Otuz Üçüncü Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Ey coğrafyacı efendi! Bunu ne ile izah edersin? Hangi tesadüf şu acâib-i masnuât ile dolu sefine-i Rabbâniyeyi bir meşher-i acâib yaparak, yirmi dört bin sene bir mesafede bir senede süratle çevirip, onun yüzünde dizilmiş eşyadan hiçbir şey düşürmesin?
Hem, zemin yüzündeki acîb san'atlara bak; anâsırlar ne derece hikmetle tavzif edilmişler, bir Kadîr-i Hakîmin emriyle zemin yüzündeki Rahmân misafirlerine nasıl güzel bakıyorlar, hizmetlerine koşuyorlar.
Hem, acîb ve garip san'atlar içinde rengârenk acîb hikmetli zemin yüzünün sîmâsındaki bu nakışlı çizgilere bak; nasıl sekenelerine enhâr ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri ayrı ayrı mahlûklarına ve ibâdına lâyık birer mesken ve vesâit-i nakliye yapmış. Sonra, yüz binler ecnâs-ı nebâtât ve enva-ı hayvanâtı ile kemâl-i hikmet ve intizam ile doldurup, hayat vererek şenlendirmek, vakit bevakit muntazaman mevt ile terhis ederek boşaltıp yine muntazaman ba'sü ba'de'l-mevt sûretinde doldurmak, bir Kadîr-i Zülcelâlin ve bir Hakîm-i Zülkemâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine yüz binler lisânlarla şehâdet ederler.
Elhâsıl, yüzü acâib-i san'ata bir meşher ve garâib-i mahlûkata bir mahşer ve kafile-i mevcudâta bir memerr ve sufûf-u ibâdına bir mescid ve makarr olan zemin bütün kâinatın kalbi hükmünde olduğundan, kâinat kadar nur-u vahdâniyeti gösterir.
İşte ey coğrafyacı efendi! Bu zemin kafası, yüz bin ağız, herbirinde yüz bin lisân ile Allah'ı tanıttırsa ve sen Onu tanımazsan, başını tabiat bataklığına soksan, derece-i kabahatini düşün. Ne derece dehşetli bir cezaya seni müstehak eder; bil, ayıl ve başını bataklıktan çıkar,
b826.gif
-1- de.

Yirmi Üçüncü Pencere
b827.gif
-2-
Hayat, kudret-i Rabbâniye mu'cizâtının en nurânîsidir, en güzelidir ve vahdâniyet bürhanlarının en kuvvetlisi ve en parlağıdır ve tecelliyât-ı Samedâniye aynalarının en câmii ve en berrağıdır.
Evet, hayat, tek başıyla bir Hayy-ı Kayyûmu bütün esmâ ve şuûnâtı ile bildirir. Çünkü hayat, pekçok sıfatın memzûc bir mâcunu hükmünde, bir ziyâ, bir tiryaktır. Elvân-ı seb'a ziyâda ve muhtelif edviyeler tiryakta nasıl ki mümtezicen bulunur; öyle de, hayat dahi pekçok sıfattan yapılmış bir hakikattir. O hakikatteki sıfatlardan bir kısmı, duygular vâsıtasıyla inbisat ederek, inkişaf edip ayrılırlar. Kısm-ı ekseri ise, hissiyât sûretinde kendilerini ihsâs ederler ve hayattan kaynama sûretinde kendilerini bildirirler.

1- Her şeyin hüküm ve tasarrufu elinde olan (Yâsin Sûresi: 83.) Allah'a İmân ettim.
2- Ölümü de, hayatı da yaratan Odur. (Mülk Sûresi: 2.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem hayat, kâinatın tedbîr ve idaresinde hükümfermâ olan rızık ve rahmet ve inâyet ve hikmeti tazammun ediyor. Güyâ, hayat onları arkasına takıp, girdiği yere çekiyor. Meselâ, hayat bir cisme, bir bedene girdiği vakit, Hakîm ismi dahi tecellî eder, hikmetle yuvasını güzelce yapıp tanzim eder. Aynı halde Kerîm ismi de tecellî edip, meskenini hâcâtına göre tertib ve tezyin eder. Yine aynı halde Rahîm isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın devam ve kemâli için türlü türlü ihsanlarla taltif eder. Yine aynı halde Rezzâk isminin cilvesi görünüyor ki, o hayatın bekâsına ve inkişafına lâzım maddî, mânevî gıdâları yetiştiriyor ve kısmen bedeninde iddihar ediyor. Demek, hayat bir nokta-i mihrâkiye hükmünde, muhtelif sıfât birbiri içine girer, belki birbirinin aynı olur. Güyâ, hayat tamamıyla hem ilimdir, aynı halde kudrettir, aynı halde de hikmet ve rahmettir ve hâkezâ.
İşte, hayat bu câmi' mahiyet itibâriyle şuûn-u zâtiye-i Rabbâniyeye âyinedarlık eden bir âyine-i Samediyettir. İşte bu sırdandır ki, Hayy-ı Kayyûm olan Zât-ı Vâcibü'l-Vücud hayatı pekçok kesretle ve mebzûliyetle halk edip, neşir ve teşhir eder. Ve herşeyi hayatın etrafına toplattırıp, ona hizmetkâr eder. Çünkü, hayatın vazifesi büyüktür. Evet, Samediyetin aynası olmak kolay birşey değil, âdi bir vazife değil.
İşte, göz önünde her vakit gördüğümüz bu had ve hesâba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücud ve Hayy-ı Kayyûmun vücûb-u vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve Esmâ-i Hüsnâsını, lemeâtın güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar. Güneşi tanımayan ve kabul etmeyen adam, nasıl gündüzü dolduran ziyâyı inkâr etmeye mecbur oluyor; öyle de, Hayy-ı Kayyûm, Muhyî ve Mümît olan şems-i ehadiyeti tanımayan adam, zeminin yüzünü belki mâzi ve müstakbeli dolduran zîhayatların vücudunu inkâr etmeli ve yüz derece hayvandan aşağı düşmeli, hayat mertebesinden düşüp câmid bir cahil-i echel olmalı.

Yirmi Dördüncü Pencere
b828.gif
-1-
Mevt, hayat kadar bir bürhan-ı rubûbiyettir, gayet kuvvetli bir hüccet-i vahdâniyettir.
b829.gif
-2- delâletince, mevt adem, idâm, fenâ, hiçlik, fâilsiz bir inkıraz değil, belki bir Fâil-i Hakîm tarafından hizmetten terhis ve tahvil-i mekân ve tebdil-i beden ve vazifeden paydos ve haps-i bedenden âzâd etmek ve muntazam bir eser-i hikmet olduğu, "Birinci Mektub"da gösterilmiş.

1- Ondan başka ilah yoktur. Her şey helak olup gidicidir - Ona bakan yüzü müstesna. Hüküm hükümranlık onundur; siz de Ona döndürüleceksiniz. (Kasas Sûresi: 88.)
2- Ölümü de hayatı da yaratan Odur. (Mülk Sûresi: 2.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Evet, nasıl zemin yüzündeki masnuât ve zîhayatlar ve hayattar zemin yüzü bir Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna ve vahdâniyetine şehâdet ediyorlar; öyle de, o zîhayatlar, ölümleriyle bir Hayy-ı Bâkînin sermediyetine ve vâhidiyetine şehâdet ediyorlar. Yirmi İkinci Sözde, mevt, gayet kuvvetli bir bürhan-ı vahdet ve bir hüccet-i sermediyet olduğu ispat ve izah edildiğinden, şu bahsi o söze havale edip yalnız mühim bir nüktesini beyân edeceğiz. Şöyle ki:
Nasıl zîhayatlar vücudları ile bir Vâcibü'l-Vücudun vücuduna delâlet ediyorlar; öyle de, o zîhayatlar ölümleri ile bir Hayy-ı Bâkînin sermediyetine, vâhidiyetine şehâdet ediyorlar. Meselâ, yalnız birtek zîhayat olan zemin yüzü, intizamâtı ile, ahvâliyle Sânii gösterdiği gibi; öldüğü vakit, yani kış beyaz kefeni ile ölmüş o zemin yüzünü kapaması ile nazar-ı beşeri ondan çeviriyor veyahut nazar o giden bahar cenazesinin arkasından mâziye gider, daha geniş bir manzarayı gösterir. Yani herbiri birer mu'cize-i kudret olan zemin dolusu bütün geçen baharlar misillü, yeni gelecek birer hârika-i kudret ve birer hayattar zemin olan bahar dolusu hayattar mevcudât-ı arzıyenin gelmelerini ihsâs ve vücudlarına şehâdet ettiklerinden, öyle geniş bir mikyasta, öyle parlak bir sûrette, öyle kuvvetli bir derecede, bir Sâni-i Zülcelâlin, bir Kadîr-i Zülkemâlin, bir Kayyûm-u Bâkînin, bir Şems-i Sermedînin vücûb-u vücuduna ve vahdetine ve bekâ ve sermediyetine şehâdet ederler ve öyle parlak delâili gösterirler ki, ister istemez bedâhet derecesinde
b830.gif
-1- dedirtir.
Elhâsıl:
b831.gif
-2- sırrınca, hayattar bu zemin, bir baharda Sânie şehâdet ettiği gibi, onun ölmesiyle, zamanın geçmiş ve gelecek iki kanadına dizilmiş mu'cizât-ı kudretine nazarı çeviriyor, bir bahar yerine binler baharı gösteriyor; bir mu'cize yerine binler mu'cizât-ı kudretine işaret eder.
Ve onlardan her bahar, şu hazır bahardan daha katî şehâdet eder. Çünkü, mâzi tarafına geçenler zâhirî esbâblarıyla beraber gitmişler, arkalarında yine kendileri gibi başkalar yerlerine gelmişler. Demek, esbâb-ı zâhiriye hiçtir; yalnız bir Kadîr-i Zülcelâl onları halk edip, hikmetiyle esbâba bağlayarak gönderdiğini gösteriyor.
Ve gelecek zamanda dizilmiş hayattar olan zemin yüzleri ise, daha parlak şehâdet eder. Çünkü yeniden, yoktan, hiçten yapılıp, gönderilecek yere konup, vazife gördürüp, sonra gönderilecekler.

1- Her bir şeye bütün kutsi sıfat ve isimleriyle birden yönelen, zât ve sıfatlarında eşsiz ve tek olan Allah'a İmân ettim.
2- Yeryüzünü ölümünün ardından nasıl diriltiyor! (Rûm Sûresi: 50.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte ey tabiata saplanan ve bataklıkta boğulmak derecesine gelen gâfil! Bütün mâzi ve müstakbele ulaşacak hikmetli ve kudretli mânevî el sahibi olmayan birşey, nasıl bu zeminin hayatına karışabilir? Senin gibi hiç ender hiç olan tesadüf ve tabiat buna karışabilir mi? Kurtulmak istersen, "Tabiat, olsa olsa bir defter-i kudret-i İlâhiyedir; tesadüf ise, cehlimizi örten gizli bir hikmet-i İlâhiyenin perdesidir" de, hakikate yanaş.

Yirmi Beşinci Pencere
Nasıl ki, madrub, elbette dâribe delâlet eder; san'atlı bir eser, san'atkârı icâb eder; veled, vâlidi iktizâ eder; tahtiyet, fevkıyeti istilzam eder, ve hâkezâ. Bütün umûr-u izâfiye tâbir ettikleri, biribirsiz olmayan evsâf-ı nisbiye misillü, şu kâinatın cüz'iyâtında ve heyet-i umumiyesinde görünen imkân dahi, vücûbu gösterir. Ve bütün onlarda görünen infiâl, bir fiili gösterir. Ve umumunda görünen mahlûkıyet, hâlıkıyeti gösterir. Ve umumunda görünen kesret ve terkib, vahdeti istilzam eder. Ve vücûb ve fiil ve hâlıkıyet ve vahdet, bilbedâhe ve bizzarure, mümkin, münfail, kesîr, mürekkeb, mahlûk olmayan, Vâcib ve Fâil, Vâhid ve Hâlık olan mevsuflarını ister. Öyle ise, bilbedâhe, bütün kâinattaki bütün imkânlar, bütün infiâller, bütün mahlûkıyetler, bütün kesret ve terkibler, bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücud, Fa'âlü'n-Limâ Yürîd, Hâlık-ı Küll-i Şeye, Vâhid-i Ehade şehâdet eder.
Elhâsıl: Nasıl imkândan vücûb görünüyor; infiâlden fiil ve kesretten vahdet-bunların vücudu, onların vücuduna katiyen delâlet eder. Öyle de, mevcudât üstünde görünen mahlûkıyet ve merzûkıyet gibi sıfatlar dahi sâniiyet, rezzâkıyet gibi şe'nlerin vücudlarına katî delâlet ediyor. Şu sıfâtın vücudu dahi, bizzarure ve bilbedâhe, bir Hallâk ve bir Rezzâk Sâni-i Rahîmin vücuduna delâlet eder.
Demek, herbir mevcud, taşıdığı yüzler bu çeşit sıfatlar lisâniyle, Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun yüzler Esmâ-i Hüsnâsına şehâdet ederler. Bu şehâdetler kabul edilmezse, mevcudâtın bütün bu çeşit sıfatlarını inkâr etmek lâzım gelir.

Yirmi Altıncı Pencere Haşiye
Şu kâinatın mevcudâtı yüzünde tazelenen ve gelip geçen cemâller ve hüsünler, bir Cemâl-i Sermedî cilvelerinin bir nevi gölgeleri olduğunu gösterir.
Evet, ırmağın yüzündeki kabarcıkların parlayıp gitmesinden sonra arkadan gelenlerin gidenler gibi parlamaları, dâimî bir şemsin şuâlarının aynaları olduklarını gösterdikleri gibi; seyyâl zaman ırmağında seyyar mevcudâtın üstünde parlayan lemeât-ı cemâliye dahi bir Cemâl-i Sermedîye işaret ederler ve Onun bir nevi emâreleridirler.


Haşiye: Şu pencerenin umuma değil, ehl-i kalbe ve ehl-i muhabbete hususiyeti vardır.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Hem, kâinat kalbindeki ciddi aşk, bir Mâşuk-u Lâyezalîyi gösterir. Evet, ağacın mahiyetinde olmayan bir şey esaslı bir sûrette meyvesinde bulunmadığı delâletiyle, şecere-i kâinatın hassas meyvesi olan nev-i insandaki ciddi aşk-ı lâhutî gösterir ki, bütün kâinatta-fakat başka şekillerde-hakiki aşk ve muhabbet bulunuyor. Öyle ise, kalb-i kâinattaki şu hakiki muhabbet ve aşk, bir Mahbub-u Ezelîyi gösterir.
Hem, kâinatın sînesinde çok sûretlerde tezâhür eden incizablar, cezbeler, câzibeler, ezelî bir hakikat-i câzibedarın cezbiyle olduğunu hüşyar kalblere gösterir.
Hem, mahlûkatın en hassas ve nurânî tâifesi olan ehl-i keşif ve velâyetin ittifakıyla, zevk ve şuhuda istinad ederek, bir Cemîl-i Zülcelâlin cilvesine, tecellîsine mazhar olduklarını ve o Celîl-i Zülcemâlin (kendini) tanıttırılmasına ve sevdirilmesine zevk ile muttalî olduklarını müttefikan haber vermeleri, yine bir Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun, bir Cemîl-i Zülcelâlin vücuduna ve insanlara kendini tanıttırmasına katiyen şehâdet eder.
Hem, kâinat yüzünde ve mevcudât üstünde işleyen kalem-i tahsin ve tezyin, o kalem sahibi Zâtın esmâsının güzelliğini vâzıhan gösteriyor.
İşte, kâinat yüzündeki cemâl ve kalbindeki aşk ve sînesindeki incizab ve gözlerindeki keşif ve şuhud ve hey'âtındaki hüsün ve tezyinât, pek latîf, nurânî bir pencere açar. Onun ile bütün esmâsı cemîle bir Cemîl-i Zülcelâli ve bir Mahbub-u Lâyezalîyi ve bir Ma'bud-u Lemyezeli hüşyar olan akıl ve kalblere gösterir.
İşte ey maddiyât karanlığında, evham zulümâtında, boğucu şübehât içinde çırpınan gâfil! Kendine gel, insaniyete lâyık bir sûrette yüksel, şu dört delik ile bak, cemâl-i vahdeti gör, kemâl-i imânı kazan, hakiki insan ol.

Yirmi Yedinci Pencere
b832.gif

Kâinatta, esbâb ve müsebbebât görünen eşyaya bakıyoruz ve görüyoruz ki, en âlâ bir sebep, en âdi bir müsebbebe kuvveti yetmiyor. Demek, esbâb bir perdedir; müsebbebleri yapan başkadır.
Meselâ, hadsiz masnuâttan yalnız cüz'î bir misâl olarak, insan başı içinde bir hardal küçüklüğünde bir yerde yerleştirilen kuvve-i hâfızaya bakıyoruz, görüyoruz ki; öyle bir câmi' kitap, belki kütüphâne hükmündedir ki, bütün sergüzeşt-i hayatı, içinde karıştırılmaksızın yazılıyor. Acaba şu mu'cize-i kudrete hangi sebep gösterilebilir: telâfif-i dimağiye mi, basit şuursuz hüceyrât zerreleri mi, tesadüf rüzgârları mı? Halbuki, o mu'cize-i san'at, öyle bir zâtın san'atı olabilir ki, beşerin haşirde neşredilecek büyük defter-i a'mâlinden muhasebe vaktinde hatıra getirilecek ve işlediği her fiilleri, yazıldığını bildirmek için bir küçük sened istinsah edip, yazıp, aklının eline verecek bir Sâni-i Hakîmin san'atı olabilir.

Allah her şeyin yaratıcısıdır ve O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. (Zümer Sûresi: 62.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, beşerin kuvve-i hâfızasına misâl olarak bütün yumurtaları, çekirdekleri, tohumları kıyas et; ve bu câmi', küçücük mu'cizelere sâir müsebbebâtı da kıyas et. Çünkü, hangi müsebbebe ve masnua baksan, o derece hârika bir san'at var ki; değil onun âdi, basit sebebi, belki bütün esbâb toplansa, ona karşı izhâr-ı acz edecekler. Meselâ, büyük bir sebep zannedilen güneşi ihtiyârlı, şuurlu farz ederek ona denilse, "Bir sineğin vücudunu yapabilir misin?" Elbette diyecek ki: "Hâlıkımın ihsanı ile, dükkânımda ziyâ, renkler, hararet çok. Fakat, sineğin vücudunda göz, kulak, hayat gibi öyle şeyler var ki, ne benim dükkânımda bulunur ve ne de benim iktidarım dahilindedir."
Hem, nasıl ki müsebbebdeki hârika san'at ve tezyinât, esbâbı azl edip, müsebbibü'l-esbâb olan Vâcibü'l-Vücuda işaret ederek,
b833.gif
sırrınca, Ona teslim-i umûr eder; öyle de, müsebbebâta takılan neticeler, gâyeler, faydalar, bilbedâhe perde-i esbâb arkasında bir Rabb-i Kerîmin, bir Hakîm-i Rahîmin işleri olduğunu gösterir. Çünkü, şuursuz esbâb, elbette bir gâyeyi düşünüp çalışmaz. Halbuki, görüyoruz; vücuda gelen her mahlûk bir gâye değil, belki çok gâyeleri, çok faydaları, çok hikmetleri takip ederek vücuda geliyor. Demek, bir Rabb-i Hakîm ve Kerîm, o şeyleri yapıp gönderiyor, o faydaları onlara gâye-i vücud yapıyor.
Meselâ, yağmur geliyor. Yağmuru zâhiren intâc eden esbâb, hayvanâtı düşünüp, onlara acıyıp, merhamet etmekten ne kadar uzak olduğu mâlûmdur. Demek, hayvanâtı halk eden ve rızıklarını taahhüd eden bir Hâlık-ı Rahîmin hikmetiyle imdada gönderiliyor. Hattâ, yağmura "rahmet" deniliyor. Çünkü, çok âsâr-ı rahmet ve faydaları tazammun ettiğinden, güyâ yağmur şeklinde rahmet tecessüm etmiş, takattur etmiş, katre katre geliyor.
Hem, bütün mahlûkatın yüzüne tebessüm eden bütün zînetli nebâtât ve hayvanâttaki tezyinât ve gösterişler, bilbedâhe, perde-i gayb arkasında bu süslü ve güzel san'atlar ile kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve bildirmek isteyen bir Zât-ı Zülcelâlin vücûb-u vücuduna ve vahdetine delâlet ederler. Demek eşyadaki süslü vaziyetler, gösterişli keyfiyetler, tanıttırmak ve sevdirmek sıfatlarına katiyen delâlet eder. Sevdirmek ve tanıttırmak sıfatları ise, bilbedâhe, Vedûd, Mâruf bir Sâni-i Kadîrin vücûb-u vücuduna ve vahdetine şehâdet eder.

Bütün işler Ona [Allah'a] döndürülür. (Hud Sûresi: 123.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Elhâsıl: Sebep gayet âdi, âciz ve ona isnad edilen müsebbeb ise, gayet san'atlı ve kıymetli olduğundan, sebebi azl eder. Hem, müsebbebin gâyesi, faydası dahi cahil ve câmid olan esbâbı ortadan atar, bir Sâni-i Hakîmin eline teslim eder. Hem, müsebbebin yüzündeki tezyinât ve maharetler, kendi kudretini zîşuurlara bildirmek isteyen ve kendini sevdirmek arzu eden bir Sâni-i Hakîme işaret eder.
Ey esbâbperest bîçare! Bu üç mühim hakikati ne ile izah edebilirsin? Sen nasıl kendini kandırabilirsin? Aklın varsa, esbâb perdesini yırt,
b834.gif
-1- de, hadsiz evhamdan kurtul.

Yirmi Sekizinci Pencere
b750.gif
-2-
Şu kâinata bakıyoruz, görüyoruz ki; hüceyrât-ı bedenden tut, tâ mecmû-u âleme şâmil bir hikmet ve tanzim var.
Hüceyrât-ı bedene bakıyoruz, görüyoruz ki; mesâlih-i bedeni gören ve idare eden birisinin emriyle, kanunuyla, o küçücük hüceyrelerde ehemmiyetli bir tedbîr var. Mideye, nasıl bir kısım rızık içyağı sûretinde iddihar olunup vakt-i hâcette sarf edilir; aynen o küçücük hüceyrelerde de o tasarruf ve iddihar var.
Nebâtâta bakıyoruz; gayet hakîmâne bir terbiye, bir tedbîr görünüyor.
Hayvanâta bakıyoruz; nihayet derecede kerîmâne bir terbiye ve iâşe görüyoruz.
Kâinatın erkân-ı azîmesine bakıyoruz; mühim gâyeler için haşmetkârâne bir tedvîr ve tenvir görüyoruz.
Âlemin mecmûuna bakıyoruz; muntazam bir memleket, bir şehir, bir saray hükmünde âlî hikmetler, gâlî gâyeler için mükemmel bir tanzimât görüyoruz. Otuz İkinci Sözün Birinci Mevkıfında izah ve ispat edildiği üzere, bir zerreden tut, tâ yıldızlara kadar zerre miktar şirke yer bırakmıyor. Öyle birbirlerine mânen münâsebettardırlar ki, bütün yıldızları musahhar etmeyen ve elinde tutmayan, bir zerreye rubûbiyetini dinlettiremez. Bir zerreye hakiki Rab olmak için bütün yıldızlara sahip olmak lâzım gelir. Hem, "Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfı"nda izah ve ispat edildiği üzere, semâvâtın halk ve tesviyesine muktedir olmayan, beşerin sîmâsındaki teşahhusu yapamaz.

1- Allah birdir, bir olur. Her şeyin anahtarı onun yanında, her şeyin dizgini Onun elindedir. Rububiyetin de, icraatında ve icatlarında hiç bir şeriki yoktur.
2- Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin, seslerinizin ve simalarınızın farklılığı da yine Onun ayetlerindendir. İlim sahipleri için elbette bunda deliller vardır. (Rum Sûresi: 22.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Demek bütün semâvâtın Rabbi olmayan, birtek insanın sîmâsındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı sîmâvîyi yapamaz. İşte kâinat kadar büyük bir pencere ki; onunla bakılsa,

b836.gif
-1-
âyetleri büyük harflerle kâinat sayfalarında yazılı olduğu akıl gözüyle de görülecek. Öyle ise, görmeyenin ya aklı yok, ya kalbi yok veya insan sûretinde bir hayvandır.
Yirmi Dokuzuncu Pencere
b524.gif
-2-
Bir bahar mevsiminde, garibâne, mütefekkirâne, seyahate gidiyordum. Bir tepeciğin eteğinden geçerken parlak bir sarı çiçek nazarıma ilişti. Eskiden vatanımda ve sâir memleketlerde gördüğüm o cins sarı çiçekleri derhatır ettirdi. Şöyle bir mânâ kalbe geldi ki:
Bu çiçek kimin turrası ise, kimin sikkesi ise ve kimin mührü ise ve kimin nakşı ise, elbette bütün zemin yüzündeki o nevi çiçekler onun mühürleridir, sikkeleridir.
Şu mühür tahayyülünden sonra, şöyle bir tasavvur geldi ki: Nasıl bir mühür ile mühürlenmiş bir mektub, o mühür, o mektubun sahibini gösterir; öyle de, şu çiçek, bir mühr-ü Rahmânîdir. Şu enva-ı nakışlarla ve mânidar nebâtât satırlarıyla yazılan şu tepecik dahi bu çiçek Sâniinin mektubudur. Hem, şu tepecik dahi bir mühürdür. Şu sahrâ ve ova bir mektub-u Rahmânî hey'âtını aldı.
İşbu tasavvurdan şöyle bir hakikat zihne geldi ki: Herbir şey, bir mühr-ü Rabbânî hükmünde, bütün eşyayı kendi Hâlıkına isnad eder, kendi kâtibinin mektubu olduğunu ispat eder.

1- Allah her şeyin yaratıcısıdır. O her şey üzerinde hakkıyla görüp gözeticidir. • Göklerin ve yerin tedbîr ve tasarrufu Ona âittir. (Zümer Sûresi: 62-63.)
2- Hiçbir şey yoktur ki, Onu övüp, Onu tesbih etmesin. (İsrâ Sûresi: 44.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İşte, herbir şey öyle bir pencere-i tevhiddir ki, bütün eşyayı bir Vâhid-i Ehade mal eder. Demek herbir şeyde, hususan zîhayatlarda öyle hârika bir nakış, öyle mu'cizekâr bir san'at var ki; onu öyle yapan ve öyle mânidar nakşeden, bütün eşyayı yapabilir ve bütün eşyayı yapan, elbette o olacaktır. Demek, bütün eşyayı yapamayan, birtek şeyi icâd edemez.
İşte ey gâfil! Şu kâinatın yüzüne bak ki; birbiri içinde hadsiz mektubât-ı Samedâniye hükmünde olan sahaif-i mevcudât ve herbir mektub üstünde hadsiz sikke-i tevhid mühürleriyle temhîr edilmiş bütün bu mühürlerin şehâdetlerini kim tekzib edebilir? Hangi kuvvet onları susturabilir? Kalb kulağı ile hangisini dinlesen, "Eşhedüenlailaheillallah" dediğini işitirsin.

Otuzuncu Pencere
b838.gif

Şu pencere, imkân ve hudûs'a müesses umum mütekellimînin penceresidir ve ispat-ı Vâcibü'l-Vücuda karşı caddeleridir. Bunun tafsilâtını, Şerhü'l-Mevâkıf ve Şerhü'l-Makâsıd gibi, muhakkiklerin büyük kitaplarına havale ederek, yalnız Kur'ân'ın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir iki şuâı göstereceğiz. Şöyle ki:
Amiriyet ve hâkimiyetin muktezâsı rakip kabul etmemektir, iştirâki reddetmektir, müdâhaleyi ref' etmektir. Onun içindir ki, küçük bir köyde iki muhtar bulunsa, köyün rahatını ve nizamını bozarlar. Bir nâhiyede iki müdür, bir vilâyette iki vâli bulunsa, herc ü merc ederler. Bir memlekette iki padişah bulunsa, fırtınalı bir karma karışıklığa sebebiyet verirler.
Mâdem hâkimiyet ve âmiriyetin gölgesinin zayıf bir gölgesi ve cüz'î bir numûnesi, muâvenete muhtaç âciz insanlarda böyle rakip ve zıddı ve emsâlinin müdâhalesini kabul etmezse, acaba saltanat-ı mutlaka sûretindeki hâkimiyet ve rubûbiyet derecesindeki âmiriyet, bir Kadîr-i Mutlakta ne derece, o redd-i müdâhale kanunu ne kadar esaslı bir sûrette hükmünü icrâ ettiğini kıyas et.

Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi. (Enbiyâ Sûresi: 22.) Her şey helâk olup gidicidir-Ona bakan yüzü müstesnâ. Hüküm ve hükümranlık Onundur; siz de Ona döndürüleceksiniz. (Kasas Sûresi: 88.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Demek, ulûhiyet ve rubûbiyetin en katî ve dâimî lâzımı vahdet ve infiraddır. Buna bir bürhan-ı bâhir ve şahid-i katî kâinattaki intizam-ı ekmel ve insicam-ı ecmeldir.
Sinek kanadından tut, tâ semâvât kandillerine kadar öyle bir nizam var ki, akıl, onun karşısında hayretinden ve istihsanından,
b839.gif
-1- der, secde eder. Eğer zerre miktar şerike yer bulunsa idi, müdâhalesi olsa idi,
b1131.gif
-2- âyet-i kerîmesinin delâletiyle, nizam bozulacaktı, sûret değişecekti, fesadın âsârı görünecekti. Halbuki,

b841.gif
-3-
delâletiyle ve şu ifade ile, nazar-ı beşer kusuru aramak için ne kadar çabalasa, hiçbir yerde kusuru bulamayarak, yorgun olarak menzili olan göze gelip, onu gönderen münekkid akla diyecek: "Beyhûde yoruldum. Kusur yok" demesiyle gösteriyor ki, nizam ve intizam, gayet mükemmeldir. Demek, intizam-ı kâinat vahdâniyetin katî şahididir. Gel gelelim hudûs'a.
Mütekellimîn demişler ki: "âlem mütegayyirdir. Her mütegayyir hâdistir. Herbir hâdisin bir muhdisi, yani mûcidi var. Öyle ise, bu kâinatın kadîm bir mûcidi var."
Biz de deriz: Evet kâinat hâdistir. Çünkü, görüyoruz; her asırda, belki her senede, belki her mevsimde bir kâinat, bir âlem gider, biri gelir. Demek, bir Kadîr-i Zülcelâl var ki, bu kâinatı hiçten icâd ederek, her senede, belki her mevsimde, belki her günde birisini icâd eder, ehl-i şuura gösterir ve sonra onu alır, başkasını getirir. Birbiri arkasına takıp, zincirleme bir sûrette zamanın şeridine asıyor. Elbette, bu âlem gibi, birer kâinat-ı müteceddide hükmünde olan her bahar da, gözümüzün önünde hiçten gelen ve giden kâinatları icâd eden bir Zât-ı Kadîrin mu'cizât-ı kudretidirler. Elbette, âlem içinde her vakit âlemleri halk edip değiştiren zât, mutlaka şu âlemi dahi o halk etmiştir ve şu âlemi ve rûy-i zemini o büyük misafirlere misafirhâne yapmıştır.

1- Allah, zâtında sıfatlarında ve fiillerinde bütün kusur ve noksanlardan uzaktır. • Allah dilemiş ne güzel yaratmış! • Allah ne mübârek yaratmış!
2- Eğer göklerde ve yerde Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de harab olup giderdi (Enbiyâ Sûresi: 22.)
3- Haydi, çevir gözünü: En küçük bir kusur görüyor musun? • Sonra tekrar gözünü çevir. Kusur bulamaz, hor ve hakir sana döner; o göz bitkindir artık. (Mülk Sûresi: 34.)
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt