K.L > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAZA ORUCUNUN KAZASI
Kaza oruç tutulmakta iken bozulursa, ona da keffaret ya da ayrıca kaza tutmak gerekir mi?
Keffaret ya da kaza gerekmez Ancak tutmakta olduğu kazayı tamamlamamış olduğundan, onu tekrar tutması gerekir Ramazan orucunun (eda ederken) bozulmasından başka hiç bir orucun bozulmasıyla keffaret gerekmez
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAZA VE KADER, İMAN ESASLARINDAN MIDIR?
Ehl-i Sünnet'e göre; "kaza ve kadere iman", iman esaslarındandır Yukarıda kısaca işaret olunduğu üzere, Ehl-i Sünnet'e göre Allahu Teâlâ'ya ve O'nun mukaddes sıfatlarına iman etmek, "kaza ve kadere" imanı da gerektirir Çünkü kader, Hak Teâlâ'nın "ilim" ve "irade" sıfatlarının, kaza da "kudret" veya "tekvin" sıfatının birer gereğidir Yani, "kaza ve kader akidesi" Allah'a ve O'nun ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman etmenin zorunlu bir neticesidir Kadere imanı inkâr etmek, zâtullaha sâbit olan zâtî ve subûtî sıfatları inkâr etmek demektir Bu yüzden önemi dikkate alınarak, kaza ve kadere iman Islâm'da iman esaslarından sayılmış ve altıncı esas olarak
"Müslüman'ın Âmentüsü"nde yer almıştır Nitekim Buhâri ve Müslim'in Sahihler'inde zikredilen (bk Kitâbu'l Iman, Kitâbu'l-Kader) Hz Ömer (ra)'in Rasûlullah (sas)'den naklettiği meşhur "Cibril Hadisi"nde, "Kadere iman" iman esasları arasında, aynen tasrih edilmiştir Rivayete göre; bir gün Peygamber (sas) ashabıyla mescidde otururken, insan suretinde gelen Cebrâil (as), "Iman, Islâm ve Ihsan"ın manasını Peygamber (sas)'e sormuş ve her sualin sonunda, (Sadakte) diyerek doğruluğunu tasdik etmiştir "Iman nedir?" sorusuna Rasulullah (sas): "Iman; Allah'a, Meleklerine, Kitaplarına, Peygamberlerine ve Ahiret gününe inanmaktır (ayrıca) hayrı ve şerri ile kadere iman etmektir" buyurmuşlardır
"Bu konudaki hadisler ‚ahad hadislerdir', sahih ve meşhur da olsa zannı ifade eder Zannî deliller akaid ve iman konularında delil olarak kullanılamaz" denilemez Çünkü bu hadislerin delâlet ettiği mana kesinlik ifade eden âyetlerle te'kid edilmiştir Bu durumda zannî deliller de kesinleşir Yukarıda bazıları zikredilen bir çok âyeti kerimelerde her şeyin ilâhî takdire tabi olduğu ve Allah'ın kazası (emir hüküm ve yaratma) ile meydana geldiğine işaret buyrulmuştur (Âlu Imran, 3/47, en-Nisâ, 4/78, 143, e!Mâide, 5/77, el-En'am, 6/86-88, et-Tevbe, 9/51, el-Hicr, 15/60, el-Isrâ, 17/29, Tâhâ, 20/72, Sebe, 34/18, Meryem, 19/21, Fussilet, 41/12, el-Kamer, 54/49, el-Hadıd, 57/22) Bu bakımdan, "kaza ve kadere iman", iman esaslarını birarada zikreden (el-Bakara, 2/177, 285, en-Nisâ 4/136) gibi âyetlerde ayrıca sayılmamıştır Peygamberimiz (sas)'in vefatından bir müddet önce "kader meselesi" ve "hayır ve şer" etrafında yapılan bazı tartışmalar üzerine; "Kadere, hayrın da, şerrin de Allahu Teâlâ'nın takdiri ve yaratması ile olduğuna" inanmanın "iman esaslarından olduğu, Peygamberimiz (sas) tarafından beyan edilmiştir Kendi aklı ve şahsi kanaati ile değil, daima ilâhî vahiyle dini hüküm ve esasları ümmetine aynen tebliğ eden Rasûlullah (en-Necm, 53/3-4) Cibril hadisiyle bildirdiği iman esasları, zamanla tevatür derecesine ulaştığını ehl-i sünnet imamları bu gerçeği ittifakla kabul etmiş ve bu hususu eserlerinde zikretmişlerdir (Bu konuda geniş bilgi için bk Faruk Ahmed ed-Derühi: El-Kada ve'l-Kader Fi'l-Islam, Beyrut 1986, III, s 5-6; Ali Arslan Aydın: Islam da Iman ve Esasları, Istanbul 1982, s394-397; Abdülkerim el-Hatib-el-Kadâ ve'I-Kader, Kahire 1961, s225-227) Kaza ve kaderin, kulun iradesi ve ihtiyarî fiilleri ile ilgisine kaza ve kadere iman konusunun meşhur bir kelâm meselesi olan "halk'ı ef'âl-i ibâd", yani "insanların ihtiyârî fiillerinin yaratılması", ile ilgisi, kısacası; "Insanın irâdî fiilleri Kesb ve yaratma problemi- gibi hususlara gelince Ehl-i sünnet akaid imamları Eş'ari ve Maturidi bu konuları geniş bir şekilde açıklamışlardır:
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAZA-KADER
"Kaza ve Kader" şeklinde geçer Bu iki kelime birbirinin gereği ve tamamlayıcısı gibidir Bazı Hadislerde, "Kadere Iman", Hayrı ile Şerri ile kadere iman" diye geçmekte ise de çok de fa bir arada kullanılmaktadır Ancak genellikle Eş'arîler "Kaza ve Kader", Mâturidîler ise "Kader ve Kaza" diye zikrederler Bu kullanış, Kur'ân-ı Kerimde bir çok âyetlerde, ayrı yerlerde ve farklı anlamlarda geçen "kaza" ve "kader" kelimelerine verilen değişik anlamlardan ileri gelmektedir Önemli olan; bu manaları iyi anlamak ve herşeyin Allahu Teâlâ'nın ezelde takdir ve tayin ettiği kaderine, yani ilahi ölçüye uygun olarak kaza şeklinde meydana geldiğine kesinlikle iman etmektir Çünkü Islâm inançlarına göre her şeyin "takdir'i ilahi" ile yani "ilâhî kadere" uygun olarak yeri ve zamanı geldiğine, yani yaratıldığına inanmak şarttır Ancak kader konusu kelâm âlimleri ve Islâm düşünürleri arasında derin görüş ayrılıklarına ve çetin tartışmalara sebeb olan, anlaşılması ve çözümü çok zor bir mesele, hatta bazılarınca "Ilâhî bir sır" olarak kabul edilmektedir Gerçek şudur ki; Selefiyye, Muhaddisler ve Ehl-i Sünnet Kelamcılarının ortak görüşüne göre, Allahu Teâlâ'ya ve onun, ilim, irade, kudret ve tekvin sıfatlarına iman, "kaza ve kadere iman" etmeyi de gerektirir Çünkü lugat ve ıstılah manalarını açıklayınca anlaşılacağı gibi, "kader" Hak Teâlâ'nın "Ilim" ve "Irade" sıfatlarına, "kaza" da "Kudret" ve "Tekvin" sıfatına dayanır Yani bu sıfatlara inanmanın kesin sonucu ve gereğidir Bu esasa dayanılarak ve Islâm inançları arasındaki önemli yeri dikkate alınarak, bir de, peygamberimiz (sas)'in meşhur "Cibril Hadisi" de, naklı delil sayılarak "Kaza ve Kadere Iman" ayrıca belirtilmiş ve "Iman Esasları" arasında altıncı esas kabul edilmiştir Nitekim bazı sahih ve meşhur hadislerle beraber (Buharî, el-kader; Müslim, el-iman) bir çok âyet-i kerimede her şeyi ilâhî takdire, tabi olduğu ve Allah'u Teâlâ'nın Kudretinin ve hükmünün (kazasının) bir gereği olarak yaratıldığına işaret olunmuştur Kaza ve kader kelimelerinin lugat ve Kur'an âyetlerinde geçen değişik anlamları ile, Mâturîdilere ve Eş'arîlere göre terim manaları şöyle açıklanabilir:
"Ka-de-re" kökünden gelen kader; lugatta; "ölçü, ölçme, miktar, bir şeyi ölçerek belirli bir ölçüye göre yapmak, onu takdir ederek tayin ve tahsis etmek", anlamlarına gelir Rağıb el-Isfehanî'ye göre "kader ve takdir" bir şeyin miktarını ve sınırını bildirir (el-Müfredad, s403) Yani Kader; her hangi bir şeyin mahiyetini gösteren ve sınırlayan bir ölçüdür Nitekim her şey "ilâhî bir ölçü"ye bağlı olarak ezelde takdir ve tayin edilmiştir Mesela: buğday tohumu veya hurma çekirdeği kendilerine özgü öyle bir ölçü ve belirli özelliklerle takdir ve tayin edilmiştir ki birincisinden yalnız buğday, diğerinden yalnız hurma ağacı yetişir, başka bir şey yetişmez Her nebatın her ağacın veya hayvanın tohumu da öyledir O halde kader; bu âlemin ve ondaki bütün varlıkların ilâhî hikmete göre yaratılmasında ve varlığının devamında esas olan "Ilâhî bir ölçü, Ilâhî bir kanun" dur
Kader kelimesi Kur'an-ı Kerim'de "masdar" ve "fiil" olarak geçmektedir "Şüphesiz biz, her şeyi(n mahiyetini) belirli bir ölçüye (kadere, ilâhi takdire) göre yarattık" (el-Kamer, 54/49) âyetinde mastar; "(Allah) herşeyi yaratmış ve her birisine belirli bir nizam vererek onun kaderini takdir ve tayın etmiştir" (el-Furkan, 25/2) Yani, yaratılacak şeylerin bütün özelliklerini, yerini ve zamanını Hak veya batıl, hayır veya şer, sevap veya ikab olacağını ezelde tayin ve tespit etmiştir anlamını ihtiva eden âyette de fiil olarak kullanılmıştır
"Kaza" kelimesine gelince: lugatta; "bir şeyi sonuna getirerek hükme bağlamak", yani onun sözle veya hareketle tamamlanması, "fiillerin zamanında yaratılması"dır
Bu kelime Kur'an'ı Kerim'de "mastar" olarak değil, "fiil", "fâil" ve "Mef'ul" olarak kullanılmıştır (Fussilet 41/2, Taha, 20/72 Meryem, 19/21) Yerine ve manaya göre; "emir, hüküm, ilan, beyan" ve özellikle "yaratma" manalarına gelir "Rabb'in, yalnız kendisine ibadet etmenizi "kaza etti"emretti (öyle hükmetti)"(el-Isra, 17/23) Kaza kelimesi "emir ve hüküm" manasınadır Emir ve hüküm ise, bir şeyi "sözle tamamlamak" tır "Bunun üzerine onları (Allah cc) yedi gök olmak üzere iki günde yaratır (kaza etti) " (Fussilet,41/12) âyetinde de kaza, yaratmak (halk etmek) anlamına kullanılmıştır Bu âyette geçen "Kadâhunne" kelimesi, Allahu Teâlâ'nın onları ezeli olan ilmi ve sonsuz hikmeti ile yaratmış olduğunu ifade etmektedir Kaza kelimesi özet olarak; "herhangi bir şeyi sona erdirip varlığını tamamlamak" anlamına ise de, bu mana, yerine göre bazen değişebilmektedir (fazla bilgi için bk Abdul Kerim el-Hatip, el-Kadâ ve'!-Kader, s147-151)
Kaza ve Kader'in ıstılah manaları itikatta "Ehl-i Sünnet" mezhepleri olarak tanınan Eş'arî ve Mâturîdî âlimlerine göre birbirinden farklı ve değişiktir
Maturidîlere göre kader; "Allah Teâlâ'nın, ezelden ebede (sonsuzluğa) kadar olmuş ve olacak şeylerin zamanını, mekânını, sıfatlarını ve her türlü özelliklerini bilmesi, ezelde o mahiyyet ve şekilde takdir ve tahdid etmesidir "Bu tarife göre kader, Hak Teâlâ'nın "Ilim" ve "Irade" sıfatlarına bağlı olup, bu ilahi sıfatlara ve taalluklarına iman, kadere imanı da gerektirmektedir
Maturîdîlere göre kaza ise; "Allahu Teâlâ'nın ezelde irade ve takdir etmiş olduğu şeyleri, zamanı gelince, ilim, irade ve ezeldeki takdirlerine uygun olarak yaratması" demektir Bu bakımdan kaza, maturîdîlere göre ayrı bir kemal sıfatı olan "Tekvin" sıfatına tabi olup onun ilgi alanına girer
Bu tariflere göre kader, kazadan daha genel olup, taalluk ettiği alan daha geniştir Çünkü kader, bu kâinatı idare eden ilâhî kanun ve ilâhî ölçü, kaza ise, bu kanuna uygun olarak tenfizdir, aynen uygulamaktır Allah (cc) her şeyi bir sebep ve hikmete dayanarak yapar Kadere böyle inanılması gerekir
Eş'arilere göre kaza, hüküm manasına olup, "Allahu Teâlâ'nın bu kâinatta meydana gelecek şeylerin hepsini nasıl, ne zaman, hangi şekil ve özelliklerde olacaklarsa, ezelde öylece bilmiş ve ezeli ilmine uygun olarak dilemiş olmasıdır"
Kader ise; "Hak Teâlâ'nın her şeyi vakti gelince ezelî ilmine uygun olarak irade ettiği (dilediği) şekil ve vasıf ta yaratmasıdır"
Eş'arilerin bu tariflerine göre kaza, kaderden daha genel ve şumüllü olup, Allah (cc)'ın ilim ve irade sıfatlarına; kader ise, kudret sıfatına tabi olup, bu sıfatın hadis olan ikinci taallukunun eseridir Çünkü Eş'arîlere göre Hak Teâlâ'nın "Tekvin" diye ayrı bir sıfatı bulunmamaktadır Madurîdîlere göre durum aksine olup, kader, kazadan daha şumüllü ve geneldir Ayrıca, Maturîdîlerce yapılan tarifler "Kaza ve Kader" kelimelerinin lugat manalarına daha uygundur Özel olarak bilinmesi ve inanılması gereken husus; bu âlemde var veya yok olan her şey, Allah Teâlâ'nın kaza ve kaderi iledir Her şey bu ilâhî irade, ezeli ilim ve mutlak kudrete uygun olarak var veya yok olur Yani kâinattaki her şey bu ilahi kanuna tabidir Her şeyde ve her yerde kader, yani onu vücuda getiren vasıf ve ölçüler ile belirli sebepler mevcuttur Bunlar ezelî olan Allah'ın ilmine ve iradesine bağlıdır Bu sebeplerin birleşme veya ayrılmasından ortaya çıkan olay ve eşya ise, kazadır, kaza-i ilahî'nin tecellileridir Hak Teâlâ'nın kader ve kazasında ilahi hikmetler vardır Çünkü Allah (cc) her şeyi bir sebep ve hikmete göre yaratır Bu esasa göre Hak Teâlâ kâinattaki her şeyi tespit ettiği ilahi plana ve yüce nizama göre yönetmektedir O halde kainatta meydana gelen maddi-manevi her çeşit varlıklar ve olaylar, gayesiz olarak rastgele ortaya çıkmamaktadır Belki her şey, Allahu Teâlâ'nın ezelî ilmi, mutlak iradesi ve sonsuz kudreti ile ilâhî ölçüye plan ve nizama uygun olarak yaratılmaktadır
"Fâil-i Muhtar" olan Allah (cc) her şeyi meydana gelmeden önce ezelî ilmi ile bilip, onların vasıf ve özelliklerini, yerini ve zamanını takdir ve tespit ederek "Levh-i Mahfuz"a yazmıştır Bu gerçeklere şu âyetler delâlet etmektedir "(Gerek) yeryüzünde ve (gerek) kendi nefislerinizde herhangi bir musibet gelmemiştir ki, bu Bizim onu yaratmamızdan önce kitapta (yazılmış) olmasın Şüphesiz ki bu Allah'a göre kolaydır" (el-Hadıd, 57/22) "De ki; Allah'ın bizim için yazdığından başka bir şey bize isabet etmez" (et-Tevbe 9/51) Allah'ın kazası "Levh-i Mahfuz" da yazılı olan kaderine daima uygun olarak tecelli eder Kadere halk arasında "alın yazısı" da denmektedir Bilinmeyen alın yazısı bilerek veya kayıtsız olarak veya unutarak yapılan günahları mazur göstermez, insanın iradesini etkisiz hale getirmez ve onu sorumluluktan kurtarmaz Kaza ve kaderin birbirine aykırı düşmesi imkansızdır Aksi halde kâinatın mizan ve düzeni bozulur, varlıklar âlemi devam edemezdi Çünkü bu muazzam kâinat yer ve göklerdeki canlı cansız varlıklar, ilahî bir plan ve kanun olmadan varlığını koruyamaz
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAZASI OLAN KİMSE SÜNNET KILABİLİR Mİ?
Namaz, kelime-i tevhidden sonra İslam'ın en mühim rüknüdür Hiç bir surette terk edilmemesi gerekir Cehalet ve gaflet sebebiyle terkedilirse fırsat bulunduğu anda kazası icab eder, geciktirilmez Şafii mezhebine göre; Kazası olan kimsenin sünnet ve cenaze namazı gibi farz-ı kifaye olan namazları kılması haram olduğu gibi, farz olmayan Ka'be tavafını eda etmesi de haramdır Çünkü yemek, uyku, ticaret ve iş zamanı müstesna bütün zamanını kaza kılmaya vermek mecburiyetindedir Hanefi mezhebinde ise; beş vakit namazın sünneti, duha –kuşluk- tesbih ve teravih gibi, hakkında hadis varid olan sünnet, kaza olsa da kılınacaktır Fakat diğer nafile namazı kılmaktansa kaza ile meşgul olmak daha efdaldır Doğu ve Güneydoğu illerimizde Şafii mezhebinden olan kardeşlerimizin bir kısmı zimmetinde kaza bulunduğu gerekçesiyle haklı olarak sünnet kılmaz Amma bunun yanında kazasını da eda etmez Halbuki hazır olan namazı kazaya bırakmak haram olduğu gibi, kazaya kalmış namazı, fırsat bulunduğunda kazası için gayret gösterilmemesi de haramdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAZÂSI OLANIN NÂFİLESİ
Kaza orucu ve kaza namazı olan kişi nafile oruç tutabilir mi ve nâfile namaz kılabilir mi?
Tutabilir ve kılabilir;ancak bu görüş Hanefilere göredir Ancak çok özel günler ve zamanlar dışında, öncelikle kazâlarını edâ etmelidir Bu durum, tıpkı para borcu olan birisinin, sevabını düşünerek borç vermek için adam aramasına benziyor Başkasına borç verdiğinden dolayı sevap alır, ancak kendi borcunu ödemesi daha güzeldir
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KAZF
Kuvvetle atmak, sözü ağzından atıvermek, dokundurmak, iffetine iftira etmek Namuslu bir erkek veya kadına "sen zina ettin" ey zaniye" gibi sözlerle zina suçlaması yapmak anlamında bir Islâm hukuku terimi Kazf büyük günahlardandır Bu konuda Cenab-ı Hakk "Şüphesiz namuslu, kendi halinde olan mü'min kadınlara (zina iftirası) atanlar, dünyada ve âhirette lanet olunurlar Onlar için büyük bir azap vardır" (en-Nur, 24/23) buyurmuştur Hz Peygamber (sas) de bir hadis-i şeriflerinde, kazfi, insanı helâka götüren yedi unsurdan biri olarak zikretmiştir (Buhârî, Vesâyâ, 23)
Kazf cezası, eğer iftirayı yapan kimse hür ise cezası seksen değnektir: "Namuslu kadınlara zina isnadında bulunup da, sonra dört şahit getiremeyenlere seksen değnek (hadd) vurur, onların şahitliklerini de ebediyyen kabul etmeyin" (en-Nur, 24/4) Değnekler vücudunun belirli bir yerine değil, çeşitli yerlerine vurulur Yalnız manto, palto gibi dış elbiseleri çıkarılır Eğer iftira eden köle ise cezası kırk değnektir: "Cariyelere hür kadınlara olan azabın yarısı vardır" (en-Nur, 24/4)
Iftira edilen kimsenin muhsan olması; hür, akıllı, baliğ, müslüman ve namuslu olması demektir
Kişi iftira ettiğini söyleyip sonra bundan caymaya kalkarsa, bu kabul edilmez, yani kendisine ceza uygulanır
Bir kâfire zina isnad eden veya bir müslümana zinadan başka bir şey atfeden meselâ, ey fâsık, ey kâfir veya ey habis diyen kimse Islâm Devletinin koyduğu bir ceza (ta'zir) varsa onunla cezalandırılır
Ta'zirin en çoğu otuzdokuz en azı üç sopadır Hakim birisine had uygulayıp veya ta'zir ettiğinden dolayı o kimse ölürse, hakim sorumlu değildir Iftiradan dolayı had cezası uygulanan müslüman tevbe etse bile, şahitliği kabul olunmaz (bk en-Nur, 24/4) Ancak tevbesi sebebiyle fâsıklıktan kurtulmuş olur Şâfiîlere göre ise tevbe edince, hem fâsıklıktan kurtulur, hem de bundan sonra şahitliği kabul edilir
Kâfir iken, iftiradan dolayı kendisine had cezası uygulanan müslüman olursa, şahitliği kabul olunur Çünkü müslüman olmakla kendisine şahitlik hakkıyeniden doğar (el-Kurtubî, el-Cami' fi Ahkâmi'l-Kur'ân, Beyrut 1965-1966, XII, 190-195; Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, Istanbul 1936, IV, 3478-3483; Mevdûdî, Tefhimul Kur'ân, Istanbul 1986, III, 431 vd Seyyid Kutup, Fi Zilâli'l Kur'ân, Istanbul ty, X, 381 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KDV (KATMA DEĞER VERGİSİ)
KDV'ye bağlı olarak memurlara ödenen vergi iadesinin hükmü nedir? Eksik kalan faturaların başkalarından tamamlanması caiz midir? Bir satıcıdan bir mal almadan fatura alıp, vergi iadesinde kullanıbilir mi?
Önce KDV denen olayı şu haliyle benimsemediğimizi ve de Islâmî olmadığını vurgulamak isterim Çünkü KDV üreticiden değil, tüketiciden, bir başka ifade ile fabrikatörden değil, isçiden ve çiftçiden alınan matrahına zarurî harcamaların da dahil olduğu bir vergidir Meselâ otuz tane fabrikasi bulunan falan ağa, ürettiği mallara istediği fiyatı koyarak satar ve ilk el olduğu için devlete böyle bir vergi de ödemez Beş-on çocuğu bulunan, kirada oturan ve herhangi bir işe giremediği için sosyal güvenliği de olmayan, bu yüzden çoluk-çocuğunun tedavisi dahil her türlü ihtiyacını simit satarak karşılamaya çalışan Veli Efendi çocuğuna aldığı bir lastik ayakkabıyla, hanımına alacağı basma fistana ve ilaca KDV öder Bu yolla devletin kasasında toplanan KDV (enflasyon hesaba katıldığında) yan fiyatından daha aşağıya yine o falan ağaya teşvik kredisi olarak verilir Falan ağa da, gerçekte aldığı krediye faiz vermemekle beraber hatta bir de üste atmakla beraber, rakamsal faizi maliyetine yansıtır Mesela 1000-TLye satacağı malı söz konusu faizli 1400-TLye satar Beri taraftan tüketici Veli Efendi böylece KDV dışında o ağanın kredi borcunu (faiz demiyorum) da ödemeye ortak edilir Halbuki fakirden dolaylı ya da dolaysız hiç bir vergi alınmamalı, malı transfer zenginden fakire doğru olmalıdır Şu anda durum tam tersinedir Herhalde bu kapitalizmin gereği olarak yapılmaktadır Buna bağlı olarak tüketiciye ödenen vergi iadesinin en olumsuz yönü de sadece bir sosyal güvenlik müessesesine bağlı olup prim ödeyenlere verilmesidir Böylece sanki devlet, "yüz verirsen on veririm" demiş olmakta ve temelde insana değil üretime değer verildiği gösterilmektedir Bu da müslümanlar olarak bizim sosyal devlet anlayışımıza uymayan bir durumdur Buna göre KDV'yi ödeyen bizim simitçi Veli Efendi vergi iadesi de alamayacaktır Sebep: Iş bulup devlete prim ödememiştir Işte bizim anladığımız sosyal devlet, sadece hakkı olan değil, görevleri de olan bir devlettir ve vatandaşına iş bulmak onun görevleri arasındadır
Sorunun diğer bölümlerine gelince: Vergi iadesi devletten çalınmamakta, devlet bunu bilerek vermektedir Hatta aldığının belki, sadece yarısını iade etmektedir Bu yüzden alınmasında bir mahzur yoktur Eksik kalan faturaların başkasından tamamlanmasının da sakıncası yoktur Çünkü bu iadeyi veren devlet bunu şart koşmamakta, sadece maaşından fazla olanı kabul etmeyeceğini söylemektedir Onun için önemli olan, belli miktarda KDV'nin yatırıldığının faturalarla ibraz edilmesidir Faturalar sahte olmadıktan ve KDV'ye tabi özel fatura olduktan sonra, şuradan ya da buradan olması önemli görülmemektedir Herhangi bir mal almadan fatura almakta da durum aynıdır Yani iadeyi veren taraf (meselâ devlet) bundan zarar değil kâr etmektedir ve eğer sorulsa kabul edeceği açıktır Çünkü karşılıksız fatura verdiği sanılan esnaf aslında bunu karşılıksız veriyor değildir, bir başkasına vermesi gerekip de vermediği faturayı vermektedir ki, bu da devletin işine gelir ve karşılığında alınan vergi iadesi haksız yere alınmış olmaz, helâl olur (Allah'u a'lem)
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KEFÂLET

Bir şeyi bir şeye katmak ve eklemek Kefilin zimmetini, esas borçlu olan kişinin zimmetine mutlak bir şekilde eklemek demektir Bu tarifteki mutlak ifadesiyle kefâlet; şahıs, borç veya belirli bir mal üzerindeki kefâleti kapsamaktadır Kefâlet, borcu veya yüklendiği hususu kefilden isteme hakkı verir, yoksa borç, esas borçludan düşüp de kefil üzerinde sabit olmaz (el-Kâsânî, Bedâyiu's-Sanâyi', Beyrut 1328/1910, VI, 2; İbnü'l Hümâm, Fethu'l-Kadîr, Kahire, ty, V, 389; İbn Âbidin, Reddü'l-Muhtâr, Mısır, ty, IV, 260) Hanefiler dışındaki üç mezhebe göre kefâlet; kefilin zimmetini, kefil olunanın zimmetine, onun borcunu kendi üzerine alarak eklemektir Bu tarife göre, borç, hem esas borçlu, hem de kefil üzerinde sâbit olmaktadır (İbn Kudâme, el-Muğnî, Kahire, ty, IV, 534; eş-Şirbînî, Muğni'l-Muhtâc Şerhu'l Minhâc, Mısır, ty, II, 198) Şahıs ve ya belirli mal üzerindeki kefâletin hak sahibine yalnız "yüklenilen şeyin ifasını isteme" hakkını verdiği konusun dâ iki tarif zorunlu olarak birleşmektedir Borca kefâlette, borç (deyn) asılın üzerinde devam etmekle birlikte kefilin zimmetinde sâbit olmaktadır Alacaklı bunlardan yalnız birisinden borcu alma hakkına sahip olduğu için, sonuç olarak borç zimmeti tek kişide toplanmaktadır Eğer borca kefâlet, mücerred "isteme hakkı"ndan ibaret olsaydı, alacağın, kefil öldükten sonra onun terekesinden alınamaması gerekirdi Çünkü şahsa kefâlette olduğu gibi, kefilin ölümü ile, ondan alacağı isteme hakkı düşer, fakat mirasından alınır (İbn Âbidîn, age, IV, 261)

Kefâlet; Kitap, Sünnet ve İcmâ' delillerine dayanır
Kur ân-ı Kerîm'de şöyle buyurulur: "Rabbi O'na (Meryem'e), Zekeriyya'yı kefil kıldı" (Alu İmrân, 3/37) Burada, Zekeriyya (as)'nın Hz Meryem'in bakımını üstlendiği belirtilmektedir "Bunun üzerine Hz Yûsuf'un adamları: Biz hükümdarın su kabını kaybettik Bulup getirene bir deve yükü mükâfat var, dediler Başkanları da Ben bu mükâfatın verileceğine kefilim, dedi" (Yûsuf, 12/72)
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kefil, üzerine aldığı borcu bizzat yüklenendir" (Ebû Davud, BUYÛ, 88; Tirmizî, Büyû, 39; Vesâyâ, 5; İbn Mâce, Sadakât, 9; Ahmed b Hanbel, Müsned, V, 267, 293) Hz Peygamber'e namazı kıldırması için bir cenaze getirilmişti Miras olarak bir şey bırakıp bırakmadığını sordu? Bir malı olmadığını söylediler Bir borcu var mıdır? diye sordu "Evet iki dinar borcu var?" denilince; cenaze namazını kıldırmak istemedi ve "Arkadaşınızın namazını siz kıldınız" buyurdu Ebû Katâde'nin; "Ey Allâh'ın elçisi, bu iki dirhemi ben üzerime alıyorum" demesi üzerine, Hz Peygamber onun namazını kıldı (Buhârî, Havâlât, 3, 6; eş-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, V, 237 vd)
Diğer yandan İslâm hukukçuları; insanların ihtiyacı ve borçlunun sıkıntısının giderilmesi için kefâletin caiz olduğu konusunda görüş birliği içindedir Sadece bazı ayrıntılarda görüş ayrılığı vardır
İyi niyetle kefil olma, kefile sevap kazandıran taat kabılinden bir ameldir Kefil olan kimse Allâhu Teâlâ'nın yardımını üzerine çeker Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Bir kimse mü'min kardeşinin yardımında bulunduğu sürece, Allahu Teâlâ da o kimsenin yardımındadır" (Ahmed b Hanbel, Müsned, II, 274) Diğer yandan, insanlar arasında iyilik iyiliği çeker Karşılıklı yardımlaşmaya sebep olur Kur'ân'da şöyle buyurulur: "iyiliğin karşılığı ancak iyilikten başka bir şey değildir" (er-Rahmân, 55/60)
Ebû Hanîfe ve İmam Muhammed'e göre kefâletin rüknü, kefilin teklifi ve alacaklının kabulünden ibarettir Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, kefil olacak kimsenin "ben kefilim" demesi yeterlidir kabul bir rükün değildir Çünkü Rasûlüllah (sas), Ebû Katâde'nin, ölen bir kimsenin borcunu üstlenmesine karşı çıkmamıştır (bk Buhârî, Havâlât, 3, 6) Ancak borçlunun rızasının gerekmediği konusunda İslâm hukukçuları arasında görüş birliği vardır Çünkü başkasının borcunu izinsiz ödemek caiz olunca, bu borca kefil olmak öncelikle caiz olur Diğer yandan iflas etmiş olarak ölen bir kimseye kefâletin geçerli olduğunu, Ebû Hanîfe dışındaki bütün fakihler kabul ederler (el-Kâsânı, age, VI, 2; İbnu'l-Hümâm, age, V, 390; İbn Âbidin, age, IV, 260; eş-Şirazî, el-Mühezzeb, I, 340; İbn Kudâme, el-Muğnî, 3 baskı, Kahire, ty, V, 535)
Kefillik şahıs veya mal yahut nakit para borçları için söz konusu olur Şahsa kefil olmak onu belirli bir tarihte, belirli bir yerde hazır bulundurmayı eder Mal veya paraya kefillikte ise, asil borçlu mal ya da para horcunu vadesinde ödemezse, kefil bunları alacaklıya ödemeyi üstlenmiş olur
Kefillik mutlak ve mukayyed olmak üzere de ikiye ayrılır:
1 Mutlak kefillik: Borcun ödenme şekil ve vadesinde söz etmeksizin yapılan kefillik sözleşmesidir Burada borç peşin ödenecekse, kefillik de başlamış olur Borç va'deli ise kefil bu vade sonuna kadar süreye sahip olur
2 Mukayyed kefillik: Kefillik için bir ay veya bir yıl gibi sure sınırlaması yoluna gidilebilir Kefillik süresinin, asıl borç suresine denk, ondan az vefa süre olması mümkün ve câizdir Çünkü borcu istemek alacaklının hakkı olup, o, kefil ve asil ile dilediği şekilde anlaşma yapabilir
Kefalet akdi, bir yıl gibi bir süreyle sınırlandırılmış ise, süre dolmadan borçlu ölse, onun malından ödenmesi gerekli olur Kefil için süre devam eder Bir yıldan önce kefil vefat ederse, borç, onun malından ödenir hale gelir Süre, asıl, borçlu için devam eder Bu görüş Hanefi, Şâfiî ve Mâlikilere aittir Çünkü Hanefîlere ölüm, zimmeti sona erdirir ve zarurî bazı durumlar dışında insanın ehliyetini ortadan kaldırır Hanbelîlerin ibn Kudâme tarafından tercih edilen bir görüşüne göre, borçlar, ölüm sebebiyle muacceliyet kazanmaz Çünkü borç bir vadeye bağlanmışsa, vade tarihi gelmedikçe talep edilemez (es-Serahsî, el-Mebsût, XX, 28; el-Kâsânî, age, V l, 3; İbn Kudâme, el-Muğnî, V, 545)
Bir kimse, bir şahsı belli bir yerde, meselâ mahkemede hazır bulundurmak üzere bir ay veya üç gün gibi bir süreyle kefil olsa, caizdir Bu durumda kefilden kefâlet süresi geçmedikçe kefili olduğu kimseyi teslim etmesi istenemez
Şartlı kefâlette, şartın kefâlet akdinin niteliği ile bağdaşır nitelikte olması gerekir "Ali geldiği zaman onun kefiliyim veya Ali bu beldeyi terkederse onun kefiliyim" demek gibi Yağmurun yağması veya rüzgârın esmesi gibi bir şarta bağlı olan kefâlet, derhal meydana gelir, vade geçersiz olur Çünkü bu süreler belirsizdir (el-Kâsânî, age, VI, 4; İbnü'l-Hümâm, age, V, 414; İbn Abidîn, Reddü'lMuhtâr, IV, 277)
Kefâlet akdinin şartları
Bu şartlar; kefil, borçlu veya alacaklı ile ilgili olmak üzere üç kısına ayrılabilir
1 Kefille ilgili şartlar: Kefilin akıllı olması ve büluğ çağına gelmiş bulunması gerekir Akıl hastası ve küçük çocukların kefil olması geçerli değildir Çünkü kefillik, başkasının borcunu yüklenme sebebiyle, bir teberru akdidir Bu yüzden, teberru ehliyeti bulunmayan kimse kefâlet akdi de yapamaz Bu konuda görüş birliği vardır Sefahat sebebiyle kısıtlı bulunanlar da kefâlete ehil değildir Kefâlet malî bir tasarruf olduğu için kefilin reşid olması gerekir (es-Serahsı, age, XX, 8; el-Kâsânı, age, VI, 5; İbn Âbidîn, age, IV, 262)
2 Borçlu (asil) ile ilgili şartlar:
a Kefilin, kefâlet konusunu ifaya gücü yetmesi gerekir Ebû Hanîfe'ye göre, borcunu ödemeye yetecek mal bırakmaksızın müflis olarak vefat eden kimsenin borcuna kefâlet geçerli değildir Çünkü bu borç dünya hukuku bakımından düşmüştür ibrâ ile düşen borçta olduğu gibi, buna da kefalet sahih olmaz Ölünün zimmeti ölümle sona ermiştir Onun zimmetinde borç devam etmez Ebû Yûsuf, imam Muhammed ve çoğunluk İslâm hukukçularına göre, iflâs eden ölünün borcuna kefâlet geçerlidir Delil, yukarıda verdiğimiz Ebû Katâde'den nakledilen hadistir (bk Buhârî, Havâlât, 3, 6)
b Kefilin, borçlunun kimliğini bilmesi gerekir Kefil, "İnsanlardan herhangi birisine kefil oldum" gibi belirsiz tasarrufta bulunsa, kefâlet geçerli olmaz (el-Kâsânî, age, VI, 5 vd; İbnü'l-Hümâm, age, V, 419; İbn Âbidîn, age, IV, 262, 278)
3 Alacaklıda bulunması gereken şartlar:
a Alacaklının belirli olması gerekir Aksi halde, kefâletten beklenen amaç gerçekleşmez
b Alacaklının, akit meclisinde hazır bulunması gerekir
c Alacaklının akıllı olması gerekir (es-Serahsî, age, XX, 9; el-Kâsânî age, VI, 6 vd; İbnü'l Hümam, age, V, 417; İbnü'l-Arabî, Ahkâmî'l-Kur'ân, III, 1085; ibn Kudâme, age, V, 535 vd)
4 Kefâletin konusu ile ilgili şartlar:
a Kefâlet konusunun borçlu adına yüklenilmiş olması şarttır Konunun borç, belirli bir mal, şahıs veya bir eylem olması mümkündür
b Akdin konusunun, kefil tarafından if asına guç yetirilmesi gerekir Bu yüzden had ve kısas cezalan için kefâlet geçerli değildir
c Borcun, sahih ve lazım olması gerekir Bu borç, ancak ibrâ veya edâ ile düşer Bu şart, malla ilgili kefalete âittir (el-Kâsânî, age, VI, 9; İbnu'l-Hümâm, age, V, 402 vd; ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, l l 294; ibn Kudâme, age, l V, 536 539, 557; es-Serahsî, age, XX, 50)
Kefâletin hükümleri
Kefilin, asile rucû etme hakkı vardır Kefâlet, borç üzerinde ise, kefil, ödemek zorunda kaldığı borcu asıl borçludan talep eder Kefil iki kişi olursa,-borç onlardan yarı yarıya tahsil edilir Daha sonra bu kefiller, bunu asıl borçludan isterler Alacaklı, alacağını asıl borçludan veya kefilden dilediğini tercih ederek isteme hakkına sahiptir
Kefil, borcu ödemeden önce, asıl borçludan isteyemez (es-Serahsî, age, XIX, 162; el-Kâsânî, age, VI, 10 vd; İbnü'l-Hümâm, age, V, 391, 403; eş-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletüh, Dımaşk 1404/1984, V, 148, vd
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KEFALET (devam)

Kefâletin sona ermesi
Mal ile ilgili kefâlet iki durumda sona erer
1 Borcun alacaklıya ödenmesi Bu ödeme ister asıl borçlu, isterse kefil tarafından yapılsın kefâlet akdini sona erdirir Yine, alacaklı alacağını kefile veya asile hibe etse kefâlet ilişkisi sona erer Çünkü hibe, edâ yerindedir Kefile veya asile borcu tasadduk etmek hibenin benzeridir Alacaklı vefat eder ve borçlu yahut kefil, ona mirasçı olursa yine kefâlet akdi sona erer Çünkü mirasla onun zimmetinde bulunan şeylere de mâlik olunmuştur
2 İbrâ ve bu anlamda olan tasarruflar:
Alacaklı, kefili veya asili borçtan ibrâ etse kefâlet sona erer Ancak, yalnız kefili veya yalnız asili ibrâ etmesi, diğerini de ibrâ etmesi anlamına gelmez Kefilin borçtan ibrâsı, yalnız borcun ondan istenmesi hakkını düşürür, fakat borcun aslını ortadan kaldırmaz Ancak alacaklı borcun ödendiğini ikrar ve itiraf ederse, kefil de, asil de borçtan kurtulmuş olur
Kefâlet sulh yoluyla da sona erebilir Kefil, alacaklı ile iddia konusu borcun bir bölümü üzerinde anlaşsalar, iki durumda kefil ve asil birlikte borçtan kurtulmuş olurlar Kefil ya; "Ben ve borçlu, ikimiz de geri kalan borçtan beriyiz" der veya mutlak ibrâ anlamında, alacaklı ile belli bir rakam üzerinde anlaşma yapılmış olabilir (Es-Serahsî, age, XX, 58, 91; el-Kâsâni, age, VI, 11 vd; İbnü'l-Hümam, age, V, 412)
Şahıs üzerindeki kefâlet üç durumda sona erer:
1 Kefil olunan şahsın teslim edilmesi: Bu, daha çok, bir tutukluyu veya tutuklanmayı gerektirecek bir suçla itham edilen kimseyi, duruşma için mahkemede hazır bulundurmak amacıyla yapılan bir kefâlet sözleşmesidir Sanık, kefili tarafından belirtilen tarihte mahkemede hazır bulundurulunca akit sona erer Mahkemenin bulunmadığı bir beldede, sanığı karakola teslim etmekle kefil görevini tamamlamış sayılmaz Eğer, mahkeme bulunan şehirde, çarsı veya pazarda sanık teslim edilmiş olursa, kefâlet akdi sona erer Çünkü, burada sanığı yargılama imkânı vardır Kefil, sanığı kararlaştırılan şehirden başka bir şehirde teslim etse, Ebû Hanîfe'ye göre, yargılama imkânı doğduğu için kefâlet akdi sona erer Ebû Yûsuf ve İmam Muhammed'e göre ise, belirlenen şehirde teslim etmedikçe, kefâlet sona ermez Devlet başkanı yerine, hâkime teslim etmek kefâleti sona erdirir
2 İbra: Hak sahibi, kefili, şahsa kefâletten beri kılınca, kefâlet akdi sona erer Bu durumda sanık (asil) yükümlülükten kurtulmuş olmaz Ancak, hak sahibi asile karşı, hakkından vazgeçerse, kefil ve asil birlikte yükümlülükten kurtulmuş olurlar
3 Şahsa kefil olan kimsenin ölümü: Kefâlet konusu olan şahıs ölünce, kefil, kefâletten kurtulur Çünkü artık onu belirlenen yerde bulundurmaya gücü yetmez Kefil, öldüğü zaman da kefâlet akdi sona erer Çünkü bu durumda da, onun kefil olduğu kimseyi hazır bulundurma imkânı yoktur Onun mirası borca da kefâletin aksine bu görevi ifaya elverişli değildir
Lehine kefil olunan şahsın ölümüyle, sahsa kefâlet sona ermez Nitekim mala kefâlette de, alacaklının ölümüyle kefâlet sona ermiş olmaz Çünkü kefilin, görevini ifaya gücü yetmektedir Bu durumda vasî veya vârisler, alacağı istemede, vefat edenin yerine geçerler (es-Serahsî, age, XIX, 166, 175; el-Kâsânî, ag e, VI, 12 vd; İbnü'l-Hümam, age, V, 393 vd; el-Meydânî, el-Lübâb fî Şerhi'l-Kitab, İstanbul t y, II, 153)
Belirli bir malın tazminine yönelik olan kefâlet akdi iki durumda sona erer:
Kefil olunan mal, mevcutsa bunun hak sahibine teslimi, malın helâk olması hâlinde ise mislini veya kıymetini verme durumunda kefâlet akdi sona erer Hak sahibinin kefili kefâletten ibrâ etmesi hâlinde de akit sona erer Çünkü kefil isteme, alacaklının hakkıdır Borçta olduğu gibi, onun düşürmesiyle kefillik de düşmüş olur (el-Kâsânî, age, VI, 13)
Kefilin ödediği borç için asile rucû etmesi için şu şartların bulunması gerekir:
1 Kefâletin borçlunun izniyle olması Borçlu olan bir kimse, borcu için birisine kefil olma izni vermemişse, başkasının onun adına yapacağı ödeme teberru niteliğinde olur Eğer teberruda bulunan kefilin asıl borçluya rucû hakkı olsaydı, Hz Peygamber'in, borçlu olarak ölen sahabenin namazını, Ebû Katade'nin tazmini sebebiyle kılmaması gerekirdi Bu, Hanefi ve Şâfiîlerin görüşüdür Mâlik ve bir rivâyette Ahmed b Hanbel'e göre, ödemenin kendisi için ödeme yapılanın izniyle olması şart değildir Çünkü bu, onun yükümlülükten kurtaran bir ödemedir Bu, borçlunun ödemeden kaçınması hâlinde, hâkimin onun adına ödeme yapması gibidir
2 Ödemenin asıl borçlu adına yapılması Kefil, temelde borçlunun borcunu yüklenir Eğer borçlu tazmini kendisine izafe etmezse, kefille kendi arasında kuruları "karz akdi" gerçekleşmez Çünkü kefâlet, borçluya göre ödünç para istemekten (istikraz), kefile göre ise ödeme yaptığı takdirde, borçluya ödünç para vermekten (ikraz) ibarettir Kefil ödeme konusunda borçlunun naibi (vekili) durumundadır (es-Serahsî, age, XIX, 178; el-Kâsânî, age, VI, 13 vd; İbnü'l Hümâm, age, V, 408 vd; es-Şirâzî, age, I 341; İbn Kudâme, age, IV, 449 vd)
Kefilin asile rucû etmesi:
Hanefilere göre, kefil asile, onun adına ödediği meblağı ile değil, tazmin etmeyi üstlendiği miktar ile rucû eder Çünkü o, borcu ödemekle asıl borçlunun zimmetindeki borca sahip olmuş bulunur Kısaca, kefil, alacaklıya borcu başka cins paradan ödeyen kimseye borç yerine başka bir mal verse, asıl borçludan kefil olduğu miktarı taleb edebilir Bir borcu vekil sıfatıyla ödeyen kimse ise, müvekkile ödediği şeyin cins ve miktarı ile rucû eder Çünkü vekil, edâ ile borca mâlik olmuş sayılmaz Belki, ödediği meblağı müvekkile ödünç (karz) olarak vermiş sayılır Bu yüzden borçluya, ödünç verdiği şeyle rucû eder
Ancak kefil sulh yoluyla borcun bir bölümünü ödemiş olursa, artık borçludan borcun tümünü değil, ödediği kadarını isteyebilir Çünkü o, bu durumda bir bölümünü ödemekle tüm borca mâlik olmuş sayılmaz Kefili borcun bir bölümünü sulh yoluyla düşmesinin, temlik sayılması halinde, kefilin ödediği ile borcun tamamı arasındaki fark faiz işlemine girer
Şafiî ve Malikîlere göre, kefil borçluya fiilen ödemek zorunda kaldığı miktarla rucû eder Borcun bir bölümü üzerinde sulh veya ibrâ halinde de, kefil ödediği kadarıyla rucû eder Hanbelilere göre ise kefil, asil borçla, fiilen ödediğinden hangisi azsa, onunla asile rucû eder Çünkü, eğer borç, ödenenden azsa fazlalık teberru niteliğindedir Ödenen azsa o, ödediği kadarıyla rucû edecektir (el-Kâsânî, age, VI, 14-15; el-Meydânî, age, II, 157; ibn Kudâme, age, IV, 551: ez-Zühaylî, age, V, 159-160)
Bir kimse, alıcı için satıcının sattığı mala, helâk olursa parasını yahut kıymetini vermek yahut rehin veren için, rehin alan kimseden dolayı rehin verilen mal helâk olursa, parasını yahut kıymetini vermek üzere kefil olursa, sahih olmaz Çünkü satılan, satıcının elinde iken helâk olsa, alıcıdan bir şey alamaz Rehin alanın yanındaki rehin helâk olsa, rehin alana bir şey lâzım gelmez Buna göre, helâk olduğunda ödenmesi gerekmeyen mallara, kefil olmak geçerli değildir
Bunun gibi, emânetlere, âriyetlere, kiralanan şeylere ve ortak mallara kefil olmak caiz değildir Çünkü bunlar helâk olduğu takdirde ödenmeleri gerekmez Ancak, satılan malın, alıcıya; rehin verilen malın, rehin verene; kiralanan malın kiracıya; satılan malın, parasının satıcıya teslim edilmesine kefil olmak mümkün ve câizdir (İbrahim Halebî, Şerh Mehmed Mevkûfâtî, Mültekâ Tercemesi, Terc A Davudoğlu, İstanbul 1980, II, 87)
Kefâlet için bir ücret istemenin hükmü:
Kefâlet, bir teberru akdi ve kefilin kendisi sebebiyle sevap kazanacağı bir taattır Çünkü bu, hayırda yardımlaşmadır Diğer yandan kefil ödemek zorunda kalacağı şeyle, asile rucû eder Bunun bir bedel talep edilmeksizin Allah rızası için ve karşılığı âhirette beklenmek üzere yapılması en güzelidir Şüpheden uzak olan şekli de budur Ancak alacaklı, kefilin ödemede bulunarak kendisine yaptığı iyiliğe bir karşılık olmak üzere, ona hibe veya hediye olarak bir şeyler verse bu câiz olur Diğer yandan kefil, kefâletine bir karşılık veya belli bir ücret şart koşsa, kefil göstermek zorunda olan borçlu, meccânen kefil olacak birisini bulamazsa zarûret veya ihtiyaç sebebiyle ücret karşılığı kefâlet caiz olur Günümüzde pek çok ticarî yatırımlarda ve taahhüt işlerinde istenen "teminat mektubu" da zaruret hâlinde bu gruba girebilir Bu görüş İslâm hukukçularına göre şu esasa dayanır:
Kur'ân-ı Kerim öğretilmesi; imamlık, müezzinlik ve müftülük gibi, insanı Allah'a yaklaştıran bazı ibadet ve taatlerin ifası karşılığında ücret vermek, ihtiyaç sebebiyle caiz görülmüştür Diğer yandan, hakkı hâkim kılmak, zulmü kaldırmak veya bir beldeden düşmanın zarar veya tehlikesini bertaraf etmek için düşmana rüşvet yoluyla bir şeyler verilmesinde de bir sakınca görülmemiştir (ez-Zühaylî, age, V, 161; Ö Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, İstanbul 1970, VI, 281 vd)
Sonuç olarak kefâletin aslının teberru niteliğinde olduğu ve kefile karz-ı hasen sevabı kazandırdığı dikkate alınarak, bunun bir karşılık beklemeksizin yapılması gerekir Ancak bir beldede, menfaat karşılığı olmaksızın kefil bulunamaz hale gelmişse, zarûret ve ihtiyaç hallerinde ücret karşılığı kefâlete bâşvurulabilir Nitekim, Hanefîlerde Kur'ân öğretimi, imamlık ve müezzinlik gibi taatler önceleri ücret veya maaş almaksızın yürütülürken, bunu meccânen yapanların kalmayışı, aksi halde bu hizmetlerin büyük ihmallere uğrayacağının anlaşılması üzerine bunları yapanlara ücret verilebileceğine fetvâ verilmiştir Böylece Hz Peygamber devrinde yapılmayan bir iş, şartların değişmesiyle sonraki müctehidler tarafından yeni şartlara göre değerlendirilmiş, toplumun ve İslâm'ın maslahatı için bu yola gidilmiştir
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KEFEN

Vefat eden erkek veya kadından her birinin bedenini örtmek için kullanılan kumaş parçası Cenazenin kefenlenmesi farz-ı kifâye'dir Bu farz yerine getirilmezse İslâm toplumu sorumlu olur Kefenin gerekliliği hadis, icmâ' ve akıl delillerine dayanır
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Beyaz elbise giyiniz Şüphesiz bu, elbiselerinizin en hayırlısıdır Ölülerinizi de onunla kefenleyiniz" (Ebû Dâvud, Tıbb, 14, Libâs, 13; Tirmizî, Cenâiz, 18, Edeb, 46; Nesaî, Cenâiz, 38, Zîne, 97; Ahmed b Hanbel, Müsned, I, 247, 274, 328) Sıcak iklimlerde beyaz renkli giysinin, serin tutan, güneş ışınlarını kıran en uygun giysi olduğu bilinmektedir "Ölülerin kefenlerini güzel yapın Çünkü onlar kendi aralarında birbirlerini ziyaret ederler ve kefenlerinin güzelliği ile iftihar ederler" (Müslim, Cenâiz, 49; Tirmizî, Cenâiz 19; Nesaî, Cenâiz 37; İbn Mâce Cenâiz 12; Ebû Dâvud, Cenâiz; 30, Müsned, III, 295, 329, 349)
Rivâyete göre, Hz Âdem vefat edince melekler O'nu yıkamış, kefenlemiş ve defnettikten sonra, çocuklarına şöyle demişlerdir: Bu, sizin ölüleriniz için bir sünnettir (el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi', Beyrut 1402/1982, I, 306)
Kefenin güzel yapılmasından maksat, beyazlığı ve temizliği, ölülerin kefenleriyle övünmelerinden kastedilen ise, sünnete uygun olduğu için sevinmeleridir Burada pahalı kumaş kastedilmemiştir Çünkü İslâm'da israftan kaçınmak bir esastır Diğer yandan Hz Peygamber; "Kefende pahalıya kaçmayın, çünkü o, çabucak soyulup gider" (Ebû Dâvud, Cenâiz, 31) buyurmuştur
Kefen, cenazenin sosyal ve ekonomik durumuna göre; sünnet, kifâyet veya zarûret miktarlarında olmak üzere üçe ayrılır
1 Sünnet miktarı kefen: Erkek için; izâr, gömlek ve sargıdır Kadın için ise; izâr, başörtüsü, sargı ve göğüsleriyle karnını bağlamak için kullanılan bir bez ve gömlek (dır') olmak üzere beş parçadır
"İzâr"; vücûdu tepeden tırnağa saran parçadır "Gömlek"; boğazdan ayaklara kadar olan yakasız ve kolsuz giydirilen elbisedir "Sargı"; cenazeyi sarmak için kullanılan izardan daha uzun parçadır Cesedin üst ve alt kısımlarından bağlanır Kadına mahsus olan "dır"' gömlekle (kamîs) eş anlamlı ise de, kadının gömleğinin göğüse, erkeğinkinin ise omuza kadar yarılacağı belirtilmiştir (İbn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, İstanbul 1984, II, 202)
2 Kifâyet miktarı kefen: Erkek için kefenin yetecek en az miktarı izâr ve sargı olmak üzere iki parçadır Çünkü sağlığında giydiği en az elbise budur Tek parça elbise ile namaz kılmak mekruh olduğu gibi, tek parça kefen de mekruhtur Kadının en az yetecek kefeni ise iki elbise ile bir baş örtüsüdür Bundan azı mekruhtur
3 Zarûret miktarı kefen: Erkek ve kadın için zarûret hâlinde kefenin en azı bütün bedeni örtecek kadar olmasıdır Bu da mümkün olmazsa başkalarından kumaş istenir Çünkü bundan aşağısı, yok hükmündedir Bütün bedeni örten kefenle, yükümlülerden farz düşer Ancak zarûretler kendi miktarlarınca takdir olunur Özellikle kıtlık, darlık, savaş ve yaygın bulaşıcı hastalık gibi sebeplerle ortaya çıkan toplu ölümlerde bu sıkıntılar söz konusu olabilir Bu durumda, kefenin zarûret miktarı ne bulunursa odur
Mus'ab b Umuyr (ra) Uhud savaşında şehid düşünce, üzerinde tek parça çizgili bir kumaş parçasından başka bir şey yoktu Kabre defnedilirken başı örtülse ayakları, ayakları örtülse başı açıkta kalıyordu Bunun üzerine, Hz Peygamber; kumaşla başının örtülmesini, ayaklarının üzerine de izhir otu atılmasını söylemiştir Bu Hadis, cenazenin yalnız avret yerlerinin örtülmeşinin farz için yeterli olmadığını, açıkta kalan kısımların gerektiğinde hasır, kilim, parça, ot ve benzeri şeylerle örtmenin gerektiğini gösterir İmam Şâfiî, zarûret halinde yalnız avret yerlerinin örtülmesini yeterli görür (İbn Âbidîn, age, II, 204) Kefen ölüye sarılmadan önce güzel koku ile tütsülenir Önce yaygı tabuta veya hasır, kilim gibi bir şey üzerine yayılır, onun üzerine de izâr yayılır Sonra ölüye kefen gömleği giydirilerek, izâr'ın üzerine yatırılır Ölü erkekse, izâr önce soluna, sonra da sağına getirilerek sarılır Sargı da aynı şekilde onun üstüne sarılır Açılmasından korkulursa kefen bir kuşakla bağlanabilir Kadına önce gömleği giydirilir Saçları iki örgü halinde gömleğin üzerinden, göğsü üzerine konur, onun üzerine baş örtüsü yüzüyle beraber örtülür, üstüne de izâr sarılır, izârın üzerinden de göğüs örtüsü bağlanır, daha sonra da sargı sarılır Göğüs örtüsü sargıdan sonra da bağlanabilir Kefenin açılmasından korkulursa düğümlenir
Kefen konusunda cinsiyeti belirsiz kişi (hunsây-ı müşkil) kadın gibi işlem görür Çünkü erkek olma ihtimali karşısında fazlanın bir zararı yoktur İhramlı, ihramsız gibidir Yani kefeni kokulanır ve başı örtülür İmam Şâfiî aksi görüştedir Bülûğa yaklaşan erkek çocuk (mürâhik) Erkek; kız çocuğu (mürâhika) da kadın hükmündedir Bulûğ çağına yaklaşmamış küçük erkek çocuğu bir parça, küçük kız çocuğu ise iki parça kefen bezine sarılır Düşük cenîn, ölünün bir uzvu gibi sayılır, kefenlenmez, bir beze sarılır
Bulunan bir insanın parçasının eğer başı varsa parçası olan ile birlikte kefenlenir Ölen bir kâfirin durumu da böyledir Onun mahrem bir hısımı varsa onu yıkar Bir beze sararak kefenler Çünkü, münkirin sünnet üzere kefenlenmesi mekruhtur
Kabrinden yeni çıkarılmış cenaze, kefeni soyulmuş olarak bulunursa, dağılmamış durumda ise, hiç defnedilmemiş gibi ikinci defa üç parça kefenle kefenlenir Dağılmışsa bir parça kefene sarılır
Erkeğin kefeninin cuma ve bayram günlerinde, kadının kefenin ise, ana-babasını ziyaret sırasında giydiği elbiseye kıymetçe uygun bulunmasıdır Herkesin kefeni kendi malından karşılanır Kefen masrafı borçtan, vasiyet ve mirastan önce gelir Malı bulunmayan cenazenin kefeni hayatta iken ona bakmak zorunda olan nafaka yükümlüsüne aittir Bu da yoksa, techîz ve tekfin masraflarını İslam Devleti karşılar Kadınların kefenleri zengin olsalar da kocalarına aittir Çünkü kefen bir bakıma dünyadaki örtünmenin (tesettür) devamıdır (bk el-Kâsânî, Bedâyîu's-Sanâyi' Beyrut 1402/1982, I, 306-309; el-Fetâvâ'l Hindiyye, Beyrut 1400/1980, I, 160-162; İbn Abidîn, age, II, 202-207)
 
Üst Alt