya da ağaç vasıtası ile dinlemesine benzer Nasıl o şekilde duydukları Allah'ın kelâmı ise, bu âletlerden dinlenen Kur'an da Allah'ın kelamıdır Çünkü Kur'an'a Allah'ın kelâmı denmesi, o lafızlarla anlatılan mananın, Allah'ın ezelî "Kelâm" sıfatına nisbet edilmesi itibari iledir Canlı bir şahıs okurken de Kur'an olan, onun çıkardığı sesler değil, onların manası ve manaların kalıbı olan nazımdır( Mustafa M Ammâra, et-Tergib Hâsiyesi)Bizce el-A'râf suresindeki bir âyet-i kerimede bu söylediklerimizi doğrular anlamdadır: "Kur'an okunduğunda onu hemen dinleyin ki, esirgenmiş olasınız" (7/204) Dikkat edilirse burada "birisi Kur'an okuduğunda" denmemiş de "okunduğunda" denmiştir ki bu, her nasıl olursa olsun okunduğunda, anlamını verirBu tür âletlerden Kur'an dinlenmeyeceğini söyleyenler, elbette dinlerken gösterilecek ciddiyetin, şahıstan dinlerken gösterilecek olan gibi olamıyacağı endişesiyle böyle söylüyorlar Bu endişe bütün bütün yersiz değildir Ama Kur'an okunurken saygının okuyana değil, Allah'a olması gerektiğini bilenler, âletten dinlerken de saygılı olurlar
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAŞLARI ALDIRMA: Peygamberimiz (sas) kaşını incelttiren kadına ve bu işi yapana da lânet etmiştir (Örnek olarak bk Buhârî, teFsir sûre 59/4; Müslim, libas 120) Fakat bazı Islâm âlimleri kadının yüzünde anormal olarak (çeşitli hormon bozukluklarından ötürü) biten kılları kadın koparabilir Çünkü bu fıtratı değiştirmek değil, çeşitli hastalıklardan ötürü bozulan kadınlık fıtratını düzeltmek anlamını taşır Kadın böylece kocasını süslenme arzusunu da karşılamış olur Ibn Âbidîn, bu maksatla yapılırsa müstehaptır der Ayaklardaki, anormal kılları yolmak için de aynı şey söylenir(Ibn Âbidin VI/373) Fakat Imam Taberi yüz kıllarını yolmanın da, yasaklanan ve lânet edilen kaş yolma çeşidine girdiğini söylemiştir (bk Nevevi, Serhu Müslim XIV/354; Ibn Hacer, Fethu'l-BârîX/378) Ama doğru olan önceki görüştür
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KATL KEFFÂRETİ

İslâm'da keffâret, bazı günahlara karşı konan ve ibadetlerle yerine getirilen bir ceza türüdür Keffâret dört çeşittir: Hatalı öldürme, zıhâr, ramazan orucunu kasten bozma ve yemin keffâreti Zıhâr ve oruç bozmanın keffâreti köle azadı, buna gücü yetmezse iki ay arka arkaya oruç tutmak, buna da güç yetmezse altmış yoksulu doyurmaktır Yemin keffâreti ise, on yoksulu doyurmak veya giydirmek yahut mü'min bir köle azat etmek Bunlara güç yetmezse ara vermeden üç gün oruç tutmaktır
Hatalı öldürmede kısas gerekmediği konusunda, İslâm hukukçularının görüş birliği vardır Bunun cezası; âkile üzerine diyet, keffâret ve hatalı öldürdüğü miras bırakandan miras ve vasiyet edileni alamamadır Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Hata dışında bir mü'min diğer mü'mini öldürmez Kim bir mü'mini hata ile öldürürse, bir mü'min köle azat etmesi, bir de ölünün ailesine diyet teslim etmesi gerekir Ancak, ölünün aileşinin bağışlaması müstesnadır Bunu bulamayan kimsenin arka arkaya iki ay oruç tutması gerekir" (en-Nisâ, 4/92)
Bu uygulamada toplum yararı ve nefis terbiyesi vardır Kur'ân, diyetle; ölenin aileşinin bir köle azadı ile de toplumun yararını gözetmiştir Çünkü bir insanı öldürmek toplumun bir ferdini eksiltmektir Bu eksiklik köle azadı ile giderilmiş olur, Çünkü köle, bir bakıma ölü mesabesinde olup hürriyete kavuşunca sanki dirilmektedir Bu duruma göre esirlik ve kölelik sanki bir ölüm, hürriyet ise hayattır Günümüzde köle statüsü kalmadığı için keffâret, sadece iki ay aralıksız oruçla yerine getirilebilir Bu da kişinin mânevi eğitim ve terbiyesinde etkili olan bir ibadettir
İslâm hukukçularının çoğunluğuna göre zimmî'nin hatalı öldürülmesinde de keffâret gerekir İmam Mâlik aksi görüştedir Hanefîler kasta benzer öldürmede keffâreti gerekli görürken, Şafiîler bu hükmü kıyas yoluyla kasten adam öldüreni de bu kapsam da kabul ederler (es-Serahsî, el Mebsût, VIII, 147 vd; el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', V, 97, VII, 252; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV, 18, 20 vd; İbn Kudâme, el-Muğnî, VII, 771, VIII, 92; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, III, 488, VI, 328, 330; İbn Âbidîn, Reddü'lMuhtâr, V, 277; Ebû Zehrâ, Usûlü'l-Fıkh, Trc Abdülkâdir Şener, Ankara 1973, s 102, 144; Süleyman Akdemir, Ceza Hukukunda Mağdurun Korunması, İzmir 1988, s 63, 64)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAVLÎ SÜNNET

Peygamber (sas)'in sözlü sünneti Peygamber (sas)'in günlük yaşayışı sünnetin tümünü kapsamaktadır Zira sünnet kelimesi "övülmüş veya kınanmış yol" anlamındadır Nitekim Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulmuştur: "Kendilerine hidayet geldiğinde insanları inanmaktan ve Rablerinden mağfiret dilemekten alıkoyan, sadece öncekilerin sünnetinin (gidişatının) kendilerine gelmesini beklemelidir" (el-Kehf, 18/55) Hz Peygamber sünnet kelimesini lugat anlamı olan, yol manasında kullanmıştır: "Kim iyi bir sünnet (yon edinirse, onun ve onunla amel edeceklerin sevabı o kimseye aittir"(Müslim, İlim, 15; Zekât, 69)
Hadisçiler sünneti; Hz Peygamber'in söz, fiil ve takrirleri şeklinde tarif etmişlerdir Keza onun ahlâk sıfatları, sîreti ve yaşayışı sünnettir Rasûlüllah'ın yaşayışı, fiilî sünnet olarak müteala edilirse, sünneti üç kısıma ayırmak mümkün olur
Birinci kısım; Kavlî sünnet yani Hz Peygamber'in sözleri İkinci kısım: Fiilî sünnet; Hz Peygamber'in davranışları ve tavırları Üçüncü kısım: Takrirî sünnet; Hz Peygamber'in haberdar olduğu söz ve hadiseler karşısında susması veya ikrarı Buna göre kavlî sünnet Hz Peygamber'in çeşitli vesilelerle söylemiş olduğu mübarek sözlerdir Bu anlamıyla hadis ve sünnet eşanlamlıdır Fıkıh usûlü âlimlerinin ıstılahında kavlî sünnet; Hz Peygamber'in sadece hüküm bildiren sözleridir Şer'î bir hüküm kaynağı olmayan ve muhtelif konularda malumat veren diğer sözleri ise yalnızca hadis olarak mütalaa edilmektedir (bk Muhammed Accâc el-Hatib, es-Sünne, Kahire 1383, s 16)
Hadislerin bütünü içerisinde büyük bir yekûn tutan kavlî sünnet, özel çalışmalara da konu olmuştur Celâleddin es-Suyûtî (ö 911/1505), el-Câmiu's-Sağû min Ehadisi'l-Beşîr Ve'n-Nezû isimli eserinde kavlî sünnetleri toplamıştır Fiilî sünnetleri eserin son kısmında "kâne" ile almıştır Bunlar Hz Peygamber'in şemâiline, sîretine ve ahlâkına dair olan hadislerdir
Hukukî açıdan da kavlî sünnetin önemi büyüktür Çünkü fiilî sünnetin Hz Peygamber'e ait özel bir hal olma ihtimali vardır Takriri sünnette de bir şahsa ve olaya ait özel bir hüküm veya izin olma ihtimali mevcuttur Halbuki kavlî sünnetin delâleti lafziyesi daha net daha belirgindir Bu açıdan şer'î hükümlerin istinbatında kavlî sünnet, daha kuvvetlidir (bk Tehânevî, Keşşâf, I, 706)
Hz Peygamber (sas)'in kavlî sünnetlerine bir örnek: Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Köleleriniz ve hizmetçileriniz sizin kardeşlerinizdir Allah Teâlâ onları sizin idarenize ve emrinize vermiştir Kimin idaresi altında kardeşi olursa ona yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin" (Buhârî, İmân, 22; Edeb, 44; Müslim, İmân, 38, 40)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAYIN PEDERE HİTAP TARZI Kişinin kayınpederine "baba"; kayınvalidisine "anne" demesinin mahzuru var mıdır?
Bu durum ya çok önemli olmadığı ya da Türklerin örfüne has bir keyfiyet olduğu için fıkıh kitaplarımızda yer almaz Biz bu konudaki Islâmî edebi, bilinenlerden hareketle öğrenebiliriz Önce Kur'ân-ı Kerim'de kişinin kayınpederine "baba", kayınvalidesine "anne" demesini isteyen bir âyet-i kerime yoktur Hadislerde de böyle bir şey bilmiyoruz Rasûlüllah Efendimizin (sav) kendisinin Ebûbekir ve Ömer Efendilerimize (ki, onun kâyinpederi idiler) "baba" diye hitap ettiği vaki olmadığı gibi, kendi damadı olan Osman ve Ali Efendilerimizin de ona "baba" dedikleri bilinmemektedir Onlarla alâkalı Hadislerde hep "Ey Allah'ın Rasûlü" dediklerine şahit oluyoruz Rasûlullah'ın hanımları, "mü'minlerin anneleri" (Ahzâb (33) 6) olduğu gibi, kendisi de mü'minlerin manen Babası olduğundan onun, kendi eşlerinin babalarına "baba" demesi uygun olmazdı, diye düşünülebilir ama, kendi damatlarının ona "baba" demelerinin bir değil iki sebebi bulunmâsına rağmen, dememiş olmaları bize, kayınpedere "baba" denmeyeceğine dair ışık tutar Ayrıca Ahzâb sûresindeki iki âyet-i kerime ile Müslim'deki iki hadîs-i şerif de ibareleriyle olmasa dahi işaretleriyle bize bunu anlatırlar
"Allah evlâtlıklarınızı sizin çocuğunuz yapmamıştır","Onları kendi babalarına nispet ederek çağırın Bu, Allah katında daha âdildir" (Ahzâb 33/4,5) "Kim Müslümanken Babası olmadığını bildiği halde birisini baba iddia ederse, Cennet ona haramdır," "Babalarınızdan vâzgeçmeyin, kim Babasından vazgeçerse (onu kabullenmezse) bu küfürdür" (Müslim, îmam 113,114,115; Ayrıca bk Cessâs, Ahkâm V/222; Ibn Kesîr VI/377, 78) Işte bu naslar bize işaretleriyle kişinin, kendi ana Babasından başkasına ana baba demesinin uygun olmayacağını da anlatıyor olmalıdır Ancak karı-kocanın birbirlerine karşı yumuşak ve nezaketli olmalarının ve birbiri yakınlarına, diğerinin hoşlanacağı ünvanlarla ve saygıyla davranmalarının birbiri üzerindeki haklarından olduğu da edep kitaplarımızda mevcuttur Öyleyse herkesin, muhatabının statüsüne uygun bir hitapla ona hitap etmesi, en uygun olanıdır Evlenen çocuklarının başkası tarafından ellerinden alındığı duygusunu yaşayan anne-babayı; çocuklarının başkalarına anne, baba diye hitap etmesi, ayrıca rencide edecektir Kayınpeder ve kayınvalidenin kendilerine "anne" ve "baba" denmediğinden ötürü rencide olabilecekleri de düşünülebilir Ama bu, örften ve günümüzde öyle alışıldığından dolayıdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAYIP MAL

Sahibi tarafından yitirilip kaybedilmiş olan canlı veya cansız mala İslâm Hukukunda "lukata" (kayıp mal) adı verilir Başka bir deyişle "bulunan ve sahibi belli olmayan mal" demektir Ebeveyni belirsiz bulunan çocuğa ise "lakît" denir
Kayıp malların ne gibi bir muameleye tabi tutulacağı hususu hadîslere dayanılarak bir takım esaslara bağlanmıştır Ubeyy b Ka'b (ra)'dan şöyle dediği rivâyet edilmiştir:
"(Bir kere) ben bir kese buldum; içinde yüz dinar vardı (Onu) Hz Peygamber'e (sas) arzettim
Rasûlüllah; "bunu bir yıl (insanların toplu bulunduğu yerlerde) bildir, ilân et" buyurdu Ben de bir yıl süreyle onu ilan ettim Fakat sahibi çıkmadı Sonra Rasûlüllah'a geldim Rasûlüllah "bu yıl (daha) bildir", buyurdu Onu bir yıl daha ilân ettim Fakat yine sahibi çıkmadı Sonra üçüncü defa Hz Peygamber'e durumu arzettim
Bu defa Rasûlüllah; "bu paranın, sayısını, ağız bağını muhafaza et Sahibi gelir (de paranın sayısını, çıkını, ağız bağını haber verir)se keseyi ona ver, gelmezse onu harcayabilirsin" buyurdu" (Buhârî, Lukata, 1)
Kayıp mallar, tavuk, kuş, keçi, koyun, sığır ve deve gibi canlı mallar olabileceği gibi, para, altın, gümüş, ev eşyası, el aletleri, giyim eşyası veya gıda maddeleri gibi cansız şeyler de olabilir Kayıp malları başka bir yönden, önemli ve önemsiz diye ikiye ayırmakta mümkündür
Sahipleri tarafından aranılması adet olmayan tarlada kalan başaklar, meyveler, kabuklar ve çekirdekler gibi şeyler önemsiz olan kayıp mallardır
Çalındığı zaman hırsızlık cezasını gerektiren miktar kadar ve ondan daha kıymetli olan mallar da kayıp mallardır (Ömer Nasuhi Bilmen, Hukuk-ı İslâmiyye Kamusu, VII, 242)
Kayıp malları görüldüğü yerde alıp saklamak, bazen meşru, bazen de gayri meşru kabul edilmiştir
Bu yüzden kayıp malları almak, mübah, mendûb, vacip ve haram gibi hükümlere tabi tutulmuştur
Eğer rastlanılan mal, alınmadığı takdirde zayi olmasından endişe edilmiyor ve daha güvenilir kimseler tarafından alınıp korunacağı biliniyorsa, onu alıp korumak mübahtır Terkinde günah yoktur Eğer zayi olmasından endişe edilirse, malı alıp sahibi için korumak mendubtur Böylece bu kayıp malın, haram-helâl bilmez birinin eline geçmesi önlenmiş olur Alınmadığı takdirde zayi olacağında kesinlik olan kayıp malı, sahibini buluncaya kadar saklamak vacibtir Kıymetli bir malı bulunduğu zaman onu sahibine vermek niyeti ile değil de sahiplenmek ve ondan faydalanmak gayesi ile alırsa bu da haramdır Çünkü bu kayıp malı bulmaktan öte gasba dönüşmüş bir durum arzeder (el-Kasam, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1982, VI, 200, Ayrıca bk "lukata" maddesi)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAZÂ

Emir, hüküm, ilan, yaratma, yerine getirme, tamamlama Dil bilginlerine göre biri ilahi, diğeri beşeri olmak üzere iki tür kullanımı vardır Kelime Allah için kullanıldığında, "Rabbin ancak kendisine ibadet etmenize hükmetti (kaza)" (el-İsra, 17/23), "Allah hakla hükmeder (kaza), Ondan başka çağırdıkları ise hiçbir şeyle hükmedemezler" (Mü'min, 40/20), âyetlerinde olduğu gibi emiri ve hüküm anlamlarını; "Onları iki günde yedi gök yaptı (kazahünne)"(Fussilet, 41/2) gibi âyetlerde de Allah'ın fiilini ve yaratmasını ifade eder İnsan için kullanıldığında da "Musa süreyi doldurduğu (kaza ecelen) zaman" (el-Kasas, 28/29), "Onlardan kimi adağını yerine getirdi (kaza nahbehu)" (el-Ahzab, 33/23) ve "Senin verdiğin hüküm hakkında (mimma kazayte) içlerinde bir sıkıntı duymadan ve tam olarak teslimiyet göstermeden iman etmiş olmazlar" (en-Nisa, 4/65) gibi âyetlerde olduğu gibi yerine getirme, ikmal etme, hüküm verme, davayı karara bağlama gibi anlamları verir
Kelâm ilminde kaza, kader konusuyla birlikte ele alınır Kelamcılara göre kaza ve kader aynı olayın başlangıç ve sonunu belirtir Bu konuda sözbirliği içinde bulunmakla birlikte hangisinin başlangıç, hangisinin sonuç olduğu konusunda farklı görüşler öne sürmüşlerdir
Maturidi kelamcılara göre kaza, Allah'ın ezelde takdir ve irade ettiği (kader) olayın ortaya çıkması, yine Allah tarafından yaratılmasıdır Bu nedenle takdirden, eş deyişle kaderden sonra gelir ve Allah'ın Tekvin (yaratma) sıfatıyla ilgilidir Eş'ari kelâmcılar ise bunun tersini düşünürler Bunlara göre kaza, Allah'ın eşyayı ezelde nasıl olacaksa öylece irade etmesidir ve irade sıfatıyla ilgilidir Ezelde irade edilen (kaza) şeyin yaratılması ise kaderi oluşturur Tanımlarına uygun olarak Maturidiler "kader ve kaza" derken Eş'ariler "kaza ve kader" demeyi tercih ederler
Bağımsız bazı kelâmcılar kaza konusuna kelimenin ihtiva ettiği hüküm anlamı açısından yaklaşırlar Bunlara göre kader ve kaza ilahi hükmün iki yönünü temsil eder Kader, hükmün toplu biçimini, kaza ise ayrıntılı biçimini belirtir Kader, olayları hükmüne uygun olarak takdir etmek, ölçü ve sınırlarını belirlemektir Kaza ise olayı hükme uygun biçimde yaratılmasıdır İslâm filozofları ile mutasavvıflar da kaza konusunda görüş belirtmişler, kazayı kendilerine özgü terimlerle tanımlamışlardır Ne var ki terim farklarına karşın hem filozoflar, hem de mutasavvıflar kaza konusunda Eş'arilerle aynı görüşü paylaşırlar Filozoflara göre kaza ezeli inayetle aynı anlama gelir, Allah'ın ilim sıfatıyla ilgilidir Kader ise tüm varlıkların dış dünyada ortaya çıkışı demektir Mutasavvıflara göre kaza, Feyz-i Akdes; kader Feyz-i Mukaddes'tir Varlıkların gerçeklikleri ezelde Feyz-i Akdesle sabit hakikatler (ayan-ı sabitler) olarak ortaya çıkar; bu sabit hakikatler Feyz-i Mukades ile dış dünyada varlık kazanırlar
Kur'ân'da belirtilen iman esasları arasında geçmese de kazaya iman Maturidi ve Eş'arî kelamcılarca, kaderle birlikte iman esaslarının altıncısı olarak kabul edilmiştir Allah'ın ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına inanmanın bir gereği sayılan kaza ve kader inancı konusunda temel dayanaklar hadiste bulunmaktadır (Bu konudaki ayrıntılar için irade, irade-i cüz'iye, kader ve kesb maddelerine bakınız)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAZA NAMAZI

Vaktinin dışında kılınan namaz
Kaza; hüküm ve karar verme, yerine getirme demektir Bir görevin vakti geçtikten sonra yapılması, Cenab-ı Hakk'ın ezelî ilminde belirlenmiş bulunan kader yazısının, uygulama zamanı geldikçe gerçekleşmesi Bu sonuncu anlamda "kaza" bir kelâm terimidir Namazın şer'an belirlenen vakti dışında kılınması anlamındaki 'kaza" ise bir fıkıh terimidir Namazın vakti içinde kılınmasına "edâ" bir eksiklik yüzünden yeniden kılınmasına "iâde" denir
İslâm'da namaz, oruç ve hac gibi ibadetler için belirli ifa vakitleri konulmuştur Bu vakitlerin kaçırılması hâlinde artık edâ değil, kaza söz konusu olur Farz namazların kendi vakitleri içinde kılınması farzdır Özürsüz olarak bir namazın vaktini geçirmek büyük günahlardan sayılmıştır Mücerred olarak namazın kazası ile, bu kimsenin üzerinden namaz borcu düşerse de, geciktirmekten dolay meydana gelen günah devam eder Bunun için, namazı kaza eden kimsenin, ayrıca Allâh'a tevbe etmesi gerekir Bir de mebrûr hac büyük günahlara keffâret olduğu için hac yapanların, daha önce namazı özürsüz olarak vaktinde kılamamaktan doğan günahlarının da affedileceği umulur Düşman korkusu ve hamile kadının çocuğunun ölümünden korkması gibi ciddi özürlerle farz namaz kazaya bırakılabilir Yolcunun, hırsız ve yol kesicilerden korkması da düşman korkusu kapsamına girer (İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Mısır 1389/1970, I, 485 vd; el-Fetâvâ'l Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 121 vd; İbn Âbidin Reddu'l-Muhtâr ale'd-Dürri'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 62)
Günlük işler, sanat ve meslekler, aile fertlerinin geçimini sağlamak için yapılan çalışma ve yolculuklar namazın geriye bırakılması için özür sayılmaz Kur'ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Öyle erkekler vardır ki, onları ne bir ticaret, ne bir alış-veriş, Allah'ı anmaktan, namazı dosdoğru kılmaktan ve zekât vermekten alıkoyamaz Onlar, dehşetinden kalblerin ve gözlerin ters döneceği günden korkarlar" (en-Nûr, 24/37)
Hz Peygamber'e hangi amelin daha faziletli olduğu sorulunca; "ilk vaktinde kılınan namazdır" cevabını vermiştir (bk Ebû Dâvud, Salât, 9; Tirmizi, Mevârit, 13; Ahmed b Hanbel, Müsned, VI, 374, 375, 440)
Hendek Savaşı'nda Rasûlüllah (sas)'i, müşrikler dört vakit namazdan alıkoymuşlar, hatta gecenin de bir bölümü geçmişti Sonunda Allah elçisi, Bilâl-i Habeşi'ye ezan okumasını emir buyurdu Bilâl ezan okudu, sonra kâmet getirdi ve öğleyi kıldılar Sonra kâmet getirerek ikindiyi, sonra yine kâmet getirerek akşam namazını, sonra tekrar kâmet getirerek yatsıyı kıldılar Ebû Saîd el-Hudrî (ra) bu sırada Su âyetin indiğini nakleder: "Allah kâfirleri öfkeleriyle geri çevirdi Hiç bir şey elde edemediler İman edenlere savaşta Allah'ın yardımı yetti Allah mutlak kudret sahihidir her şeye galiptir" (el-Ahzab, 33/25) Ancak Hendek Savaşı sırasında, henüz korku namazı ile ilgili âyet inmemişti Yüce Allah bu âyette şöyle buyurur: "Eğer korku içinde bulunursanız, yaya olarak veya binekli iken namazını kılın Güven içinde bulunduğunuzda da bilmediğiniz şeyleri size öğrettiği şekilde Allah'ı zikredin" (el-Bakara, 2/239; bk en-Nisâ 4/101-103)
Hz Peygamber bazı gazvelerinde, daha sonra ashab-ı kiram mecusîlerle yaptıkları savaşlarda "korku namazı" kılmışlar Düşman korkusu yüzünden namazı kazaya bırakma yolunu tercih etmemişlerdir Bunun kılınış biçimi ile ilgili olarak (bk Korku Namazı)
Korku namazı Ebû Hanîfe ve imam Muhammed'e göre, düşman, sel baskını, yangın vBulletin korkulu zamanlarda başvurulacak olan ve kıyamete kadar yürürlükte bulunan bir namazdır Bu durum İslâm'ın namaza ve onun cemaatle kılınışına verdiği önemi göstermektedir Ölüm tehlikesi gibi ağır şartlar oluşmadıkça, güç yettiği ölçü ve şekilde, ayakta, oturarak, yatarak, gerektiğinde yalnız, başın iması ile namazın kılınmasının istenmesi, namazın belirlenmiş olan vakti içinde kılınmasını sağlamak amacına yöneliktir
Rasûlüllah (sas), namazın ancak iki durumda kazaya kalması halinde mü'minin özürlü sayılacağını ifade etmek üzere şöyle buyurmuştur: "Kim uyur kalır veya unutarak namazı vaktinde kılmamış bulunursa, onu hatırlayınca kılsın" (Tirmizî, Salât, 16, Mevâkit, 53; İbn Mâce, Salât, 10) Burada yalnız uyku ve unutma halinde vaktinde kılınamayan namazın kalasından söz edildiği için ibn Hazm gibi bazı bilginler bir mazeret olmaksızın namazını kasten kılmayanların, daha sonra bunu kaza edemeyeceklerini fakat bunun yerine Allah'a tevbe ve istiğfar etmenin daha uygun olacağını söylemişledir (İbn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Terc Ahmed Meylânî, İstanbul 1973, I, 268)
Ancak İslâm fakihlerinin büyük çoğunluğuna göre zamanında kılınamayan farz namazların kazası da farzdır Çünkü uyku veya unutma gibi bir özür hâlinde bile kaza gerekince, bir özrü olmaksızın namazını vaktinde kılmayanlara da kaza etmeleri öncelikle gerekir Ayrıca, namazı geciktirmekten dolayı Allah'a tevbe ve istiğfar edilir Namazı kaza etmeden yapılacak tevbe geçerli olmaz Çünkü tevbenin ön şartlarından birisi, önce ma'siyetten vazgeçmektir (İbnü'l-Hümâm, age, I, 485 vd; İbn Âbidin, age, II, 62-67)
Ebû Bekir ibnü'l-Arabi'ye göre Rasûlüllah (sas) yolculuklarında, üç defa uyuyarak, sabah namazım ashab-ı kiramla kaza etmiştir Bunlardan birisi Hayber Gazası dönüşüdür Ebû Hüreyre'den nakledildiğine göre, Allah'ın Rasûlü konaklama yerinde, uyku basınca istirahate çekilmiş ve Bilâl (ra)'e kendilerini sabah namaz için uyandırmasını bildirmiştir Bilâl, nâfile namaz kılmış, sabah yaklaşınca da, hayvanına dayalı olarak uyuya kalmış Güneş yüzlerine vuruncaya kadar aşırı yorgunluktan ne Rasûlüllah (sas) ve ne de sahabeden hiçbiri uyanmamışlardı İlk uyanan Rasûlüllah olmuş ve Bilâl'ı uyarmıştır Kafilenin ilerlemesinden bir müddet sonra Ashab'a abdest almaları emredilmiş, Hz Peygamber iki rek'at namaz kılmış, sonra Bilâl kamet getirmiş ve sabah namazı cemaatle kaza edilmiştir Sonra Allah elçisi şöyle buyurmuştur: "Her kim namazını unutursa, onu hatırladığı zaman hemen kılsın Çünkü, Allah: "Beni anman için namaz kıl" (Tâhâ, 20/ 14) buyurdu" (Müslim, Mesâcid, 309; Ebu Dâvud, Salât, 11; Tirmizi, Tefsîru Sûre, 20; İbn Mâce, Salât, 10; Ahmed b Hanbel, Müsned, IV, 47)
Ebu Katâde ve İmran b Hüsayn'ın ayrı ayrı naklettiği başka bir yolculukta da uyku sebebiyle sabah namazı Rasûlüllah (sas) tarafından güneş doğup beyazlaştıktan sonra kaza olarak kılınmıştır Burada, olayı rivâyet edenler hangi yolculuk olduğunu belirtmedikleri için, hadisçiler, bunun Hayber, Tebük, Hudeybiye veya Ceyşü'l-Umerâ gazâsına ait olabileceğini ifade etmişlerdir (bk Buhârî, Teyemmüm, 6; Menâkıb, 25; Müslim, Mesâcid, 311, 312; Sahîh-i Müslim Terceme ve Şerhi, IV, 1955-1963)
Kaza namazlarının kılınışıyla ilgili fıkhi hükümleri şöylece özetlemek mümkündür:
Vaktinde kılınmamış olan beş vakit farz namazların, kazası farz Vitir namazı gibi vacip kazası da vaciptir Namazların sünnetlerinin durumu ise şöyledir: Sabah namazının farzıyla birlikte sünneti vaktinde kılmamışsa, güneşin doğuşundan sonra istivâ (gündüzün ortası) vaktine kadar bu sünnet farzı ile birlikte kaza edilir Güneşin doğuşundan önce veya istivadan sonra kaza edilmez Öğle namazının ilk sünneti cemaatle farza yetişmek için terkedilirse farzdan sonra ve son iki rekat sünnetten önce kaza edilir Son iki rekattan sonra da kaza edilebilir Burada sünnet için kaza teriminin kullanılması mecaz yoluyladır (bk İbn Abidin, age, II, 65) Terk edilen sünnetlerin kazası gerekmez Ancak başlanıldıktan sonra herhangi bir sebeple terk edilen sünnet veya nafile namazın kazası vacip olur Kadınlar özel hallerinde kılamadıkları farz namazlarını kaza etmezler Fakat tutamadıkları oruçları kaza ederler
Üzerinde kazaya kalmış namaz borcu bulunmayan veya kazaya kalmış namazlarının toplamı altı vakti geçmemiş bulunan kimseye "tertib sahibi" denir Altı vakit namazı kazaya kaldığı takdirde tertip sahibi olmaktan çıkar, kaza namazları arasında veya kaza namazlârıyla vakit namazları arasında sıra gözetilmesi gerekmez Tertip sahibinin kaza namazı ile vakit namazları arasında sırayı gözetmesi gerekir Tertip sahibi olmayan kimse kazaya kalan namazını kılmadan diğer namazlarım kılabilir
Tertip sahibi olan bir kişi bir tarz namazını veya Ebu Hanîfe'ye göre vacip olan vitir namazını özürsüz olarak veya hayız ve nifas dışında bir özürle vaktinde kılmamış olsa bu namazı ilk vakit namazından önce kaza etmesi gerekir Çünkü gerek kaza namazları arasında ve gerek bunlarla vakit namazları arasında sırayı gözetmek şarttır
Kazaya kalmış namazlar birden fazla olupta vakit bunlardan yalnız bir kısmı ile vakit namazları kılmaya elverişli olursa sıraya uymak gerekmez
Bir kimsenin vitir namazından başka altı vakitten fazla veya altı vakit namazı kazaya kalmış olsa bunları kaza etmeden vakit namazlarını kılabilir, çünkü kaza namazları vitirden başka altı vakit olunca çok, altı vakitten noksan olunca az sayılır
Kazaya kalan namazlarda niyet, aakit namazlarda olduğu gibi şarttır Ancak kazaya kalan namazlar çok olursa ve tayini mümkün olmazsa niyetleri "kazaya kalmış ilk" veya "kazaya kalmış son" namaz olarak yapılır
Kazaya kalmış namazların vakitleri ve sayıları belli ise ona yöre niyet edilir
Dâru'l-harb'de müslüman olup da bilgisizliği yüzünden namazlarını kılmamış olan kimse, daha sonra dini görevlerini öğrense bu namazları kaza etmesi gerekmez Yükümlü olabilmek için bilgi şarttır Dâru'l-İslâm'da hidayete eren kimse bu konuda özürlü sayılmaz İhtida etmeden önceki namazlarını kaza etmez, bunlar Allahu Teâla tarafından affedilmiştir, ancak ihtida ettikten sonra namazlarının kılmakla ve bilgisizliği veya ihmali yüzünden kılmadığı namazlarını da kaza etmekle yükümlüdür
Kaza namazları imam ve cemaatin aynı namazı kılmaları şartıyla cemaatle de kılınabilir Kaza edilen namaz sabah, akşam ve yatsı namazı gibi sesli okunan namazlardan ise, imam sesli okur, değilse içinden okur
Kaza namazlarının evde kılınması daha iyidir Çünkü kazaya namaz bırakmakla büyük bir günah işlenmiştir, bunun teşhir edilmemesi gerekir
Kaza namazlarının belirli vakitleri yoktur Üç kerahet vakti dışında her vakitte kaza namazı kılınabilir
Kaza namazı kılmak nafile namaz kılmaktan daha iyidir Fakat kaza namazı kılmak maksadıyla farz namazların müekked ve gayr-i müekked sünnetlerini terketmek doğru değildir
Mukim iken kazaya bırakılmış olan bir namaz yolculuk sırasında kılınmak istenirse kısaltılmadan kılınır Yolculuk sırasında kazaya bırakılan bir namaz da beldesine döndükten sonra kaza edilmek istenirse kısaltılarak kılınır
Aşağıdaki üç vakitte ne kazaya kalmış farz namazlar, ne vitir gibi vacip namaz ve ne hazırlanmış durumdaki cenaze namazı kılınamaz Daha önce okunmuş olan secde âyetinden dolayı "tilâvet secdesi" de yapılamaz
1 Güneşin doğmasından, kırk-elli dakika geçip, yükselmesine kadar
2 Güneşin tam başımızın üzerinde bulunduğu vakit Buna zeval ânı denir
3 Güneşin sararmasından, yani gözleri kamaştırmaz bir hale geldiğinden itibaren, batıncaya kadar olan vakit
Bu üç vakitte kılınacak kaza namazının iadesi gerekir Bunun dışındaki vakitlerde kaza namazı kılmak mümkün ve caizdir İmam Şafii'ye göre ise kaza namazı her zaman kılınabilir Söz konusu kerahet vakitlerinde de kaza namazı kılmak caizdir
Namazlarını özürsüz olarak kasten terkeden ve bunları kaza edemeden vefat eden kimse, büyük günah yükü ile âhirete geçmiş olur Onun işi yüce Allah'la kendisi arasındadır Bu namazların, tevbe, istiğfar veya keffâret yoluyla telâfi edileceğine dair açık bir âyet, hadis veya icmâ yoktur Ancak yaşlılık veya sürekli hastalık nedeniyle orucunu tutamayanların, kaza edemeden ölümleri hâlinde, bunun "fidye" ile telâfisi hükmüne (bk el-Bakara, 2/184) kıyas yapılarak veya "ihtiyat" prensibine dayanılarak, hanefilerde "namaz fidyesi" de müstahsen görülmüştür (bk "İskat ve Devir" maddesi) Allah'la şehidler arasındaki hakların affedileceği nass'la (bk el-Bakara, 2/154; Âlu İmrân, 3/169; en-Nisâ, 4/69; Müslim, İmâre, 152; Nesâî, Cihâd, 22; Ahmed b Hanbel, II, 322, III, 251, 289) belirtilmiştir
Şehidler, daha önce kılamadıkları namazların affı konusunda istisnâ olabilirler (Kaza namazı için bk İbnü'l-Hümâm, age, I, 458 vd; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 121 vd; İbn Âbidîn, age, II, 62 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
AŞAĞIDAKİ ÜÇ VAKİTTE NE KAZAYA KALMIŞ FARZ NAMAZLAR, NE VİTİR GİBİ VACİP NAMAZLAR KILINABİLİR

1 Güneşin doğmasından, kırk-elli dakika geçip, yükselmesine kadar
2 Güneşin tam başımızın üzerinde bulunduğu vakit Buna zeval ânı denir
3 Güneşin sararmasından, yani gözleri kamaştırmaz bir hale geldiğinden itibaren, batıncaya kadar olan vakit

Bu üç vakitte kılınacak kaza namazının iadesi gerekir Bunun dışındaki vakitlerde kaza namazı kılmak mümkün ve caizdir Imam Şafii'ye göre ise kaza namazı her zaman kılınabilir Söz konusu kerahet vakitlerinde de kaza namazı kılmak caizdir
Namazlarını özürsüz olarak kasten terkeden ve bunları kaza edemeden vefat eden kimse, büyük günah yükü ile âhirete geçmiş olur Onun işi yüce Allah'la kendisi arasındadır Bu namazların, tevbe, istiğfar veya keffâret yoluyla telâfi edileceğine dair açık bir âyet, hadis veya icmâ yoktur Ancak yaşlılık veya sürekli hastalık nedeniyle orucunu tutamayanların, kaza edemeden ölümleri hâlinde, bunun "fidye" ile telâfisi hükmüne (bk el-Bakara, 2/184) kıyas yapılarak veya "ihtiyat" prensibine dayanılarak, hanefilerde "namaz fidyesi" de müstahsen görülmüştür (bk "Iskat ve Devir" maddesi) Allah'la şehidler arasındaki hakların affedileceği nass'la (bk el-Bakara, 2/154; Âlu Imrân, 3/169; en-Nisâ, 4/69; Müslim, Imâre, 152; Nesâî, Cihâd, 22; Ahmed b Hanbel, II, 322, III, 251, 289) belirtilmiştir
Şehidler, daha önce kılamadıkları namazların affı konusunda istisnâ olabilirler (Kaza namazı için bk Ibnü'l-Hümâm, age, I, 458 vd; el-Fetâvâ'l-Hindiyye, I, 121 vd; Ibn Âbidîn, age, II, 62 vd)
 
Üst Alt