K.L > İsLami Fıkıh AnsikLopedisi (Alfabetik)

ceylannur

Yeni Üyemiz
KISA ÇORAPLÂ NAMAZ Okulda giymek zorunda kalanlar için, diz kapaklarının biraz altında bir elbise ve çorapla namaz kılınır mı?
Çorap cildin rengini belli etmeyecek kadâr kalın olursa kılınabilir Altının rengini belli eden çorapla, ya da elbise ile kılınan namaz câiz değildir (Hindiyye 1/58) Çünkü namaz için avreti kapatmanın şartı, elbisenin vücut hatlarını belli etmemesi değil, rengi belli etmemesidir Elbisenin vücut hatlarını belli edecek kadar dar olması, avreti örtmediğinden değil, fitne ve tahrike sebep olacağından dolayı haramdır ama namaza engel değildir
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KISAS
Cinayette ödeşmek Bir suç işleyenin aynı cinsten bir ceza ile cezalandırılması Öldürme veya yaralamada, suçluya aynı şeyin yapılması Kasten adam öldürene veya yaralayana Islâm hukukunun uyguladığı ceza
Bir Islâm hukuku terimi olarak kısas; ferdin hakkıolarak yerine getirilmesi gereken, âyet ve Hadislerde miktarı belirlenen ve suçlunun bedenine yönelik bulunan cezayı ifade eder Kesmek anlamına gelen "Kass" kökünden alınmıştır
Kısas cezasını gerektiren suçlar;
Kasten adam öldürme ile bazı kasten yaralama ve sakat bırakma eylemlerini kapsamına alır
Kısas cezası Kitap ve Sünnet delillerine dayanır Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyurulur:
"Ey iman edenler! Öldürülenler hakkında size kısas farz kılındı Hür hür ile; köle köle ile, kadın kadın ile kısâs olunur Öldürülenin velisi tarafından, öldüren lehine bir şey affolunursa (diyet için) yapılacak uygulama örfe göre normal olmalı ve en iyi bir şekilde ona ödenmelidir Bu size Rabbınızdan bir kolaylık ve rahmettir Artık bu hükümden sonra kim haddi aşarsa ona acı bir azap vardır Sizin için kısasta hayat vardır, ey tam akıllı insanlar" (el-Bakara, 2/178-179)
"Her kim haksız olarak öldürülürse onun velisine yetki verdik O da öldürmede haddi aşmasın Çünkü ona yeterince yardım olunmuştur" (el-Isrâ, 17/33)
"Biz Tevrat'ta onlara şu hükümleri farz kılmıştık: Cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır Yaralarda da kısas vardır Fakat kim hakkından vazgeçerse, bu onun günahlarının affına bir sebeptir Kim Allah'ın indirdiği ile hükmetmezse, işte onlar, zâlimlerin ta kendileridir" (el-Mâide, 5/45)
Kısas hükümlerinin önceki semâvî dinlerde de bulunduğunu Kur'ân-ı Kerîm bildirmektedir Yahudilerin mukaddes kitabı Tevrat'ta bugün konu ile ilgili şu kurallar yer almaktadır:
"Bir kimseyi vurarak öldüren kimse, mutlaka öldürülecektir" (Çıkış: 21/13)
"Bir kimsenin komşusuna kini olur ve onu hile ile öldürürse, öldürülmesi için onu mizbahından bile alacaksın" (Çıkış: 21/14)
"Bir kimse bir adamı öldürürse mutlaka öldürülecektir " (Levililer: 24/17)
İslam'ın ortaya çıkışından önce, Medine'de yaşayan iki yahudi kabilesi Nadîroğulları ile Kurayzaoğulları arasında çatışma olmuş, Nadîroğulları üstün gelmişti Bu üstünlüğü ondan sonra işlenecek suçlara uygulanacak cezalara da yansıtmaya başladılar Meselâ; bir Nadırli, Kurayzalıyı öldürürse kısas uygulanmıyor, yüz vask (200 kglık ağırlık ölçüsü) kuru üzüm fidye olarak ödeniyordu Fakat bir Kurayzalı, Nadırliyi öldürürse, kısas yoluyla suçlu da öldürülüyordu Eğer bu son durumda fidye ödemesi kararlaştırılırsa, iki kat olarak fidye uygulanıyordu Işte Cenâb-ı Hak onların Tevrat'tan sapma noktalarını belirlemek ve Islâm ümmetine de kısas hükümlerini teşmil etmek üzere yukarıdaki âyeti indirdi (bk Ibn Kesîr, Tefsîru'l Kur'anı'l-Azım, Istanbul 1984, I, 299, 300 vd)
Hz Peygamber şöyle buyurmuştur: "Kim kasten öldürürse, bunun hükmü kısastır" (Ebû Davud, Diyat, 5)
"Allah'tan başka ilâh olmadığını ve benim Allah'ın elçisi olduğumu tasdik eden müslüman bir kimsenin kanı, şu üç durum dışında helal değildir: Cana karşı can, zina eden evli kişi ve dini terkedip cemaatten ayrılan kimse" (Buhârî, Diyât, 6; Müslim, Kasâme, 25, 26; Ebû Dâvud, Hudûd, 1; Tirmizî, Hudûd, 15; Nesâî, Tahrîm, 5, 11, 14; Dârimî, Siyer,11; Ahmed b Hanbel, I, 61, 63, 65, 70, 163, 382, 428, 444, 465, VI, 181, 214; es-Şevkânî, Neylü'l-Evtâr, Mısır ty, VII, 7)
Kasten ve taammüden öldürmenin kısası gerektirdiği konusunda görüş birliği olmakla birlikte kasıt ve taammüdün karınesi üzerinde görüş ayrılığı vardır Ebû Hanîfe'ye göre, bir uzvu bedenden ayırabilecek bir silâh veya âlet ile işlenen öldürme fiili, kasten ve amden işlenmiş sayılır Keskin demir, taş, ağaç ve benzerleri ile bir kimseyi öldürmek gibi Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre, ister öldürücü âlet ile olsun, ister ölüme götüren bir eylem ve fiille olsun, işlenen öldürme suçu "kasten" sayılır Denize atmak, yüksek bir yerden düşürmek ve zehirlemek bunlar arasında sayılabilir Imam Şâfiî'ye göre, bedene batan veya kesici âletlerde olduğu gibi genellikle ölümü doğurabilecek bir şeyle öldürmek de "taammüden öldürme" kapsamına girer (el-Kâsânî, Bedâyiu's Sanâyi', Beyrut 1401/1982, VII, 233 vd)
Islâm hukukçuları yukarıda verdiğimiz ayet ve hadislere dayanarak, kasten öldürme ve yaralamalarda kısasın uygulanacağında görüş birliği içindedir Ancak, Islâm'da kısas şahsî şikâyete bağlı bir ceza olarak kabul edilmiş, âmme cezası sayılmamıştır Çünkü kamu düzeni sadece suçlu ile mağdur taraf arasında bozulmuştur Onlar anlaşır, barışır ve helalleşirlerse Devlet düzenini ilgilendiren sakıncalar ortadan kalkmış olur Bu nedenle, kendisine karşı müessir fiil işlenen kimse veya ölüm hâlinde, ölenin velisi affederse kısas düşer (bk el-Kâsânı, age, VII, 241 vd; Ibn Rüşd, Bidâyetü'l-Müctehid, Istanbul 1333, II, 330; AbdulKadir Udeh, et-Teşrîu'l Cinî'l-Islamî, Kahire 1959, I, 79, 663 vd)
Kısas affedilince, ayrıca diyet hakkının da düşüp düşmediği, suçlunun rızası olmadan diyet istenip istenemeyeceği konusunda iki görüş vardır:
Ebû Flanîfe ve Imam Mâlik'e göre, öldürülenin velisi ya kısas ister, ya da affeder Veli, suçlu ile diyet üzerine anlaşmazdan önce kısas hakkından vazgeçerse, diyet isteme hakkıda kendiliğinden düşmüş olur Imam Şâfiî ve Ahmed b Hanbel'e göre ise; velî seçimlik hakka sahiptir Ya kısas uygulanmasını ister, ya da kısası affeder ve diyet alır Affetmenin anlamı kısasın diyete dönüşmesi demektir ve bu, suçu işleyenin rızâsına da bağlı değildir (el-Kâsânî, age, VII, 241; eş-Şevkanî, age, VII, 7 vd; Hayreddin Karaman, Mukayeseli Islâm Hukuku, Istanbul 1986, I, 136, 137)
Ölen kimseye bedel olarak verilen mal veya nakit paraya "diyet" denir Bu, öldürülenin mirasçılarına verilmesi gereken mâlî bir bedeldir Yaralama, uzvu koparma veya sakatlama gibi müessir fiillerde mağdura verilmesi gereken bedele erş adı verilir Diyet ismi kimi zaman erş yerine de kullanılır Elin diyeti gibi (Ibn Âbidîn, Reddü'l-Muhtâr, Mısır 1307, V, 504; el-Meydânî, el-Lübâb, Kahire 1374)
Hz Peygamber ve ilk dört halife döneminde belirlenen diyet miktarları şu mal veya nakit paralardan birisidir: a) Yüz deve, b) Bin dinar (miskal) altın, c) On veya onikibin dirhem gümüş, d) Ikiyüz tane sığır, e) Ikibin koyun, f) Ikiyüz takım elbise (el-Kâsânî, age, VII, 254; Ibn Âbidîn, age, V, 504; Ibn Hazm, el-Muhallâ, Kahire 1350-1352, X, 759)
Yaralamaların tazminatı olan erş miktarlarından bir bölümü hadisle belirlenmiştir Meselâ; el kesme suçunun erş'i, tam diyetin yarısıdır, diş kırmada erş, tam diyetin onda biri kadardır Prensip olarak; vücutta tek bulunan organlar için tam diyet, çift organların her biri için yarım diyet, dört tane olanların her biri için dörtte bir diyet gerekir Nass'larda tayın ve takdir edilmeyen durumlarda, tazminatın miktarını hâkim belirler (bk Eş-Şevkânî, age, VII, 61 vd; el-Kâsânî, age, VII, 252 vd; Ibn Kudâme, age, VIII, 57-58)
Kur'ân-ı Kerîm'de; "göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ile kısas yapılır Yaralarda da kısas vardır" (el-Maide, 5/45) buyurularak, ölümün dışında kalan müessir fiillere de kısas hükmü getirilmiştir
Hz Peygamber devrinde bir kadın bir câriyenin dişini kırmış, câriye tarafı diyeti kabul etmeyerek, kısasta israr etmişti Ashâb-ı kiramdan Enes b en-Nadr, kısâsen dişin kırılmasına karşı çıkınca, Rasûlüllah (sas); "Ey Enes! Allâh'ın kitabında ceza kısastır" buyurmuştur Câriye tarafının suçluyu affettiğini bildirmesi üzerine Allah Rasûlü onların bu affı sebebiyle kazandıkları manevi dereceyi şöyle ifade buyurmuştur: "Allâh'ın öyle kulları vardır ki Allah'a yemin etse, Allah onu yemininde yalancı çıkarmaz" (es-Şevkânî, age, VII, 26, 27)
Yaralama ve sakatlamalarda kısasın uygulanabilmesi için, suçun kasten işlenmesi yanında şu şartların da bulunması gerekir:

a Iki yer arasında eşitlik,
bEşitliği sağlamanın mümkün olması;
c Daha fazla veya daha eksik bir uygulama ile zulüm yapılmaması

Bu çeşit suçlarda af, kısasın diyete dönüşmesini sağlar (bk el-Kasânî, age, VII, 297; Ibn Âbidîn, age, V, 485)
Mafsalından kesilen veya kesilmediği halde sakatlanan kollar ve bacaklar, kemiğe kadar dayanıp, kemiği ortaya çıkaran yaralarda da kısas uygulanır (Ömer Nasuhi Bilmen, Istilâhât-ı Fıkhıyye Kâmusu, Istanbul 1976, III, 80 vd)
Kasten adam öldürme fiilinden dolayı kısas uygulanabilmesi için şu şartların bulunması gerekir:

a Suçu işleyenin âkıl ve bâliğ olması gerekir Akıl hastası veya küçük çocuk işlediği bir cinayetten dolayı diyetle yükümlü tutulursa da, kısas hükümleri uygulanmaz Bunların kasten işleyecekleri suç, hata hükmünde olup, bundan dolayı mirastan ve vasiyetten de mahrum olmazlar
b Öldürme fiilının kasten işlenmesi gerekir Bir kimseyi hata veya sibh-i amd suretiyle öldüren kimseye kısas uygulanmaz
c Katılın, suçu serbest iradesiyle işlemiş olması gerekir Öldürülme veya bir uzvun sakatlanması gibi bir zorlama (ikrah-i mülcî) altında işlenen suçlarda, Ebû Hanife ve imam Muhammed'e göre, kısas veya diyet zorlayan üzerine gerekir Ebû Yusuf'a göre, burada zorlayana yalnız, üç yılda ödenmek üzere diyet lâzım gelir Imam Züfer'e göre ise, zorlama, kısasa engel değildir
d Öldürülen, öldürenin fer'i! yani çocuk veya torunlarından biri olmamalıdır Oğlunu, kızını veya torununu öldüren kimse için diyet, ta'zîr ve mirastan mahrumluk gibi hükümler uygulanırsa da, kısas gerekmez Hadîs-i şerîtte; "Babaya, çocuğundan dolayı kısas uygulanmaz" buyurulmuştur (bk Tirmizî, Diyat, 9; Dârimî, Diyat, 6; Ahmed b Hanbel, I, 16, 22)

Ancak baba, anne, dede ve nine gibi usûlünden birisini kasten öldüren kimse hakkında kısas uygulanır
Kısas yoluyla öldürülüp öldürülemeyecek kimseler şunlardır: Erkek erkek karşılığında, erkek kadın karşılığında ve kadın erkek karşılığında öldürülür Hür erkek köle karşılığında ve köle köle karşılığında öldürülür Yine kâfir, müslüman karşılığında, müslüman zimmî (Islâm Devleti tebeası olan ehl-i kitap) karşılığında ve zimmî zimmî karşılığında kısasen öldürülür Bir zimmî başka bir zimmîyi öldürse, öldüren daha sonra Islâm'a girse yine kısas uygulanır Bu konuda görüş birliği vardır Müslüman veya zimmî Islâm ülkesine (daru'l-Islâm) emân'la girmiş bulunan bir harbî karşılığında öldürülmez Zâhir (açık, kuvvetli) rivayete göre, müste'men (pasaportlu gayrı müslim yabancı) başka bir müste'men karşılığında öldürülmez Bir müslüman mürted (Islâm'ı terkettiğini ilân etmiş veya inanç bozukluğu nedeniyle dinden çıktığına hükmedilmiş bulunan) bir erkek veya kadını öldürse, öldürene kısas uygulanmaz Yine dâru'l-harp'te pasaportla bulunan iki müslümandan biri diğerini öldürse, hanefîlere göre, kısas gerekmez Müslüman, dâru'l harp'te, müslüman bir savaş esirini öldürse kısas gerekmez Ebû Yûsuf ve Imam Muhammed'e göre, öldürenin mal varlığından diyeti ödenir Ebû Hanîfe'ye göre, diyet de gerekmez
Büyük kimse çocuk karşılığında; sağlam insan, kör, topal felçli vBulletin hasta veya sakat kimse karşılığında öldürülür Ölmek üzere bulunan kimseyi öldürene kısas uygulanır Yaşamını sürdüremeyeceğini bilmesi de sonucu değiştirmez Iki çocuk arasında kısas uygulanmaz Çocuğun kastı ve hatası eşit tutulur, iki durumda da yalnız diyet gerekir (el-Fetâvâ'l-Hindiyye, Beyrut 1400/1980, VI, 3, 4)
Diğer yandan kısasın uygulanabilmesi için öldürülenin velisinin belirli olması ve vârislerin kısas talebinde bulunması da şarttır (Bilmen, age, III, 68 vd )
Yaralama veya sakat bırakmalarda kısas isteme hak ve yetkisi mağdura âittir Ölüm halinde ise bu hak ve yetki önce öldürülenin vârislerine, sonra da Islâm Devleti'ne aittir Prensip olarak ölenin mal varlığına mirasçı olan, kısas veya diyetle ilgili haklara da sahip olur Çünkü mirasçı, ölene insanların en yakın olanıdır (el-Kâsânı, Bedayıu's-Sanayı', Beyrut 1402/1982, VII, 242; el-Fetâvâ'l Hindiyye, VI, 7 vd; Bilmen, age, III, 88 vd)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KISMET
Kader, talih, nasip; kazanç talihi: Bölme, taksim, pay etme işlemi
Ortak mülkte hisseleri belirleyip sahiplerine paylaştırmak Yani ölçü, tartı ve metre gibi bir ölçekle hisseleri birbirinden ayırıp ifraz etme
Günümüzde Anadolu'nun değişik yörelerinde Islam öncesi Şamanizm ve Iran Zerdüşt dini kalıntılarıyla Orta Asya'dan getirilen Hinduizm inançları, halk arasında hala yaşanırlığını devam ettirmektedir Kısmet taşı, kısmet tepesi, kısmet dağı, kısmet ağacı, vBulletin gibi Islâm'a ters düşen inançlar bu türdendir Bu dağlar, tepeler ve taşlar kısmetini dileyenlerin ona kavuşacaklarına inanılarak kutsallaştırılmıştır Örneğin, evlenmemiş kızlar bu taşların yanında ya da bu tepelerde yanık türküler söylerler Kısmetim neyse bir an önce olsun anlamındaki bu tür dileklerde, gelen kısmete razı olunacağını gösterir Ağaca bez bağlama, cami duvarına anahtar sokma, Hıdrellezlerde ateş üzerinden atlama, ağaç diplerine para gömme gibi bir çok değişik şekillerde görülen bu tür inanışlar zamanla halk arasında dinden bir parça halini almış görülmektedir Bazı yörelerde bu tür bir fiili yapmayan insanların uğursuzluğa maruz kalacağı inancı yaygındır Ya da genç kızların evlenemeyeceğine inanılır Cahiliyye dönemi arapların bir işi yapmadan önce başvurdukları fal okları buna benzer bir başka kısmet inancını yansıtır Onlar yola çıkacakları veya bir işe başlayacakları sırada fal oklarına bakarlar ve hareketlerini bunlara göre düzenlerlerdi
Halk arasında yaygın olan kısmet anlayışının bir başka yönü de aşırı kadercilik anlayışıdır
Iradenin gözardı edildiği bu tür bir anlayış insanların yaşantılarına girerek tevekkülcü, hazırcı, her şeyi Allah'tan bekleyen bir yaşam şekline dönüşmüştür
Islâm her Şeyin Allah'ın takdiri sonucu meydana geldiğine inanmayı emreder Takdir Allah'ındır "Allahu Teala sizi önce balçıktan yaratan sonra bir ölüm zamanı hükmedendir" (el-En'am, 6/2) buyurmaktadır Kader Allah'ın takdir etmiş olduğu; kullar tarafından önceden bilinmesi mümkün olmayan ancak "levh-i mahfuz"da yazılı bulunan hükümlerdir "Küçük, büyük her şey (levh-i mahfuz'da) yazılıdır" (el-Kamer, 54/53) Insan iradesiyle dünyadaki yaşantısı sonucu önceden bilemediği, ancak Allah'ın bildiği kaderi doğrultusunda bir yaşantı benimsemektedir (Ayrıca bk kader)
Kısmet, taksim ölçme pay ve bölme anlamlarına geldiği gibi talih ve kader anlamında kullanılır
İslam'ın pay, nasip ve kısmet olarak ele aldığı konuya gelince:
Bir malı taksim etmenin câiz olduğunu gösteren deliller vardır Kur'an-ı Kerim'de şöyle buyrulur: "Onlara, sıralarına göre suyun kendileriyle o deve arasında pay edilmiş olduğunu söyle" (el-Kamer, 54/28) Allâh'ın Resûlü de ganimet mallarını ashâb-ı kiram arasında taksim etmiş ve "Her hak sahibine hakkını ver" buyurmuştur Birçok ortak malların bu şekliyle kalması, sahiplerinin zararına, koruma güçlüğüne yol açacağından, bunların taksimi aklen de gereklidir Islâm Devletinin gerekli hallerde ortak mülklerin paylaştırılması için halka yardımcı olmak üzere "taksim memuru (kassâm)" tayin etmesi gerekir Bunların maaşı Devletçe ödenir Çünkü bu görev, hâkim görevi gibidir Halkın bir takım anlaşmazlıklarını çözer Eğer maaşları Devletçe ödenmezse, malı taksim edilenlerden kişi başına "taksim edici memur"un ücreti alınır
Taksim; ölçü, tartı, sayı veya metre ile ölçülerek yapılır Eğer mal misli değilse, bu takdirde kıymet takdiri yapılarak denkleştirilir Dükkan, daire, han gibi gayrımenkullere önce kıymet konulur ve denkleştirilir Daha kıymetli yeri olan, diğerlerine fazlalığı nakit parayla öder Hisseler belirlenince numara konulur ve hissedarlar arasında kur'a çekilir Hisseler birbirinden ayırdedilerek ifrazı yapılır Ribâ cereyan eden mallarda kabala taksim geçerli değildir Meselâ, bir yığın buğdaya ortak olan iki kişiden birisi, şu kısım benim, diğer kısım senin olsun diye ölçü veya tartısız taksim yapsa bu geçerli olmaz Taksimin mahkeme yoluyla yapılması için, ortakların tamamının veya içlerinden birisinin talepte bulunması gerekir Rıza yoluyla taksimde bütün ortakların rızası şarttır Çünkü bu bir çeşit hisse mübadelesi olacağından karşılıklı rızayı gerektirir Mal mislî ise, bir ortağın hazır bulunmaması taksime engel olmaz Ortakların arasında çocuk ve akıl hastası varsa, velisi onun yerine geçer Hisselerin adaletli bir şekilde denkleştirilmesi gerekir Hisseler arasında fâhiş gabin derecesinde miktar veya kıymet farkı varsa, hissesi az olan "Taksimde fâhiş gabin davası" açabilir Mal, taksimi kabıl olmayan cinsten ise taksim olunamaz Mesela; yalnız erkeklere veya yalnız kadınlara mahsus olan ortak hamam taksime elverişli değildir Ortak alacakların (deyn) taksimi, kabzedilmedikçe, geçerli değildir Çünkü alacak zimmette hükmen mevcut fakat gerçekte yok sayıldığı için ifrazı kabıl olmaz Taksim memuru ücreti ortaklardan alacaksa, miktarı taksim olunan malın kırkta biri kadardır Bu ücret Ebû Hanîfe'ye göre hissedarların sayısına, Imameyn'e göre ise hisselerine göre verilir
Taksim tamamlandıktan sonra, her ortak kendi hissesine, bağımsız olarak malik olur ve dilediği gibi tasarruf edebilir Ancak bu tasarrufunda komşuya fâhiş bir şekilde zarar vermemelidir Aksi halde tasarruftan men olunabilir Ebû Hanife, mülkler üzerinde, başkasına zarar verse bile serbest tasarrufun mümkün olduğu görüşündedir Ancak diğer bazı fakihler bu hakkı fahiş zararla sınırlamışlardır Taksim sırasında yol ve su geçirme hakları tanınmışsa, bu şartlara uyulur Yol ve su yolunun başka tarafa çevrilmesi mümkünse çevrilir, değilse eski yol ve su yolu hakkı devam eder
Taksimi kâbil olan ortak bir arsaya, hissedarlardan birisi diğerlerinin izni olmaksızın kendisi için bina yapsa, diğerlerinin talebi üzerine bu bina kaldırılır Arsa o şekliyle taksim edilir ve bina bulunan kısım, sahibine isâbet ederse anlaşmazlık biter Başka bir hissedara düşerse, binaya -eğer önceden izin verilmemişse- yıktırabilir Bu yıktırmadan dolayı hissenin kıymetinde eksiklik olursa, binayı izinsiz yapan hu zararı da tazmin eder
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KİTAPLARA İMAN

Allah'ın bazı peygamberlere kitaplar indirdiğine, bunların hepsinin doğru ve gerçek olduğuna inanmak Amentü olarak bilinen iman esaslarından birisidir İman konusu olan kitaplara Allah tarafından indirilmiş kitaplar anlamında Kütüb-i ilahiye, Kütüb-i Münezzele, Kütüb-i Semâviye denir İlahi kitaplar Allah'ın peygamberlerine gönderdiği vahiyler toplamından oluşur Her topluma peygamber ve uyarıcı gönderildiğine (en-Nahl, 16/32; el-Fatır, 35/25) ve bunlarla birlikte kitaplar indirildiğinde (elBakara, 2/213) göre çok sayıda kitap indirilmiş olduğu söylenebilir Ne var ki, bunlar Kur'an'da ayrı ayrı anılmaz Anılanlar yalnız Hz İbrahim (as) ve Musa (as)'a indirilen Suhuf'la Tevrat, Zebur, İncil ve Kur'ân'dır Güvenilirliği tartışmalı bir hadiste ise toplam yüz sahife indirildiği, bunlardan ellisinin Sit (as)'a, otuzunun İdris (as)'a, onunun İbrahim (as)'a ve onunun da Musa (as)'a (onunun Adem (as)'a indirildiği de söylenir), indirildiği belirtilir (Ebû Zer'den ibn Ebi'd- Dünya) Kitaplardan Tevrat Musa (as)'a, Zebur Davud (as)'a, İncil İsa (as)'a ve Kur'an da Hz Muhammed (sas)'e indirilmiştir
Kur'an kitaplara inanmanın gerekliliğini çok değişik biçimlerde ortaya koyar Bu konuya ilişkin âyetlerden bir bölümü kitaplara inanmayı buyruk halinde ifade eder: "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlar(ın)a indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve (diğer) peygamberlere Rabb'leri tarafından verilene inandık, onlar arasında bir ayrım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız deyin" (el-Bakara, 2/136) "Ey iman edenler, Allah'a, elçisine indirdiği Kitap'a ve daha õnce indirmiş bulunduğu Kitap'a inanın " (en-Nisâ, 4/136) Bazı âyetlerde kitaplara iman, mü'minlerin nitelikleri arasında sayılır: "Mü'minler) sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler" (el-Bakara, 2/4) Peygamber de diğer mü'minler gibi kitaplara inanmak zorundadır: "Elçi, Rabb'inden kendisine gelene inandı, mü'minler de Hepsi Allah'a, meleklerine, kitaplarına ve peygamberlerine inandı" (el-Bakara, 2/285) Bazı âyetler de kitaplara inanmamanın küfür ve sapıklık olduğunu belirterek imanın gerekliliğini dile getirir: "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, elçilerini ve ahiret gününü inkar ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür" (en-Nisa, 4/136)
Kitaplara inanmak Allah'a, meleklerine ve peygamberlerine inanmanın bir gereğidir Allah insanlara doğru yolu göstermek üzere, içlerinden seçtiği peygamberler aracılığı ile kitaplar gönderir Kitaplar, melek aracılığı ile gelen vahiyler toplamıdır Allah'a inanmakla birlikte meleklere, vahiy olayına inanmayan, peygamberlik kurumuna karşı çıkan kişi, İslâm'ın öngördüğü inanç bütünlüğünden uzak düşmüş olur Kitaplar yeryüzünde halife olarak yaratıları insana verilen emanetin, başka bir deyişle yeryüzünde Allah'ın egemenliği ilkesi üzerine kurulu ilahi düzenin gerçekleştirilmesi gõrevinin yerine nasıl getirileceğini gösteren, talimatlar, emir ve yasaklar toplamıdır Bunlar insan hayatını en mükemmel biçimde düzenleyecek inanç esaslarını, ibadet biçimlerini, yapılması ya da yapılmaması gereken davranış ve eylemleri, güzel ahlâk ilkelerini, siyasal ve toplumsal hayat düzenleyecek temel ilke ve kuralları ihtiva eder Bu nedenle kitaplara inanmak, insanın inanç ve düşünce dünyasını, bireysel ve toplumsal hayatını Kitap'ın öngõrdüğü biçimde yönlendirme ve düzenlemeyi kabul etmek anlamına gelir
Adı ne olursa olsun, nasıl nitelenirse nitelensin, bütün ilâhî kitaplar Allah kelamıdır Kaynakları ve taşıdıkları mesaj açısından aralarında bir fark yoktur Hepsi gerçektir ve gerçeği bildirir Temiz yaratılmış melekler aracılığı ile indirilir, Allah'ın koruması altında oldukları için şeytânın ya da başka bir varlığın müdahalesinden uzaktır Hepsi Allah'ın birliğini, yalnız O'na kulluk edilmesi gereğini bildirir: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik ki ona "Benden başka ilah yoktur, bana kulluk edin" diye vahyetmiş olmayalım" (el-Enbiya, 21/25) "Andolsun biz her ümmet içinde Allah'a kulluk edin, tağuttan kaçının diye bir elçi gõnderdik " (en-Nahl, 16/36) "O size dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı Şöyle ki, dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" (eş-Şûra, 42/13) Ancak indirildikleri topluma göre dilleri; "Biz her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki onlara açıklasın" (İbrahim, 14/4), ile zaman ve toplum şartlarının gerektirdiği kimi kural ve yöntemler değişir: "Sizden her biriniz için bir şerîat ve yol belirledik" (el-Maide, 5/48)
Kur'an'ın andığı suhuflar günümüze ulaşmadı Tevrat, Zebur ve İncil ise ancak tahrif edilmiş biçimde varlığını koruyabilmiştir Kitab-ı Mukaddes adı altında birleştirilen bu kitaplardan Tevrat Ahd-i Atik; İncil Ahd-i Cedid olarak anlamakta, Zebur ise Mezmurlar adıyla Ahd-i Atik içinde yer almaktadır Kur'an, önceki kitapların muhatablarınca nasıl tahrif edildiğine kısaca değinir "Oysa onlardan bir grup vardı ki Allah'ın sözünü işitirlerdi de düşünüp akıl erdirdikten sonra bile bile onu değiştirirlerdi Vay haline o kimselerin ki Kitab'ı elleriyle, yazıp az bir paraya satmak için "Bu Allah'tandır" derler! Ellerinin yazdığından ötürü vay haline onların Kazandıklarından ötürü vay haline onların" (el-Bakara, 2/75-79) Buna karşılık Kur'an bozulmaktan, değiştirilmekten korunmuş, vahyin tek ve gerçek ifadesidir Bu özelliğiyle önceki kitapları içermekte, tahrif edilmiş biçimlerinde bulunan yanlışları düzeltmekte, eksik yanlarını tamamlamakta, eklemeleri iptal etmektedir
Kitaplara iman, Kur'an'la birlikte eldeki muharref Tevrat, Zebur ve İncil'de de gerçekliğini, doğruluğunu kabul anlamına gelmez Mü'min onların asallarının Allah kelâmı olduğunu kabul etmekle yükümlü olduğu kadar, elde bulunan biçimlerinin bozulmuş olduğunu da kabul etmekle yükümlüdür Bu nedenle Tevrat ya da İncil'den gelen bir bilgiyle karşılaşan mü'min, bu bilginin doğru ya da yanlış olduğunu söylemeden önce Kur'an'a başvurmak zorundadır Bilginin Kur'an'la çelişmemesi, Kur'an'ın öngördüğü ilke ve kurallarla çakışmaması durumunda bilginin doğru olduğunun kabul edilmesinde bir sakınca yoktur Ancak Kur'an'a ters düşen bir bilginin kabul edilmesi, Allah'tan gelen bir bilgi biçiminde değerlendirilmesi söz konusu edilemez Öyleyse kitaplara iman, temelde Allah'ın gönderdiği vahye, vahyin peygamberler boyunca sürdüğüne ve en son ve mükemmel biçimde Kur'an'la noktalandığına inanmayı ifade eder
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KIYAFET MÜSLÜMANLAR İÇİN ALÂMET-İ FÂRİKA OLMALI MIDIR?
Kiyafetin ayırıcı unsur olması meselesi, tersine dönen şartlar muvacehesinde, derinlemesine incelenecek bir konudur Islam'ın kültürüyle ve kısaca her şeyiyle hakim olduğu zamanlarda, gayr-i müslimlerin giyim kuşamlarında, ineklerinde, eğerlerinde, başlıklarında müslümalardan ayrılmaları sağlanır ve zorunlu kılınır idi Buna da Hz Ömer'in itirazsız hüsn-ü kabul gören uygulamaları esas teşkil ederdi Bu ayırım gayr-i müslümleri küçültme ve müslümanların zayıflarını onlardan meftun olmaktan koruma gâyesiyle yapılırdı Hidâye şerhi "Inâye'de: "Dîni bütün olmayan müslümanların gözünde büyüyüp de, müslümanlar onların geniş hayat seviyeleri sebebiyle küfre meyletmemeleri için" giyim-kuşamda ayrı tutuldukları kaydedilir Ibn Hümâm daha açık bir ifade ile "Müslümanın kâfirden ayrıldığı bir yönü olması zorunluluğu vardır Tâ ki saygı ve ta'zimde kâfir, müslüman gibi muamele görmesin Ya da bir kâfirin ansızın ölmesi halinde, üzerine namaz kılınma durumu olmasın" der (Ibn Hümâm, Fethu'l-Kadîr, IV/380)
Ibn Teymiyye: "Müşriklerle bizim aramızdaki fark, kalensüveler üzerine sarık giymektir" hadis-i şerifini şerh sadedinde: "Bu, açıkça gösteriyor ki, müslümanın elbisede de müşrike muhalefet etmesi, şâr'i tarafından matlub olan bir şeydir Zira sarık olmasa bile fark, zaten amelde ve itikatta mevcuttur Eğer matlub olmasaydı, bunda bir fâide olmazdı"der (el-Münâvî,Feyzu'l-Kadîr, IV/429 )Hz Ömer, yahudilerle yaptığı anlaşmada, giyim kuşamlarında müslümanlara benzememeleri şartını kabul ettirmiş, anlaşmayı öyle yapmıştır(Mısır Din Işleri Riyâseti'nin l926'da hazırladığı bir beyanname, (Kitâbü'l-Behce'den s 26) Diğer yönden, teşebbüh kesinlikle yasaklanmışken, elbisenin ayırıcı bir unsur olmaması zaten mümkün görülemez Ancak başta da söylediğimiz gibi zamanımızdaki durum, (müslümanların hâkim pozisyonda olmaması) itibarıyla değişiklik arzeder Bunun izahı da en azından şu anda bizi aşan bir meseledir
__________________
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KIYÂM (NAMAZDA)

Ayakta durmak, ayağa kalkmak, isyan etmek Namazın rükünlerinden birisi
Farz namazlarda, ayakta durabilen için kıyam farz; adak ve sabah namazının sünneti gibi bazı namazlarda sacip hükmündedir Nâfile namazlarda ise bazı ruhsatlar vardır
Namazın ayakta kılınacağına dair Kur'an ve sünnetten delil vardır Kur'ân-ı Kerîm'de "Gönülden boyun eğerek, Allah'ın huzuruna durun" (el-Bakara, 2/238) buyurulur İmran b Hüseyin'den (Ö 52/672) rivâyete göre, Hz Peygamber, namazın kılınış şekliyle ilgili bir soruya şöyle cevap vermiştir: "Namazı ayakta kıl Buna gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yan üstüne yatarak kıl" Nesâî'de Hadis-i şerife şu ilâve vardır: "Buna da gücün yetmezse sırt üstü yatarak kıl Allah hiçbir kimseye gücünün yereceğinden fazlasını yüklemez" (Buhârî, Taksir, 19; Tirmizî, Mevâkît, 157; Ebû Dâvud, Salât, 175; Zeylaî, Nasbu'r-Raye, II, 175; ayrıca bk el-Bakara, 2/286)
Nâfile namazlarda kıyam şart değildir Ancak gücü yetenin bunları da ayakta kılması gereklidir Çünkü nâfile ibadetler çok olduğu için bunlarda kolaylık ve müsâmaha esası vardır Farz namaz olsun, nâfile olsun ayakta duramayan hastalar için de aynı kolaylık söz konusudur
Hanefîlere göre kıyamın farz olan süresi, ayakta ifa edilmesi gereken kırâat süresine denktir Bu da Fâtiha, bir sûre ve iftitah tekbîri okuyacak kadar bir zamanı kapsar Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, yalnız iftitah tekbîri ile Fâtiha okuyacak kadardır Çünkü onlara göre sûre ilâvesi sünnettir
İki elini uzattığı zaman, dizlerine ulaşmayan kimse ayakta sayılır Mâlikî ve Hanbelîlere göre, rukû'da olmayan, oturmamış veya öne eğilmemiş durumda bulunan kimse kıyâm hâlindedir Başın eğik olması kıyama zarar vermez Şâfiîler ise, kıyâm için sırtın dik tutulmasını gerekli görürler Çünkü öne, sağa veya sola eğilmiş duran kimseye "ayakta duruyor" denilmez Boynun dik durması şart değildir Çünkü başı eğmek müstehaptır Özürsüz olarak öne veya yanlara eğik duran kimsenin namazda kıyamı geçerli sayılmaz Farz namazlarda kıyâmın bir şeye dayanmaksızın yapılması gerekir Baston, duvar vBulletin bir şeye dayanan kimse, bu şey çekildiği zaman düşecek durumda olursa, bu kimsenin namazı sahih olmaz Herhangi bir özür sebebiyle bir şeye dayanmışsa namazı sahihtir Tatavvu' veya nâfile namazlarda ise özürlü olsun veya olmasın kıyâmda bir şeye dayanmadan durmak şart değildir Ancak özürsüz olarak bir şeye dayanma hâlinde namaz sü-i edeb yüzünden mekruh olur ve sevabı azalır
Şâfiîlere göre, bir şeye dayanılarak kılınacak namaz mekruh olmakla birlikte yeterlidir Çünkü bu kimse ayakta sayılır Ancak iki ayağını yerden kesebilecek şekilde bir şeye dayanırsa namazı sahih olmaz Çünkü bu kimse artık ayakta sayılmaz
İslâm hukukçuları farz ve nâfile namazlarda, ayakta duramayacak derecede hasta olandan kıyâm'ın düştüğü konusunda görüş birliği içindedir Delil; İmrân b Husayn'dan nakledilen; "Namazı ayakta kıl, gücün yetmezse oturarak, buna da gücün yetmezse yanın üzerinde kıl" (Buhârî, Taksîr, 19) hadisidir Kırâatın bir kısmını, bir âyet bile olsa, ayakta yapabilene, bu kadar ayakta durmak gerekli olur
Şâfiîler dışında çoğunluk İslâm hukukçularına göre, çıplak olan kimseden kıyam zorunluluğu kalkar Bu kimse, örtünecek bir şey bulamazsa, namazını oturarak îmâ ile kılar
Ayakta durma zorunluluğunu kaldıran özürlerden bazıları şunlardır: Ayağa kalkarsa; yarasından kan akacak veya eğilince gözleri zarar görecek olan kimseler, ayağa kalkarsa büyük veya küçük abdestini tutamayanlar, düşman korkusu yüzünden ayağa kalkamayanlar Bunlar namazı oturarak kılabilirler (el-Kâsânî Bedâyîu's-Sanâyî', Beyrut 1328/1910, I, 105 vd; İbnü'l-Hümâm, Fethu'l Kadîr, Kahire, ty, I, 192, 304, 378; ez-Zeylaî Tebyinü'l-Hakâik, Emiriyyetab'ı, I, 104; es-Şirâzî, el-Mühezzeb, I, 70, 199-204; el-Meydânî, el-Lübâb, I, 100 vd)
Oturarak namaz kılmada rükû ve secdeler güç yettiği ölçüde yapılır Eğer belin eğilmesi mümkün değilse veya sakıncalı olacaksa, başıyla imâ yapar İmâda baş secde için rükûdan biraz daha fazla eğilir Böylece ikisi birbirinden ayrılmış olur
Rükû ve secdelerde tam eğilemeyen veya basıyla imâ yaparak namaz kıları kimsenin secde için yüksek bir şey koymasına gerek yoktur Hatta bu, hadisle yasaklanmıştır Câbir b Abdillâh (ra)'tan rivayete göre, Hz Peygamber bir hasta ziyaretine gitmiş namaz kılarken, önüne koyduğu bir yastık üzerine secde yapmaya çalıştığını görünce, yastığı almış ve şöyle buyurmuştur: "Gücün yeterse toprak üzerinde namaz kıl Bu mümkün değilse imâ ile kıl ve secdeni rükûundan daha fazla eğilerek yap" (Zeylaî, age, II, 175 vd)
Hasta oturamazsa sırtı üstüne yaslanarak yatar, ayaklarını kıbleye doğru getirerek rükû ve secdeleri imâ ile yapar Yüzü kıbleye gelecek şekilde yanı üzerine yaslanarak imâ yapsa bu da yeterli olur Başı ile de imâ yapamayacak durumda olan felçli veya boynuna tasına takılmış vBulletin hastalar namazını geri bırakır, gözüyle veya kalbiyle imâ yapmaz Çünkü İmrân ve Câbir'in naklettiği Hadislerde yalnız imâ ile namazdan söz edilmiştir İmâ ise, başın hareketi ile olur Başka kıyas yapmak da geçerli değildir Çünkü, şer'an vâcip olan namaz şeklinin yerine ictihadla bedel ikâmesi caiz değildir Namazın ruknü başla ifa edilir Göz kaş veya kalble değil
Çoğunluk İslâm hukukçularına göre ise, başı ile îmâ yapamayan kimse gözü ile (taraf) hatta kalbiyle imâ yaparak namazını kılar Aklı başında olduğu sürece namazını kazaya bırakamaz
Hanefilere göre, başı ile imâ yapamayacak derecede hasta olan kimsenin namazı kazaya kalır Aklı başında olduğu ve ilâhî hitabı anladığı sürece bu böyle devam eder Ancak bazı Hanefî hukukçuları bu durumda kazaya kalan namazları çok olursa, aklı başında bile olsa, kazanın gerekmediğini söylemişlerdir Onlar bu konuda güçlüğü kaldırma prensibine dayanırlar (el-Kâsânî, age, I, 105 vd; ez-Zühaylî, el-Fıkhu'l-İslâmî ve Edilletuh, Dimaşk, 1404/1984, I, 639)
Hasta, rukû ve secde yapamayacak durumda iken ayakta durmaya gücü yetse bile oturduğu yerden başı ile imâ yaparak namazını kılabilir İmâ'da fazîletli olan oturarak yapılanıdır Toprağa yakın olduğu için imâ secdeye daha çok benzer Namazın içinde hastalanan kimse, geri kalan rekatleri gücünün yettiği şekilde, gerektiğinde imâ ile tamamlar (ez-Zühaylî, age, I, 639)
Sonuç olarak hastanın namazında kolaylığın sınırı; Hanefilere göre başıyla ima, Mâlikilere göre, göz veya sadece niyetle ima, Şafii ve Hanbelilere göre ise, rükünlerin kalble izlenerek ifasıdır
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KIYÂMET Kalkmak, dikilmek, ayaklanmak, doğrulmak ve dirilmek Islam inancında, evrenin düzeninin bozulması, her şeyin altüst olarak yok olması ile ölen tüm insanların yeniden dirilerek ayağa kalkması olayını dile getirir Bu olay Kur'an'da çok çeşitli isimlerle anılır
Bunların başlıcaları Yevmü'l-Kıyâme (Kalkış, Diriliş Günü), el-Saa (Saat), Yevmü'l-Âhir (Son Gün), el-Âhire (Gelecek Hayat), Yevmü'd-Din (Ceza Günü), Yevmü'l-Hesap (Hesap Günü), Yevmü'l-Fası (Karar Günü), Yevmü'l-Cem (Toplanma Günü), Yevmü'l-Hulud (Sonsuzluk, Sonsuzlaşma Günü), Yevmü'l-Ba's (Diriliş Günü), Yevmü'l-Haşre (Pişmanlık Günü), Yevmü't-Teğabün (Kusurların Ortaya Çıktığı Gün), el-Karıa (Şaşırtan Felâket), en-Naşiye (Insanı Dehşete Düşüren Felâket), et-Tamme (Herşeyi Kuşatan Felâket), el-Hakka (Büyük Hakikat) ve el-Vakıa (Büyük Olay)'dır Bu isimler Kıyamet'in oluş biçimi ve sonuçlarına ilişkin çeşitli nitelik ve yönlerini açığa çıkarmakta, tanımlamaktadır
Kıyâmet, Allah inancından sonra İslam'ın ikinci temel inancı olan Âhiret hayatının ilk aşamasını oluşturur Genel bir yok oluş ve yeniden dirilişle birlikte gelişecek Haşr, Hesap, Mizan, Cennet ve Cehennem gibi olaylar hep Kıyâmet gününün gündem içindedir Bu nedenle Âhiret inancı, Kıyâmet ve onunla birlikte gelecek olaylara inançtan başka birşey değildir Bu büyük önemi yüzünden Kur'an Kıyâmet olayını sık sık hatırlatır, zaman zaman da bir korkutma, uyarma öğesi olarak kullanır Kıyamet kesin olarak gerçekleşecek (el-Hicr, 15/85), şüphe götürmeyen bir olaydır (el-Hac, 22,7) Alametleri belirmiş (Muhammed, 47/18), yaklaşmıştır (el-Kamer, 54/1) Ancak bir göz kırpması gibi ya da daha yakındır (en-, Nahl, 16,77) Kâfirler bu günden devamlı, bir şüphe içinde kalırlar (el-Hac 22/55), yalanlarlar (el-Furkan 25/11) Onun ağırlığına ne gökler, ne de yer dayanabilir, ansızın gelir (el-A'raf, 7/187) Sarsıntısı korkunç bir şeydir (el-Hac, 22/1) Belalı ve acı bir Saat'tır (el-Kamer, 54/46) Yalanlayanlar için çılgın bir ateş hazırlanmıştır (Furkan, 25/11)
Kur'an, Kıyâmet olayının kesinliğini, yakınlığını bildirdiği, hatta oluş biçimine ilişkin tasvirler verdiği halde zamanı konusunda bir açıklama yapmaz Kıyâmet doğrudan doğruya Allah'ın dilemesine bağlı bir olaydır ve O'ndan başka hiç kimsenin bu konuda bir bilgisi yoktur Kur'an, "Kıyâmet saatinin bilgisi şüphesiz Allah katındadır" (Lokman, 31/34) gibi âyetlerle Kıyâmet'in zamanının hiç kimse tarafından bilinemeyeceğini belirttikten sonra, bu konuda sorulan soruları şöyle cevaplar: "De ki: ‚Onun bilgisi ancak Rabbimin katındadır Onun vaktini kendisinden başkası açıklayamaz" (el-A'raf, 7/187) "Kıyâmet'in ne zaman gelip çatacağını soruyorlar Senin neyine gerek onun zamanını bildirmek Onun nihayeti ancak Rabbine aittir" (en-Nâziât, 79/42-44) Cibril Hadisi olarak ünlü hadiste, Hz Peygamber (sas) Hz Cebrâil'in bu konudaki sorusunu "Soruları sorandan daha bilgili değildir" diye cevaplayarak kendisinin de kıyâmet'in zamanına ilişkin bir bilgiye sahip olmadığını açıklamıştır (Buhârî, Imân, 37)
Kur'an kıyâmet'in oluş biçimine ilişkin ayrıntılı ve dehşet verici tablolar çizer Buna göre Kıyâmet "Sur'a üflenince" (ez-Zümer, 39/68) başlayacak, kulakları sağır edecek bir ses ve korkunç bir sarsıntı nedeniyle emzikli kadınlar kucaklarındaki çocukları unutacak, hamile kadınlar bebeklerini düşürecek, insanlar sarhoş gibi olacaklardır (el-Hac, 22/1-2) Gök, erimiş maden gibi, dağlar atılmış yün gibi olacak, kimse dostunu soramayacaktır (el-Meâric, 70/8-10) Gök yarılacak, yıldızlar dağılıp dökülecek, denizler fışkıracak, kabırler altüst edilecektir (el-Infitâr, 82/1-5) Gözler dehşetten kamaşacak, ay tutulacak, güneş ve ay kararacak, insanlar kaçacak sığınacak bir yer bulamayacaktır (el-Kıyame, 75/6-12) Dehşetten on aylık gebe develer bile salıverilecek, yabani hayvanlar bir araya toplanacak, denizler kaynatılacak, nefisler çiftleşecek, gök sıyrılıp düşecek, Cehennem alevlendirilecek, Cennet yakınlaştırılacaktır (el-Tekvir, 81/1-13)
Kıyâmet'in genel yok oluşu belirten bu ilk safhasını Sur'a ikinci kez üflenmesiyle ikinci safha izleyecek, tüm insanlar yeniden dirilerek ayağa kalkacaklardır (ez-Zümer, 39/68) Bu diriliş ve kalkışı (Bas') toplanma (Haşr)izleyecektir Kur'an Kıyâmet'in bu ikinci safhasını da canlı tasvirlerle anlatır: O gün insanlar gözleri dönüp kararmış bir halde, öteye beriye yayılmış çekirgeler gibi kabırlerinden çıkacak ve davet edene koşacaklardır Bu arada kâfirler "bu ne çetin gün" diyerek korkularını dile getireceklerdir (el-Kamer, 54/7-8) Muttaki kullar ise Allah'ın huzuruna elçiler olarak toplanacaklardır (Yûnus 10/45) 0 gün herkes kardeşinden, anasından babasından, eşinden ve oğlundan kaçacaktır Çünkü her insan ancak kendi derdi ile uğraşacaktır Mü'minlerin yüzleri parıl parıl parlayacak, gülecek ve sevinç içinde olacaklardır Kâfir ve fâcirlerin yüzleri ise sanki toprak bürümüşçesine kapkara kesilecektir (Abese, 80/34-42) Tüm insanlar tabi oldukları önderlerle birlikte çağrılacak (el-Isra, 17/71), peygamberler ümmetlerine şahitlik etmek üzere toplanacak (el-Mürselat, 77/11), gök beyaz bulutlar halinde parçalanacak ve melekler bölük bölük ineceklerdir (el-Furkan, 25/25)
Yeniden diriliş, kalkış ve toplanışın ardından insânlara amel defterleri dağıtılacak, mizan kurularak sevap ve günahları tartılacak, hakedenler Cennet'e, müstahak olanlar geçici ya da süresiz olarak Cehennem'e gönderilecek; böylece sonsuz âhiret hayatı mutluluk ya da azabla başlayacaktır
Kur'an ve Sünnet'ten kesin bir delile dayanmamakla birlikte müslümanlar arasında ölüme küçük Kıyâmet (kıyâmet-i suğra) denilmesi gelenekleşmiştir Bazı bilginlere göre bu tanımlama, ölümün âhiret hayatına bir geçiş olmasına dayanılarak yapılmıştır Kimi bilginler ise bu tanımlamanın Kur'an'a dayandığını öne sürmektedir Bu bilginlere göre "Allah'a kavuş(up huzura çık)varmayı yalan sayanlar, gerçekten ziyana uğradı(lar) Nihayet kendilerine ansızın Saat gelince, onlar (günah) yüklerini sırtlarına yüklenerek (gelirler ve): "Orada (hayatta iken), işlediğimiz büyük kusurlardan dolayı yazıklar olsun bize! " derler" (el-En'am, 6/31) ayetinde "Kıyâmet" anlamındaki "Saat" aynı zamanda ölümü de dile getirmektedir Bu geleneğe göre gerçek kıyâmet, Kıyâmet-i Kübra (Büyük Kıyâmet) olarak anılır
Küçük kıyâmet (ölüm) ile başlayan ve büyük kıyâmet'e kadar süren dönem Kabır Hayatı ya da Berzah olarak adlandırılır Kabır Hayatı içinde Münker ve Nekir adlı meleklerin sorgusu ve ölünün mü'min ya da kâfir oluşuna göre mutluluk ya da azab vardır Kabır Hayatı'na ilişkin bir hadisinde Hz Peygamber (sas) kabri ya Cennet bahçelerinden bir bahçe, ya da Cehennem çukurlarından bir çukur olarak nitelemiştir (Tirmizî, Kıyâmet, 26) Bir başka hadiste de Münker ve Nekir'in sorgusundan sonra ölünün nimetlendirildiği yada azaba uğratıldığı anlatılır Buna göre Mü'minin mezarı yetmiş arşın genişletilir, aydınlatılır ve ona "Zifafa giren ve sadece en çok sevdiği kişi tarafından uyandırılan şahıs gibi Mahşer gününe kadar uyumana devam et" denilir Münafık kişinin mezarına da "Bu adamı alabildiğine sıkıştır" emri verilir Yer, cendere gibi adamı, kemikleri hurdahaş oluncaya kadar sıkıştırır ve ölü yeniden dirilene kadar böyle işkence görür (Tirmizi, Cenaiz; 70)
Ayrıca bk Âhiret Haşr, Hesap, Mizan, Kabır Hayatı, Münker ve Nekir maddeleri
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KIYÂMET ALAMETLERİ (Eşrâtu's-Saa), âhir zamanda (zamanın sonları) ortaya çıkarak Kıyâmet'in yaklaştığını, kopmak üzere olduğunu gösteren belirtiler Bu belirtiler genellikle Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğra) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki bölüm halinde incelenir
Kur'an, Kıyâmet'in zamanını Allah'tan başka kimsenin bilemeyeceğini belirtir (el-A'raf, 7/187; Lokman 31/34; el-Ahzab, 33/63) Buna karşılık yaklaştığını (el-Zümer, 54/1), yakın olduğunu (en-Nahl, 16/77), ansızın geleceğini (el-A'raf, 7/187) bildirir Kıyâmet alametlerinin belirdiğini (Muhammed, 47/18) ifade etmekle birlikte bunlar hakkında bilgi vermez Ancak, "Saat yaklaştı, ay yarıldı yarılacak" (el-Kamer, 54/1) âyetinin ikinci bölümünün "ay yarılacak" biçimde anlaşılması durumunda, bu olay Kur'an'da anılan tek Kıyâmet alameti olma özelliği kazanır
Hadis külliyâtları ise Kıyâmet'ten önce ortaya çıkacak alametlerden söz eden çok sayıda hadis ihtiva eder Islâm bilginleri Hadislerde dile getirilen alametleri nitelikleri açısından değerlendirerek bunları Küçük Alametler (Alâmât-ı Suğrâ) ve Büyük Alametler (Alâmât-ı Kübrâ) olmak üzere iki başlık altında toplamışlardır Âhir zaman olarak tanımlanan Kıyâmet öncesi dönemde dini duygu, düşünce ve davranışların zayıflaması, dini kurallara gereken önemin verilmemesi, ibadetlerin terkedilmesi, ahlaksızlığın çoğalması biçiminde kendini gösteren
Küçük Alametler'in başlıcaları şu şekilde sıralanabilir:

a) Insanların bina yapmakta birbiriyle yarışmaları (Buhârî, Fiten, 25; bk Tecrid-i Sarih Terc; 1/58)
b) Insanların ölümü temenni etmeleri (Buharî, Fifen, 25; Müslim, Fiten, 53-54)
c) Câriyenin efendisini doğurması (Müslim, Imân, 1)
d) Hicaz'da bir ateşin çıkarak Busra'da (Şam yakınlarında bir yer) develerin ayaklarını aydınlatması (Buhârî, Fiten, 24; Müslim, Fiten, 42)
e) Fırat nehrinin sularının çekilerek, nehir yatağından altın çıkması (Müslim, Filen, 29-31)
f) Ikisi de hak iddiasında bulunan iki büyük Islâm ordusunun birbiriyle savaşması (Buhârı, Fiten, 25; Müslim, Fiten, 17)
g) Islâmî ilimlerin ortadan kalkması, cehaletin artması (Buhârî, Fiten, 4)
h) Depremlerin çoğalması (Buhârî, Fiten, 25)

ı) Zamanın yaklaşması, gece ile gündüzün eşit olması (Buhârî, Fiten, 25)

i) Cinâyetlerin çoğalması, fitnelerin zuhur etmesi (Buhârî, Fiten, 4; Müslim, Fiten, 18)
j) Yahudilerle Müslümanların savaşmaları, Müslümanların Yahudileri öldürmesi (Tecrid-i Sarıh Tercümesi, VIII, 341; Müslim, Fiten, 79-82)
k) Zinanın açıkça işlenmesi, içki tüketiminin artması, kadınların çoğalıp erkeklerin azalması (el-Ali en-Nâsif Tac, 5/335)
l) Kahtân'dan bir kişinin çıkarak, insanları asâsı ile sevketmesi Buhârî, Fiten, 23)
Kıyâmetin büyük alâmetleri ise şu hadis-i şerifte toplu olarak zikredilir: Huzeyfetu'l-Gifarı (ra)'den rivayet edilmiştir: Biz bir gün kendi aramızda konuşurken, Hazreti Peygamber yanımıza çıkageldi Bize "Ne konuşuyorsunuz?" dedi Biz de "Kıyâmet gününden konuşuyoruz" diye cevap verdik Hazreti Peygamber" Şüphesiz on alâmet görülmedikçe kıyamet kopmayacaktır" dedi ve "Deccâl'ı, dumanı(duhan), Dâbbetü'l-arz'ı, güneşin batıdan doğmasını, Isa (as)'ın yere inmesini, Ye'cûc ve Me'cuc'u, doğuda, batıda ve Arap yarımadasında olmak üzere üç yer çöküntüsünü, son olarak da Yemen'den çıkarak insanları Mahşere sürecek ateşin vuku bulacağını söyledi" (Müslim, Fiten, 39)
Kıyâmetin bu on büyük alameti başka hadislerce ya da Islâm bilginlerince şu şekilde açıklanır:
1 Deccal'in ortaya çıkışı: Deccâl, kıyâmette zuhur edecek yalancı bir kişidir, Islâm Dini'ni ve müslümanları ifsad edip, kötülüğe ve bozgunculuğa sevketmek isteyecektir Deccal'ın sağ gözünün kör olduğu, iki gözünün arasında "kâfir" yazdığı, çocuğunun olmadığı, Medine'ye ve Mekke'ye giremeyeceği, ortaya çıktıktan sonra yeryüzünde kırk gün kalacağı, bu süre içerisinde istidrac türünden bazı olağanüstü olaylar göstereceği, daha sonra da yine kıyâmetin büyük alametlerinden olan Hz Isa'nın yeryüzüne inmesiyle onun tarafından öldürüleceği sahih Hadislerde belirtilmiştir (Buhârı, Fiten, 26; Müslim, Fiten, 37, 39, 40, 91, 101, 110, 112)
2 Duhan'ın çıkışı: Duman anlamına gelen duhan da kıyâmetin büyük alametlerinden biridir (Müslim, Fiten, 39) Kıyâmetin vukuundan önce dünyayı bir duman bulutu kaplayarak, kırk gün ve kırk gece kalacak, mü'minler nezleye tutulmuş gibi, kâfirler ise sarhoş gibi olacaklardır
3 Dabbetü'l-arz'ın çıkışı: Kıyâmet'ten önce çıkacağı bildirilen bir yaratıktır Kelime anlamı "yer hayvanı" demektir Kur'an-ı Kerim'de "Kendilerine söylenmiş olan başlarına geldiği zaman, yerden bir çeşit hayvan (dâbbe) çıkarırız ki o, onlara, insanların âyetlerimize kesin olarak inanmadıklarını söyler" (en-Neml, 27/82) buyurulmaktadır Hz Peygamber Dâbbetü'l-arz hakkında "Çıkacak olan kıyâmet alametlerinden ilki, güneşin batı tarafından doğması ile, bir kuşluk vakti insanlara karşı bir dâbbenin (hayvanın) zuhurudur Bu iki alametten biri, arkadaşından evvel olur Akabinde diğeri de onun izi üzerinde yakın olarak meydana gelir" (Müslim, Fiten, 118) buyurmuştur

4) Güneşin Batıdan doğması: Güneş batıdan doğacak, insanlar topluca iman edecek, ancak daha önce iman etmemiş olanların imanları kendilerine bir yarar sağlamayacaktır (Tecrid-i Sarıh Tercümesi, XII 307; Müslim, Fiten, 118)

5 Hazreti Isa (as)'ın inmesi: Ehl-i sünnet itikadına göre Kıyâmetin vukuundan önce Hazreti Isa yeryüzüne inecek, hiristiyanları Islâm'a davet edecek, Deccâl'ı öldürecek, Hazreti Peygamber (sas)'in şerîatı ile hükmedecektir (Buhârî, Büyû, 102; Müslim, Imân, 242-247)
6 Ye'cûc ve Me'cûc'ün çıkışı: Kıyâmetin vukuundan önce çıkarak "yeryüzünde bozgunculuk yapacak" (el-Kehf, 18/94) olan asılları ve soyları belirsiz iki insan topluluğudur (Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, IV, 3288) Hz ZülKarneyn'in önlerine yaptığı seddin yıkılarak (el-Enbiya, 21/96) açılması ile yeryüzüne dağılacaklar insanlara saldıracak, kentleri yakıp-yıkarak harabe haline getireceklerdir Bazı rivayetlerde bu seddin Çin seddi olduğu zikredilir (Muhammed Hamdi Yazır, age, IV, 3291, 3374; Buhârı, Enbiyâ, 7; Müslim, Fiten, 1,2)

789 Doğuda, Batıda, Arap Yarımadasında olmak üzere üç bölgede yer çöküntülerinin meydana gelmesi de Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Müslim, Fiten, 39)

10 Yemen'den çıkacak olan büyük bir ateşin insanları önüne katarak sürmesi (Müslim, Fiten, 39)
Ebu Davud ve Tirmizi'nin Sünen'lerinde yeralan bazı hadislere göre Mehdî'nin çıkması da Kıyâmet'in büyük alametlerindendir (Sünen-i Tirmizî, IV, s1-93: Sünen-i Ebu Davud, N Şr MAbdul Hamid IV, 100, 106)
Hz Peygamber (sas), Kıyâmetin kötü insanlar ve kâfirler üzerine kopacağını bildirmiştir Bu hadislere göre Kıyâmet kopmadan önce mü'minlerin ruhları alınacak ve onların âhirete göçmeleri sağlanacaktır (Buhari, Fiten, 5; Müslim, imare, 53)
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KIYAMETİN KOPMASI

Ahiret hayatı, insanın ölümü ile başlarsa da, genel manada Kıyamet hadisesi ile başlar Kıyametin ne zaman kopacağını Allah'tan başka, peygamberler de dahil hiç kimse bilmez, (el-Mülk, 67/26) Bilgisi Allah'a ait olmakla birlikte, Kıyametin kopmasına yakın zamanlarda bir takım alâmetler meydana gelir İnanmayanlar için ihtar mahiyetinde Allah şöyle buyurur:
"(İnanmayanlar, Kıyamet) saat(in)in, ansızın kendilerine gelip çatmasından başka neyi bekliyorlar? İşte onun alâmetler(inden sayılan âhir zaman Peygamber)'i gelmiştir" (Muhammed, 47/18) Kıyametin en büyük alâmeti Hz Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesidir Ondan sonra artık başka peygamber gönderilmeyecektir O, peygamberlerin sonuncusudur (el-Ahzâb, 33/40) İşte bu, dünya hayatının sonunun yaklaştığına en büyük alâmettir Hz Peygamber de: "Ben gönderildiğimde Kıyamet şu iki parmağımın birbirine yaklaştığı gibi yaklaşmıştır " (Buhârî, Vl, 206; Müslim, Terc Davudoğlu, VlIl, 208) buyurmuştur
Kur'an ayın ikiye bölünmesini de Kıyamet alâmetlerinden saymıştır:
"Kıyamet yaklaştı, ay ikiye bölündü" (el-Kamer, 54/1-3) Bu hadise, Peygamber zamanında ondan mûcize isteyen müşriklerin isteği üzerine, Peygamber'in elinin işaretiyle ayın ikiye bölünmesi şeklinde meydana gelmiştir Bu hâdise üzerine de meâlini verdiğimiz ayet nâzil olmuştur İslâm bilginlerinden bir kısmı da "Kıyamet yaklaştı, ay bölünecek" şeklinde gelecek zaman kipiyle mana vermişlerdir Her iki manada da özellikle Kıyamet'in yaklaştığı vurgulanmaktadır
İsrâiloğulları'na peygamber olarak gönderilen Hz İsa tebliğ görevindeki tüm gayretlerine rağmen, sayılabilecek kadar az bir cemaat ona iman etmiş, buna mukabıl düşmanlarının kendisini öldürme tuzaklarıyla karşılaşmıştır Ne var ki Allah, düşmanların kurduğu tuzaklarını başlarına geçirmiş, peygamberini de zatına yükseltmiştir (Âli İmrân, 3/54-55; en-Nisâ, 4/157-158) Şu anda hayatta olarak bulunduğu mevkii Allah'ın ilminde olan Hz İsa, Kıyamet'e yakın zamanda tekrar dünyaya gelecek ve yaşadığı sürece Hz Muhammed'in getirdiği şerîat üzere yaşayacaktır Hz İsa'nın tekrar dünyaya dönüşü, Kıyamet alâmetlerindendir "O (İsa'nın gelmesi), Kıyametin kopacağını gösterir bir ilimdir" (ez-Zuhruf, 43/61)
Kıyamete yakın zamanda, şu anda gördüklerimize benzemeyen şekilde, Kur'an'ın "dâbbe" diye ifade ettiği bir hayvan ortaya çıkacaktır: "O söz (Kıyamet ve azap günü), başlarına geldiği zaman (kıyamet alâmetlerinin vukûu başladığı zaman) onlara yerden bir dâbbe (canlı) çıkarırız; onlara insanların, ayetlerimize içtenlikle inanmadıklarını söyler" (en-Neml, 27/82) (Dâbbe hakkında geniş malûmat için bk Elmalılı Hamdi Yazır, age, V, 370) "Dâbbetü'l-Arz"* diye isimlendirilen bu hâdisenin meydana gelişi, Kıyamet vaktinin yaklaştığına dair bir alâmettir
Ye'cüc ve Me'cüc* seddinin açılması ve yeryüzünde fesâdın yayılması da Kur'an'da zikredilen Kıyamet alâmetlerindendir: "Nihâyet Ye'cüc ve Me'cüc (sedleri) açıldığı zaman onlar her tepeden (dünyaya) saldırırlar Artık gerçek va'd (Kıyamet) yaklaşmıştır İnkâr edenlerin gözleri birden donup kalır " (el-Enbiya, 21/96-97)
Bu alâmetler, Kur'an'da bildirilenlerdir Hadisle bildirilenlere gelince, onlar da Allah'ın vahyine dayanır Müslim'in Huzeyfe ibn Useyd el-Gifârî'den rivayet ettiği bir hadiste Huzeyfe şöyle buyurmuştur: "Biz aramızda müzakerelerde bulunduğumuz bir esnada Hz Peygamber (sas) yanımıza geldi ve: "Neyi müzakere ediyorsunuz?" dedi 'Kıyamet'i dediler Şöyle cevap verdi: "On türlü alâmeti görmediğiniz sürece Kıyamet kopmaz Bunlar, Duman, Deccâl, Dâbbetü'l Arz, Güneşin batıdan doğması, Meryem oğlu İsa'nın inmesi, Ye'cüc ve Me'cüc ile doğudan, batıdan ve Arap yarımadasından bir yerin batması, son olarak da Yemen 'de bir ateşin çıkmasıdır " (Müslim, Terc VIII, 179; Buhârî, Cihad, 94 vd; Müslim, iman, 248, Zekât 60, Fiten, 17- 18;Ebû Dâvud, Melâhim, 12, Fiten, 1; Tirmîzî, Zühd, 24)
Kıyamet'in büyük alâmetlerinden öyleleri vardır ki, onlar görüldükten sonra artık tövbeler kabul olunmayacaktır
"(İnanmak için) illâ meleklerin gelmesini yahut Rabb'ının gelmesini ya da Rabb'ının bazı ayetlerinin gelmesini mi bekliyorlar? Ama Rabb'ının bazı (Kıyamet) işaretleri geldiği gün, daha önce inanmamış, ya da imanında bir hayır kazanmamış olan kimseye, artık inanması, bir fayda sağlamaz De ki: "Bekleyin, biz de beklemekteyiz" (el-En'âm, 6/158)
Ebû Hüreyre'den rivayet olunan bir hadiste Peygamberimiz (sas) şöyle buyuruyor: "Üç alâmet vardır ki, bunlar çıktığı zaman, daha önce iman etmiş yahut ta imanında hayır kazanmış olmadıkça hiçbir kimseye imanı fayda vermez: Güneşin batıdan doğması, Deccâl'ın görülmesi ve Dâbbetü'l-Arz'ın zuhuru " (Buhârî, II, 132; Müslim Terc, I, 95-96)
Kıyametin bu büyük alâmetlerinin dışında Hz Peygamber'in hadisleriyle sabit olan birçok hâdiseler de Kıyamet'in küçük alâmetleri olarak kabul edilmiştir: Davaları bir olan iki Müslüman topluluğun birbirleriyle harp yapması (Müslim, Terc, V III, 170), 'herc', öldürme olaylarının çoğalması (Müslim, Terc, VIII, 171) Karanlık geceler gibi olan fitnelerin çoğalması, müslümanlarla yahudilerin savaşıp, müslümanların onları öldürünceye kadar mücadele etmeleri ve yahudilerin de taşların ve ağaçların arkasına saklanması, 'Gargat ağacından' başka bütün taş ve ağaçların:
"Ey müslüman, Ey Allah'ın kulu, yahudi arkamdadır, gel onu öldür" demesi, Hicaz topraklarında bir ateşin çıkıp, Basra'daki develerin boyunlarını aydınlatması, Kahtan'dan bir adamın çıkıp insanları asâsı ile sevketmesi, Fırat nehri altından bir dağ haline gelip, ondan alabilmek için insanların birbirleriyle harp etmesi, cariyenin efendisini doğurması; ayağı yalın, çıplak fakir koyun çobanlarının bina yapmada birbiriyle yarış yapmaları vs gibi olaylar Kıyamet'in küçük alâmetleri olarak sayılmıştır (Buhârî, Tecrid, IX, 73; Tirmizî, Birr, 25; Fiten, 2; el-Lü'lüü ve'l-Mercân, III, 305, 306-307; et-Tâc, I, 25)
Allah, bu kâinatın yıkılıp, birinci hayatın sona ermesini istediği zaman İsrâfil adındaki meleğe 'sûr'a bir kere üfürmesini emredecek, o da bir kere üfürecektir Kâinatın hepsi bu derin gürültü ile sarsılıp, birbirine bağlı olan varlıkların düzeni bozulur, irtibat çözülür, korkunç bir zelzele meydana gelir, dağlar atılır, pamuk gibi dağılır, gökyüzündeki yıldızlar, gezeğenler ve güneş arasındaki ahenk yok olur, şimdi mevcut olan çekim kanunu iptal olur Güneşin ayın ve yıldızların ziyası gider, gökyüzündeki bütün gezeğenler yörüngelerinden çıkar ve âlemin tamamı Allah'ın yaratmasından önceki hale döner Bütün bu olaylar, Allah'ın indirdiği vahiy ile bilinmektedir (bk el-Hacc, 22/1-2; el-Karia, 101/1-5; el-Mearic, 70/8-15; Zilzal, 99/1-3; İnfitar, 82/1-5; Tekvir, 81/1-6; Vâkıa, 56/1-6)
İkinci hayatın tanınması ve anlaşılması, insan aklının kavrayacağı bir şey değildir İnsan aklı ancak bu hayatta olanları ve bu kâinatta bulunanları kavrar Bunun içindir ki, ikinci hayatın tanınması, Allah'ın kitabında bildirdiği haberler ve Resulü'nün anlatmalarına dayanır Ayet ve Hadislerden elde edilen bilgilere göre, İkinci hayat, İsrâfil'in 'sûr'a üflemesiyle bu âlemin yok olmasından kırk yıl geçtikten sonra başlayacaktır
O hayatın günleri ve ayları bu hayatın günleri ve aylari gibi midir, yoksa başka bir ay ve gün müdür? Bunu bilemiyoruz Bu, zaman geçtikten sonra gökten yağmur inecek, cesetler bitki gibi toprağın altından bitecektir Bu iş, yağmur suyu ile her insanın kuyruk sokumunda bulunan küçük kemik vasıtasıyla meydana gelecektir İkinci yaratılış tamamlanıp gelişme ikmâl olduğu, cesetlerin heykelleri toprağın altında tamamlanarak hiçbir eksiği kalmadığı zaman onlara ruh verilir Bu cesetlere hayat girer, hareket etmeye başlarlar Ölüm meleğinin bu dünyada almış olduğu ruhları Allah her insana iade eder Bu ruhlardan bazıları, sahibinin iman ehli ve amel-i sâlih sahibi oldukları için güzel ve temiz ruhlardır Bunlar ulvi âlemde muhafaza edilmişlerdir Bazıları ise, küfür sahibi ve günahkâr kişilerin ruhlarıdır, bunlar çirkin ruhlardır, süflî âlemde kalmışlardır Bu ruhlar, bulundukları yerden cesetlerine gelirler, sonra Allah'ın görevlendirdiği bir melek: "Yerinizden kalkınız, Rabb'ınıza dönünüz" diye seslenir Onlar bu sesi işitirler ve icabet ederler Yer açılır, kabırlerinden mahşere gitmek için canlı olarak kalkarlar (el-Hakka, 69/13-18; Kâf, 50/41-44, el-Kamer, 54/6-8; el-Meâric, 70/41-44; elÂdiyat, 100/9-10)
İkinci defa dirildikten sonra bütün mahlûkâtın bir sahada toplanmasına "Haşr"* denir Bu toplanma, dünyada yaptıklarından dolayı aralarında hüküm verilmesi içindir İnsanlar kabırlerinden canlı olarak kalktıktan sonra ilk defa yaratıldıkları gibi tekrar hayata döndürüleceklerdir: "Mahkukatı ilk yaratmağa başladığımız gibi, yine onu öldükten sonra iade edeceğiz" (el-Enbiya, 21/104) Hz Peygamber (sas): "Kıyamet gününde insanlar çıplak, sünnet olmamış ve yalın ayak olarak (mahşer meydanına) geleceklerdir " der Hz Âişe: "Ey Allah'ın Resulü, kadın ve erkeklerin hepsi bir arada olunca birbirlerine bakmazlar mı?" diye sorunca Peygamberimiz(sas): "Ey Âişe, o gün, insanların birbirlerine bakamayacakları kadar durum şiddetlidir " buyurarak "haşr" için toplanan insanların düştükleri sıkıntıyı dile getirmektedir (Müslim, Cennet, 56) Muttakî, mücrim ve kâfirlerin haşrolunmaları hakkında Kur'an şöyle der:
"Takva sahiplerini heyet halinde Rahman(ın huzuruna) topladığımız gün, suçluları da susuz olarak Cehennem'e sürdüğümüz (gün) " (Meryem, 19/85-86)
"O gün 'sûr'a üflenir ve o gün suçluları (yüzleri kapkara, gözleri) gömgök (kör bir durumda) toplarız " (Tâhâ, 20/103)
"Kıyamet günü onları (kâfirleri), yüzü koyun, kör, dilsiz ve sağır bir halde süreriz Varacakları yer Cehennem'dir " (el-İsrâ, 17/97; Tâhâ, 20/124)
İnsanların, hesap vermek üzere toplandıkları Mahşer günü güneş, insanların başları üzerine iyice yaklaşır, sıcaklık çok şiddetlenir Ve insanlar, günahları nisbetinde tere batarlar Bir kısmı topuklarına kadar, bir kısmı diz kapağına, bir kısmı göbeğine ve bir kısmı da ağzına kadar tere batar (Müslim, 8/135; Buhârî, 6/137) Hararetin en şiddetli olduğu bu günde, adil devlet reisi, gönlü mescidlere bağlı genç, sadakayı gizli veren cömert, güzel bir kadının zina davetini Allah'tan korkusu nedeniyle kabul etmeyen muttakî, sevgileri Allah için olan iki dost, Allah'a ibadetle büyüyen genç ve tenha yerde Allah'ı zikrederek gözleri yaşla dolup taşan insanı Allah, lûtfuyla Arş'ının gölgesinde gölgelendirecektir (Buhârî, Ezân, 36; Hudud, 19)
İnsanlar, Rabb'larının huzurunda haşrolunup toplandıklarında ve beklemenin zorluğu, korkunun şiddeti nedeniyle yorgunluk son haddine ulaştığında insanlar, ruhlarının temizliği ve kirliliğine göre Yüce Allah'ın kendilerine hükmetmesini beklemeye başlarlar:
"Peygamberler (şahidlik edecekleri) vakit için getirildiği zaman: Ertelenmiş oldukları güne, yani hüküm gününe Hüküm gününün ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yalanlayanların vay haline o gün" (el-Mürselât, 77/11-15) Bugün haklı ile haksızın, iyi ile kötünün, zalim ile mazlumun, inanan ile inanmayanın ayrıldığı fasıl günüdür Özür ve kurtuluş fidyelerinin kabul edilmediği (Hadid, 57/15; el-Bakara, 2/254) dillerin konuşmadığı bu günde (el-Bakara, 2/255) ancak kendilerine, insanlar için şefâat etme izni verilenler konuşabilir İnsanlar Âdem, Nuh, İbrâhim, Mûsa, İsâ peygamberlere, kendilerine şefâat etmeleri için giderler Onlar bu konuda özür beyan edince bu defa Hz Muhammed'e gelirler Peygamberimiz (sas) Rabb'ının huzurunda secdeye kapanarak ona hamdeder, ümmeti için şefâat diler Rabb'i kendisine: "Başını kaldır ve iste, ne istersen verilecektir, şefâat et, şefâatin kabul edilecektir" deyinceye kadar secdede kalır Ümmetine şefâat diler Ümmetinden hesabı olmayanlar Cennet'e girerler
 

ceylannur

Yeni Üyemiz
KIYAS Ölçmek, kıyaslamak, karşılaştırmak ve iki şey arasındaki benzerlikleri tesbit etmek, hakkında nass (âyet hadis) bulunan bir meselenin hükmünü, aralarındaki ortak illetten dolayı, hakkında nass bulunmayan meselenin hükmüne bağlamak anlamında bir fıkıh usulü terimi KYS kökünden, "kâse" ve "kâyese" dili geçmişin mastarı Müctehid tarafından ictihad yapılarak çıkarılan hükümler, kıyas yoluyla Kitap ve Sünnet'e dayandırılır Çünkü şer'i hükümler, ya doğrudan doğruya âyet veya hadislere, ya da kıyas yoluyla bu nass'lara dayanır (Ibn Manzûr, Lisanü'l-Arab, Beyrut 1374/1955, "kıyas" maddesi; Nesefi, el-Menâr Fi Usûli'l-Fıkh, Istanbul 1326, s22; Abdulvahhâb Hallâf, Mesâdiru't-Teşrii'l-Islâmi, Küveyt 1970, s21, Sadru'ş-Şeria'nın Tenkihu'l-Usûl'ünden naklen)
Imam Şafiî (ö 204/819) kıyas hakkında şöyle der: ‚Her hadise hakkında ya ona ait bir hüküm veya hak olan hükmün yolunu gösteren bir delâlet vardır Meselenin açık hükmü varsa ona uymak gerekir Eğer belirli bir hüküm yoksa, meselenin hak olan hükmüne götüren yolun delili ictihad ile aranır, ictihad ise kıyastan ibarettir' (Şâfiî, er-Risâle, Kahire 1940, s477)
Kıyasın tariflerinde ortak olan nokta şudur: Nass'a dayanan bir meselenin hükmünü, ictihad yoluyla, aynı ortak illeti taşıyan ve nass ile belirtilmemiş bulunan mesele için de sâbit kılmaktan ibarettir
Aşağıdaki örnekler kıyasın anlaşılmasına yardımcı olur Hz Peygamber: "Hâkim, öf keli iken iki kişi arasında hüküm vermesin " (Buhârî, Ahkâm, 13) buyurmuştur Buna kıyas yapılarak, Mecelle'nin 1812 maddesinde; "Hâkim gam ve gussa (keder) ve açlık ve galebe-i nevm (uykulu) gibi sıhhat-ı tefekküre (sağlıklı düşünmeye) engel olabilecek bir ârıza ile zihni müşevves (karışık) olduğu halde hükme tesaddî (teşebbüs) etmemelidir" denilmiştir Hadiste geçen "öfke hâli" ile, Mecelle maddesindeki "üzüntü, keder, açlık ve şiddetli uyku halleri" arasındaki ortak illet, bu gibi hallerin sağlıklı karar vermeye engel teşkil etme ihtimalıdır (Mahmud Es'ad, Telhîsu Usûli'l-Fıkh, Izmir 1313, s12)
"Kur'ân'da iki kız kardeşi bir nikâh altında toplamak yasaklanmıştır"
(en-Nisâ, 4/23) Hadiste de şöyle buyurulmuştur: "Kadın, halası ve teyzesiyle bir nikâh altında toplanamaz" (Buhârî, Nikâh, 27) Bunlara kıyas yapılarak; biri erkek farz edildiğinde diğeriyle evlenmesi caiz olmayacak derecede mahrem hısım olan iki kadının bir nikâh altında toplanamayacağı esası benimsenmiştir Çünkü bütün bunlar, akrabalığın hiçe sayılmasına ve sılâ-i rahmin kesilmesine yol açmaktadır (Hallaf, age, s 24)
Islam hukukunda Kitap, Sünnet ve Icmâ'dan sonra dördüncü aslî delil kıyas'tır Ancak kıyas, ilk üç aslî delil gibi kesin bilgi ifade etmez O, vücub değil, cevaz ifade eder Buna göre kıyas, zan bildirir ve yeni bir hüküm isbat etmeyip, üç delilden biriyle sabit olan ve delili gizli bulunan hükmü ortaya çıkarır Yani kıyas, bir çeşit ictihad olduğu için kendi başına bir hüküm bildirmez, nass (âyet-hadis) veya icmâ' ile bildirilen hükmü yeni mese-leye nakleder Kısaca zannî olmakla birlikte kıyasın hükmü nakletme(tadıye) dir (AbdülKadir Şener, Kıyas Istihsan Istislah, Ankara 1974, s70; es-Serahsî, Usûl, vrk 98/a, 178/a'dan naklen; M Es'ad, age, s11)
Kur'ân-ı Kerîm'de benzer olayların, benzer hükümlere tabi tutulduğunu bildiren âyetler vardır Ezcümle: "Yeryüzünde dolaşıp, kendilerinden öncekilerin uğradıkları âkıbetlerin nasıl olduğuna bakmazlar mı? Allah onları helâk etmiştir Kâfirler için de aynı âkıbet vardır" (Muhammed, 47/10) Şu iki âyette de birbirine benzemeyen olayların, hükmünün de farklı olduğu bildirilir "Yoksa kötülük işleyenler, hayatlarında ve ölümlerinde, tam eşit olarak, iman edip salih ameller işleyenlerle kendilerini bir tutacağımızı mı sanırlar? Ne kötü hüküm veriyorlar" (el-Câsiye, 45/21) "Yoksa Biz, iman edip salih ameller işleyenleri, yeryüzünde bozgunculuk, çıkaranlar gibi mi tutacağız? Yoksa Allah'tan hakkıyla korkanları, günahkârlar gibi mi tutacağız" (Sâd, 38/28)
Hz Peygamber de, benzer olaylarda akıl metodunun kullanılmasını şu uygulamasıyla göstermiştir Rivayet edildiğine göre Hz Ömer (ö 23/643), Rasûlüllah (sas)'e gelerek; "Ya Rasûlüllah, bugün büyük bir iş yaptım, oruçlu olduğum halde karımı öptüm" demiş; Hz Peygamber; "Oruçlu iken su ile mazmaza (ağıza su alıp çalkalamak ve sonra suyu dışarı atmak) yapsan ne lâzım gelirdi?" buyurmuş, Hz Ömer de; "Bir şey gerekmezdi" diye cevap vermiş; bunun üzerine Hz Peygamber, "O halde orucuna devam et" (Ebû Dâvud, Savm, 33; Dârimî, Savm, 21) buyurmuştur Bu duruma göre, mazmazanın orucu bozmadığı bilinince, aynı nitelikte olan öpmenin de orucu bozmaması, kıyas metoduyla aklın ulaştığı bir sonuçtur Böylece, Hz Peygamber ümmetine, mantık yoluyla, benzer problemleri çözme yolunu göstermiştir O'nun bu metodu kullandığına dair birçok haber nakledilmiştir İslam'ın ilk yıllarında "rey" terimiyle ifade edilen ictihad, Hz Peygamber, sahabe ve tabiînler devrinde gelişerek ve daha sonra sistematik bir şekil alarak kıyas, istihsan, istislah vBulletin adlar altında, âyet ve Hadislerden hüküm çıkarma vasıtası hâline gelmiştir
Imam Şâfiî'nin (ö204/819) yakın arkadaşlarından el-Müzenî (ö264/877) kıyas hakkında şöyle demiştir: "Hz Peygamber (sas)'in asrından günümüze kadar fakihler, din işlerindeki bütün hükümlerde kıyasları kullanmışlar, hakkın benzerinin hak, bâtılın benzerinin de bâtıl olduğunda ittifak (icmâ') etmişlerdir Buna göre, kimsenin kıyası inkâr etmesi caiz olmaz; çünkü kıyas, olayları birbirine benzetme ve sonuç olarak aynı hükme bağlama metodudur" (Muhammed Ebû Zehra, Usûlü'l-Fıkh, s220)
 
Üst Alt