K.L > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
KEFFÂRET

Yanlışlıkla veya mecburiyet sonucu işlenen günahın bağışlatılması için şer'i olarak verilen sadaka veya tutulan oruç
Bazı fiilleri işleyen mükelleflerin; günahlarının örtülmesi için İslam'ın koyduğu bazı yükümlülükler Kâfirler işledikleri günahlardan dolayı keffaret vermezler "-Zira keffâret bir ibadettir" (Merginâni, Hidâye, II, 75) Aynı zamanda bunun; bazı fiilleri irtikap eden mü'minler için bir ceza olduğu bilinmektedir Molla Hüsrev: "Keffâret; ukûbat (ceza) ile ibadet arasında cereyan eder" diyerek, her iki unsurun bir arada olduğuna işaret etmiştir İslâm fıkhında; 1) Orucu kasden ve taammüden bozmanın keffâreti 2) Hataen bir mü'mini öldürmenin kefâreti 3) Zıhâr keffâreti 4) Hacc ibadeti esnasında, ihramlı iken tıraş olmanın keffâreti 5) Yemini bozmanın keffâreti diye beş çeşit keffaret vardır
Ramazan orucunu kasden bozmanın keffareti: Kur'ân-ı Kerim'de "Amellerinizi iptal etmeyiniz" (Muhammed, 47/33) emri verilmiştir Kesin bir farz olan orucu; meşru bir sebep yokken (kasden) bozmak bir suçtur Hz Peygamber (sas) şöyle buyurmuştur: "Kim Ramazan ayında orucunu bozarsa, onun üzerine zıhar yapan kimsenin üzerine lâzım gelen şey (keffâret) gerekir" (İbnu'l Humâm, Fethu'l-Kadir, II, 70) Dolayısıyle kasden orucunu bozan kimse arka arkaya altmış gün oruç tutmak zorunda kalır Bu onun üzerine farzdır Ayrıca bozduğu orucu kaza etmek durumundadır el-Merginani: "Farz oruçların dışındakilerde (Nafile oruçlarda) keffaret yoktur Çünkü Ramazan ayında tutulan farz orucu bozmak bir suç teşkil eder ve nafile oruçlarla aynı şekilde mütâlâa edilemez" (Merginâni, age, I, 125)
2) Hata ile bir mü'mini öldürmenin keffâreti: Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Bir mü'minin diğer bir mü'mini, yanlışlık eseri olmayarak (kasden) öldürmesi yakışmaz Kim bir mü'mini yanlışlıkla öldürürse; mü'min bir köle azad etmesi ve (ölenin ailesine teslim edilecek bir diyet vermesi gerekir Meğer ki onlar (ölenin yakınları) o diyeti sadaka olarak bağışlamış olsunlar Eğer öldürülen mü'min olmakla beraber, size düşman olan bir kavimden (Dâru'l-Harp ahalisinden) ise o zaman öldürenin bir mü'min köleyi azad etmesi lâzımdır Şayet kendileriyle aranızda anlaşma olan bir kavimden (Darû'l-Musalaha ahalisinden) ise, o vakit (bunları) bulamazsa Allah tarafından tövbeşinin kabulü için, birbiri ardınca iki ay oruç tutması gerekir Allah her şeyi bilendir, gerçek hüküm ve hikmet sahibidir" (en-Nisâ, 4/92)
3) Zıhar Keffareti: Cahiliyye döneminde Araplar arasında yaygın olan âdetlerden birisi de şuydu: Bir erkek karısını boşamak istediği zaman ona; "-Sen bana annemin sırtı gibisin" derdi Bu sözle boşamanın gerçekleşmesi örf halini almıştı Sahabe'den Evs b Sâmit (ra) eşi Havle binti Sa'lebe'ye kızarak: "-Sen bana annemin sırtı gibi ol" der ve evi terkeder Havle binti Sa'lebe (ran) Rasûlüllah(sas)'a başvurarak "İhtiyarlığını, fakirliğini, çocuklarına bakacak bir durumu olmadığını" bildirerek buna bir çare bulunmasını ister Bu arada Cenab-ı Hakk'a yalvarmayı da ihmal etmez Bunun üzerine Zıhar ile ilgili aşağıdaki âyet-i kerimeler inmiştir:
"(Habibim) Zevce hakkında seninle (çare bulunması için) direşip duran ve Allah'a da yalvarmakta olan (kadın) ın sözünü (umulduğu vech ile) dinlemiştir Allah sizin konuşmanızı (zaten) işitiyordu Çünkü Allah hakkı ile işitici, kemaliyle görücüdür İçinizden zıhar yapagelenlerin (hanımları) onların anneleri değildir Anneleri kendilerini doğurandan başkası değildir Şüphe yok ki onlar, herhalde çirkin ve yalan bir söz söylüyorlar Muhakkak ki Allah çok bağışlayıcı, çok yarlığayıcıdır Kadınlarından zıhar ile ayrılmak isteyip de, sonra dediklerini geri alacaklar (için) birbirleriyle temas etmeden önce, bir köle azad etmeleri lâzımdır İşte size bununla öğüt veriliyor Allah ne yaparsanız hakkı ile haberdardır Fakat kim (bunu, köleyi) bulamazsa; birbiriyle temas etmeden önce fasılasız iki ay oruç (tutsun) Buna da güç yetiremezse, altmış yoksulu (doyursun) Bu (hafifletme) Allah'a ve Rasûlüne iman (da sebat) etmekte olduğunuz içindir Bu (hükümler) Allah'ın (tayin ettiği) hudutlardır (Bunları kabul etmeyen) kâfirler için ise, elem verici bir azab vardır" (el-Mücâdele, 58/1-4) İslâm hukukçularına göre; "Zıhar'dan vazgeçmek isteyen kimse; azad etmek için köle bulamazsa, hiç ara vermeden iki ay oruç tutar Eğer sağlık durumu buna elverişli değilse; altmış miskini ve fakiri doyurur Bu sıranın gözetilmesi zorunludur (İbnü'l-Hümâm, age, III, 233)
4) Hac ve umre ibadeti sırasında, ihramlı iken işlenen cinayetlerin keffâreti: Hem hacc, hem umre ibadetinin sadece Allahü Teala'nın rızası için edâ edilmesi esastır Mükellef; niyet ederek ve telbiye yaparak ihrama girmek durumundadır İhram'a bürünen kimse, bazı hususlara riâyet etmek zorundadır İhramlının sakınması gereken şeyler âyet ve hadislerle belirlenmiştir Meselâ; İhrama giren mükellef; herhangi bir zaruret olmadan başını tıraş ederse, başka bir ceza değil, doğrudan doğruya kurban kesmesi gerekir Zaruret hali bulununca ihramlıya bazı kolaylıklar getirilmiştir Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyurulur: "Artık içinizden kim hasta olur veya başından bir eziyeti bulunursa; ona oruçtan ya sadakadan ya kurbandan (birisiyle) fidye vacip olur" (el-Bakara, 2/196) Dolayısıyla dilerse üç gün oruç tutar dilerse altı fakire üç sa' (yaklaşık 10 kg) buğdayı sadaka olarak verir
5) Yemini bozmanın keffâreti: Kur'ân-ı Kerim'de: "(Yeminin) Keffâreti ailenize yedirmekte olduğunuzun orta (derece) sinden, on yoksulu doyurmak, ya onları giydirmek, yahud bir köle azad etmektir Fakat kim (bunları) bulamazsa, üç gün oruç tutması lâzımdır İşte bu, and (yemin) ettiğiniz vakit (onları bozmanın) keffâretidir Yeminlerinizi muhafaza ediniz Allah âyetlerini size böylece açıklıyor Ta ki şükredesiniz" (el-Mâide, 5/89) buyurulmuştur Rasûl-i ekrem (sas)'in döneminde, yemin keffareti için yoksula ne kadar verildiğini izah için, İmâmu Buhâri "Kitabu'l Keffâret" adı altında, ayrı bir bölüm ayırmıştır Keffâretlerde illet kesin olarak belli değildir Bu yüzden kıyas yoluyla, hükmü benzer olaylara uygulamak imkanı bulunmaz, keffaretler kitap ve sünnetteki sıra gözetilerek yerine getirilir (Buhârî, Sahih, VII, 235-240)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KEFİL

Birleştirmek ve ilâve etmek Terim olarak ise kefalet, bir borcun ifası veya bir hakkın yerine getirilmesi hususunda kefilin zimmeti ile asıl borçlunun zimmetini birleştirmektir Yani bir borcun ödenmesinde nasıl borçlu ile kefil birlikte sorumludurlar Buna göre kefil de (asıl borçlu ödemediği zaman) bir borcun ödenmesini üzerine alan kimsedir
İslâm hukukunda bazı işlerin, asıl sorumlular adına başkaları tarafından, yerine getirilmesi caizdir Başkaları adına yapılan bu işler, vekâlet, kefâlet, vesâyet ve velâyet gibi bölümlere ayrılır Bu konuların biri diğerinden farklı olduğu için böylece dört beş kısına ayrılmış olabilir Başka bir deyişle ifade edecek olursak, kefîl, vekîl, vasî ve velî başkaları adına akid yapan ve bu akdin gereğini yerine getiren şahıslardır İşte kefil de başkasının üzerinde olan bir borç veya bir hakkın sağlanmasını üstlenen şahsa denir
Kefalet, âyet ve hadisle sabittir Kur'an-ı Kerim'de "Zekeriyya'yı ona (Meryem'e bakmaya) memur etti" (Âlu İmrân, 3/37) (Yani Zekeriya (as) Meryem'i kendi ailesine kattı, himayesine aldı, ona kefil oldu demektir) "Hükümdarın su kabını kaybettik, onu getirene bir deve yükü bahşiş verilecek, buna ben kefil oluyorum" dediler (Yûsuf, 12/72), buyurulmaktadır Hz Peygamber de bir hadislerinde "ben ve yetime kefil olan, Cennette beraberiz" (Buhârı, Talâk, 25) buyurmuşlardır
Hz Peygamber (sas) geldiği zaman halk biribirine kefil oluyordu ve Rasûlü Ekrem Efendimiz buna bir şey söylemeyip tasvip buyurdular (es-Serahsî, el-Mebsût, 19/161)
Kefâlet bir akid olduğu için, alacaklı, borçlu ve kefilin bu işe rıza gösterip kefil olma teklifinin taraflarca kabul edilmesi gerekir
Teberru ve bağış yapma ehliyetine sahip olmayan kimseler kefil olamazlar Kefil olacak kimse de teberru ehliyetinin bulunması şarttır (Mevsili, el-İhtiyâr, II, 167; ayrıca bk "Kefâlet" mad)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KELÂM İLMİ

İslam'ın inanç esaslarını inceleyen ilim Tarih boyunca hem adı, hem de muhtevası çeşitli değişikliklere uğradı Sözgelimi iman temellerini (akide) incelediği için Akaid ve Usuli'd-Din; konularının ağırlığımı Allah'a iman, Allah'ın birlenmesi (tevhid) ve sıfatları oluşturduğu için İlm-i Tevhid ve Sıfât; fıkhın inançla ilgili yönlerini ele aldığı için Fıkhu'l-Ekber (Büyük Fıkıh); temel yöntem olarak düşünme ve akıl yürütmeyi seçtiği için İlm-i İstidlal ve Nazar gibi adlarla anıldı
Kelâm ilmi kelâmcılar tarafından konusu ve amaçları açısından farklı biçimlerde tanımlanmıştır Konusuna göre Kelâm ilmi, "Allah'ın zat ve sıfatlarından, peygamberlikle ilgili konulardan, başlangıç ve sonları bakımından varlıkların durumlarından İslâm'ın teınel nasları doğrultusunda söz eden ilim" olarak tanımlanır Tanıma "başlangıç ve sonları bakımından" kaydı Kelâm'ı tabii bilimlerden; "İslâm'ın temel nasları doğrultusunda" kaydı da felsefeden ayırmak için konulmaktadır Kelam, amaçları açısından da "kesin delillere dayanarak muhaliflerin ileri sürdüğü şüphe ve itirazları ortadan kaldırmaya ve bu yolla İslâm inançlarını ispatlamaya çalışan ilim" olarak tanımlanır
Kelâm ilminin muhtevası, tarihi içinde giderek genişlemiştir Başlangıç döneminde Kelâm ilminin başlıca konusu Allah'ın zatı, sıfatları ve fiilleridir İslâm dünyasında felsefenin yaygınlık kazanmasından sonra Kelâm'ın konusu genişleyerek "varlık" (mevcud)u da içine aldı Ancak Kelâm "varlık"ı tabii bilimler gibi değil, başlangıcı ve sonu açısından (mebde ve mead), yaratılışı ve döneceği yerle ilgili meseleler açısından konu edinir Gazalî'den (ö505/1111) sonraki kelâmcılar döneminde Kelam ilmi'nin muhtevası daha da genişleyerek felsefenin konularıyla birlikte mantığın birçok temel konusunu da içine aldı Bu dönemde Kelâm, bir bilgi nesnesi (malum) olabilen hemen tüm konularla ilgilenmeye başladı Bu dönemde Kelâm ilminin ilgilendiği bilgi konuları iki ana öğeden oluşuyordu Birinci öğeyi mesâil ve makasıd denilen temel dini inançlar; ikinci öğeyi de mebâdi ve vesâil adı verilen, temel dini inançları ispatlamaya yarayan bilgiler meydana getiriyordu Örneklemek gerekirse, "Allah vardır ve birdir" gibi inanç esasları mesail ve makasıdın; "cevherler arazlardan hali değildir, evren sonradan varolmuştur, hadistir" gibi hükümler de mebadi ve vesail konuları içinde yer alıyordu Ondokuzuncu yüzyıldan bu yana Kelâm'ın muhtevasında yeni değişiklikler gözlendi Yeni İlm-i Kelâm dönemi olarak adlandırılan bu dönemde Kelam ilmi, felsefi bir görüş olarak materyalizmi bütün biçimleriyle reddeden, dine karşı yapılan biyolojik ve psikolojik eleştirileri cevaplayan, yeni felsefe akımlarını İslâm esasları açısından eleştiren, tabii bilimlerden yararlanarak Allah'ın varlığını kanıtlayan, İslâm'ın inanç ilkelerini açıklayan bir ilim durumuna geldi
Kelâm bilginlerine göre Kelâm ilminin çeşitli amaçları vardır Bunlardan ilki, Kelâm'la uğraşanlara ilişkindir Bu amaç, kişiyi taklit düzeyinden araştırma ile elde edilen kesin bilgi (tahkik) düzeyine yükseltmektir Kelâmla uğraşmayanlara ilişkin olan ikinci amaç, inanç sorunlarını açıklığa kavuşturarak doğru yolu arayanları aydınlatmak ve şüpheleri, itirazları ortadan kaldırarak inanmamakta inat edenleri susturmaktır İslâm'ın temel inançlarına ilişkin olan üçüncü amaç, temel inanç ilkelerini yanlış yoldakilerin ortaya attıkları şüphelerle sarsılmaktan korumaktır Dördüncü amaç, diğer İslâm ilimlerine ilişkindir Bu, İslâm ilimleri için üzerinde hareket edebilecekleri sağlam bir inanç temeli hazırlamaktır İnsanın davranışlarına, edimlerine ilişkin olan beşinci amaç, kişinin davranış ve edimlerindeki niyet ve inancı güçlendirmek, sağlamlaştırmaktır Nihayet bütün bu amaçların toplamıyla ulaşılacak asıl büyük amaç ise kişiyi dünya ve âhiret mutluluğuna ulaştırmaktır
Kelâm ilmini ortaya çıkaran nedenler Hz Peygamber (sas)'in ölümünden hemen sonraki döneme kadar uzanır Hz Peygamber (sas)'in ölümünden sonra İslâm toplumunda giderek artan anlaşmazlık ve toplumsal olaylar inanç konularına ilişkin görüş ayrılıklarının ortaya çıkmasına yol açtı Hilafet tartışmaları, iç savaşlar, çeşitli din ve kültürlerle başlayan ilişkiler, felsefi düşüncenin çeviriler yoluyla yaygınlık kazanması, kimi âyet ve hadislerin farklı biçimlerde yoruma imkan tanıması gibi etkenlerle Allah'ın sıfatları, kader, büyük günah (kebâir) işleyen insanın durumu, imamet gibi konularda çeşitli görüşler oluştu İlk yüzyılın sonuna kadar süren tartışmalar, ikinci yüzyılın başında bütün bu konuları sistemli biçimde ele alan ilk kelâm okulunun doğmasına neden oldu Vasıl b Ata (ö 131/748) ve Amr b Ubeyd (ö144/761) tarafından kurulan bu Kelâm okulu Mutezile olarak adlandırıldı Mutezile okulu, iki yüzyıl boyunca tek okul olarak inanç konularındaki anlaşmazlıkları belli bir sistem içinde çözümlemeye, İslâm'a yöneltilen eleştirileri cevaplamaya çalıştı Ancak kendi içinde bütünlüğünü koruyamayarak ayrıntılara ilişkin kimi küçük görüş ayrılıkları üzerine kurulan çok sayıda kola ayrıldı
Kelâm ilmi alanındaki Mutezile egemenliği, dördüncü yüzyılın başlarında Mutezile içinde yetişen büyük Kelam bilgini el-Eş'ari (ö324/936) tarafından kurulan ilk Sünni Kelâm okulu ile sona erdi El-Eş'ari, kelam anlayışını Basra ve Bağdat'ta yayarken, aynı zamanda Maveraünnehir'de Maturidi (ö333/944) tarafından sünni Kelâm'ın ikinci büyük okulunu ortaya çıkardı Kurucularının adından hareketle Eş'ariye ve Mâturidiyye olarak adlandırılan bu iki okul, küçük farklarla Sünnî inanç esaslarını belirledi ve zamanla İslâm dünyasında etkinlik kurdu Mutezile okulu ise, varlığını ancak çok sınırlı bir çevre içinde sürdürebildi
Sünnî Kelâm ilmi, tarih içinde geçirdiği aşamalar açısından başlıca dört dönemde incelenir el-Eş'ari ile başlayan ve Gazali'nin hocası el-Cüveyni (ö478/1085) ile sona eren ilk dönem, Mütekaddimin (Eski Kelamcılar) dönemi olarak adlandırılır Gazali ile birlikte ikinci dönem başlar Müteahhirin (Sonraki Kelamcılar) dönemi olarak adlandırılan bu dönemde Kelâm ilmi felsefe ile yoğun bir ilişki içindedir ve bu nedenle "felsefe ile meczedilmiş Kelâm devri" olarak da tanımlanır Hicrî sekiz Miladi ondördüncü yüzyıl ortalarından başlayarak Miladi ondokuzuncu yüzyılın sonlarına kadar süren üçüncü dönem, Kelâm ilminin duraklama ve gerileme dönemidir Bu dönemde, önceki kelâmcıların eserlerine yorum ve açıklamalar yazılmakla yetinilmiştir Kelâm ilmi, on dokuzuncu yüzyılın sonları ile yirminci yüzyılın başlarında yeni bir döneme girdi Çağın istek ve ihtiyaçlarına cevap verme zorunluluğunun doğurduğu bu yeni dönem Yeni İlm-i Kelâm dönemi olarak anılır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KELİME-İ ŞEHÂDET

İslâm'a girişin temel şartı olan cümle Bu Arapça cümle, "Eşhedü en la ilahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abduhü ve rasûluh"tur Şehadet cümlesi tevhidi ve Hz Muhammed (sas)'in peygamberliğini ifade eden iki bölümden oluşur Birinci bolümde Allah'tan başka ilah olmadığına, ikinci bölümde de Hz Muhammed (sas)'in Allah'ın kulu ve rasulü olduğuna tanıklık edilir Bu tanıklık kesinlik kazanan bir bilgi ve inancın dille açıklanması anlamındadır
İslâm, Allah'ın birlenmesi (tevhid) ile Rasul'ün Allah'tan getirdiklerinden oluşur Diğer tüm inanç esasları, insan ve toplum hayatını düzenleyecek emir ve yasaklar, Allah'a ve Peygamber'inin O'ndan getirdiklerine inanmanın içindedir Bu nedenle Kelime-i Şehadet İslâm'ın en özlü bir ifadesidir ve bu cümlenin söylenmesi tüm İslâm'ın topluca (mücmel olarak) kabulü anlamına gelir Kişinin Allah'tan başka ilah bulunmadığını söylemesi, Kur'an'ın tanımladığı tüm isim ve sıfatları ile Allah'ın varlığına iman ettiği; Hz Muhammed (sas)'in Allah'ın kulu ve elçisi olduğunu söylemesi de onun Allah'tan getirdiği tüm emir ve yasaklara, tüm haberlere inandığı, bunlara itaatla yükümlü olduğunu kabul ettiği anlamına gelir Aynı cümle içinde Hz Muhammed (sas)'in Allah'ın "kulu" olarak tanımlanması da Rasul'ün sözgelimi Hristiyanların yaptıkları gibi yüceltilmemesi, tanrılaştırılmaması gereğini ve bununla ilgili yükümlülüğü belirtir
Kelime-i Şehadet-i söyleyen kişi müslüman ve İslam toplumunun bir üyesi olur Artık İslâm hukukunun müslümanlara tanıdığı tüm haklara sahiptir Eğer müslümanlarla savaş halindeki bir toplumun üyesi (harbi) ise dokunulmazlık kazanır Öldürülemez, esir edilemez, mal varlığına el konulamaz Hiç kimse Kelime-i şehadet'i söylemeye zorlanamaz; zorlanan kişinin şehadeti geçerli sayılmaz Buna karşılık kendiliğinden şehadet getiren kişiden girdiğini ilan ettiği İslâm'ın tüm kural ve gereklerini öğrenmesi, yerine getirmesi beklenir
(Ayrıca bakınız: Kelime-i Tevhid, Muhammed (sas), İman, İslâm, Nebi, Rasul, Peygamber maddeleri)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KELİME-İ ŞEHADETİ GETİRMESİNİ BİLMEYEN KİMSE İLE EVLENMEK CAİZ MİDİR?
Kelime-i şehadeti getirmesini bilmeyen kimse şayet öğrenmek için çalıştığı halde öğrenmemiş fakat Allah, Peygamber ve bütün İslam hükümlerine inanıyorsa müslümandır Onunla evlenmekte beis yoktur Ama öğrenmek için çalışmazsa müslüman sayılmadığından onunla evlenmek caiz değildir Vaki olduğu takdirde evlilik hayatı gayr-ı meşru'dur
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KELİME-İ TEVHÎD

Tevhîd birleştirme, birleme, bir olduğunu kabul etme ve bu şekilde inanma demektir Istılahı manası ise; Allah'tan başka ilâh olmadığına iman etmek, O'ndan başka Rab ve Ma'bud tanımamaktır Başka bir deyişle; ihtiva ettiği manaya gönülden inanarak "Lâilâhe illallah Muhammedun Rasûlüllah" sözünü söylemektir İşte "Allah'tan başka ilâh yoktur Muhammed Onun Rasûlüdür" anlamına gelen bu söze"Kelime-i Tevhîd" denir
"Kelime-i Tevhîd " tüm semâvî dinlerin ortak inanç esaslarının temelini teşkil eder Bu temele dayanmayan inanışların ve ibadetlerin tümü batıldır, Allah'ın yanında makbul değildir Nitekim, Cenab-ı Allah'ın göndermiş olduğu elçilerinin tümüne vahyettiği ve insanlara tebliğ edilmesini istediği en önemli husus, "Tevhîd" inancının esasını teşkil eden bu kutsal kelimedir Hak Teâlâ, Kur'ân-ı Kerîm'de, son elçisi Hz Muhammed (sas)'e hitaben:
"Senden önce hiçbir rasûl göndermedik ki ona; Benden başka ilâh yoktur, şu halde bana kulluk edin, diye vahyetmiş olmayalım" (el-Enbiyâ, 21/25) buyurmakla bu gerçeği dile getirmiştir
Allah'tan başka ilâh tanımamak ve yalnızca O'na ibadet etmek tüm semâvî dinlerin ortak hedefidir En güzel ifadesini "Kelime-i Tevhîd"de bulan bu husus, ehemmiyetine binaen, hem Kur'ân-ı Kerîm'de, hem de Rasûlüllah (sas)'ın hadislerinde çokça zikredilmiştir Kur'ân'da:
"Allah, kendisinden başka hiçbir ilâh bulunmayandır" (el-Bakara, 2/255)
"Allah, kendisinden başka ilâh olmayandır, en güzel isimler O'na mahsustur" (Tâhâ, 20/8)
"O, sizin Rabbiniz olan Allah'tır O'ndan başka ilâh yoktur Herşeyin yaratıcısı O'dur" (el-En'âm, 6/102)
"Allah ile birlikte başka bir ilâh çağırma O'ndan başka ilâh yoktur O'nun zatından başka her şey helâk olacaktır Hüküm O'nundur ve siz O'na döndürüleceksiniz" (el-Kasas, 28/88) buyurulmaktadır Rasûlüllah (sas)'ın hadislerinde de "Kelime-i Tevhid"le ilgili şu ifadelere rastlıyoruz:
"Her kim, Lâ ilâhe illâllâh der ve Allah'tan başka tapılan şeyleri reddederse, onun malına ve canına dokunmak haram olur Hesabı da Allah'a kalmıştır" (Müslim, İman, 37)
"Lâilâhe illallah, Allah için yüce ve şerefli bir sözdür Bunu samimiyetle söyleyen cenneti kendine vacip kılar Yalandan söyleyen de malını ve kanını korumuş olur, fakat gideceği yer cehennemdir" (Alauddin Ali el-Hindi "Kenzü'l-Ummâl", l, 220)
"Allah'tan başka ilâh olmadığına ve Muhammed'in, O'nun elçisi olduğuna şehadet getirerek Allah'a mülaki olan kimse cennete girer" (age, l, 215)
"Lâilâhe illallah" çok vecîz ve mana yönünden oldukça kapsamlı bir sözdür Türkçe'ye"Allah'tan başka ilâh (tanrı) yoktur" şeklinde tercüme edilebilir Ne var ki, Allah ve ilâh kelimelerinin ifade ettiği manalar tam olarak anlaşılmadıkça "Allah'tan başka ilâh yoktur" sözü; "Kelime-i Tevhid"in, kafalara ve gönüllere yerleştirmek istediği mefhumu ifade etmekte çok kısır kalacaktır Kaldı ki, hiç kimsenin mü'min ve muvahhid sayılabilmesi için, Kur'ân'ın tanımladığı şekilde Allah'a iman etmesi ve tüm içtenliğiyle O'na teslim olması gerekir Aksi takdirde "Kelime-i Tevhid"i diliyle söylediği halde, tevhide aykırı düşünce ve davranışlarından dolayı iman dairesinden çıkarak kâfir olması içten bile değildir
Kur'ân-ı Kerîm, Cenab-ı Allah' şöyle tanımlıyor:
"Allah bir tektir (el-İhlâs, 112/1), O'ndan başka hiçbir ilah yoktur (el-bakara, 2/255) Tüm âlemlerin Rabbi'dir (Fatiha, 1/1), herşeyin yaratıcısı O'dur (el-Enam, 6/102), hüküm yalnızca Allah'ındır (ez-Zümer, 39/3), rızkı veren O'dur (ez-Zariyat, 51/58), dirilten de öldüren de (Alû İmran, 3/156), hastalara şifa veren de O'dur (el-En'âm 5/59) O, her şeyi; gizli olanı da açıkta olanı da bilir (İbrahim, 14/38) O'nun irade ve izni olmadan bir yaprak dahi dalından düşmez" (el-Mâide, 6/59) Kısacası Allah, akla gelebilecek her türlü noksanlıklardan münezzeh ve en mükemmel sıfatlarla muttasıftır
Kur'ân âyetlerinden de anlaşılacağı gibi, insanın mü'min ve muvahhid sayılabilmesi için, Allah hakkındaki düşüncelerinin sağlıklı olması, "Tevhîdi" çizgiyle paralellik arzetmesi gerekir Bir yandan "Allah'tan başka ilâh yoktur " deyip diğer Yandan O'nun hükmünü reddetmek ya da hâkimiyetinde O'na ortak koşmak, kesin olarak haram kıldığı bir şeyi helâl, helâl kıldığı bir şeyi haram saymak, yalnızca kendisine mahsus özelliklerden birini veya birkaçını, yaratılmışlardan herhangi birine isnad etmek, Allah'a yaklaştıracak veya O'nun katında şefaatçi olacak diye O'ndan başka dostlar edinip bunları ulûhiyyet derecesine çıkarmak, Tevhîd inancıyla asla bağdaşmaz Bu tür düşünce ve inançlara sahip kimse "Allah'tan başka ilah yoktur" demekle iman etmiş sayılmaz Cenab-ı Allah bu gibi kimseleri yalancı ve inkarcı diye nitelemektedir:
"Halis din yalnız ve yalnız Allah'ındır O'ndan başka dostlar edinenler; bizi, sadece Allah'a yaklaştırsınlar diye onlara ibadet ediyoruz, derler Şüphesiz Allah, ayrılığa düştükleri şeylerde aralarında hüküm verecektir Allah, yalancı ve inkârcıyı hidayete erdirmez" (ez-Zümer, 39/3)
"Yoksa onlar, câhiliyye hükmünü mü arıyorlar? İyi anlayan bir toplum için hükümranlığı Allah'tan daha güzel hüküm veren kim vardır?" (el-Tevbe, 5/50)
"Allah'ı bırakıp bilginlerini ve rahiplerini ve Meryem oğlu Mesih'i rabler edindiler Halbuki onlara; yalnız bir ilaha tapmaları emredilmişti O'ndan başka hiçbir ilâh yoktur, onların ortak koştukları şeylerden uzaktır " (et-Tevbe, 9/31)
Evet, "Kelime-i Tevhîd"; düşünce ve davranışlarda, şirkin her türlü pisliğinden arınmayı, sadece Allah'ın emirlerine boyun eğerek tâğûtun her çeşidini reddetmeyi gerektirir Artık:
"Her kim tâğûtu reddedip Allah'a inanırsa, asla kopmayan, sağlam bir kulpa yapışmış olur" (el-Bakara, 2/256 Ayrıca bk La ilaha illallah)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KENZ (DEĞERLİ EŞYALARI STOK ETME)

Define, hazine, yeraltında saklı kalmış değerli eşya, para veya altın, malları üst üste yığıp stok etme
İslâm dini temelde malın belirli ellerde toplanmasına karşıdır Bu sebeple de belirli ellerde toplanmasını engelleyecek bir takım tedbirler almıştır Bu tedbirlerden biri de para ve mal stokçuluğunun engellenmesidir Toplumun birlik ve beraberliği, fertler arası kardeşliğin oluşması, malın âdil bir şekilde toplum fertleri arasında dağılmasıyla sağlanır Bu sebeple İslâm zekâtın yanısıra infak kurumunu getirmiş ve bunu teşvik etmiştir Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: "Altın ve gümüşü yığıp da onları Allah yolunda sarfetmeyenler var ya; işte onlara acı bir azabı müjdele! O gün Cehennem ateşinde bunların üzeri ısıtılı(p pullanı)r; bunlarla onların alınları, yanları ve sırtları dağlanır; 'İşte kendiniz için yığdıklarınız, yığdıklarınız tadın' denir" (et-Tevbe, 9/34-35)
Âyette isim olarak altun ve gümüş zikredilmişse de, her türlü mal stoku için durum aynıdır (Kurtubî, el-Câmi'li Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965, VIII, 133)
Aynı şekilde "Ona bir kenz indirilmeli veya beraberinde bir melek gelmeli değil midir?" (Hûd, 11/'12) âyetinde büyük servet anlamında kullanılmıştır
Zekâtı verilmiş malın stok edilmesinin yasaklanmış kenz'e girip girmeyeceği hususunda âlimler değişik görüşler ileri sürmüşlerdir Âlimlerin çoğunluğuna göre, böyle bir mal, yasaklanan kenz kapsamına girmez Hz Ömer (ra) bu görüştedir İbn Abbas'tan nakledildiğine göre yukarıda söz konusu ettiğimiz âyet indiğinde sahâbîler zor durumda kaldı, ne yapacaklarını bilemez oldular Hz Ömer; "Ben bu sıkıntınızı gideririm" diyerek Peygamber (sas)'e gitti "Ey Allah'ın Rasûlü, bu âyet ashabına ağır geldi" dedi Bunun üzerine Rasûlüllah (sas); "Allah zekâtı, ancak arta kalan malı helal kılsın diye emretti" buyurdu Bu arada Hz Ömer "Allahu ekber!" dedi Peygamber (sas) sözlerine şöyle devam etti: "Kişinin kenz edeceği şeyin en hayırlısını söyleyeyim mi? Saliha kadındır; ona baktığı zaman kendisini sevindirir, ona bir şeyi emrettiği zaman kendisine itaat eder, hazır bulunmadığı durumlarda da mal ve namusunu korur" buyurdu (Ebû Dâvud, Zekât, 32)
Hz Ömer'in oğlu Abdullah şöyle demiştir: "Zekâtı ödenen mal, yerin yedi tabakasının altında saklansa da 'kenz' değildir Ama ortalıkta da olsa, zekâtı ödenmediği takdirde 'kenz'dir' Aynı görüş, İbn Abbâs, Câbir ve Ebû Hüreyre'den de nakledilmiştir (İbn Kesir, Tefsiru'l-Kur'âni'l-Azîm, Kahire, ty, IV 80-81)
Bazı âlimlere göre ise, stok edilen mal, zekâtı ödenmiş olsa bile yasaklanan 'kenz'e girer Bu görüşte olanlar, yukarıdaki âyetle birlikte şu âyeti de delil olarak zikrederler: "Yüzlerinizi doğu ve batı tarafına çevirmeniz iyilik değildir Asıl iyilik, o (kimsenin iyiliği) dir ki, Allah'a, âhiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere inanır; Allah rızası için yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, dilencilere ve boyunduruk altında bulunan (köle ve esirlere) mal verir; namazı kılar, zekâtı verir" (el-Bakara, 2/177)
Dikkat edilirse âyette hem zekât zikredilmekte, hem de yakınlara, yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara infaktan bahsedilmektedir Âyetin baş tarafında zikredilen infâk, zekâtın aynısı olsaydı, ayrıca zekâtın zikredilmesinin bir anlamı kalmazdı (Taberî, Câmiu'l-Beyân'an Te'vili Âyâti'l Kur'ân, Kahire, ty III, 348; Kurtubî, age, II, 241-242)
Bu âlimlere göre servette zekât dışında hak vardır Bu görüşün en şiddetli ilk savunucusu sahâbî Ebû Zerr el-Gifarî'dir Ona göre yiyecek maddeleriyle normal geçim imkânlarından fazla elde tutulan bütün mallar stok olup sahibi şer'an kınanmıştır Ebû Zerr, insanları bu görüşe teşvik etmiş ve muhalefet edenlere şiddetle çatmıştır (Kurtubî, age, VIII, 125)
Kurtubî, Ebû Zerr'in bu görüşünü şöyle bir ihtimal ile yorumlamaktadır: Kenz ile ilgili âyet, müslümanların gerçekten maddî sıkıntı içerisinde oldukları, Muhâcirlerin büyük maddi sıkıntılar içerisinde olup Peygamber (sas)'in bu maddî sıkıntılarını karşılayamadığı bir dönemde inmiş olmalı Zira beytu'l-mal sahabilerin ihtiyaçlarını o gün için karşılayamıyordu İşte müslümanlar bu durumda olduğu bir sırada ihtiyaçtan fazlasının stok edilmesi bu âyetle yasaklanmıştır Gerçekten de böyle durumlarda altın ve gümüşü biriktirmek câiz değildir Müslümanlar o sıkıntılı durumdan kurtulduktan sonra, sadece zekâtlarını ödemekle yükümlü tutulmuşlardır (Kurtubî, age, VIII, 125-126)
Kurtubî'nin bu yorumu gayet makuldür ve her ne zaman müslümanlar aynı durumu yaşamakla karşı karşıya kalırlarsa aynı hüküm sözkonusu olur Gerçekten de müslümanlar maddî sıkıntı içerisinde kıvranırken onlardan birinin servet biriktirmesi, iman kardeşliğiyle bağdaşmayan bir tavır ve tutumdur
Mallarını kenz edip üstelik zekâtlarını da ödemeyen kişilerin âhirette çekeceği azapla ilgili Hadislerde sözkonusu edilen azap sahneleri, âhirete inanan herkesi ürpertecek sahnelerdir Bu hadislerin birinde şöyle buyurulmaktadır: "Ölüp de arkasında kenz bırakan kişi, kıyamet günü bıraktığı o kenz, gözlerinin üstü simsiyah kocaman kel bir yılana dönüşür ve onun ardına düşer Kişi; 'Ne oluyor sana, ne istiyorsun benden?'der Yılan; 'Öldükten sonra geriye bıraktığın kenz'inim' der ve o kisbyi takip eder; ağzıyla elini lime lime ederek çiğner, sonra da gövdesini kırıp çiğnemeğe başlar" (Buhâri, Tefsîru Sûre (3), 14, Hayl, 3; Müslim, Zekât, 27, 28; Nesâî, Zekât, 2, 6; İbn Mâce, Zekât, 2)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KERÂMET
Değerli, üstün, güzel ve ikrâm Istilahda; "mü'min ve salih kimsenin eli üzere cereyan eden harikulâde hal" anlamındadır
Bazı âlimler, harikulâdelik şartını koşmaksızın Allah'ın evliyaya her türlü ikramına kerâmet ismini vermişlerdir (Seyyid Sabık, el-Akidetü'l Islamiyye, Beyrut (ty), s 24) Burada "harikulâde hal"den maksat, vuku buları olayın, genel-geçer tabiat kanunlarının dışında cereyan etmesidir
Haddizatında kâinata hâkim olan düzen ve intizam, harikuladelikten çok daha mükemmel bir olaydır Bu sebepledir ki yüce Allah: "Eğer her ikisinde-yerde ve gökte- Allah'tan başka ilahlar bulunsaydı, onların her ikisi de harap olurdu" (el-Enbiyâ, 21/22) buyurarak kâinata hâkim olan düzen ve intizâmı kendi birliğine delil getirmiştir Harikulâdeliğin insanlar tarafından önemsenmesi, her gün onları müşâhede etmeleri sebebiyle kâinata hâkim olan bu mükemmel kanunlara karşı alışkanlık kazanmalarından kaynaklanmaktadır
Tabiat kanunlarının yaratısı Allah olduğuna göre onları değiştirmek de O'nun kudretindedir "Göklerin ve yerin hükümranlığı Allah'ındır Allah, her şeye Kadirdir" (Âlu Imrân, 3/189) O halde harikulâdeliğin mümkün olup olmadığını tesbit etmek için O'nun bize gönderdiği kitaba müracaat etmemiz gerekir
Ilimler, özellikle Meryem sûresinin 24-26 âyetlerini, Kehf sûresinin 16-17 âyetlerini ve Âlu Imrân sûresinin 37 âyetini kerâmete delil olarak zikrederler (bk Râzî, et- Tefsiru'l Kebîr, Tahran (ty), VIII, 30; EbusSuûd, Irşâdü'l-Aklı's-Selîm, Kahire (ty), II, 31; Tabatabâî, el-Mizân fi Tefsîri'l-Kur'an, Kum (ty), III, 174-175)
Hz Süleyman'ın vezirlerinden birinin Belkıs'ın tahtını Yemen'den Filistin'e göz açıp kapamadan getirmesi (en-Neml, 27/40), Kehf sûresinde anlatıları ashâb-ı kehf kıssası salih insanların kerâmetine örnektir (el-Kehf, 18/9-25) Meryem sûresinde Hz Meryem'in kuru hurma ağacını sallaması sonucu yaş hurmaların düşmesi hadisesi de Hz Meryem'in kerametlerindendir (Meryem, 19/19)
Hadis-i şeriflerde bu konudaki rivayetler ise şöyledir: Abd b Cüveyîn henüz beşikte olan bir çocukla konuşması (Buhârî, Enbiyâ, 48) Sahibiyle konuşan inek kıssası (Buhârı, Enbiya, 54) Hz Ömer'in Medine'den Nihavend'deki Islam ordusunun kumandanı Sarıye "dağa çık diye seslenmesi" ve Sarıye'nin bunu duyması (Aclûnî, Keşfu'l-Hafa, II, 380-381)
Allahu Teâlâ Âlu Imrân sûresindeki âyet-i kerîmede şöyle buyurmaktadır: "Bunun üzerine Rabb'ı onu Meryem'i- güzel bir şekilde kabul etti Onu güzel bir bitki gibi yetiştirdi Zekeriyya'yı da ona bakmağa memur etti Zekeriyyâ ne zaman (Meryem'in bulunduğu) mikraba girdiyse onun yanında bir yiyecek buldu: ‚Ey Meryem, bu sana nereden geliyor?' dedi O da: ‚Bu Allah tarafından Şüphesiz Allah, dilediğine hesapsız rızık verir' dedi' (Âlu Imrân, 3/37)
Âyette Hz Meryem'e verilen bir rızıktan bahsediliyor Üzerinde duracağımız husus, bu rızkın nereden gelmiş olabileceğidir Tabiî yollardan mıydı, yani tabiat kanunlarına uygun bir şekilde mi, yoksa harikulâde bir yoldan mı geliyordu? Âyetin ifade uslûbu ve onu takip eden âyette Hz Zekeriyya'nın duası, rızkın harikulâde gelmiş olduğunu destekler mahiyettedir Şöyle ki: Eğer harikulâde bir yoldan gelmemiş olsaydı, bunun Hz Meryem'i övme makamında zikredilmesinin bir anlamı olmazdı (Râzî, age, VIII, 30; Âlûsî, Rûhu'l-Meânî, Beyrut (ty), III 144)
Hz Zekeriyyâ'nın duası meselesine gelince, Hz Zekeriyyâ yaşlanmış ve hanımı da çocuk getirmekten kesilmişti (Âlû Imrân, 3/40) Ancak Hz Meryem'e gönderilen bu rızka şahit olunca: "Rabbim bana katından temiz bir nesil ver Sen duayı işitensin" (Âlu Imrân, 3/38) Şeklinde dua etmiştir Onun oracıkta bu dua ile Allah'tan kendisine temiz bir nesil vermeyi istendiğinde bulunması anlamlıdır Birçok müfessirin de belirttiği gibi, Hz Meryem için vukubulan bu olağanüstü hadiseyi görünce, hanımı çok yaşlanmış ve çocuktan kesilmiş olmasına rağmen bir çocuklarının olması arzusu içine düşmüş ve Allah'a bu niyazda bulunmuştur (Fahrüddin er-Razî, age, VIII, 30; Ebu's-Suûd, II, 31)
Ayrıca rızık kelimesi âyette nekre (belirsiz) olarak zikredilmektedir ki bu, o rızkı tazıme delalet eder Yani alışılmışın ve beklenenin dışında bir rızık olduğuna işaret vardır (Râzı; age, VIII, 30; Ebu's-Suûd, age, II, 30)
Netice olarak bir harikulâdelikten bahsedilmektedir Salih bir kimsenin eli üzere bir harikulâdeliğin yani kerâmetin vuku bulması mümkündür Ancak kerâmetin hak olması, her velının bu türden kerâmetlerinin mevcut olmasını gerektirmez Velâyet, bu tür bir olağanüstülüğe muhtaç değildir (Ibn Ebi'l-Izz el-Hanefî, Şerhu Akide fi't-Tahâviyye, Beyrut 1392 s 561) Nitekim sahabeden birçoğunun bu tür bir kerâmeti yoktur (Muhammed Fahr Şakfe, et-Tasavvuf Beyne'l Hakk ve'l-Halk, Suriye 1971, s 103)
Kerâmet hak olmakla birlikte, halkın bu tür olaylara aşırı merak duymaları ve kimi çevrelerin şeyhlerinin propagandası için kerâmet konusunu basamak olarak kullanmaları, kerâmeti olduğundan farklı sınırlara taşımıştır Gerek Kur'an'dan ve gerek Sünnet'ten keramete delil olarak zikredilen nasslar incelendiğinde bu tür olağanüstülüklerin, ancak salih kişinin bir sıkıntıyla karşı karşıya kalması durumunda sözkonusu olabildiği, her zaman böyle bir şeyin vuku bulmadığı görülecektir Ayrıca böyle bir kerâmetin vuku bulması, salih kişinin ne iradesi ve ne de bilgisi dahilinde olan bir husustur Vuku bulduğunda da, salih kişinin o sıkıntısını hafifletmek veya yok etmek; o sıkıntıyı atlatmak için bir çıkış yolu şeklindedir
Kerâmetin çekildiği en tehlikeli alanlardan biri, hiç şüphesiz, salih kişinin gaybı bildiği, kalbleri okuduğu şeklindeki kanaattır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KERÂMET MUCİZE ARASINDAKİ FARKLAR
Keramete karşı çıkan âlimler, kerâmet mümkün olduğu takdirde mucizeyle karışacağı ve harikulâdelikler gösteren kimsenin peygamberlik iddiasında bulunabileceği noktasından hareketle kerâmete karşı çıkmışlardır Peygamberler döneminde, peygamber olmayan kimselerin gösterdikleri harikuladelikleri anlatan nassları yorumlarken de, bu harikulâdeliklerin haddizatında o dönemde yaşayan peygamberlerin birer mucizesi olduklarını ve peygamberlerin ölümünden sonra artık bu tür harikulâdeliklerin cereyan etmedığını ileri sürerler (Bu konuda daha geniş bilgi için bk Ibn Hazm, el-Fisal fi'l-Milel ve'n-Nihal, Beyrut 1975, V, 9-11)
Kerâmeti kabul edenler ise, kerâmet ile mucize arasında birtakım farkların bulunduğunu, bunları biribirine karıştırmanın mümkün olmadığını söylerler Aralarındaki farklar ise, özet olarak şöyledir:
a- Mucize, peygamberin peygamberliğini ispat ettiğinden yapılması gerekli olduğu halde kerâmette aslolan gizlenmesi ve açığa vurulmamasıdır (Kuşeyri, er-Risâletü'l-Kuşeyri) ye, Mısır (ty), II, 660)
b- Peygamber, mu'cizesini mu'cize olarak takdim eder ve ona kesin olarak inanmak gerekir Veli ise, gösterdiği harikulâdeliğin kerâmet olduğunu iddia edemeyeceği gibi başkası da kesin olarak ‚bu kerâmettir' diyemez Zira bu meydana gelen harikulâdelik bir aldatmaca olabilir (Kuşeyri, age, II, 661)
c- Mu'cize kerâmet için asıl, kerâmet ise mu'cizenin bir fer'idir Kişinin eli üzere kerâmetin zuhur etmesi, o kişinin peygambere ittibâının bereketiyledir Böylece kerâmetler, aslında peygamberlerin mucizelerine dahildirler (Ibn Teymiyye, el-Furkan beyne Evliyai'r-Rahmân ve Evliyâi'ş-Şeytan, Beyrut 1390 h s 124)
Bu sebepledir ki kerâmet, ancak şerîata bağlı kimselerden sadır olur Şerîata bağlı olmayan kimselerin gösterdiği harikulâdelikler kerâmet değildir Ayrıca kerâmetin kendisi, mubah olan şeyler cinsinden olmalıdır Kerâmette şerîatın emirlerine muhalif unsurlar bulunamaz
Kerâmet, ilmin yollarından sayılmaz ve başkalarına delil olamaz Hele onu, kişinin masumiyetine ve söylediği herşeyin doğruluğuna yormak, İslam'ın prensipleriyle taban tabana zıttır (Ibn Teymiyyle, age, s 48-49)
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KERAMET VE GAYBI BİLME MESELESİ:
Gaybı bilmekle ilgili iddianın asıl adı "keşf" olmakla birlikte bunun mümkün olduğu savunulurken hareket noktası kerâmet olarak gösterilmektedir
Her insanın vukuundan önce hissettiği birtakım olaylar olmuştur Ancak olay vuku bulmazdan önce kişideki o his, bilgi derecesine ulaşır mı? Ya da salih kişilerde bu his, bilgi derecesinde kesinlik kazanır mı? Bu soruya Islâm dini açısından cevap arıyorsak elbette müracaat edeceğimiz kaynak, Kur'an-ı Kerim olacaktır Yüce Allah gayb bilgisiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır:
"Gaybın anahtarı O'nun yanındadır Onları O'ndan başkası bilemez" (el-En'am, 6/59)"De ki: Göklerde ve yerde Allah'tan başka kimse gaybı bilemez" (en-Neml, 27/63) Bu âyetler, Allah'tan başka kimsenin gaybı bilemeyeceğini açık açık ifade etmektedir O halde mesele, Allah'ın gaybı insanlara bildirip bildirmeyeceğinde düğümlenmektedir Yüce Allah gayb bilgisiyle ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: "(O bütün) gaybı bilendir, gaybına kimseyi muttali kılmaz Ancak peygamberlerden, bildirmek istediği bunun dışındadır" (Cin, 72/26-27)
Âyet, bu konuda peygamberleri istisnâ etmekte ve onların bilmesini de, Allah'ın irâde ve dilemesine bağlamaktadır Allah, gayb konusunda peygamberlerine neyi bildirirse, sadece onu bilirler, onun dışında kalanı onlar da bilemezler Nitekim Kur'an-ı Kerim'de peygamberimizin dili üzere şöyle buyurulmaktadır
"De ki: ‚Ben size, Allah'ın hazineleri yanımdadır, demiyorum Gaybı da bilmem; size ben meleğim de demiyorum Ben, sadece bana vahyolunana uyuyorum ‚De ki: ‚Körle gören bir olur mu? Düşünmüyor musunuz?" (el-En'âm, 6/50)
Kalb okuma meselesine gelince, bunun da mümkün olmadığı nasslarda açıkça belirtilmiştir Savaşta yere düştükten sonra kelime-i şehadeti getiren kişiyi öldüren Halid b Velid'i hesaba çeken Peygamber (sas) Hz Halid'in: "Korktu da bundan dolayı kelime-i şehadeti getirdi" demesi üzerine Peygamber (sas): "Kalbini yarıp baktın mı?" diyerek kalbdekine muttali olmanın mümkün olmadığını bildirmiştir (Ebû Dâvud, Cihad, 95; Ibn Mâce, Fiten, 1)
Hz Ömer, Medine'de bir cenaze olduğunda Hz Peygamber (sas)'den münafıklar hakkında bilgi sahibi olan Huzeyfe b Yemân'ı gözetler ve onu cemaat arasında görmezse ölünün münafık olmasından şüphelenerek cenaze namazına katılmazdı (Tecrid-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi, Ankara 1972, II, 468) Demek ki Hz Ömer (ra) da kimsenin kalbini okumuş değildir
Netice itibariyle kerâmetin sınırlarını gaybı bilmek ya da kalb okumak gibi sınırlara kadar genişletmek, nasslarla bağdaşmayan bir durumdur
Bu konudaki bir diğer mütalaa Hz Peygamber bir hadis-i şerifinde "mü'minin ferasetinden sakının Çünkü o Allah'ın nuru ile bakar" (Tirmizî, Tefsîru sûre, 15/6) Âyet-i kerimesinde işaret edildiği gibi, salih bir mü'min ferasetiyle karşısındakınin bazı durumlarını sezebilir Nitekim yolda yürürken bir kadına bakan bir adam Hz Osman'ın yanına girince, Hz Osman (ra) "biriniz içeri giriyor ve iki gözünde zina eseri gözüküyor" der Bunun üzerine adam "Rasûlullah'dan sonra bir vahiy mi geliyor yoksa" diye sorar Hz Osman "hayır, ancak mü'minin feraseti vardır" der (Nebhânî, Huccetu'l-lahi ‚ale'l-Alemîn, s 862)
Durum bu noktadan değerlendirilince gaybı bilmenin sınırlarının iyi belirlenmesi gerekir Yukarıda verilen ölçüler çerçevesinde diyebiliriz ki her hangi bir kimseyi harikulade olaylar göstermesi nedeniyle, onun veli olduğuna hüküm veremeyiz Gösterdiği olağanüstü halin de kerâmet olduğunu kabul edemeyiz Önce bu kimsenin Islâm'a bağlılık derecesine ve Allah'ın şerîatına bağlılık noktasına bakarız Hakkında hükmümüzü öyle veririz Nitekim herhangi meşru bir sebebe dayanmaksızın keramet izharına kalkışan kimsenin bu haline iyi gözle bakılmamış kötü görülmüştür Halbuki en büyük kerâmet, Allah'ın şerîatı üzerinde istikamete olmaktır
Abdullah et Tüsterî (ra)'nin yanında kerametten söz edildiğinde şöyle der: "Ne kerâmeti, ne âyeti? Bir takım şeyler ki, zamanı geliyor, Allah (cc) vakti geldiği için onları ortaya çıkarıyor Fakat kerâmetin en büyüğü bilesiniz ki, budur: Kendisinde bulunan kötü huylarını, övgüye layık olan iyi huylarla değiştirmendir" Ebu'l Hasan Eş-Şâzelî de bu hususta şunları söylüyor: "Gerçek anlamda Kerâmet: Dosdoğru bir istikametten ibarettir Bu istikameti de tam olgunluğa eriştirmektir Bu ise iki temele dayanır Allah'a gerçek manada iman etmekle ve Allah'ın Rasulünün getirdiklerine zâhirî ve bâtîni manada tabi olmakla sağlanır Kişiye düşen görev, bunları elde etmek için gayretini sarfetmesidir Tek gayesi olmalı, oda bu iki amacı elde etmek Fakat, olağanüstü olay anlamında Kerâmete gelince, muhakkık âlimler nezdinde buna itibar olunmaz Çünkü bu, kimi zaman istikamette bir mertebe kazanmış olanın elinde meydana geldiği gibi, bazan istidrac kabılinden olur"
Ayrıca Allah'ın veli kulları, salih bir kimsenin elinde meydana gelen keramete veya kerametlere itibar etmezler ve gösterilen bu kerâmetlerin o kimsenin üstünlüğüne bir delildir, diye de kabul etmezler Bu hususta Imam Şafiî şöyle der: "Elinde kerâmetler zuhûr eden her bir kimsenin velilerden olması gerekmez Bu kimselerin, kerâmet göstermeyenlerden daha üstün olduklarının bir delilidir denilemez, Böyle bir iddia ileri sürülemez Kerâmet göstermeyen öyle kimseler var ki, kerâmet gösterenlerden çok faziletlidirler ve üstündürler Zira gerçekte kerâmet, bazen sâhibinin yakînini takviye için ortaya çıkmış olabilir O kimsenin doğruluğuna ve faziletine bir kanıt olabilir Ancak bu kerâmet o kimsenin efdâl yani en üstünlüğüne bir kanıt değildir Zira efdaliyyet yani en üstünlük yakınî anlamda bir iman ve tam anlamıyla Allah'ı tanımakla mümkündür" (bk Abdullah el- Yâfiî Kitabu Neşri'l-Mehâsini'l-Galiyye, s 119)
 
Üst Alt