Otuz Üçüncü Söz

Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Gelelim imkân bahsine.
Mütekellimîn demişler ki: "İmkân, mütesâviyyü't-tarafeyndir. Yani, adem ve vücud, ikisi de müsâvi olsa, bir tahsis edici, bir tercih edici, bir mûcid lâzımdır. Çünkü, mümkinât birbirini icâd edip, teselsül edemez. Yahut, o onu, o da onu icâd edip, devir sûretinde dahi olamaz. Öyle ise, bir Vâcibü'l-Vücud vardır ki, bunları icâd ediyor."
Devir ve teselsülü on iki bürhan, yani arşî ve süllemî gibi nâmlar ile müsemmâ meşhur on iki delil-i katî ile devri iptal etmişler ve teselsülü muhâl göstermişler. Silsile-i esbâbı kesip, Vâcibü'l-Vücudun vücudunu ispat etmişler.
Biz de deriz ki: Esbâb, teselsülün berâhiniyle âlemin nihayetinde kesilmesinden ise, herşeyde Hâlık-ı Küll-i Şeye has sikkeyi göstermek daha katî, daha kolaydır. Kur'ân'ın feyzi ile, bütün "Pencereler" ve bütün "Sözler" o esas üzerine gitmişler. Bununla beraber, imkân noktasının hadsiz bir vüs'ati var, hadsiz cihetlerle Vâcibü'l-Vücudun vücudunu gösteriyor. Yalnız mütekellimînin teselsülün kesilmesi yoluna-elhak, geniş ve büyük olan o caddeye-münhasır değildir. Belki had ve hesâba gelmeyen yollar ile Vâcibü'l-Vücudun mârifetine yol açar. Şöyle ki:
Herbir şey, vücudunda, sıfâtında, müddet-i bekâsında, hadsiz imkânât, yani gayet çok yollar ve cihetler içinde mütereddit iken, görüyoruz ki, o hadsiz cihetler içinde vücudca muntazam bir yolu takip ediyor. Herbir sıfatı da mahsus bir tarzda ona veriyor. Müddet-i bekâsında bütün değiştirdiği sıfat ve haller dahi böyle bir tahsis ile veriliyor. Demek, bir muhassısın irâdesiyle, bir müreccihin tercihiyle, bir mûcid-i hakîmin icâdıyladır ki; hadsiz yollar içinde, hikmetli bir yolda onu sevk eder. Muntazam sıfâtı ve ahvâli ona giydiriyor.
Sonra, infiraddan çıkarıp, bir terkibli cisme cüz yapar; imkânât ziyâdeleşir. Çünkü, o cisimde binler tarzda bulunabilir. Halbuki, neticesiz o vaziyetler içinde neticeli mahsus bir vaziyet ona verilir ki, mühim neticeleri ve faydaları ve o cisimde vazifeleri gördürülüyor.
Sonra, o cisim dahi diğer bir cisme cüz yaptırılıyor. İmkânât daha ziyâdeleşir. Çünkü, binlerle tarzda bulunabilir. İşte, o binler tarz içinde birtek vaziyet veriliyor, o vaziyet ile mühim vazifeler gördürülüyor, ve hâkezâ. Gittikçe daha ziyâde katî bir Hakîm-i Müdebbirin vücûb-u vücudunu gösteriyor. bir âmir-i Alîmin emriyle sevk edildiğini bildiriyor. Cisim içinde cisim, birbiri içinde cüz olup giden bütün bu terkiblerde, nasıl bir nefer, takımında, bölüğünde, taburunda, alayında, fırkasında, ordusunda mütedâhil o heyetlerden herbirisine mahsus birer vazifesi, hikmetli birer nisbeti, intizamlı birer hizmeti bulunuyor. Hem, nasıl ki senin gözbebeğinden bir hüceyre, gözünde bir nisbeti ve bir vazifesi var, senin başın heyet-i umumiyesi nisbetinde dahi hikmetli bir vazifesi ve hizmeti vardır. Zerre miktar şaşırsa, sıhhat ve idare-i beden bozulur. Kan damarlarına, his ve hareket âsablarına, hattâ bedenin heyet-i umumiyesinde birer mahsus vazifesi, hikmetli birer vaziyeti vardır. Binlerle imkânât içinde, bir Sâni-i Hakîmin hikmetiyle o muayyen vaziyet verilmiştir.
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Öyle de, bu kâinattaki mevcudât, herbiri kendi zâtı ile, sıfâtı ile, çok imkânât yolları içinde has bir vücudu ve hikmetli bir sûreti ve faydalı sıfatları nasıl bir Vâcibü'l-Vücuda şehâdet ederler; öyle de, mürekkebâta girdikleri vakit, herbir mürekkebde daha başka bir lisânla yine Sâniini ilân eder. Git gide tâ en büyük mürekkebe kadar nisbeti ve vazifesi, hizmeti itibâriyle Sâni-i Hakîmin vücûb-u vücuduna ve ihtiyârına ve irâdesine şehâdet eder. Çünkü, bir şeyi bütün mürekkebâta hikmetli münâsebetleri muhâfaza sûretinde yerleştiren, bütün o mürekkebâtın Hâlıkı olabilir. Demek, birtek şey binler lisânlarla Ona şehâdet eder hükmündedir.
İşte, kâinatın mevcudâtı kadar değil, belki mevcudâtın sıfât ve mürekkebâtı adedince imkânât noktasından da Vâcibü'l-Vücudun vücuduna karşı şehâdetler geliyor.
İşte ey gâfil! Kâinatı dolduran bu şehâdetleri, bu sadâları işitmemek!.. Ne derece sağır ve akılsız olmak lâzım geliyor; haydi sen söyle.

Otuz Birinci Pencere
b842.gif

Şu pencere insan penceresidir ve enfüsîdir. Ve enfüsî cihetinde şu pencerenin tafsilâtını binler muhakkikîn-i evliyânın mufassal kitaplarına havale ederek, yalnız feyz-i Kur'ân'dan aldığımız birkaç esasa işaret ederiz. Şöyle ki:
On Birinci Sözde beyân edildiği gibi, "İnsan öyle bir nüsha-i câmiadır ki, Cenâb-ı Hak bütün esmâsını insanın nefsi ile insana ihsâs ediyor." Tafsilâtını başka Sözlere havale edip yalnız üç noktayı göstereceğiz.
BİRİNCİ NOKTA: İnsan üç cihetle esmâ-i İlâhiyeye bir aynadır.
Birinci vecih: Gecede zulümât, nasıl nuru gösterir; öyle de, insan zaaf ve acziyle, fakr ve hâcâtıyla, naks ve kusuruyla bir Kadîr-i Zülcelâlin kudretini, kuvvetini, gınâsını, rahmetini bildiriyor ve hâkezâ, pekçok evsâf-ı İlâhiyeye bu sûretle âyinedarlık ediyor. Hattâ, hadsiz aczinde ve nihayetsiz zaafında, hadsiz a'dâsına karşı bir nokta-i istinad aramakla, vicdan, dâimâ Vâcibü'l-Vücuda bakar. Hem, nihayetsiz fakrında, nihayetsiz hâcâtı içinde, nihayetsiz maksadlara karşı bir nokta-i istimdâd aramaya mecbur olduğundan, vicdan, dâimâ o noktadan bir Ganî-i Rahîmin dergâhına dayanır, duâ ile el açar. Demek, her vicdanda şu nokta-i istinad ve nokta-i istimdâd cihetinde iki küçük pencere Kadîr-i Rahîmin bârigâh-ı Rahmetine açılır; her vakit onunla bakabilir.

Muhakkak ki Biz insanı en güzel bir şekilde yarattık. (Tîn Sûresi: 4.) Kesin olarak İmân edenler için yeryüzünde nice deliller vardır. • Kendi nefislerinizde de böyle deliller vardır. Hâlâ görmez misiniz? (Zâriyât Sûresi: 20-21.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İkinci vecih âyinedarlık ise: İnsana verilen numûneler nevinden cüz'î ilim, kudret, basar, sem', mâlikiyet, hâkimiyet gibi cüz'iyât ile, Kâinat Mâlikinin ilmine ve kudretine, basarına, sem'ine, hâkimiyet-i rubûbiyetine âyinedarlık eder; onları anlar, bildirir. Meselâ, ben nasıl bu evi yaptım ve yapmasını biliyorum ve görüyorum ve onun mâlikiyim ve idare ediyorum; öyle de, şu koca kâinat sarayının bir ustası var, o usta onu bilir, görür, yapar, idare eder ve hâkezâ.
Üçüncü vecih âyinedarlık ise: İnsan, üstünde nakışları görünen esmâ-i İlâhiyeye âyinedarlık eder. "Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfı"nın başında bir nebze izah edilen, insanın mahiyet-i câmiasında nakışları zâhir olan yetmişten ziyâde esmâ vardır. Meselâ, yaratılışından Sâni', Hâlık ismini ve hüsn-ü takvîminden Rahmân ve Rahîm isimlerini ve hüsn-ü terbiyesinden Kerîm, Latîf isimlerini ve hâkezâ, bütün âzâ ve âlâtı ile, cihazât ve cevârihi ile, letâif ve mâneviyâtı ile, havâss ve hissiyâtı ile ayrı ayrı esmânın ayrı ayrı nakışlarını gösteriyor. Demek, nasıl esmâda bir İsm-i âzam var; öyle de, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki, o da insandır.
Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimâli var.
İKİNCİ NOKTA: Mühim bir sırr-ı ehadiyete işaret eder. Şöyle ki:
İnsanın, nasıl, ruhu bütün cesedine öyle bir münâsebeti var ki, bütün âzâsını ve eczâsını birbirine yardım ettirir. Yani, irâde-i İlâhiye cilvesi olan evâmir-i tekviniyeye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latîfe-i Rabbâniye olan ruh, onların idaresinde, onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcâtlarını görmesinde birbirine mâni olmaz; ruhu şaşırtmaz, ruha nisbeten uzak yakın bir hükmünde, birbirine perde olmaz. İsterse çoğunu birinin imdadına yetiştirir, isterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ, çok nurâniyet kesb etmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir.
Öyle de,
b438.gif
, Cenâb-ı Hakkın mâdem Onun bir kanun-u emri olan ruh küçük bir âlem olan insan cisminde ve âzâsında bu vaziyeti gösteriyor, elbette âlem-i ekber olan kâinatta o Zât-ı Vâcibü'l-Vücudun irâde-i külliyesine ve kudret-i mutlakasına hadsiz fiiller, hadsiz sadâlar, hadsiz duâlar, hadsiz işler, hiçbir cihette Ona ağır gelmez, birbirine mâni olmaz, o Hâlık-ı Zülcelâli meşgul etmez, şaşırtmaz. Bütününü birden görür, bütün sesleri birden işitir. Yakın, uzak birdir. İsterse bütününü birinin imdadına gönderir. Herşey ile herşeyi görebilir, seslerini işitebilir ve herşey ile herşeyi bilir., ve hâkezâ.

En yüce sıfatlar Allah'ındır. (Nahl Sûresi: 60.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Üçüncü nokta: Hayatın pek mühim bir mahiyeti ve ehemmiyetli bir vazifesi var. Fakat, o bahis hayat Penceresinde ve Yirminci Mektubun Sekizinci Kelimesinde tafsilî geçtiğinden ona havale edip, yalnız bunu ihtar ederiz ki:
Hayatta hissiyât sûretinde kaynayan memzûc nakışlar, pekçok esmâ ve şuûnât-ı zâtiyeye işaret eder. Gayet parlak bir sûrette Hayy-ı Kayyûmun şuûnât-ı zâtiyesine âyinedarlık eder. Şu sırrın izahı, Allah'ı tanımayanlara ve daha tam tasdik etmeyenlere karşı, zamanı olmadığından kapıyı kapıyoruz.

Otuz İkinci Pencere
b844.gif

Şu Pencere semâ-i risâletin güneşi, belki güneşler güneşi olan Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmın penceresidir. Şu gayet parlak ve pek büyük ve çok nurânî Pencere, Otuz Birinci Söz olan Mi'rac Risâlesiyle, On Dokuzuncu Söz olan Nübüvvet-i Ahmediye (Aleyhissalâtü Vesselâm) Risâlesinde ve on dokuz işaretli olan On Dokuzuncu Mektubda ne derece nurânî ve zâhir olduğu ispat edildiğinden, o iki Sözü ve o Mektubu ve o Mektubun On Dokuzuncu İşaretini bu makamda düşünüp, sözü onlara havale edip, yalnız deriz ki:
Tevhidin bir bürhan-ı nâtıkı olan zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm risâlet ve velâyet cenahlarıyla, yani kendinden evvel bütün enbiyânın tevâtürle icmâlarını ve ondan sonraki bütün evliyânın ve asfiyânın icmâkârâne tevâtürlerini tazammun eden bir kuvvetle, bütün hayatında, bütün kuvvetiyle vahdâniyeti gösterip, ilân etmiş ve âlem-i İslâmiyet gibi geniş, parlak, nurânî bir pencereyi, mârifetullâha açmıştır. İmam-ı Gazalî, İmam-ı Rabbânî, Muhyiddin-i Arabî, Abdülkadir-i Geylânî gibi milyonlar muhakkikîn-i asfiyâ ve sıddîkîn o pencereden bakıyorlar, başkalarına da gösteriyorlar. Acaba böyle bir pencereyi kapatacak bir perde var mı? Ve onu ittiham edip, bu pencereden bakmayanın aklı var mı? Haydi, sen söyle.

Bütün dinlere üstün kılmak üzere Resûlünü hidâyet ve hak din ile gönderen Odur. Buna şahit olarak Allah yeter. (Fetih Sûresi: 28.) De ki: Ey insanlar! Ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan Allah'ın gönderdiği peygamberim. Ondan başka ibâdete lâyık hiçbir ilâh yoktur. Dirilten de Odur, öldüren de. (A'râf Sûresi: 158.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
Otuz Üçüncü Pencere
b845.gif
-1-
Bütün geçmiş Pencereler Kur'ân denizinden bâzı katreler olduğunu düşün. Sonra, Kur'ân'da ne kadar âb-ı hayat hükmünde olan envar-ı tevhid var olduğunu kıyas edebilirsin. Fakat, bütün o Pencerelerin menbaı ve mâdeni ve aslı olan Kur'ân'a gayet mücmel bir sûrette, gayet basit bir tarzda bakılsa dahi, yine gayet parlak nurânî bir pencere-i câmiadır. O pencere ne kadar katî ve parlak ve nurânî olduğunu Yirmi Beşinci Söz olan İ'câz-ı Kur'ân Risâlesine ve On Dokuzuncu Mektubun On Sekizinci İşaretine havale ediyoruz. Ve Kur'ân'ı bize gönderen Zât-ı Zülcelâlin Arş-ı Rahmânîsine niyaz edip deriz:

b846.gif
-2-

1- Hamd o Allah'a mahsustur ki, kuluna kitâbı indirmiş ve o kitapta hiçbir tezat ve eğriliğe yer vermemiştir. O kitâbı dosdoğru indirmiştir. (Kehf Sûresi: 1-2.)
-Elif lâm râ. Bu bir kitaptır ki, insanları Rablerinin izniyle inkâr karanlıklarından İmân nuruna çıkarman için sana indirdik. (İbrâhim Sûresi: 1.)
2- Ey Rabbimiz! Unutur veya hatâya düşer de bir kusur işlersek bizi onunla hesâba çekme. (Bakara Sûresi: 286.)
-Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola eriştirdikten sonra kalplerimizi sapıklığa meylettirme. (Âl-i İmrân Sûresi: 8.)
-Ey Rabbimiz! Bu hizmetimizi kabul buyur. Herşeyi hakkıyla işiten de, herşeyi hakkıyla bilen de ancak Sensin. (Bakara Sûresi: 127.)
-Muhakkak ki tevbeleri çok kabul eden ve çok merhamet eden ancak Sensin. (Bakara Sûresi: 128.)
 

Hasret ruzgari

Aktif Üyemiz
İhtar
Şu Otuz Üç Pencereli olan Otuz Üçüncü Mektub, imânı olmayanı inşaallah imâna getirir, imânı zayıf olanın imânını kuvvetleştirir, imânı kavî ve taklidî olanın imânını tahkikî yapar, imânı tahkikî olanın imânını genişlendirir, imânı geniş olana bütün kemâlât-ı hakikiyenin medârı ve esası olan mârifetullâhta terakkiyât verir, daha nurânî, daha parlak manzaraları açar.
İşte bunun için, "Bir pencere bana kâfi geldi, yeter" diyemezsin. Çünkü, senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise, kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister, hattâ hayal de o nurdan hissesini isteyecek. Binâenaleyh, herbir pencerenin ayrı ayrı faydaları vardır. Mi'rac Risâlesinde asıl muhatap mü'min idi; mülhid ikinci derecede, istimâ makamında idi. Şu risâlede ise, muhatap münkirdir; istimâ makamlarında mü'mindir. Bunu düşünüp öylece bakmalı. Fakat, maatteessüf, mühim bir sebebe binâen şu Mektub gayet süratle yazıldığından ve hattâ müsvedde halinde kaldığından, elbette bana âit olan tarz-ı ifadede müşevveşiyet ve kusurlar olacaktır. Nazar-ı müsâmaha ile bakmalarını ve ellerinden gelirse, ıslâhlarını ve mâğfiret ile bana duâ eylemelerini ihvanlarımdan isterim...
b847.gif
-1-
b457.gif
-2-
b849.gif
-3-

1- Selâm hidâyete uyanlara olsun. (Tâhâ Sûresi: 47.)
-Levm, azar ve kötülük nefsinin kötü isteklerine uyana olsun.
2- Seni her türlü kusur ve noksandan tenzih ederim. Senin bize öğrettiğinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Sen herşeyi hakkıyla bilir, herşeyi hikmetle yaparsın. (Bakara Sûresi: 32.)
3- Allah'ım, âlemlere rahmet olarak gönderdiğin zâta, onun âl ve Sahabelerine salât ve selâm eyle. Âmin.
 
Durum
Üzgünüz bu konu cevaplar için kapatılmıştır...
Üst Alt