Hasret ruzgari
Aktif Üyemiz
Mâdem meşrû daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safâlarına, keyiflerine kâfidir; gayr-i meşrû daireye girme. Çünkü, o dairedeki bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve dâimî lezzet olan iltifatât-ı Rahmâniyeyi kaybetmeye sebeptir.
Hem, dalâletin yolunda sâbıkan beyân edildiği gibi, esfel-i sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki, hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümât kuyusundan hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, hiçbir kemâlât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur'ân-ı Hakîm, İmân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır. Ve delâil-i katiye ile çıkarmasını ispat ediyor. Ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazâtıyla dolduruyor.
Hem, beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshîl eder ve kolaylaştırır; bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesâiti gösterir.
Hem, Sultân-ı Ezel ve Ebedolan Zât-ı Zülcelâli tanıttırmakla, insana, Ona bir memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhânesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasıl ki, bir padişahın müstakîm bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilâyetin hududlarından suhûletle ve tayyâre, gemi, şimendifer gibi süratli vâsıta-i seyahatle gezer, geçer; öyle de, Sultan-ı Ezeliye İmân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhâne-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ, kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak süratinde geçer; tâ saadet-i ebediyeyi bulur ve şu hakikati katî ispat eder ve asfiyâ ve evliyâya gösterir.
Hem de, Kur'ân'ın hakikati der ki: Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve onun hevâsını kendine ma'bud ittihaz etme. Belki, sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbâlde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes'ud olduğun bütün zâtları ihsanâtıyla mes'ud eden, hem nihayetsiz kemâlâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevâlsiz cemâl sahibi olan ve bütün esmâsı nihayet derecede güzel olan ve her isminde pekçok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve Cennet, bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve kemâlât, Onun cemâline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir Zâtı mahbub ve ma'bud ittihaz et.
Hem, dalâletin yolunda sâbıkan beyân edildiği gibi, esfel-i sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki, hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümât kuyusundan hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, hiçbir kemâlât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur'ân-ı Hakîm, İmân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır. Ve delâil-i katiye ile çıkarmasını ispat ediyor. Ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazâtıyla dolduruyor.
Hem, beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu gayet derecede teshîl eder ve kolaylaştırır; bin, belki elli bin senelik mesafeyi bir günde kestirecek vesâiti gösterir.
Hem, Sultân-ı Ezel ve Ebedolan Zât-ı Zülcelâli tanıttırmakla, insana, Ona bir memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhânesinde, hem berzahî ve uhrevî menzillerde kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasıl ki, bir padişahın müstakîm bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilâyetin hududlarından suhûletle ve tayyâre, gemi, şimendifer gibi süratli vâsıta-i seyahatle gezer, geçer; öyle de, Sultan-ı Ezeliye İmân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile itaat eden bir insan, şu misafirhâne-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ, kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından berk ve burak süratinde geçer; tâ saadet-i ebediyeyi bulur ve şu hakikati katî ispat eder ve asfiyâ ve evliyâya gösterir.
Hem de, Kur'ân'ın hakikati der ki: Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve onun hevâsını kendine ma'bud ittihaz etme. Belki, sendeki o nihayetsiz muhabbet kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen, hem istikbâlde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduğun ve onların saadetleriyle mes'ud olduğun bütün zâtları ihsanâtıyla mes'ud eden, hem nihayetsiz kemâlâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız, zevâlsiz cemâl sahibi olan ve bütün esmâsı nihayet derecede güzel olan ve her isminde pekçok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve Cennet, bütün güzellikleriyle ve nimetleriyle Onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve kemâlât, Onun cemâline ve kemâline işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir Zâtı mahbub ve ma'bud ittihaz et.